Kitabı oku: «Gönlün Göklerinde», sayfa 3
AĞABEY EMANETİNİ YERİNE GETİREN KARDEŞ

1974 yılı. Nisan ayının ortaları. Almatı’dan Tiflis Şehri’ne uçuyoruz. Eski Gürcistan başkentinde SSCB Edebiyat Eleştirmenler Kongresi yapılacak. Muhtar Avezov Edebiyat ve Sanat Enstitüsü Müdürü Adi Şaripov’un başkanlık ettiği heyetimizde Hasen Adibayev, Sayın Muratbekov, Rımgali Nurgaliyev, Kabdeş Jumadilov, Fayzolla Orazayev, Sa-gat Aşimbayev (Leninci Genç Gazetesi Muhabiri) ve diğerleri var. Toplam ondan fazla kişi gidiyoruz. Ben, Kazak Edebiyatı Gazetesi’ni temsil ediyorum.
Uçaktaki yerlerimiz en önde imiş. Girer girmez sağ taraftaki ilk sıraya yerleşip bizi yoklar gibi gülümseyerek bakan Adeken:
“Gabbas buraya gel.”dedi bana yanındaki koltuğa işaret ederek.
“Benim yerim üçüncü sırada gibi.”
“Bir şey olmaz, şu sıraların bu tarafı bize ait, bilete özellikle böyle sipariş vermiştim, yan yana oturalım diye. Gel otur” diyen Adeken sözlerini hemen dinlemediğimden küçücük gözlerini dikti ve gülümsedi. Sonra konuşmasına devam etti: “Kongreye katılacakların listesini de kendim oluşturdum. Genelde değişik işlerle ayrı ayrı olursunuz, şimdi ise kardeş Özbeklere uğrayıp ardından Soso’nun, Stalin’in memleketine varana kadar altı buçuk saatlik bir zaman var. Tiflis’te ise bir hafta kalacağız. Dönüşte yine altı buçuk saat sizin olacak, rahat rahat sohbet edersiniz artık, öyle değil mi?”
“Aynen öyle Ad ağabey, harika oldu, düşündüğünüz için çok teşekkür ederiz.” dedim büyük bir memnuniyet ve samimiyetle.
“Ben ağabeylerimizin pek çoğu ile böyle uzun yolculuklar yaptım. Kazak usulü sohbetin bayrağı Saben’e aitti… Sabit Mukanov… Muhan, Muhtar Avezov… Hem kendi milletimizin hem diğer milletlerin eski yeni edebiyatının canlı hazinesi, tam anlamıyla ansiklopedisi idi… Merhum Muhan… Aklıma geldikçe hastanede en son gördüğüm şekliyle canlanır gözlerimin önünde…” dedi. Adeken, kilolu bedenini yavaşça hareket ettirip ayaklarını uzatarak otururdu. Diğer tarafında pilotlar olan gri duvara bakıp bir süre sessiz kaldı. Sözlerinden ve sesinden özlem duygusu hissettim.
Adeken’i, 1966 yılının sanıyorum Mayıs ayında Yazarlar Birliği’ne başkanlık etmeye başladığından beri tanıyorum. Güler yüzlü, samimi ve konuşkan olduğu, iyi kalpli ve iyi insani özelliklere sahip insan olduğu herkesçe bilinir. Birliğimize daha önceleri başkanlık edenlerle kıyasla kalem ustalarına en çok iyilik yapan da Adeken’dir. Onların daireye de, arabaya da, madalya ve nişana da sahip olmalarını sağlamıştır. Çitadan daha hızlı olan aklım çabucacık bunları düşündü. Yine de yaptığı bir iş konusunda pek bilgi sahibi değildim. Hem onu öğrenmek hem daldığı düşünce derinliğinden çıkarmak amacıyla:
“Ad ağabey, Muhan’ın “Kıylı Zaman (Karışık Devir)” romanını tekrar yayımlatıp Rusçaya çevirtmişsiniz, yani… “Karışık Devir”i uzun yıllar boyunca reddetmek kimin, hangi işine yaradı?” diye sordum. Adeken ani bir bakış attıktan sonra güldü ve bana doğru yaslanarak:
“Bizim siyasetin midesine iyi gelmedi” diye imayla cevap verdi. Anladım.
