Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Cennetin bu yakası», sayfa 4

Yazı tipi:

Kerry “Çok çetrefilli,” dedi, “okurken yalnızca musalla taşını ve bozuk sütü düşünmelisin. Diğer yazdıkları kadar vurucu değil.”

Amory dergiyi masanın üzerine fırlattı.

İç çekti, “Elbette henüz ne olacağım belli değil. Sıradan biri olmadığımı biliyorum, yine de sıradan olmayan diğer insanlardan iğreniyorum. Zihnimi tiyatroya adayıp büyük bir oyun yazarı mı olmalıyım yoksa Golden Treasury antolojilerine nanik yaparak Princeton’lı parlak bir çocuk mu, henüz karar veremedim.”

Kerry “Ne diye karar veresin ki?” dedi. “En iyisi benim gibi başıboş dolaş dur. Ben Burne’ün smokininin kuyruğuna takılıp önemli biri olacağım.”

“Ben başıboş dolaşamam, ben ilgi çekmek istiyorum. Başkaları adına bile olsa torpilli olmak, Princetonian kurulunda yer almak ya da Triangle kulübünün başkanı olmak istiyorum. Ben hayran olunmak istiyorum, Kerry.”

“Kendini çok fazla düşünüyorsun.”

Amory bunun üzerine yerinden doğrulup oturdu.

“Hayır. Seni de düşünüyorum. Şu an züppelik hâlâ eğlenceliyken dışarı çıkıp sınıftakilerle kaynaşmalıyız. Mesela haziran ayındaki baloya genç bir kız getirmek istiyorum ama onu ödül olarak oraya getirilen salon güllerine, futbol takımının kaptanına ve diğer basit insanlara tanıtmam beni şirin göstermeyecekse bunu yapamam.”

Kerry sabırsızca “Amory,” dedi, “boşa kürek çekiyorsun. Önemli biri olmak istiyorsan dışarı çık ve bir şeyler dene, eğer yapamıyorsan boş ver gitsin.” Esneyerek devam etti, “Hadi bırakalım bunları. Aşağı inip futbol antrenmanını izleyelim.”

Amory eninde sonunda bu bakış açısını kabullendi, bir sonraki sonbaharda kariyerini resmen başlatma kararı alarak kendini Kerry’nin Pansiyon 12’den yarattığı eğlenceleri izlemeye bıraktı.

Yahudi gencin yatağını limonlu turtayla doldurdular. Her akşam Amory’nin odasındaki jikleye hava üfleyip Bayan On İki’yi ve yerel tesisatçıyı hayretler içinde bırakarak tüm evdeki gazı kestiler. “Adi sarhoşlar”a sataşmak için tüm resimlerini, kitaplarını ve eşyalarını banyoya taşıdılar ama Trenton’daki bir âlemden döndüklerinde sarhoş kafayla olan biteni gören ikili bunu şaka olarak algılayınca büyük hayal kırıklığı yaşadılar. Akşam yemeğinden güneş doğana kadar red-dog, yirmi bir ve poker oynadılar. Pansiyondakilerden birinin doğum gününde adamı bolca şampanya almaya ikna ederek gürültülü bir kutlama yaptılar. Kerry ve Amory’nin içki içmeyen parti sahibini kazara merdivenlerden iki kat aşağı düşürmesi üzerine adamın revirde geçirdiği bir hafta boyunca ona utangaç ve tövbekâr diye seslendiler.

Kerry bir gün Amory’nin mektuplarının çokluğundan dert yanarak “Söyle bakalım, kim bu kadınlar?” diye sordu. “Son zamanlarda posta pullarına bakıyorum, Farmington ve Dobbs ve Westover ve Dana Hall’dan geliyorlar, neler oluyor?”

Amory sırıttı.

“Hepsi de St. Paul ve Minneapolis’ten,” diyerek isimleri saymaya başladı. “Marylyn De Witt güzeldir, kendi arabası var, çok kolay bir kız. Sally Weatherby epey şişmanlamaya başladı. Myra St. Claire eski bir hikâye, kolay öpülen biri, eğer böylesinden hoşlanıyorsan tabi…”

Kerry “Nasıl tavlıyorsun onları?” diye sordu. “Ben her şeyi denedim ama tutucu tipler benden hiç çekinmiyor bile.”

Amory “Sende ‘iyi çocuk’ tipi var da ondan,” dedi.

“Aynen öyle. Anneler kızlarının benim yanımdayken güvende olacağını hissediyor. Cidden, çok sinir bozucu! Birinin elini tutmaya kalksam bana gülüp sanki el onlara ait değilmiş gibi izin veriyorlar. Ben o eli tutar tutmaz sanki el onların olmaktan çıkıyor.”

Amory “Somurt,” diye öneride bulundu. “Onlara çılgın biri olduğunu, seni yola getirmek zorunda olduklarını söyle, kızıp eve git yarım saat sonra geri dön ve onlara bağır.”

Kerry başını salladı.

“Hiç şansım yok. Geçen sene St. Timothy’den bir kıza içten bir mektup yazmıştım. Bir yerde boş bulunup ‘Ah Tanrım seni ne çok seviyorum!’ demişim. Kız tırnak makasıyla ‘Tanrım’ kısmını kesip mektubun geri kalanını tüm okula göstermiş. Hiçbir işe yaramadı. Ben yine ‘bizim güvenilir Kerry’ olarak kaldım, hepsi saçmalık.”

