Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Cennetin bu yakası», sayfa 3

Yazı tipi:

“Ne dikkate şayan görünüşlü bir çocuk!”

Bu sözler hemen dikkatini oyundan alıp götürdü, acaba New York ahalisine gerçekten de yakışıklı mı görünüyorum diye merak etti.

Paskert ve Amory otellerine doğru yola koyuldular. İlk konuşan Paskert oldu. On beş yaşındaki titrek sesi Amory’nin hayallerine melankolik bir iz bırakarak daldı.

“Bu akşamki kızla evleneceğim.”

Hangi kız olduğunu sormasına gerek yoktu.

Paskert “Onu eve götürüp ailemle tanıştırmaktan gurur duyarım,” diye devam etti.

Amory kesinlikle etkilenmişti. Bunları söyleyenin Paskert değil kendisi olmasını dilerdi. Kulağa çok olgunca geliyordu.

“Şu aktrisleri merak ediyorum, hepsi gerçekten de ahlaksız insanlar mı?”

Tecrübeli genç üstüne basa basa “Hayır, bayım, hiç alakası yok,” dedi “ve o kızın altın gibi pırıl pırıl olduğunu biliyorum. Buna eminim.”

Broadway kalabalığına karışarak yürümeye devam ettiler, kafelerden taşan melodilerle hayallere daldılar. Karşılarında sayısız ışıklar gibi yeni yüzler beliriverdi, solgun boyalı yüzler, yorgun fakat bıktırıcı bir heyecanla hayata tutunan yüzler… Amory onları büyülenmişçesine izledi. New York’ta yaşayacak, her restoran ve kafe tarafından tanınacak, akşamın ilk saatlerinden sabahın ilk ışıklarına kadar takım elbise giyip öğleden önceki sıkıcı zamanları uyuyarak geçirecekti.

“Evet, bayım, bu akşamki kızla evleneceğim!”

Genel Olarak Kahramanca

St. Regis’te geçirdiği ikinci ve son yılın ekim ayı Amory’nin hafızasında önemli bir yere sahipti. Groton’la oynanan maç öğleden sonra ferahlatıcı serin bir havada başlamış, aradan geçen üç saatin sonunda dondurucu bir sonbahar karanlığı çökmüştü. Oyun kurucu olarak oynayan Amory çılgın bir çaresizlikle takım arkadaşlarını ikaz ediyor, karşı takımın top taşıyıcısını mucizevi şekilde durduruyor, sesi kısılıp öfkeli bir fısıltı halini alana dek arkadaşlarına işaret veriyor yine de başındaki kanlı bandajdan, birbirine çarpan, birbirini ezip geçen bedenlerin görkemli kahramanlığından ve ağrıyan uzuvlarından zevk alıyordu. Bu cesaret dakikaları bir kasım alacakaranlığında şarap gibi akıp gidiyordu. O, tıpkı eski İskandinav kadırgalarının pruvasındaki kürekçi, Roland ve Horatius, Sir Nigel ve Ted Coy gibi ölümsüz bir kahramandı; gemiyi dengede tutabilmek için dişini tırnağına takmış, sonra kendi iradesiyle uçuruma savrulmuş, dalgalarla dövülürken uzaklardan gelen sevinç çığlıklarını duymuştu… Sonunda yara bere içinde ve yorgun fakat hâlâ tarif edilemez bir coşkuyla dönerek, kıvrılarak, temposunu bir artırıp bir azaltarak, kollarını uzatıp rakiplerini iterek bacaklarına yapışmış iki adamla Groton, kale çizgisini geçip yere düştü. Maçın ilk ve son sayısını yapmıştı.

Parlak Çocuğun Felsefesi

Son sınıftaki üstünlüğü ve başarısı sebebiyle Amory bir sene önceki durumunu alaycı bir hayretle hatırlıyordu. Amory Blaine’in değişmesi ne kadar mümkünse o kadar değişmişti. St. Regis’e başladığında bu genç adam Amory, artı Beatrice, artı Minneapolis’te geçirilen iki yıldan ibaretti. Ama Minneapolis yılları “Amory artı Beatrice”i yatılı okuldaki meraklı gözlerden saklayabilecek kadar kalın bir katman oluşturamadığı için St. Regis Beatrice’i ondan son derece acı verici bir şekilde söküp çıkarmış ve onun yerine esas Amory’yi oluşturacak yeni ve daha sıradan bir zemin hazırlamıştı. Ama hem St. Regis hem de Amory, bu esas Amory’nin kendi içinde değişmemiş olduğunu fark edememişti. Önceleri ona sıkıntı veren huysuzluğu, sahte tavırlar takınma eğilimi, tembelliği, kendine aptal süsü verme aşkı artık birer sorun olmaktan ziyade yıldız oyun kurucu, zeki bir aktör ve St. Regis Tattler’ın editörü olan bu delikanlının tuhaflıkları olarak görülüyor, Amory de kısa süre öncesine kadar zayıflık olarak kabul edilen bu bencilliklerinin genç çocuklar tarafından taklit edildiğini gördükçe hayrete düşüyordu.