“Ne kadar ilginç” dedim konuya devam etme isteğimi belirterek. Adeken, düz oturup anlatmaya başladı:
“Roman’ı Juldız Dergisi’nden okumuşsundur, ön sözünü ben yazmıştım. Kitap olarak önümüzdeki yıl Jazuvşı Yayınevi’nden çıkacak. Rusça nüshası 1972 yılında önce Moskova’da çıkan Novıy Mir Dergisi’nde yayımlandı, ön sözünü Cengiz Aytmatov’dan istedik. Geçen sene ise Hudojestvennaya Literatura Yayınevi’nden “Lihaya Godina” adıyla kitap olarak basıldı. Demin söylemiştim ya hastanede kaldığımı. 1961 yılının böyle ilkbahar mevsimi idi. Bakanlar Kurulu hastanesi. Muhanda yatıyormuş, ancak ben yattıktan dört beş gün sonra taburcu olmuştu. Hâl hatır sormaya geldiğinde: “Ben Almatı Sağlık Evi’ne tedavi için gidiyorum. Belki orada görüşürüz. Acil şifalar diliyorum.” demişti. Aradan yaklaşık üç dört gün geçtikten sonra, saat on bir civarında beklenmedik bir anda odama geliverdi. Selam vermek için kalkmaya çalışıyordum ki:
“Ya Adi kalkma, senin ayağa kalkman henüz yasak”dedi.
“Muha siz nasılsınız, sağlık evinde misiniz?” diye sordum. Muhan, sandalyeyi yatağıma iyice yaklaştırarak oturdu ve:
“Sağlık evine gitmedim, burada yapılan tedavi de yeterli olur. Moskova’ya gitmek üzereyim. Profesör Sayım Balmuhanovora’da tedavi olmamın daha doğru olacağını söyledi.” diye birazcık duraksadıktan sonra: “Ya Adi, ben sana iki şey emanet etmek için geldim. İlki, senin üniversiteyi kazanmasında yardımcı olduğun Murat henüz gençtir, ona göz kulak ol. İkincisi, “Karışık Devir”i tekrar bastırma işini üzerine al, o bir tek senin elinden gelir” dedi hızlı hızlı konuşarak. Kibirli bir şekilde acele etmeden konuşan ağabeyimizin hızlı konuşması ve “sana iki şey emanet etmek için geldim”, “Murat henüz gençtir, ona göz kulak ol” demesi hoşuma gitmedi. İçimden çok tedirgin oldum, ancak belli etmemeye çalışarak:
“Muha inşallah yolculuğunuz iyi geçecek ve sağ salim ülkeye döneceksiniz, kitabı da yayımlayacağız, Murat da okulunu bitirecek. Böylece sizinle birlikte istişare ederek üç kutlamayı birlikte yapacağız.” dedim.
“Ya Adi inşallah aynen dediğin gibi olur. Yine de sen emanet ettiklerimi unutma. Sen tamamen iyileş de çık, Allah sağlıkta kavuşmayı nasip etsin.” diyerek eğildi alnımdan öptü ve geniş alnı ay gibi parlayarak ayağa kalkıp yavaşça dönüp odadan çıktı. Güzel kalbi, bir kötülüğü mü hissetmişti? Moskova yolculuğundan dönmedi. Ameliyat masasında ebedî dünyaya intikal etmiş.