Amory gülümsedi ve kendini ‘güvenilir Amory’ olarak hayal etmeye çalıştı, ama çabası boşunaydı.

Şubat ayı kar ve yağmurla geldi, birinci sınıfın orta dönemi aynı döngüde geçip gitti, Pansiyon 12’deki hayat amaçsız ama bir o kadar ilginç bir şekilde sürüp gidiyordu. Amory günde bir defa “Joe”ya giderek kulüp sandviç, mısır gevreği ve patates kızartması yemeyi âdet haline getirmişti. Yanında genelde Kerry ya da Alec Connage olurdu. Alec, Hotchkiss’ten sessiz ve kayıtsız bir parlak çocuktu. Komşu pansiyonda kalıyor ve bütün sınıfı Yale’e gitmiş olduğu için Amory’nin zoraki yalnızlığını paylaşıyordu. “Joe” salaş ve biraz da pasaklı bir mekândı, ama müşterilerine sınırsız veresiye hesabı açıyor oluşu Amory için bulunmaz nimetti. Babası maden hisseleriyle maceralara atılıyordu, bu yüzden Amory’nin harçlığı hâlâ hatırı sayılır miktarda olsa da beklentilerini karşılamıyordu.

Ayrıca “Joe” üst sınıfların meraklı bakışlarından sakınılabilen bir yer olma avantajına da sahipti. Böylelikle Amory her öğleden sonra saat dörtte yanına bir arkadaş ya da kitap alarak yeni tatlara yelken açıyordu. Bir gün mart ayında bütün masaların dolu olduğunu görünce duvarın dibindeki masada önündeki kitaba gömülerek oturan birinci sınıfın karşısındaki sandalyeye oturdu. Başlarıyla şöyle bir selamlaştılar. Yirmi dakika boyunca Amory bir yandan pastırmalı çöreklerini yerken bir yandan da Mrs. Warren’s Profession’ı okudu (Shaw’u dönem ortasında kütüphanedeki kitaplara göz atarken tesadüfen keşfetmişti). Diğer birinci sınıf da kendi kitabıyla ilgilenmiş, bu sırada üç bardak çikolatalı süt içmişti.

Ara sıra Amory’nin gözleri merakla masanın diğer ucundaki ahbabın kitabına kayıyordu. Tepetaklak olan başlığı okudu: Marpessa, yazarı Stephen Phillips. Bu isim ona hiçbir şey ifade etmedi, kendisine verilen müstesna eğitim Come into the Garden, Maude gibi pazar klasiklerinden ve son zamanlarda zorla okutulan Shakespeare ve Milton seçkilerinden ibaretti.

Karşısındakiyle konuşmaya niyetlendi, bir an için tekrar kitabıyla ilgileniyor gibi yaptı ve sanki farkında olmadan ağzından kaçırmış gibi yüksek sesle “Aha! Muhteşem!” dedi.

Diğer birinci sınıf başını kaldırdı ve Amory yapmacık bir utanç takınmıştı.

“Pastırmalı çöreklerinden mi bahsediyorsun?” Adamın titrek, yumuşak sesi büyük çerçeveli gözlükleriyle uyum içerisindeydi ve onda muazzam bir zekâya sahipmiş havası yaratıyordu.

Amory “Hayır,” diye yanıt verdi. “Bernard Shaw’dan bahsediyorum.” Açıklamak için kitabın kapağını çevirdi.

“Shaw’u hiç okumadım. Ama hep istemişimdir.” Çocuk önce duraksadı, ardından devam etti, “Hiç Stephen Phillips okudun mu ya da şiir sever misin?”

Amory hevesle atıldı, “Evet, çok severim. Ama Phillips’i etraflıca okumadım.” (Aslında tanıdığı tek Phillips, reform yanlısı araştırmacı gazeteci David Graham Phillips’ti.)

“Bence oldukça iyi. Elbette tam bir Victoria dönemi şairi.” Şiir üzerine bir sohbete koyuldular, bu sırada kendilerini tanıttılar, Amory’ye yemek boyunca eşlik eden bu adamın Lit dergisindeki tutkulu aşk şiirlerine imza atan “Müthiş ince zevk sahibi Thomas Parke D’Invilliers”in ta kendisi olduğu anlaşıldı. Amory’nin sosyal rekabet ve yoğun ilgiden yoksun bakış açısına göre dış görünüşünden anlayabildiği kadarıyla D’Invilliers on dokuz yaşında, kambur omuzlu, uçuk mavi gözlü bir adamdı. Yine de kitapları seviyordu ve Amory böyle biriyle tanışmayalı sanki yüz yıl olmuştu. Eğer yan masadaki St. Paul’lü kalabalık da onu nereden tanıdıklarını çıkarabilseydi, bu karşılaşma çok daha müthiş olabilirdi. Ama onların umurunda değildi, o da kendini koyuverip düzinelerce kitaptan bahsetti: Okuduğu kitaplar, hakkında yorumlar okuduğu kitaplar, daha önce adını bile duymadığı kitaplar, Brentano’s17 tezgâhtarı akıcılığıyla adlarını baş döndürücü bir hızla listelediği kitaplar… D’Invilliers ona kısmen inansa da tamamen mest olmuştu. Muzip bir şekilde Princeton’lıların yarısının kör cahillerden diğer yarısının da süzme ineklerden meydana geldiğine kanaat etmiş olmasına rağmen kekelemeden Keats’ten bahsedebilen yine de onu hiç tanımıyormuş gibi gözüken biriyle tanışmak büyük bir zevkti.