Futbol sezonu sona erince sakin bir döneme geçiş yaptı. Tatil öncesi dansının olduğu gece oradan sıvıştı ve çayırların ötesinden dalgalar halinde penceresine ulaşan keman seslerini dinlemenin keyfine varabilmek için erkenden yatağa girdi. Çoğu geceyi yatağında uzanıp orkestra Macar valsleri çalarken entrika, ay ışığı ve macera yüklü yoğun ve büyülü bir havada, fildişi renkli kadınların zengin diplomat ve askerlerle gizemli aşk maceralarına atıldığı Montmarte kafelerinin sırlarını hayal ederek geçiriyordu. İlkbaharda istek üzerine L’Allegro’yu okudu ve Arkadya ile Pan’ın flütünü konu alan lirik dışavurumlar üretme konusunda ilham aldı. Şafakta güneş onu uyandırsın diye yatağının yerini değiştirdi; böylece giyinip dışarı çıkabiliyor ve son sınıfların yatakhanesinin yanındaki elma ağacına kurulmuş eski salıncağa gidebiliyordu. Salıncağa oturup yükseğe, daha yükseğe sallandıkça havalara uçup flüt çalan satirlerin ve sarı saçlı kızların yüzlerine sahip su perilerinin yaşadığı bir periler ülkesiymişçesine Eastchester’ın sokaklarında gezerdi. Salıncak en yüksek noktaya ulaştığında Arkadya gerçekten de kahverengi patikanın altın bir nokta halini alarak gözden kaybolduğu tepenin sırtında yer alıyormuş hissine kapılırdı.

On sekiz yaşına bastığı ilkbahar boyunca durmaksızın okudu: The Gentleman from Indiana, The New Arabian Nights, The Morals of Marcus Ordeyne, The Man Who Was Thursday’i anlamadan sevdi. Stover at Yale onun için bir ders kitabı halini aldı. Dombey and Son’ı daha iyi şeyler okuması gerektiğini düşündüğü için seçti. Robert Chambers, David Graham Phillips ve E. Phillips Oppenheim’ın eserlerini tamamladı; aralarına birkaç Tennyson ve Kipling kattı. Derste karşılaştığı şeyler arasından yalnızca L’Allegro ve uzay geometrisinin değişmeyen açıklık niteliği naçizane ilgisini çekebildi.

Haziran yaklaştıkça kendi fikirlerini oluşturmak için sohbet etme ihtiyacı duydu ve hiç beklemediği bir anda son sınıfların başkanı Rahill’in de kendisi gibi bir filozof olduğunu öğrendi. Çoğu zaman yolda yürürken, beyzbol sahasının kenarında yüzüstü uzanırken ya da karanlıkta sigaralarını tüttürürken yaptıkları sohbetlerde okulla ilgili sorunlardan dert yanarlardı. İşte, “parlak çocuk” tabirini de bu sohbetlerin birinde geliştirmişlerdi.

Bir gece ışıklar kapandıktan beş dakika sonra Rahill başını kapıdan içeri uzatarak “Sigaran var mı?” diye fısıldamıştı.

“Elbette.”

“İçeri geliyorum.”

“Birkaç yastık al da pencerenin önündeki koltuğa uzan.”

Rahill sohbet için yerini alırken Amory yatağına oturup bir sigara yaktı. Rahill’in en sevdiği konu son sınıf öğrencilerinin kendilerine mahsus gelecekleriydi ve Amory onun için herkesi nelerin beklediğini ana hatlarıyla özetlemekten hiç sıkılmazdı.

“Ted Converse mi? Çok kolay. Bütün sınavlarından kalacak, bütün yazı Harstrum’da özel ders alarak geçirdikten sonra dört dersten şartlı olarak geçerek Sheff’e girecek ve birinci sınıfın ortasında okuldan atılacak. Sonra batıya dönecek ve bir yıl vur patlasın çal oynasın eğlenecek. En sonunda babası onu boyacılık işine sokacak. Evlenecek ve hepsi de kalın kafalı dört oğlu olacak. Daima St. Regis’in kendisini bozduğunu düşünecek, bu yüzden oğullarını Portland’da bir devlet okuluna gönderecek. Kırk bir yaşına geldiğinde frenginin son safhasında omurilik felci geçirerek ölecek ve karısı Presbiteryen kilisesine üzerinde onun adı yazan bir vaftiz kürsüsü ya da adına her ne diyorsanız ondan yaptıracak…”

“Yavaş ol, Amory. Bu çok karamsar oldu. Peki ya sen?”

“Ben çok daha seçkin bir sınıftanım. Sen de öylesin. Bizler filozofuz.”

“Ben değilim.”

“Elbette öylesin. Senin çok sağlam bir kafan var.” Ama Amory Rahill’in hiçbir koşulda soyut fikirlerle hareket etmeyeceğini biliyordu; bir konunun en ufak ayrıntıları çözülmeden parmağını bile kıpırdatmazdı.