Adeken’in net çıkan sesi boğuk gelmeye başladı. Etkisi altına almaya başlayan derin düşünceden bir an önce kurtulmasına yardımcı olmak amacıyla:
“Hastaneden çıkar çıkmaz “Karışık Devir’i” elinize aldınız değil mi?” dedim. O, başını hafifçe sallayarak:
“Hayır” dedi. “O sıralarda Bakanlar Kurulu Başkan Yardımcısı olmama, Muhan’ın emanetini yerine getirmeyi değerli ağabeyimizin ruhu karşısındaki borcum olarak kabul etmeme rağmen kitabı tekrar bastırma işini beceremedim. Bizim Kazak milleti çok ilginçtir. Yukarıdaki arkadaşlarla konuştum, hepsi de: “O kitap parti siyasetine aykırı olduğu için yasaklanmıştır. Dikkatli ol, yanlış adım atmayasın.” dedi. Ondan sonra kendimize getirecek yolu Moskova üzerinden yapmayı uygun bulup romanı Rusça yayımlama kararı aldım. Kendi milletimizin her taraftan hırpalamaya başladığı Muhtar Avezov ile Kanış Satbayev’i, Gabit Müsirepov’u, Ahmet Jubanov’u koruyan Moskova değil mi? Oradan güç almam gerektiğini düşündüm. “Karışık Devir” romanı 1928 yılında Kızılorda Şehri’nde basıldığında “Feodalite ve milliyetçilik yönde yazılmış bir kitaptır. Sovyet yaşamını çok farklı şekilde yansıtmış, tamamen uydurulmuş” gerekçesiyle hemen kınanıp, dağıtılması ve satılması yasaklanmıştır. Ancak gerçeğine bakılırsa korkulacak bir şey yoktur. Bildiğimiz Karkara Ayaklanması konu olmuş, başka bir deyişle tarihî olayı temel almıştır. Bunun için suçlanır mı bir insan? Hepsini de yapan bizim kendi milletimiz, ne diyebilirsin? O dönemlerde “zenginin evladı, hocanın soyu” gibi iftiralarla ben de takibe alınmıştım. Pedagoji Enstitüsü’nden, Komsomol Birliği’nden atıldım, başımın tehlikede olduğunu anlayınca Türkmenistan’a kaçtım. Öyle sağ kalabildim. Bende “Karışık Devir”in bir nüshası vardı, onu en değerli hazinem gibi koruyup insanlardan gizlerdim. Bir zamanlar annemin diktiği keten torbama koyup yanıma götürdüm. Neyse, sonra 1966 yılında Bakanlar Kurulu’ndanYazarlar Birliği Başkanlığı’na Birinci Sekreteri olarak gönderilince daha rahat hareket etme imkânına kavuştum. Kitabı daktiloda yazdırıp Rusçaya satır arası tercüme yaptırarak 1969 yılında Moskova’daki SSCB Yazarlar Birliği’ne gittiğimde yanımda götürdüm. Öylece zamanında Muhan’ın dostu olan Aleksey Naumoviç Pantiyelev’e götürüp gösterdim ve edebî çevirisini yapmasını rica ettim. Merhum Muhan’ın ruhunu memnun etmemiz gerektiğini söyledim. İtiraz niteliğinde bir tek laf bile etmedi, hatta sevine sevine kabul etti. Döneminde Muhan’la çok iyi ilişkileri olan Moskovalı kalem ustalarından biriydi. Çeviriyi dört ay gibi kısa bir sürede bitirip bana Almatı’ya telefon etti. Ben de iki üç gün sonra Moskova’ya, Yazarlar Birliği Olağan Genel Kurulu’na gitmek üzereydim, çok güzel bir tesadüf oldu. Gittim. Aleksey Pantiyelev sevinçten uçuyordu: “Harika bir eser. Değerli Muhtar. Değerli Muhtar.” dedi kalbi sızlayarak. Çeviri hizmetinin karşılığını hesap ederek fazlasıyla yanımda para götürmüştüm, kesinlikle almayacağını söyleyip beni epey uğraştırdı. “Muhtar’ın ruhu için çalıştım, onun için para isteyecek değilim.”dedi. Ben de: “Kimin olursa olsun, ne kadar olursa olsun emeğinin karşılığını ödememek İslam dininde günah sayılır, böyle