“Oscar Wilde’ı okudun mu?” diye sordu.

“Hayır, yazarı kim?”

“Ah hayır, zaten yazarın adı Oscar Wilde, onu bilmiyor musun?”

Amory’nin hafızasında sönük bir kıvılcım çaktı. “Ah, elbette,” dedi. “Şu Patience isimli güldürü opera onun hakkında yazılmamış mıydı?”

“Aynen, işte o adam. Dorian Gray’in Portresi adlı kitabını yeni bitirdim, kesinlikle okumanı tavsiye ederim. Beğenirsin. İstersen sana ödünç verebilirim.”

“Ya, çok isterim… Teşekkürler.”

“Odama gelmek ister misin? Önerebileceğim başka kitaplarım da var.”

Amory tereddüt ederek St. Paul’lü gruba baktı, mükemmellik abidesi harikulade Humbird de oradaydı, onunla arkadaş olmanın ne denli faydalı olabileceğini düşündü. Asla onlarla arkadaşlık kurabileceği ortamlarda bulunamıyor, fakat sürekli onlarla karşılaşıp duruyordu. Onlar için yeterince sert değildi. Bu yüzden yan masadaki alaca çerçeveli gözlüklerin ardından kendisine yöneltilebilecek tehditkâr bakışları göze alarak oyunu Thomas Parke D’Invilliers’in şüphesiz çekiciliğinden yana kullandı.

“Elbette isterim.”

Böylelikle Amory Dorian Gray, Gizemli ve Kasvetli Dolores ve Belle Dame sans Merci18 ile tanışmış oldu, sonraki bir ay boyunca da başka hiçbir şeyle ilgilenmedi. Dünya ilgi çekici bir hal almaya başlamıştı, Princeton’a Oscar Wilde’ın, Swinburne’ün ya da kendi deyimiyle “Fingal O’Flahertie” ve “Algernon Charles”ın19 bıkkın gözlerinden bakmak için çok çaba harcıyordu. Her akşam bolca kitap okuyordu: Shaw, Chesterton, Barrie, Pinero, Yeats, Synge, Ernest Dowson, Arthur Symons, Keats, Sudermann, Robert Hugh Benson, the Savoy Operas… Bu farklı türlerden bir karışımdı ve çok geçmeden yıllardır aslında hiçbir şey okumamış olduğunu fark etti.

Önceleri Tom D’Invilliers onun için bir arkadaştan çok bir meşguliyetti. Amory haftada bir onunla buluşuyor, birlikte Tom’un odasını müzayededen alınan taklit duvar halıları, uzun şamdanlar ve desenli perdelerle döşüyor, tavanını süslüyorlardı. Amory onun zeki oluşunu ve kadınsılık ya da duygusallıktan uzak okuma merakını seviyordu. Aslına bakılırsa çalım satma işini daha çok Amory yapıyor ve her sözünü bir özdeyişe dönüştürmek için yoğun çaba sarf ediyordu; çünkü D’Invilliers’in bir insan kendini özdeyişlerle ifade ediyorsa kim bilir daha ne cevherler barındırır diyeceğini düşünüyordu. Pansiyon 12’ye eğlence çıkmıştı. Kerry Dorian Gray’i okumuş, Lord Henry’yi taklit ederek Amory’ye Dorian demeye başlamış ve onun içindeki tuhaf hevesleri ortaya çıkarıp can sıkıntısını gidermeye çalışmıştı. Ama aynı şeyi yemekhanede de yapınca masadaki diğerleri çok eğlense de Amory utançtan yerin dibine girerek özlü sözlerini ondan sonra yalnızca D’Invilliers’in yanında ya da bir ayna karşısında sarf etmeye başlamıştı.

Bir gün Tom ve Amory kendi şiirlerini ve Lord Dunsany’ninkileri Kerry’nin gramofonundan çaldıkları müzik eşliğinde okumayı denedi.

Tom “Nağmeli söyle!” diye bağırdı. “Hikâye okur gibi okuma! Şarkı söyler gibi oku!”

Performansının ortasındaki Amory asabi bir şekilde bakıp içinde daha az piyano olan bir plak gerektiğini söyleyince o sırada orada olan Kerry gülmekten yerlere yatmıştı.

Kahkahalarla “Hearts and Flowers’ı çal,” diye bağırmıştı. “Ah! Aman Tanrım, şimdi altıma edeceğim.”

Amory kıpkırmızı kesilerek “Lanet gramofonu kapat!” diye bağırmıştı. “Burada panayır gösterisi yapmıyorum.”

Bu sırada Amory, büyük bir özenle D’Invilliers’de toplumsal sisteme dair bir fikir uyandırmaya çalışıyordu. O bir şair olduğundan Amory’den daha geleneksel biriydi ve sıradan biri olması için tek gereken şey saçlarını ıslatması, kısıtlı bir sohbet yelpazesi ve daha koyu kahverengi bir şapkaydı. Eşsiz meziyetler daima onları önemsemeyen insanlara nasip olurdu, D’Invilliers de Amory’nin çabalarına biraz gücenmişti. Böylece Amory buluşmalarını haftada bire indirdi ve ara sıra onu Pansiyon 12’ye getirdi. Bu durum diğer birinci sınıflar arasında hafif bir alay konusu halini aldı ve diğerleri onlara “Doktor Johnson ve Boswell”20 demeye başladı.