Rahill “Hayır, yok,” diye diretti. “Burada insanların benden faydalanmasına izin veriyorum ve karşılığında hiçbir şey elde etmiyorum. Kahretsin ki arkadaşlarım benim sırtımdan geçiniyor, onların ödevlerini yapıyorum, onları beladan kurtarıyorum, yazın evlerine aptal ziyaretlerde bulunarak küçük kız kardeşlerini eğlendiriyorum, bencilleştiklerinde öfkeme hâkim oluyorum. Bunun karşılığında onlar da sınıf başkanlığı seçimlerinde oy vererek ve St. Regis’in ‘büyük adamı’ olduğumu söyleyerek bana olan borçlarını ödediklerini zannediyorlar. Herkesin kendi işini yaptığı ve insanlara ‘Canınız cehenneme!’ diyebileceğim bir yere gitmek istiyorum. Okuldaki herkese iyi davranmaktan sıkıldım.”

Amory aniden “Sen parlak çocuk değilsin,” dedi.

“Ne değilim?”

“Parlak çocuk.”

“O da ne demek öyle?”

“Pekâlâ, şeye benziyor hani… Hani… Onlardan etrafta çok var. Sen onlardan biri değilsin, ben de değilim. Ama senle kıyaslanınca ben onlara daha çok benziyorum.”

“Kim onlardan biri? Seni onlardan biri yapan da nedir?”

Amory düşündü.

“Nedir, nedir… Sanırım en belirgin özellikleri suyla saçlarını ıslatarak geriye doğru yapıştırmaları.”

“Carstairs gibi mi?”

“Evet, aynen. O bir parlak çocuk.”

Tam bir tanım yapabilmek için iki akşam uğraştılar. Parlak çocuk yakışıklı ya da düzgün görünümlü olurdu; zekilerdi ki, bu genelde sosyal zekâydı; bir konuda öne geçmek, popüler olmak, hayran olunmak ve asla başlarını derde sokmamak için ellerindeki tüm imkânları kullanırlardı. İyi giyinirlerdi, görünümleri genelde zarif olurdu; onların “parlak” adını almasının nedeni saçlarının daima kısa olması, su ya da jöleyle sırılsıklam yapılıp ortadan ikiye ayrılarak modaya uygun şekilde geriye doğru yapıştırılmasıydı. O senenin parlak çocukları, parlaklıklarının bir nişanesi olarak sarı-kahverengi alaca renkli gözlük takmayı bir âdet haline getirdiğinden, bir tanesi bile Amory ve Rahill’in gözünden kaçmazdı. Parlak çocuklar okulun geneline yayılmıştı, yaşıtlarından biraz daha olgun ve kurnaz olmakla birlikte hepsinin kendi grubu vardı ve zekâlarını çok iyi saklarlardı.

Amory üniversitedeki ikinci senesine kadar sınırların bulanıklaşıp kararsızlaşmasıyla birçok alt grup türediği için yalnızca bir özellik halini alan “parlak çocuk” tabirini çok değerli bir sınıflandırma yolu olarak kullandı. Amory’nin gizli idealleri “parlak çocuğun” tüm niteliklerini taşımanın yanı sıra cesaret ve inanılmaz bir zekâ ve beceri de gerektiriyordu. Ayrıca Amory kendisinde parlak çocuklara yakışmayacak türde tuhaf bir iz olduğunu düşünüyordu.

Bu, okul geleneğinin riyakârlığından gerçek anlamda ilk kopuşuydu. Parlak olmak başarıya giden en önemli unsurlardan biriydi ve hazırlık okullarının “büyük adam”ından tamamen farklıydı.

“PARLAK ÇOCUK”

1. Sosyal değerler söz konusu olduğunda uyanıktır.

2. İyi giyinir. Kıyafetin yüzeysel olduğuna inanıyormuş gibi yapar ama öyle olmadığını bilir.

3. Ön plana çıkabileceği etkinliklere katılır.

4. Üniversiteye girer ve maddi anlamda başarılı olur.

5. Saçlarını ıslatıp geriye doğru yapıştırır.

“BÜYÜK ADAM”

1. Sosyal değerlerden bihaberdir ya da onlara karşı duyarsızdır.

2. Kıyafetin yüzeysel olduğunu düşünür ve bu konuda pek özenli değildir.

3. Sorumluluk duygusuyla her işe el atar.

4. Üniversiteye girer ve belirsiz bir geleceği olur. Çevresi olmayınca kendini kaybolmuş hisseder ve okul yıllarının hayatının en mutlu zamanları olduğunu hisseder. Okula geri dönüp St. Regis’lilerin neler başardığıyla ilgili konuşmalar yapar.

5. Saçlarını ıslatıp geriye doğru yapıştırmaz.

Amory o sene St. Regis’li tek çocuk olacağını bilmesine rağmen kesinlikle Princeton’a gitmeye karar vermişti. Minneapolis’te ve St. Regis’in “Kurukafa ve Kemikler Cemiyeti” sevdalıları arasında anlatılan hikâyelerde Yale’in bir romantizmi ve ihtişamı vardı; ama Princeton parlak renkli atmosferi ve Amerika’nın en hoş şehir kulübü olma şöhretiyle onu daha çok cezbediyordu. Amory’nin okuldaki son günleri zorlu üniversite sınavlarının gölgesinde geçip gitti. Yıllar sonra St. Regis’e döndüğünde son senedeki başarısını unutmuş gibi görünüyor ve kendini yalnızca koridorlardan hızla geçerek azgın akranlarının taşkınlıklarını büyük bir sağduyuyla alaya alan o uyumsuz çocuk olarak hatırlayabiliyordu.