şeyleri ölmüşler de affetmezler.” diyerek zar zor almasını sağladım. Neyse, sonra çeviriyi “Novıy Mir” dergisinin Yazı İşleri Müdürü Aleksandr Tvardovskiy’e götürerek zamanında yazar ile kitabın uğradığı haksızlığı ona da anlattım ve yakın tanıdık olmasından istifa ederek “Saşa, derginde bir an önce yayımla” diye üsteledim. Allah razı olsun, o da Muhan’ın dostlarından, arkadaşlarından ya, hemen: “Çok iyi olmuş, doğrusunu yapmışsın. En kısa sürede yayımlayacağım, ancak Rus okuyucular için ön söz gerekir, ön söz olmadan olmaz. Kime yazdırabileceğimizi bir düşünelim.”dedi. İkimiz üzerinde düşündük, şunun, bunun adlarını sıraladık. Bizim taraftan hızlıca yazacak kimseyi bulamayacağımızı hissettim. 1951 – 1953 yıllarında Muhan’ın peşine düşenlerin, dil uzatanların çoğu hâlâ hayatta idi. Onlar yaptığımız iyi ameli duyacak olurlarsa karşı çıkıp aynı işlerine tekrar başlamaktan çekinmezlerdi. Kimin kafasında kaç tilki dolaştığını kim bilebilir.. En iyisi beladan uzak durmaktır. Böyle şeyleri düşünürken aklıma Cengiz geliverdi, Cengiz Aytmatov. “Ona yazdırayım. Muhan’ın hayır duasını almış genç kalem ustası Cengiz dururken bu işi başkasına devretmem doğru olmaz. Böyle bir şeyden Muhan’ın ruhu da razı olacaktır” kararını aldım ve hemen: “Saşa, Muhtar Avezov’un edebiyata attığı ilk adımına çok sevinerek hayır dua ettiği Cengiz Aytmatov var ya. Ön sözü ona, Cengiz’e yazdıralım. Ondan daha ünlü kimseleri arayıp da ne yapacağız? Buralarda olduğunu duymuştum. Bulayım da söyleyeyim, kabul edeceğinden hiçbir şüphem yok. dedim. Tvardovskiy hemen uygun bularak: “Evet, Cengiz Aytmatov burada. Geleli bir hafta kadar oldu galiba. Ben onu yarın… hayır bugün buldurup kendim konuşayım.” dedi. “Ancak onun da başı belaya girmiş, siyasetçilerden sıkıntı çekeli uzun bir süre olmuştu. Konuşmamızdan sonra fazla geçmeden görevinden alındı. Tabiki dergisinde çok cesurca, gerçeği yansıtan eserleri yayımladığı için. Ancak kendisi tarafından teşekkül edilen dergi personeli onun çalıştığı yönde çalışmaya devam etti. “Karışık Devir”, nihayet konuşmanın üçüncü yılında Aleksandr Tvardovskiy’nin Aytmatov’a yazdırdığı ön söz ile yayımlandı. İşte Gabbas yoldaş, eserin böyle bir hikâyesi vardır.” dedi Ade-ken.
“Ad ağabeyciğim “Karışık Devir”in aramıza dönmesi sizin emekleriniz sayesinde olmuş. Rusçaya tercüme ettirmeniz, büyük hocası olarak Muhan’la gurur duyan Cengiz Aytmatov’un kitabın Rusça nüshasına ön söz yazmasını sağlamanız ne kadar örnek bir davranış.” dedim kalem ustası ağabeyimizin gösterdiği cesaretten dolayı son derece mutluluk ve gurur duyarak.
“Muhan’ın emanetini yerine getirebildiğim için çok şükrettim… Pantiyelev, telefon edip “Novıy Mir” dergisinde çıktığı müjdelediğinde niye gizleyeyim ki gözlerimden sevinç yaşları döküldü. Rusça “Lihaya Godina” adıyla kitap olarak çıktığında ve kitap elime geçtiğinde odamı içeriden kilitleyip çocuk gibi hüngür hüngür ağladım.” derken Ad ağabeyin sesi yine boğuk çıkmaya başladı. Başını iyice öne eğip cebinden mendilini çıkardı ve gözlerine götürdü. Ben ne yapacağımı bilemeyip şaşkına döndüm. Benim de içimi üzüntü kapladı ve kalbim hızla çarpmaya başladı.