Amory’nin bir diğer ziyaretçisi Alec Connage onu sevmesine seviyordu, ama bir yandan da ince zevkleri yüzünden ondan çekiniyordu. Tom’un şairane meziyetlerine ve derinliğine saygı duyan Kerry, onun yanında son derece mutlu oluyor ve Amory’nin kanepesine uzanıp gözlerini kapayarak saatlerce onun şiir okumasını dinleyebiliyordu:

 
“Uyuyor mu yoksa uyanık mı? Onun gerdanı
Defalarca öpülesi, üzerinde yalnızca belli belirsiz mor bir leke
İçinden kan akıp gidiyor kederle
Usulca ve usulca canını yakıyor, oysa bembeyaz teni bir lekeye göre”
 

Kerry yavaşça “Bu çok iyiydi,” dedi. “Holiday’lerin büyüğü beğendiğine göre bunu yazan iyi bir şair olmalı,” diye ekledi. Tom dinleyicilerden memnundu, ta ki Amory ve Kerry kendisi gibi tüm şiirleri ezberleyene kadar Poems ve Ballads’tan seçkiler yapmayı sürdürdü.

Amory ilkbaharda öğleden sonraları Princeton civarındaki malikânelerin bahçelerinde yapay göllerde yüzen kuğuların ve söğütlerin üzerinden süzülen ahenkli bulutların yarattığı etkileyici atmosfer eşliğinde şiir yazmaya başladı. Mayıs çabucak geliverdi, birdenbire duvarlara tahammül edemez hale gelen Amory yıldız ışığı ve yağmur altında saatlerce yerleşkeyi dolaşır oldu.

Sembolik Nemli Bir Ara

Gece sisi çökmüştü. Sis ayın etrafında dalgalanıp, kulelerin sivri tepelerinde kümelenip aşağı çöktükçe hayal meyal görünen çatıları gökyüzüne doğru uzanıyor gibi oluyordu. Gündüz karıncalar gibi etrafa üşüşen şekiller geceyle birlikte karanlık gölgeler halini alıp, bir görünüp bir kaybolur olmuştu. Soluk sarı bir ışıkla çevrelenen Gotik binalar ve kemerli avlular karanlıkta korkunç şekiller alarak daha gizemli bir havaya bürünmüştü. Uzaklardan bir çan sesi saatin çeyreği vurduğunu ilan etti; Amory güneş saatinin yanında durdu ve nemli çimenlere boylu boyunca uzandı. Serinlik gözlerini yaşartarak zamanın akışını yavaşlattı. Tembel nisan öğleden sonralarında sinsice geçip giden zaman, uzun ilkbahar alacakaranlığında kavranılamaz bir hal alıyordu. Her gece son sınıfların şarkıları melankolik bir güzellikle okulda çınlıyor ve öğrencilik bilincini çevreleyen kabuğu kırarak bu gri duvarlara, Gotik zirvelere ve yitip giden çağların saklandığı diğer her şeye daha da derin bir saygı ve bağlılık duymasına sebep oluyordu.

Odasının penceresinden gözüken kule yukarı doğru incelerek sivri bir koni şeklini alıyor, sabahın erken saatlerinde en tepedeki sivri ucu görünmez hale gelerek ona yalnızca birbirini takip eden havarilere ev sahipliği yapan figürlerin faniliğini ve önemsizliğini hatırlatıyordu. Gökyüzüne doğru uzanan yapısıyla Gotik mimarinin üniversitelere son derece uygun olduğunu biliyordu ve bu fikir ona mahsustu. Uzayıp giden yeşillikler, sessiz koridorlarda geç saatlerde yakılan öğrenci ışıkları hayal gücüne bir çırpıda nüfuz ediyor ve sivri kulelerin fazileti bu anlayışın bir sembolü haline geliyordu.

Yüksek sesle “Lanet olsun,” dedi, nemden ıslanan ellerini saçlarının arasında dolaştırdı. “Önümüzdeki sene çalışacağım!” Yine de şu an sivri kulelerin üzerinde yarattığı boyun eğdirici etkinin daha sonra kendisini yıldıracağını biliyordu. Şu an sadece kendi mantıksızlığının farkına varıyordu, çaba gösterdiği takdirde çaresizliğini ve yetersizliğini de idrak edecekti.

Üniversite rüyası uyanık bir şekilde devam ediyordu. Ürkek bir heyecan duydu. Bu bir ırmaktı, eğer bir taş atacak olsa suda oluşacak zayıf dalgalar sanki taşı elinden bırakır bırakmaz yok olacaktı. Henüz hiçbir şey vermemiş ve hiçbir şey almamıştı.

Bir yerlere geciken bir birinci sınıf öğrencisi, muşamba yağmurluğunu gıcırdatarak çamurlu patikada bata çıka yürüyordu. Uzaklardan, görünmeyen bir pencerenin altından bir ses zekice bir öneride bulunarak “Kafanı kaldır!” diye seslendi. Sonunda sisin ardından gelen yüzlerce irili ufaklı sesin farkına vardı.