İki
SİVRİ KULELER VE CANAVAR HEYKELLERİ

Amory ilk başlarda sadece uçsuz bucaksız yeşil çimenlikleri aşıp gelen gün ışığının kurşuni pencere camlarında dans edişini, kulelerin sivri tepelerinde ve mazgallı duvarlarında süzülüşünü fark etti. Bir süre sonra taşıdığı bavulun farkına varıp yeni âdet edinmiş olduğu üzere yanından geçen biri olduğunda doğruca karşıya bakarak gerçekten de üniversite meydanında yürüdüğünü idrak etti. Yanından geçtiği adamların birkaç defa kafalarını çevirip kendisine eleştirel bakışlar attığına yemin edebilirdi. Bir ara acaba kıyafetlerimde bir kusur mu var diye düşündü ve içinden keşke o sabah trende tıraş olsaydım diye geçirdi. Yürüyüşlerindeki özgüvenden üçüncü ya da dördüncü sınıf öğrencisi oldukları anlaşılan beyaz fanilalı, şapkasız gençlerin arasında kendini gereksiz derecede gergin ve uyumsuz hissetti.

Aradığı 12 numaralı üniversite pansiyonu büyük, yıkık dökük bir konaktı; genelde bir düzine birinci sınıf öğrencisine ev sahipliği yapıyor olsa da Amory oraya vardığında henüz boştu. Ev sahibesiyle alelacele konuştuktan sonra, etrafı keşfetmek için dışarı çıktı; ama henüz bir sokak ilerlemeden dehşete düşerek kasabada şapka takan tek adam olabileceğinin farkına vardı. 12 numaralı pansiyona geri döndü, melon şapkasını odasına bırakarak yeniden dışarı çıktı. Şapkasız bir şekilde Nassau Caddesi’nden aşağı doğru yürümeye başladı, içlerinde futbol takımının kaptanı Allenby’nin de bulunduğu bir dizi sporcunun fotoğrafına bakmak için bir dükkânın önünde durdu; daha sonra dikkatini tabelasında “Jigger Dükkânı” yazan bir pastane çekti. Bu tabir ona tanıdık gelmişti, ağır adımlarla içeri girdi ve uzun taburelerden birine yerleşti.

Zenci garsona “Çikolatalı dondurma,” dedi.

“Duble çikolatalı jigger mi? Başka bir şey ister misin?”

“Aa, tabii.”

“Pastırmalı çöreğe ne dersin?”

“Aa, tamam.”

Bunları epey lezzetli buldu ve dört tanesini mideye indirdi; ardından üzerine bir ferahlık gelene dek duble çikolatalı bir jigger daha yedi. Duvarları süsleyen yastık kılıflarını, deri flamaları ve Gibson Kızları resimlerini dikkatle inceledikten sonra dükkândan ayrılarak elleri ceplerinde Nassau Caddesi’ndeki yürüyüşüne kaldığı yerden devam etti. Birinci sınıf şapkaları bir sonraki pazartesiye kadar kendini göstermeyecek olsa da Amory çok geçmeden üst sınıfları ve yeni gelen öğrencileri birbirinden ayırmayı öğrendi. Kendini apaçık ve son derece endişeli bir şekilde evindeymiş gibi göstermeye çalışanlar birinci sınıflardı. İstasyona uğrayan her yeni tren onlardan bir bölük daha getiriyor, onlar da çabucak tek işlevi sokak boyunca bir aşağı bir yukarı sürüklenmek izlenimi veren kitap yüklü bavullarıyla beyaz ayakkabılı, şapkasız kalabalığa katılıp yepyeni pipolarından büyük duman bulutları saçıyorlardı. Öğleden sonra Amory her yeni gelen grubun kendisini biraz daha üst sınıftanmış gibi gösterdiğini fark ederek o zamana kadar insanların yüzlerinde gözlemleyebildiği son derece itinalı, zarif bir ilgisizlik ve sıradan bir ciddiyet ifadesi takındı.

Saat beş olduğunda kendi sesini duyma ihtiyacı hissederek gelen giden kimse var mı diye bakmak için pansiyona döndü. Her an çökecekmiş gibi sallanan merdivenlerden çıktı ve teslimiyetçi bir tavırla odasına göz gezdirdi, sınıf bayrakları ve kaplan resimlerinden daha ilham verici bir dekorasyon fikri bulmaya çalışmanın boş bir çaba olduğuna kanaat getirdi. Derken kapı çalındı.

“Buyurun!”

Eşikte gri gözlü ve gülünç tebessümlü zayıf bir yüz beliriverdi.

“Çekicin var mı?”

“Yok, üzgünüm. Belki Bayan On İki ya da adı her neysede bir tane vardır.”

Yabancı, odaya girdi.

“Sen de mi bu tımarhanenin mahkûmlarındansın?”

Amory başını sallayarak onayladı.