Bazı edebiyatçı bilim adamları “Karışık Devir”in tekrar yayımlanmasının, Rusçaya çevrilerek bastırılmasının Cengiz Aytmatov’un emekleri sayesinde olduğunu belirterek kendilerince “yeni keşif” yaptıklarını düşünmektedirler. Şayet o zaman Adeken, Aytmatov’u teklif etmeseydi veya Aytmatov bulunmasaydı ön sözü Muhan’ın Moskovalı Rus dostlarından biri yazmış olurdu. Sonuçta kim olursa olsun gözleriyle görmediği, kesin emin olmadığı şeyleri gerçek olarak sunmak doğru değildir. Kazak milleti “Yalanı gerçekmiş gibi, tepeyi düzlükmüş gibi gösterenler”i sevmemiştir.
Tiflis’teki toplantımız bir hafta devam etti. Edebî eleştiricilerin nice ustaları katıldı. Özellikle de Moskova ile Leningrad, Kiyev şehirlerinden gelen heyetlerin üyeleri çok güçlüydü. Bu durumu söylediğimizde Adeken: “Sovyet edebiyatının havasını yapanlar onlardır.” diyerek her üye hakkında biraz bilgi vermişti. Onların hepsi de ağabeyimizin yanına koşarak gelip “Ooo, Adeke. Selamünaleyküm.” diye elini sıkarak veya “Değerli Adi Şaripoviç.” diye sarılarak selamlaştı. Biz de gururlanıp çok mutlu oluyorduk. Öyle anlardan birinde Sayın Muratbekov bana: “Moskova’da Adeken’in itibarı Şolohov’un, Gamzatov’un itibarından hiç de eksik değil.” dedi. Bir dönemler SSCB Yüksek Kurulu Başkan Yardımcısı, Milletler Kurulu Başkanı görevlerinde bulunan Adeken’den destek görüp yardım alanlar az olmamışa benziyordu.
Sagat Aşimbayev ikimiz sıkıcı konuşmalardan ve uzun uzun oturmalardan yorulmaya başladık ve ikinci gün öğleden sonra toplantıdan ayrıldık. Toplantılara öğleye kadar veya öğleden sonraları katılma, geriye kalan zamanlarda şehri dolaşma kararı aldık. Adeken, bunu fark etmiş olmalı ki ertesi gün akşam odasında toplanmaya başladığımızda: “Gabbas, Sagat. İkiniz ne uyanıkmışsınız ya.” diyerek yüksek sesle güldü…
Kim olursa olsun, insanı ilk gördüğünde bıraktığı etki aklında net ve uzun süre kalırmış. Hatırına ilk yerleşen sureti aynı şekilde durmaya devam edermiş. Daha sonraları o insanla ne kadar görüşürsen görüş, hatta her gün görürsen gör o insanın yüzünden, oturmasından ve kalkmasından, konuşmasından o ilk görüşte fark ettiğin özelliklerini ararmışsın. Kazaklar, “Bir defa görünce bildik, iki defa görünce tanıdık olunur” derler. Öyle insanlar bazen yaşama veda ettikten sonra bile aklına geldikçe onu ilk gördüğün, onunla ilk konuştuğun anları hatırlarsın hemen.
“Yazarlar Birliği Birinci Başkanı görevine Adi Şaripov’un getirildiği haberini duyduğumuz günün ertesi Yazı İşleri Müdürümüz yazar Nıgmet Gabdullin, hepimizi odasına toplayıp: “Arkadaşlar, yarın saat onda yeni başkanımız Adeken bizi kabul edecek. Birliğimizle tanışma işine edebiyat gazetesi çalışanlarıyla görüşmeyle başlamak istemiş olmalı. Bence çok doğru. Ne işiniz varsa erteleye durun, hep birlikte gidip gözükelim.” dedi.
Belirtilen saatte Adi Şaripov’la görüşmeye gittik. Odanın kapısı açılır açılmaz geniş odanın köşesindeki büyük masa başında oturan kilolu, kel kafalı, keskin bakışlı, açık tenli adam yerinden rahatça kalkıp bize:
“Gençler buyurun, buyurun lütfen.” dedi. Beklediği misafirleri memnuniyetle karşılayan ev sahibi gibi neşeli ve güler yüzlüydü. Ellerimizi sıkarak selamlaştı. Odanın sol taraf kenarına konan uzun meşeden masaya işaret edip oturmamızı rica etti. Kendisi makam koltuğuna değil, yanımıza oturduktan sonra Yazı İşleri Müdürümüze bakıp: “Hep gücü kuvveti yerinde delikanlıları seçmişe benziyorsun, hadi askerlerinle tanıştır bakalım.” diye gülümsedi.