Aniden “Ah Tanrım!” diye bağırdı ve sessizlikte kendi sesinden ürktü. Yağmur çiseliyordu. Bir dakika daha kıpırdamadan elleri başının arkasında kenetlenmiş bir halde yattı. Sonra ayağa kalktı ve gayri ihtiyari üstünü silkeledi.

Güneş saatine dönerek “Çok fena ıslanmışım!” dedi.

Tarihsel

Birinci sınıfı izleyen yaz savaş başladı. Almanların Paris saldırısına duyduğu kumarbazlara has bir merak dışında olaylar onu ne korkutuyor ne de ilgisini çekiyordu. Zevkli bir melodram karşısında takınabileceği bir tutumla savaşın uzun ve kanlı olmasını umuyordu. Eğer savaş uzun sürmezse kendini tarafların yumruklaşmayı reddettiği ödüllü bir dövüş maçındaki öfkeli bilet sahibi gibi hissedecekti.

Tüm tepkisi bundan ibaretti.

“Ha-Ha Hortense!”

“Pekâlâ midilliler!”

“Hadi acele edin!”

“Hey, midilliler! Şu barbut oyununa ara verip işinizin başına geçmeye ne dersiniz?”

“Hey midilliler!”

Oyuncu koçu küplere binmişti, Triangle Kulübü başkanı otoriteden kaynaklanan öfke patlamaları ve yorgunluktan kaynaklanan taşkınlıklar arasında gidip gelen endişeli bakışlarla ruhsuz bir şekilde oturmuş gösterinin Noel turnesine nasıl yetişeceğini düşünüyordu.

“Pekâlâ. Korsan şarkısından alıyoruz.”

Midilliler sigaralarından son fırtları çekerek yerlerine geçtiler, başaktris öne geldi, el ve ayaklarını havalı bir şekle sokup öylece durdu. Koç, el çırpıp ayaklarını yere vurarak tempoyu verdi ve dans başladı.

Triangle Kulübü kargaşa içindeki kocaman bir karınca yuvasıydı. Her sene Noel tatili boyunca oyuncuları, korosu, orkestrası ve dekoruyla birlikte müzikal bir komedi sergilemek üzere turneye çıkardı. Oyun ve müzik, öğrencilere aitti ve kulübün kendisi de her sene üç yüz kişinin rol kapabilmek için kıyasıya mücadele ettiği en saygın cemiyetlerden biriydi.

Amory ikinci yılın ilk yarısında düzenlenen Princetonian yarışmasını kolaylıkla kazanarak Korsan Yüzbaşı Kaynar Yağ rolüne seçildi. Son bir haftadır öğleden sonra ikiden sabah sekize kadar her gece gazinoda sade ve sert kahveyle ayakta durmaya çalışarak Ha-Ha-Hortense! oyununu prova ediyor, günün geri kalanını ise ders aralarında uyuyarak geçiriyordu. Gazino, enteresan manzaralara sahne oluyordu. Ambara benzeyen bu büyük bina kız gibi giyinen erkekler, korsan gibi giyinen erkekler, bebek gibi giyinen erkeklerle dolu bir oditoryumdu. Dekor henüz inşaat halindeydi, ışıkçılar sahne ışığını öfkeli gözlere tutarak prova yapıyor, orkestra durmadan aletlerini akort ediyor ya da neşeli bir Triangle melodisi çalınıyordu. Sözleri yazan çocuk köşede durmuş kalemini kemirerek yirmi dakikadır alkış alacak bir nakarat bulmaya çalışıyordu. Müdür sekreterle “şu lanet olası sütçü kostümlerine” ne kadar para harcanabileceğini tartışıyor, eski mezunlardan 1898 yılının müdürü bir kolinin köşesine ilişmiş, kendi zamanında her şeyin nasıl daha basit olduğunu düşünüyordu.

Bir Triangle Kulübü gösterisinin nasıl sahnelendiği tam bir muammaydı; insanların saat zincirlerine altından ufak bir üçgen21 takabilmek için yeterince hizmet edip etmediğine bakıldığı epey de şamatalı bir muamma. Ha-Ha-Hortense! tam altı defa baştan yazılmıştı ve yapımda dokuz kişinin adı geçiyordu. Tüm Triangle gösterilerinin “farklı bir şey, sıradan müzikal komediden çok daha fazlası” olması planlansa da çeşitli yazarlar, kulüp başkanı, oyuncu koçu ve fakülte kurulu işe dahil olunca geriye eski bilindik şakalarıyla başroldeki komedyenin turneden hemen önce okuldan atıldığı ya da hastalandığı ya da başına bir şey geldiği için yerine “kesinlikle günde iki kere tıraş olmayan” kara bıyıklı bodur bir adamın geçtiği sıradan, güvenilir bir Triangle gösterisi kalırdı.