“Ödediğimiz paraya karşılık korkunç bir ahır.”

Amory öyle olduğunu kabul etmek zorundaydı.

“Aslında kampüs yurdunda kalmayı düşünmüştüm,” dedi “ama orada o kadar az birinci sınıf oluyormuş ki, arada harcanıyorlarmış. Sırf oyalanmak için oturup ders çalışmak zorunda kalınıyormuş.”

Gri gözlü adam kendini tanıtmaya karar verdi.

“Benim adım Holiday.”

“Ben de Blaine.”

Son derece zarif bir şekilde ileri atılarak el sıkıştılar. Amory’nin ağzı kulaklarına vardı.

“Hazırlığı nerede okudun?”

“Andover, peki ya sen?”

“St. Regis.”

“Ah, öyle mi? Orada bir kuzenim vardı.”

Uzun uzun kuzenden bahsettiler, sonra Holiday saat altıda yemek için kardeşiyle buluşması gerektiğini söyledi.

“Sen de gelip bizimle bir şeyler atıştırsana.”

“Pekâlâ.”

Amory, Kenilwort’te Burne Holiday’le tanıştı, gri gözlünün adı da Kerry idi. Sulu bir çorba ve pörsümüş sebzelerden oluşan tatsız yemek boyunca son derece kaygılı küçük gruplar ya da evindeymiş gibi rahat gözüken son derece büyük gruplar halinde oturan diğer birinci sınıfları izlediler.

Amory “Üniversite yemekhanesinin çok kötü olduğunu duydum,” dedi.

“Öyle diyorlar. Ama mecburen orada yiyeceksin ne de olsa yemesen bile parasını ödüyorsun.”

“Bu, suç!”

“Bu, zorbalık!”

“Ah, Princeton’da ilk senende her şeye katlanmak zorundasın. Lanet olası bir hazırlık okulu gibi.”

Amory onayladı.

“Çok azim gerektiriyor, zor iş,” diye yineledi. “Yine de bir milyon verselerdi bile Yale’e gitmezdim.”

“Ben de.”

Amory büyük kardeşe “Özel olarak ilgilendiğin bir şey var mı?” diye sordu.

“Benim yok. Burne ise Prince olmaya, yani The Daily Princetonian’a girmeye hevesli, üniversite gazetesini biliyorsundur.”

“Tabii, biliyorum.”

“Senin özel olarak ilgilendiğin bir şey var mı?”

“Aa, evet. Birinci sınıf futbol takımında şansımı deneyeceğim.”

“St. Regis’te oynamış mıydın?”

Amory alçakgönüllülükle “Biraz,” diye yanıt verdi “ama giderek zayıflıyorum.”

“Zayıf değilsin ki.”

“Geçen sonbahar daha gürbüzdüm.”

“Ah!”

Yemekten sonra sinemaya gittiler. Amory önünde oturan adamın boşboğaz yorumları kadar çılgın bağırış çağırışlarından çok etkilenmişti.

“Yahu!”

“Ah, tatlı bebek ne kadar büyük ve güçlüsün ama ah bir o kadar da hassassın!

“Sarıl!”

“Ah, sarılsana!”

“Öp şunu, öp şu kadını çabuk!

“Ahhh!”

Bir grup ıslıkla “By the Sea”yi çalmaya başladı ve izleyiciler hep bir ağızdan onlara eşlik etti. Bunu birçok ayak vuruşu içerdiğinden ne olduğu pek anlaşılmayan bir şarkı izledi, ardından sonu gelmeyen ahenksiz bir ağıta geçildi.

 
“Ahhhhh
O kız bir reçel fabrikasında çalışıyor
Ve belki bunda bir sorun yoktur
Ama beni kandıramaz
Çünkü ben ÇOK İYİ biliyorum
Tüm gece reçel YAPMADIĞINI!
Ahhhh!”
 

İtişe kakışa dışarı çıkarken etraflarını saran insanlarla merakla bakıştılar. Amory sinemayı sevdiğine karar verdi; filmlerden, önünde oturan, ellerini arkadan bağlayıp eleştirel zekâ ve tavizkâr eğlencenin bir karışımı olan İskoçça iğneleyici yorumların sahibi o üst sınıftan çocuklar kadar zevk almak istiyordu.

Kerry “Dondurma ister misiniz, ah yani jigger demek istedim,” dedi.

“Elbette.”

Ağır bir akşam yemeği yediler ve aheste adımlarla 12 numaranın yolunu tuttular.

“Harikulade bir gece.”

“Harika.”

“Siz gençler bavullarınızı mı açacaksınız?”

“Sanırım. Hadi, Burne.”

Amory bir süre verandanın merdivenlerinde oturmaya karar verdiğinden onlara iyi geceler diledi.

Alacakaranlığın en uzak ufuklarında ağaçların oluşturduğu dokuma örtü karanlığa gömüldü ve ağaçlar birer gölge halini aldı. Yeni doğan ay, kemerleri soluk mavi ışıklarla doldurmuştu; geceyi ince bir ağla ören yarıklardan sızan ay ışığı bir şarkı eşliğinde uçuşuyordu. Öyle bir şarkı ki, içinde hüzünden çok daha fazlası vardı: Ebediyen fani, ebediyen pişmandı.