Nıgan hepimizin adını, soyadını, hangi bölümde ne iş yaptığımızı, neler yazdığımızı tek tek anlattı. Adeken, arada başını sallayarak dikkatle dinlerken keskin gözleri parlayarak hepimize sıcak bakışlar attı. Ondan sonra bize hangi okuldan mezun olduğumuzu, gazetede ne zamandan beri çalıştığımızı, medeni hâlimizi, evlerimiz olup olmadığını etraflıca sorup öğrendi.
“Baca gibi sigara içen, lüp lüp alkol alan kimse var mı aranızda? Doğruyu söyleyin.”diye gülümseyerek sırayla yüzlerimizi inceledi.
“Sigara içme alışkanlığı olan bir delikanlımız var, ancak içki düşkünü kimse yok aramızda. O bakımdan vicdanımız temiz Adeke.”Şeklinde şaka karışık bir cevap verdi Müdürümüz.
Adeken yüksek bir kahkaha attı:
“Maşallah, hakikaten de örnek bir personele sahipmişsiniz.” dedi. Gülüşünden memnuniyet duyduğu hissedildi.
“Kazak Edebiyatı Gazetesi, sahip olduğumuz tek edebî gazetedir. Şahsen ben bu gazeteyi ilk sayısından beri beğenerek okurum. Bu gazetenin ilk sıkıntılarını çeken ağabeyleriniz bugünkü emektar şair ve yazarlarımızdır. Öncelikle dilemek istediğim, Allah size de onların sahip oldukları itibarı, şan ve şöhreti nasip etsin. İleride sizi de onlar gibi büyük şair ve yazar yapsın. Attığınız adımlar fena değil, kimin ne yazdığından haberim var. Gazeteyi iyi çıkarıyorsunuz. Gücünüz ve kuvvetiniz yerinde iken toplumsal çalışmalara da önem vermelisiniz. Milletin aklını meşgul eden konuları detaylı olarak yazmak gerekir. Edebiyat alanında henüz yerine getirilmemiş pek çok iş vardır, onları araştırın, delilli ve bilimsel olarak yazmaya özen gösterin. Daima gerçeği söyleyin, adaletli olun…”
Adeken, ağabeylik nasihatlerini esirgemedi. Bize bir buçuk saatlik zamanını ayırıp hepimizle kısa da olsa tek tek konuştu. Zengin yaşam tecrübesine sahip bir insanın çok içten konuşması olumlu bir etki yarattı üzerimizde. Bilgili hocadan, yararlı bir ders dinleyen öğrenci gibi çok mutlu olduk.
“Bir aksilik olmazsa hepinize daire alacağım. O konuyu ben düşünürüm, gazetenin her sayısını çekici kılmak konusunu da siz düşünün.” diyen Adeken hepimizin ellerini tek tek sıkarak bizi geçirdi. Verdiği sözü tuttu, bir yıl gibi kısa bir süre içerisinde sadece bize değil, Yazarlar Birliği sekretaryasının, “Juldız”, “Prostor”dergilerinin, Edebiyatı Öğütleme Bürosu’nun, Edebiyat Fonu’nun evsiz olan çalışanlarına daire temin etti. Yazarlar için geniş ve yüksek on altı daireli ev yaptırdı. Adeken tarafından temeli atılan Sanat Evi ile kırk daireli konutun inşa edilmesi konusuna daha sonra ben de baktım (SSCB Edebiyat Fonu Kazak Şubesi Müdürü iken). Halk tarafından sevilen, çok emek harcayan kalem ustalarını takdir edip belirli yıl dönümlerini kutlama, madalya sunma, ihtiyacı olanlara araba alma ve diğer destek ve yardım konularında, kısaca Yazarlar Birliğimizin maddi durumunu iyileştirmede Yazarlar Birliği’nde otuzyıl çalışan biri olarak söyleyecek olursam söz konusu edebiyat ocağında Adeken gibi çalışkan ve itibarlı bir başkan olmamıştır. Konuya uygun olarak, Kazak Edebiyatını yurt dışında tanıtma, başka bir deyişle birliğimizi manevi bakımdan yüceltme hususunda da Anvar Alimjanov kadar çalışan bir başkan olmadığını belirtmek isterim.