Ha-Ha-Hortense!’ta çok ince esprili bir bölüm vardı. Bu, bir Princeton geleneğiydi: Yale öğrencilerinden meşhur “Kurukafa ve Kemikler” cemiyetine üye olanlar bu kutsal ismi duyduklarında bulundukları odayı terk etmek zorundaydı. Ayrıca cemiyet üyelerinin ilerleyen yıllarda çok başarılı olduğu; servet, oy, faiz kuponu ya da her ne toplamak istiyorsa onu topladığı görülürdü. Bu yüzden Ha-Ha-Hortense!’in her gösteriminde altı koltuk ücret karşılığı sokaktan toplanan en perişan berduşlara ayrılır ve Triangle makyözleri bunlara ufak müdahalelerde bulunurdu. Altı berduşa, gösteride Korsan Reisi Meşale’nin korsan bayrağını işaret ederek “Ben bir Yale mezunuyum, Kurukafa ve Kemiklerime bakın!” dediği anda dikkat çekici bir şekilde yerlerinden kalkıp kederli derin bakışlar ve incinmiş bir gururla tiyatro salonunu terk etmeleri söylenmişti. Hatta bir defasında doğruluğu asla kanıtlanmamış olmakla birlikte kiralık Yale öğrencilerinden birinin durumu ciddiye alıp bundan gurur duyduğu söylenmişti.

Tatil boyunca gösterilerini revaçtaki sekiz şehirde sahnelediler. Amory en çok Louisville ve Memphis’i sevdi: Bu şehirlerde insanlar, yabancıları nasıl ağırlamaları gerektiğini biliyorlardı; dört bir yan fevkalade meyve kokteylleriyle doluydu ve burada akıllara durgunluk verecek güzellikte her çeşit kadına rastlamak mümkündü. Chicago, baskın aksanını borçlu olduğu bir enerjiye sahipti; ama ne yazık ki burası bir Yale şehriydi ve Yale’in Glee Kulübü bir hafta içinde gösteri için orada olacağından Triangle yalnızca kısıtlı bir hürmet gördü. Baltimore, Princeton’ın mekânıydı ve herkes onlara vuruldu. Yol boyunca seviyeli bir içki tüketimi söz konusuydu; adamlardan biri sahneye neredeyse sarhoş çıkıyor ve rolünün bunu gerektirdiğini iddia ediyordu. Üç tane korsan arabası vardı; ama orkestranın çenesi düşük dört gözlerinin “hayvan arabası” denen arabası dışında kimse uyumazdı. Her şey o kadar hareketliydi ki kimsenin sıkılmaya vakti kalmıyordu. Ama Philadelphia’ya vardıklarında tatil sona ermek üzereydi ve herkes çiçeklerle gres boyasının ağır kokularından uzaklaşmaya, korselerini çözen midilliler de rahat bir nefes almaya başlamıştı.

Grubun dağılma zamanı geldiğinde Amory alelacele Minneapolis’e doğru yola koyuldu; çünkü Sally Weatherby’nin kuzeni Isabelle Borgé ailesi yurtdışındayken kışı geçirmek üzere Minneapolis’e geliyordu. Isabelle’i Minneapolis’e ilk gittiği zaman ara sıra oynadığı küçük bir kız olarak hatırlıyordu. Ama kız daha sonra Baltimore’a taşınmıştı ve onu o zamandan beri görmemişti.

Amory dimdik, kendinden emin, asabi ve coşkuluydu. Sadece çocukluğunu hatırladığı bir kızı görmek için Minneapolis’e gidiyor olmak, ona son derece enteresan ve romantik geliyordu. Bu yüzden hiçbir pişmanlık duymadan annesine kendisini beklememesini bildiren bir telgraf çekti, trene atladı ve sonraki otuz altı saat boyunca kendini düşündü.

Oynaşma

Amory, Triangle turnesinde yeni Amerikan fenomeni “oynaşma partileriyle” tanıştı.

Victoria dönemi annelerinin -ki annelerin çoğu Victoria dönemi annesiydi- kızlarının öpüşmeyle bu denli içli dışlı olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Bayan Huston-Carmelite popüler kızına “Hizmetçi kızlar böyledir,” derdi. “Önce öpülür, sonra evlenme teklifi alırlar.”

Ama Popüler Kız (P. K.) on altı ve yirmi iki yaşları arasında her altı ayda bir nişanlanır, ahmakça onun ilk aşkı olduğunu zanneden Cambell & Hambell şirketlerinin genç varisi Hambell’ı (danslı balolarda yalnızca en uygun adayın başarıya ulaşmasını sağlayan araya girme sistemiyle) kendine eş olarak seçmeden önce P. K. ay ışığında, ateş başında ya da zifiri karanlıkta nice duygusal son öpücüklere mazhar olmuştu.

Amory, kızların hayal bile edemeyeceği şeyler yaptığını görüyordu: Dans partileri sonrasında gece üçte uygunsuz kafelerde yemek yemeleri, yarı ciddi yarı alaycı yine de taptaze bir heyecanla hayatın her yönünden bahsedebilmeleri Amory’nin gözünde tam bir ahlaki hayal kırıklığıydı. Ama bunun ne denli yaygın olduğunu devasa bir gençlik aşkına benzeyen New York ve Chicago arasındaki şehirleri görene dek anlamamıştı.

Plaza’da bir öğleden sonra dışarıda bir kış karanlığı hüküm sürerken alt kattan hafif davul sesleri geliyordu. Havalı havalı yürüyerek lobiyi aşındırıyor, titizlikle giyinmiş bir halde birer kokteyl daha alıp bekliyorlardı. Çift taraflı kapılar açıldı ve üç kürk manto ufak adımlarla kırıta kırıta yürüyerek içeri girdi. Oradan tiyatroya geçildi, sonrasında Midnight Frolic’e… Elbette anne baştan sona yanlarındaydı. Ama uzaklardaki bir masada tek başına oturup bu tür eğlencelerin sanıldığı kadar kötü değil, aksine çok yorucu olduğunu düşündüğü için işleri çok daha gizemli ve dikkat çekici bir hale getiyordu. Ama P. K. yine âşıktı. Ne tuhaftı, öyle değil mi? Takside yeterince yer olmasına rağmen P. K. ve kolejli genç oraya sığamayacaklarını söyleyip ayrı bir arabayla gitmek zorunda kalmışlardı. Tuhaf! P. K. yedi dakika gecikmeyle yanlarına vardığında yüzü ne kadar da kızarmıştı. Ama P. K. bundan da paçayı yırtardı.