Doksanlı yılların mezunlarının kendisine anlattığı Booth Tarkington’ın eğlencelerinden birini hatırladı: Gecenin köründe okul yerleşkesinin ortasında dikilerek yıldızlara tenor şarkıları söyler ve koltuklarına kıvrılmış öğrencilerin o an içinde bulundukları ruh haline göre karmaşık duygulara kapılmasına sebep olurdu.

Şimdi gölgeli bir çizgi gibi gözüken üniversite meydanın ötesinde beyazlara bürünmüş bir güruh karanlığı dağıttı. Uygun adımlarla yürüyen beyaz gömlekli, beyaz pantolonlu figürler kol kola girip başları dimdik, ahenkli bir şekilde salınarak yolun karşısına geçtiler:

 
Geri dönmek… Geri dönmek,
Nassau salonuna… Geri dönmek
Geri dönmek… Geri dönmek,
Hepsinin… En iyisi olan… O eski yere
Geri dönmek… Geri dönmek,
Bu… Dünyevi balodan
Geri döndükçe… Sileceğiz izleri
Nassau salonuna… Geri döneceğiz
 

Amory bu hayali alay kendisine yaklaşırken gözlerini kapadı. Şarkı öylesine yükselmişti ki tenorlar dışında herkes susmuştu, onlar da melodiyi ustalıkla en tiz notalara çıkardıktan sonra tekrar normal ritme indirdi ve olağanüstü nakarat yeniden başladı. Sonra Amory göreceklerinin, armoninin yaratmış olduğu bu berrak hayali bozacağından biraz korkarak gözlerini açtı.

Sabırsızlıkla iç çekti. Beyazlı grubun en önünde futbol takımının kaptanı, zarif ve asi Allenby yürüyordu, sanki bu yıl üniversitenin tüm umutlarını kendine bağladığının farkında gibiydi. Yetmiş iki kiloluk bu adamın koyu mavi ve kızıl çizgilerin14 arasından sıyrılarak zafere ulaşması bekleniyordu.

Amory kol kola girmiş her bir sıra yanından geçerken büyülenmiş bir şekilde onları izledi, polo tişörtlü adamların yüzleri birbirinden ayrılmıyordu, sesleri bir zafer nidasıyla birbirine karışıyordu. Sonra kafile, gölgeler içindeki Campbell Kemeri’nden geçti ve kampüsün doğusuna doğru ilerleyen sesleri giderek zayıfladı.

Dakikalar geçti. Amory olduğu yerde sessizce oturdu. Belirli bir saatten sonra birinci sınıfların sokağa çıkmasını yasaklayan kural yüzünden kederlendi, çünkü güzel kokularla kaplı gölgeli yollarda boş boş yürümek istiyordu. Witherspoon’un tavan arasındaki çocukları Whig ve Clio’nun üzerine karanlık bir anne gibi kanat germişti, Little’ın gotik yılanı Cuyler ve Patton’ın üzerine çöreklenmişti.15 Göle doğru inen tepenin yamacından gözüne çarpan gizemler bundan ibaretti.

Gündüz vakit Princeton’ın ne halde olduğu yavaş yavaş aklında yer ediyordu: 1860’ları hatırlatan West ve Reunion, kırmızı tuğladan mağrur Seventy Nine Salonu, mağazalar arasında yaşamaktan pek de hoşnut olmayan asil Elizabeth dönemi hanımları gibi görünen Yukarı ve Aşağı Pyne, hepsinin tepesinde berrak mavi bir özlemle gökyüzüne uzanan Holder ve Cleveland kulelerinin hülyalı sivri tepeleri.

Amory daha ilk andan itibaren Princeton’ı sevmişti. Durgun güzelliği, tam kavranamamış önemi, curcunanın keyfini çıkaran başıboş ay ışığı, spor müsabakalarını izlemeye gelen yakışıklı zengin kalabalıklar ve tüm bunların altında yatan sınıfının başarılı kişilerinden olmak için verilen mücadelenin havası. Okul armalı montlarını giyen bitkin ve gözü dönmüş birinci sınıfların spor salonuna doluşup liseden birini sınıf başkanı, Lawrenceville’den tanınmış birini başkan yardımcısı, St. Paul’lü hokey yıldızını yazman seçtiği günden başlayıp ikinci sınıfın sonuna kadar aralıksız devam eden akıllara durgunluk verici bu sosyal sistem, bu tapınma, ara sıra adı anılsa da asla tamamen kabul edilmeyen “Büyük Adam”ın hortlağından ibaretti.

İlk başlarda gruplaşma okullarla sınırlıydı. Amory St. Regis’ten gelen tek kişi olduğundan kalabalıkların yeni gruplar oluşturup genişlemesini, sonra tekrar dağılışını izliyordu: St. Paul, Hill ve Pomfret’ten gelenler açıkça belirtilmemiş olsa da yemekhanede kendilerine ayrılan masalarda oturup spor salonunda kendilerine özel köşelerde giyinerek farkında olmadan giderek önemini yitiren, fakat sosyal açıdan kendilerini kafa karıştırıcı lise samimiyetinden korumaya yarayan duvarlar örüyorlardı. Amory bunun farkına vardığı andan itibaren güçlülerin kendilerini, zayıf yancılardan ve güçlü zannedenlerden ayırmak için uydurdukları yapay nitelikler oldukları için toplumsal sınırlara içten içe öfkeleniyordu.