Artık halkımızın yegâne evladı Adi Şaripov’un yaşamını gözden geçirmeye başlayalım.
Adeken, 1912 yılının 19 Ocak tarihinde Semey Vilayeti Jarma Bölgesi’ndeki Marinovka Köyü’nde dünyaya gelir (Vilayet, daha sonra Semey Bölgesi adını aldı. Günümüzde ise Doğu Kazakistan Bölgesi’dir). Dedesi kadı ve hacıdır.Babası ise zenginlerdendir. Kendisi 1932 yılında Kazak Abay Pedagoji Enstitüsü’nü kazanır, ancak 1934 yılında “zenginin soyu” suçlaması ile takip edilerek okuldan ve komsomol birliğinden atılır. Hapse atılma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu anlayınca bir gece gizlice Almatı Tren İstasyonu’na gidip geçmekte olan bir trene atlar. Tren, Türkmenistan’ın Kızılsu Şehri’nde durduğunda iner ve oralardaki okulları araştırma sonucunda Pedagoji Yüksek Okulu olduğunu öğrenir. Adı geçen okula gidip okul başkanlığına gerçeği anlatır. Başkanlık, anlayış gösterip okula kabul eder.
Çalışkan, bilgili ve aktif, organizatörlük özelliğine sahip Adeken, son sınıfta iken okulun Eğitim İşleri Bölümü Başkan Vekili görevini de yürütür. Büyük bir itibara sahip olmasına rağmen ülkesine dönmek ister ve Almatı’daki güvenilir dostlarıyla mektuplaşır. Dostlarından biri (Adeken, o dostunun adını ve soyadını da söylemişti, ancak aklımda kalmamış) Enstitü başkanlığının tamamen yenilendiğini, zamanında gündemi meşgul eden lafların artık unutulduğunu yazar. Adeken, riski göze alarak Almatı’ya dönüp ilk başta okuduğu enstitünün rektörüne gider. Rektör, durumunu anlayıp Dil ve Edebiyat Fakültesi’nin üçüncü sınıfına kaydedilmesini sağlar. 1938 yılında fakülte diplomasını eline alan genç adam Kaskelen Orta Okulu’na öğretmen olarak gönderilir.
İkinci Dünya Savaşı başlayınca Adeken savaşa gidip Beyaz Rusya topraklarında düşmanla savaşır. 1943 yılının Aralık ayından itibaren Partizan Harekatı Smolensk Merkezi’nde çalışır.
Adiağabey savaştan sonra Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Eğitim Bakan Yardımcısı; Eğitim Bakanı, Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Bakanlar Başkanı Yardımcısı, Kazak SSC Dışişleri Bakanı; Kazakistan Yazarlar Birliği Başkanlığı Birinci Sekreteri ve SSCB Yazarlar Birliği Başkanlığı Sekreteri, Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Bilimler Akademisi Muhtar Avezov Edebiyat ve Sanat Enstitüsü Müdürü görevlerinde bulundu.
Devlet ve toplum adamı Adeken, yanılmıyorsam 1962-1965 yılları arasında SSCB Yüksek Kurulu Başkanı Ulus İşleri Yardımcısı da olmuştur. Sovyetler Birliği düzeyindeki, ulusal ve uluslararası meseleleri çözme hususunda kırktan fazla yabancı ülkede bulunmuştur. Son dönemlerde yurt dışına yaptığı ziyaretler “Alıs Jagalavlar (Uzak Sahiller)” kitabında yer aldı.