“Güzel kız” “sevgiliye”, “sevgili” de “fettan bir pilice” dönüşürdü. “Güzel kız”ı her öğleden sonra beş altı kişi ziyarete gelirdi. Eğer tuhaf bir kaza yaşanır da P. K.’nin aynı anda iki ziyaretçisi olursa bu, randevusu olmayan kişiyi rahatsız edici bir duruma sokardı. Dans aralarında “güzel kız”ın etrafı bir düzine adamla çevrilirdi. Dansa ara verildiğinde P. K.’yi bulmaya çalışın, sadece çalışın.

Aynı kız… Bu defa kendini caz müziğine ve ahlaki kuralları sorgulamaya kaptırmış. Amory saat sekizden önce tanıştığı her popüler kızı on ikiden önce muhtemelen öpecek olduğunu bilmeyi son derece büyüleyici bulurdu.

Amory bir gece Louisville Şehir Kulübü’nün önünde, bir limuzinde otururken yeşil tokalı kıza “Ne diye buradayız?” diye sordu.

“Bilmiyorum. Yaramazlığım üstümde.”

“Hadi dürüst olalım, birbirimizi bir daha asla görmeyeceğiz. Seninle buraya gelmek istedim, çünkü oradaki en güzel kız sendin. Beni tekrar görüp görmemek umurunda değil, değil mi?”

“Hayır, ama bu senin kızları tavlama lafın öyle değil mi? Bunu hak etmek için ne yaptım peki?”

“Dans etmekten yorulmadın, sigara ya da söylediğin diğer şeylerden hiçbirini istemiyorsun, öyle mi? Sen sadece şey istiyorsun…”

Kız “Eğer analiz etmek istiyorsan içeri girelim,” diye araya girdi. “Hadi artık bundan konuşmayalım.”

El örgüsü kolsuz süveterler modayken Amory ani bir ilhamla bunlara “oynaşma gömlekleri” adını takmıştı. Bu ad, salon çiftlerinin ve P. K.’lerin dudaklarında kıyıdan kıyıya dolaştı.

Betimsel

Amory artık on sekiz yaşında, bir seksen boyunda, geleneksel anlamda olmasa bile alışılmadık şekilde yakışıklıydı. Simsiyah kirpiklerle çevrili, delici bakışlı yeşil gözlerinin verdiği içtenlikle yüzü çok genç gözüküyordu. Kadın ve erkeklerde güzelliğe eşlik eden o yoğun hayvani çekicilikten tuhaf şekilde yoksundu. Kişiliğini daha çok zihniyle şekillendiriyordu ve bunu, bir musluk gibi açıp kapama gücüne sahip değildi. Ama insanlar onun yüzünü unutamazdı.

Isabelle

Merdivenlerin başında durdu. Atlama tahtasının başındaki dalışçıların, gala gecelerindeki başrol oyuncularının ve Büyük Maç’ı bekleyen iri yarı kaslı genç adamların hissettiği türden bir heyecan duyuyordu. Aşağıya Thaïs ve Carmen operalarının uyumsuz melodilerinin ve coşkulu davul seslerinin eşliğinde inmesi gerekirdi. Daha önce görünüşü konusunda hiç bu kadar endişelenmemiş ve ondan hiç bu kadar tatmin olmamıştı. On altı yaşına basalı altı ay olmuştu.

Kuzeni Sally giyinme odasının kapısından “Isabelle!” diye seslendi.

“Ben hazırım,” dedi. Sesinin heyecandan boğazına düğümlendiğini fark etti.

“Yeni bir çift terlik getirmeleri için birilerini eve yolladım. Bir dakikaya burada olur.”

Isabelle son bir defa aynaya bakmak için giyinme odasına doğru yöneldi, ama içinden bir ses orada durup Minnehaha Kulübü’nün geniş merdivenlerinden aşağı bakmasını söyledi. Baş döndürücü bir şekilde aşağı doğru kıvrılan merdivenlerin sonundaki salonda iki çift erkek ayağı dikkatini çekti. Yüksek tabanlı bu sıradan siyah ayakkabılar sahiplerinin kim olduğuna dair en ufak bir fikir vermiyordu, ama Isabelle içten içe bu ayakların bir çiftinin Amory Blaine’e ait olup olamayacağını merak ediyordu. Henüz karşılaşmadığı bu genç adam gününün büyük bölümünü meşgul etmişti, üstelik bu aslında oradaki ilk günüydü. İstasyonda trenden iner inmez kendisini karşılayan Sally tarafından bir soru, yorum, açıklama ve mübalağa yağmuruna tutulmuştu:

“Amory Blaine’i mutlaka hatırlıyorsundur. Seni tekrar görmek için can atıyor. Üniversiteden bir günlüğüne izin almış, bu akşam buraya geliyor. Senin hakkında o kadar çok şey duymuş ki… Gözlerini hatırladığını söylüyormuş.”