Sınıfının ilahlarından biri olmaya karar verdikten sonra birinci sınıfların futbol takımının antrenmanlarına katıldı; ama oyun kurucu olarak oynadığı ikinci hafta Princetonian’ın köşelerinde bileğini çok kötü burktuğu için sezonun geri kalanında sahaya çıkamayacağına dair haberler çıkmaya başladı. Bu da Amory’yi emekliye ayrılarak durumu tekrar değerlendirmeye zorladı.

“Pansiyon 12” bir sürü soru işareti barındırıyordu: Lawrenceville’den sessiz sakin ve ehemmiyetsiz üç dört ürkek çocuk, New York’taki özel bir okuldan iki yabani özenti (Kerry Holiday onlara “adi sarhoşlar” adını takmıştı), Yahudi bir genç ki o da New York’tandı ve Amory için bir teselli halini alan kısa zamanda ısındığı Holiday kardeşler.

Holiday kardeşlerin ikiz oldukları söyleniyordu ama aslında kahverengi saçlı olan Kerry, sarışın Burne’den bir yaş büyüktü. Kerry uzun boyluydu, neşe saçan gri gözleri ve aniden beliriveren çekici bir gülüşü vardı. Her şeye karışanların kulaklarını çeken, kibire kapılanların önüne geçen eşsiz, iğneleyici mizahıyla çok geçmeden pansiyonun akıl hocası olmuştu. Amory, geleceğe taşınacak arkadaşlıklarını, onun üniversitenin ne demek olduğu ve ne olması gerektiği yönündeki düşünceleriyle şekillendiriyordu. Kerry bir şeyleri ciddiye almaya pek alışık olmasa da Amory’nin bu uygunsuz zamanda toplumsal sistemin çapraşıklığını kurcalıyor oluşundan duyduğu memnuniyetsizliği nazik bir şekilde dile getiriyor; ama yine de onu seviyor, arkadaşlığından keyif ve ilham alıyordu.

Sarışın Burne, sessiz ve azimliydi. Pansiyonda işi başından aşkın bir hayalet gibi dolaşır, gece sessizce eve gelir ve çalışmak için sabahın erken saatlerinde çıkıp kütüphaneye giderdi. Princetonian’a girmek için çabalıyor ve birincilik için kendisi gibi kırk öğrenciyle yarışıyordu. Aralık ayında difteriye yakalanıp yatağa düşünce yarışmayı başkası kazandı, ama Şubat ayında üniversiteye geri döndüğünde tekrar ödülün peşine düştü. Amory’nin onunla olan tanışıklığı bir dersten diğerine yürürken zaman buldukları üç dakikalık sohbetlerden öteye gitmiyordu, bu yüzden Burne’ün bu ilginç takıntısının altında yatanları tam olarak kavrama fırsatı bulamadı.

Amory durumundan hiç de memnun değildi. St. Regis’te tanınan ve sevilen biri olarak kazanmış olduğu konumu özlüyordu. Yine de Princeton onu heyecanlandırıyordu, ileride karşısına içindeki Machiavelli’yi uyandıracak birçok fırsat çıkacağını ve tek ihtiyacının biraz destek olduğunu düşünüyordu. Geçen yaz isteksiz bir lise mezunu olarak göz attığı seçkin üniversite kulüpleri şimdi dikkatini çekiyordu: Ivy (Sarmaşık) tarafsız ve son derece aristokratikti; Cottage (Kulübe) olağanüstü maceracılarla iyi giyimli çapkınların muazzam bir karışımıydı; Tiger Inn (Kaplan Hanı) hazırlık okulları tarafından ince ince işlenerek hayat verilen geniş omuzlu sportif kişilerin yeriydi; Cap and Gown (Kep ve Cübbe) alkol karşıtı, biraz dindar ve politik açıdan güçlüydü; şatafatlı Colonial (Sömürgeci); edebi Quadrangle (Avlu) ve farklı yaş ve pozisyondaki daha niceleri…

Alt sınıftan bir öğrencinin ön plana çıkmasına sebep olan bir şey hemen lanetli “modası geçmiş” lafıyla etiketleniyordu. Filmler, sert yorumlar sayesinde zenginleşiyor, ama her nasılsa bu yorumları yapanların modası geçiyordu. Kulüplerden bahsetmenin modası geçiyordu. Bir şeyi, örneğin içkili partileri ya da içki düşmanlığını fazla desteklemenin modası geçiyordu. Şahsi olarak dikkatleri üzerine çekenlere tahammül gösterilmiyordu, etkili adam kendini bir şeye adamamış olandı; ikinci sınıftaki kulüp seçimlerine kadar herkesin üniversite kariyerlerinin sonuna kadar bağlı kalacakları bir taraf seçmeleri bekleniyordu.

Amory Nassau Literary Magazine’de yazmak faydasızken Daily Princetonian’ın yayın kurulunda olmanın herkesi etkileyebileceğini anlamıştı. İngiliz Tiyatro Birliği’nde ölümsüz gösterilere imza atma hayalleri, en parlak beyin ve yeteneklerin her sene büyük Noel turnelerine çıkan müzikal komedi topluluğu Triangle Kulübü’nde toplandığını öğrenmesiyle suya düştü. Kafasında yeni arzuların ve hırsların oluşmaya başladığı bu sıralarda yemekhanede kendini son derece yalnız ve huzursuz hissediyordu. İlk dönemi başkalarının çabuk kazanılan başarılarını kıskanarak ve Kerry’yle neden hemen sınıfın seçkinleri arasına kabul edilmediklerine dertlenerek geçirmişti.

Birçok öğleden sonrayı Pansiyon 12’nin penceresinin önüne uzanıp yemekhaneye girip çıkan sınıf arkadaşlarını izleyerek geçiriyorlardı. Kimi kendini önemli kişilerin yanına atmış bir uydu gibi onları takip ediyordu. Kimisi aceleci adımlarla başlarını yerden kaldırmadan yürüyen, kalabalık grupların arasında olmanın verdiği güveni kıskanan çalışkan ve yalnız ineklerdi.

Amory bir gün kanepede uzanmış derin düşüncelere dalarak bir paket Fatima’yı16 bitirmekle meşgulken Kerry’ye “Biz lanet olası orta sınıfız, olan bu!” diye dert yandı.

“Pekâlâ, neden olmasın? Biz de aynı şeyi küçük üniversiteler için söyleyebilelim diye Princeton’a geldik; daha fazla özgüven, daha iyi bir giyim tarzı, daha çok gösteriş…”

Amory “Ah, bunu söylerken aklımda yanardöner kast sistemi yoktu,” dedi. “Tepemizde birkaç popüler çocuk olmasını seviyorum, ama lanet olsun Kerry, ben de onlardan biri olmalıydım.”

“Ama şu an için ne yazık ki sadece terli bir burjuvasın.”

Amory konuşmadan bir süre öylece yattı.

En sonunda “Uzun süre böyle kalmayacağım,” dedi. “Ama çabalayarak bir yere gelmekten nefret ediyorum. Ter dökmem gerekir, biliyorsun.”

Kerry “Onurlu terler,” dedi ve başını birden sokağa doğru uzattı. “Neye benzediğini görmek istiyorsan işte Langueduc, arkasında da Humbird var.”

Amory ayağa fırlayarak pencereye doğru koştu.

Bu değerli kişileri baştan ayağa süzerek “Oo,” dedi. “Humbird epey göz alıcı ama şu Langueduc, sert tiplerden değil mi? Öylelerine hiç güvenmem. İşlenmemiş tüm elmaslar büyük gözükür.”

Heyecan yatışınca Kerry “Ee,” dedi, “Edebi deha sensin. Gerisi sana kalmış.”

Amory duraksayarak “Merak ediyorum,” dedi, “acaba gerçekten edebi bir deha olabilir miyim? Bazen gerçekten öyle olduğumu düşünüyorum. Bunu söylemem çok korkunç, senden başkasına böyle bir şey söyleyemezdim.”

“Peki, hadi durma. Saçlarını uzat ve Lit’teki şu D’Invilliers denen adam gibi şiirler yaz.”

Amory uyuşuk bir şekilde masanın üzerinde duran dergi yığınına uzandı.

“Son yazdığını okudun mu?”

“Hiç kaçırır mıyım? Eşsizler.”

Amory dergiye şöyle bir göz attı.

Şaşkınlıkla “Hey!” dedi. “O da birinci sınıfta, değil mi?”

“Evet.”

“Şunu dinle! Aman Tanrım!”

 
“Bir hizmetçi kadın konuşuyor:
Siyah kadifeden izler toplanıyor gün yüzünde
Beyaz şeritli mumlar hapsolmuş gri çerçevelere
Titriyor cılız alevleri gölgeler gibi rüzgârda
Pia, Pompia, gel… Gel buraya…”
 

“Tanrı aşkına şimdi bu, ne anlama geliyor?”

“Bu bir yemek odası sahnesi.”

 
“Kilitlenmiş ayak parmakları uçan bir leyleğinkiler gibi
Uzanmış yatağına, beyaz çarşaflar üzerine
Elleri kıpırtısız göğsünün üzerinde tıpkı bir azizinkiler gibi
Bella Cunizza, hadi gel ışığa!”
 

“Aman Tanrım Kerry, bu da neydi böyle? Yemin ederim onu hiç anlamıyorum, bir de ben edebiyat meraklısıyımdır.”

14.Princeton Üniversitesi’nin spor müsabakalarında en büyük rakibi olan Yale ve Harvard’ın renkleri. (ç.n.)
15.Princeton Üniversitesi’nde bulunan binaların adları. (ç.n.)
16.1900’lerin başında oldukça popüler olan, Türk tütünü kullanan bir sigara markası. (ç.n.)