Isabelle bunları duyduğuna memnun olmuştu. Demek ki eşit şartlar altındaydılar. Gerçi Isabelle kendi aşk maceralarını reklama ihtiyaç duymadan da idare edebilme becerisine sahipti. Ama bu mutlu tatmin dalgası birden yerini bir düşkünlük hissine bırakınca sormuştu:

“Benim hakkımda çok şey duymuş da ne demek? Neler duymuş?”

Sally gülümsedi. Egzotik kuzeninin yanında bir gösteri kadınının becerilerine sahip olduğunu hissediyordu.

“Senin… Senin güzel olduğunu falan duymuş,” biraz duraksadıktan sonra devam etti, “ve sanırım daha önce öpüştüğünü de biliyor.”

Isabelle kürk pelerininin altında bu küçük yumruk darbesiyle sarsıldı. Azılı geçmişi tarafından kovalanmaya alışmıştı, hissettiği pişmanlık her defasında biraz daha azalıyordu, yine de böylesine tuhaf bir kasabada bu, üstünlük sağlayan bir şöhretti. O “hovarda” biriydi, öyle mi? Pekâlâ, öyle olup olmadığını kendileri göreceklerdi.

Isabelle pencereden dışarı bakarak bu dondurucu sabahta karın süzülerek yağışını izlemişti. Burası daima Baltimore’dan daha soğuk olurdu; bunu unutmuştu. Kapının camlı bölmesi buz tutmuş, pencerelerin köşelerinde karlar birikmişti. Isabelle’in aklında tek bir şey vardı. Acaba o da şu telaşlı şirketler caddesinde salınarak yürüyen mokasen ve kış karnavalı kostümlü çocuk gibi mi giyiniyordu? Ne kadar da Batılı işi! Elbette o böyle olamazdı. Princeton’a gitmişti, ikinci sınıfta falan olmalıydı. Hakikaten de onu hiç hatırlamıyordu. Eski bir fotoğraf albümünde sakladığı çok eski bir fotoğraftaki kocaman gözleri (muhtemelen gözleri hâlâ öyleydi) onu etkilerdi. Yine de geçen ay, kışı Sally’nin yanında geçirmesine karar verildiğinde, Amory hatırı sayılır rakiplerle karşılaşacağını tahmin etmişti. Bu yüzden en kurnaz çöpçatanlar olan çocuklar hemen dalaverelere başlamış, Sally de Isabelle’in heyecanlı mizacına uygun mektuplaşmalarla kendi payına düşen rolü zekice oynamıştı. Isabelle bir süredir gelip geçici fakat çok güçlü duyguların etkisi altındaydı.

Bir sapaktan içeri girerek karlı caddenin uzağında kalan beyaz taştan bir binanın önünde durmuşlardı. Bayan Weatherby onu içtenlikle karşılamış, küçük kuzenleri nazikçe saklandıkları köşelerden bir bir ortaya çıkmış, Isabelle de onları zarifçe selamlamıştı. Formunda olduğu için kendinden yaşça büyük kızlar ve birkaç kadın dışında tanıştığı herkesle dost olmuştu. Yarattığı her izlenimin farkındaydı. O sabah tanışıklığını tazelediği yarım düzine kız onun kişiliğinden, bir o kadarı da şöhretinden etkilenmişti. Amory Blaine herkesçe bilinen bir konuydu. Anlaşılan popüler olsun olmasın, oradaki her kız onunla bir zamanlar ilişki yaşamıştı; fakat içlerinden hiçbiri kayda değer bir bilgi paylaşma niyetinde değildi. Amory ona abayı yakacaktı… Sally bu bilgiyi genç arkadaş grubuna yaymış, onlar da Isabelle’i görür görmez aynı sözleri Sally’ye iade etmişti. Isabelle içten içe eğer mecbur kalırsa kendini onu sevmeye zorlama kararı almıştı, bunu Sally’ye borçluydu. Korkunç derecede hayal kırıklığına uğrayabilirdi. Sally onu öve öve bitirememişti: Yakışıklıydı, “isterse mükemmel biri olabilirdi”, bilgiliydi ve gerektiği gibi vefasızdı. Aslında çağın ve çevrenin Isabelle’e arzulattığı tüm romantizmin bir özetiydi. Isabelle aşağıdaki yumuşak halının üzerinde bir o tarafa bir bu tarafa dolanan dans ayakkabılarının onun olup olmadığını merak ediyordu.

17.Büyük arşivleriyle tanınan Amerika’nın en eski kitapevlerinden biri. (ç.n.)
18.“Gizemli ve Kasvetli Dolores” ve “Belle Dame sans Merci”: Algernon Charles Swinburne’ün “Dolores” (1866) ve John Keats’in “La Belle Dame Sans Merci” (1819) şiirlerine konu olan kişiler. (ç.n.)
19.“Fingal O’Flahertie” ve “Algernon Charles”: Oscar Wilde’ın tam adı Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde, Swinburne’ünki ise Algernon Charles Swinburne’dür. (ç.n.)
20.İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden Doktor Samuel Johnson’a (1709-1784) ve onun İngiliz edebiyatı için büyük önem taşıyan biyografisini yazan James Boswell’e (1740-1795) atıfta bulunuyorlar. (ç.n.)
21.Triangle (İng): Üçgen. (e.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.