Edebî şahsiyetinden söz edecek olursak Adeken’in kaleminden: “Partizan Kızı”, “Ormandagı Ot (Ormandaki Ateş)”, “Ton (Kürk)”, “Kapastagı Juldızdar (Kafesteki Yıldızlar)” adlı hikâyeleri ve “Sahara Kızı (Step Kızı)”, “Dos Sırı (Dost Sırrı)” romanları meydana geldi. Onun “Orman Hikâyesi” senaryosu üzerine çekilen film, Asya ve Afrika ülkelerinin Taşkent’te yapılan film festivalinde ödül kazanıp Almatı’da düzenlenen Sovyetler Birliği Askerî Filmler Yarışması’nda SSCB Savunma Bakanı’nın özel ödülüne layık görüldü.
Edebiyat alanına çok büyük katkılar sağlamıştır. “Jumagali Sayınnın Ömiri men Şığarmaşılığı (Jumagali Sayın’ın Hayatı ve Eserleri)”, “Sırbay Mavlenovtın Şığarmaşılığı (Sırbay Mavlenov’un Edebî Şahsiyeti)”, “Kazak Adebiyetinde Dastür men Janaşıldık (Kazak Edebiyatında Gelenek ve Yenilik)”, “Kazirgi Davir jane Kazak Adebiyetinin Damu Joldarı (Çağdaş Dönem veKazak Edebiyatı’nın Gelişme Yolları)” adlı monografiler ile önemli meseleleri ele alan pek çok makalenin sahibidir. Bu tür çalışmalarından dolayı filoloji bilimleri doktoru unvanını kazanmıştır.
Savaşçı, toplum ve devlet adamı, kalem ustası Adeken’in uzun yıllar boyunca verdiği emek Lenin Nişanı, Emek Kızıl Sancak Nişanı (iki kez), Kızıl Yıldız ve Şeref nişanları, SSCB madalyaları, Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yüksek Kurulu Şeref belgeleri, Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Emektar Öğretmeni nişan, madalyalarıyla takdir edilmiştir.
Özetle, sözlerime Almatı Tiflis (kelime anlamı “ılık su”) yolculuğundan başladığım için Tiflis Almatı yolculuğu ile bitirmem şarttır.
Gürcistan’da bir hafta kaldık. Edebiyat eleştiricilerinin fikir alışverişi dört gün devam etti, geriye kalan günlerde Gori, Kutaisi, Borjomi şehirlerini gezdik. O bir hafta içinde gözlerimle görüp göğüslerimi kabartan, SSCB ülkelerinden, Moskova ile Leningrad’dan gelen nice ünlü edebiyatçı ve eleştirmenlerin Adeken’i görür görmez uzaktan akrabası gelmiş gibi sevinerek “Adeke.”, “Adi Şaripoviç.” diye içtenlik ve memnuniyet sergilemeleri oldu. Ağabeyimizin yüksek itibarı bizi de gerçekten şereflendirdi.
Dönüşte de Adeken beni yanına oturtup toplantı ve ziyaretimiz hakkındaki düşüncelerimi merak etti. Laf lafı doğurur ya bir defasında Adeken bana keskin gözlerini dikip tebessüm ederek:
“Gabbas, sen benim kim olduğumu, nereden olduğumu biliyor musun?”diye sordu. Güzel tebessümü rahat olmamı sağlamıştı ve hiç çekinmeden:
“Yazarlar Birliği’ni yönetirken bize bu konuda bilgi vermemiştiniz. Ancak sizin Semey’den, Abay’ın memleketinden olduğunuzu duymuştum. Öyleyse Argın3 ağabeyin hangi kolundansınız?” dedim.O, başını arkaya atıp yüksek sesle güldü:
“Sana ilginç bir şey söyleyeyim: Argın’ın aydınları Nayman4 olduğumu, Nayman’ın aydınları ise Argın olduğumu düşünürler. Aslında Nayman ihtiyarın evladıyım, Matayımdır. İliyas Jansügirov ağabeyinin kardeşiyim. Memleketim Ulan İlçesi’ne bağlı Bozanbay Köyü’nden kuzeybatıya doğru on beş kilometre uzakta bulunan Kayranbay Köyü’dür. Ancak… Şimdilerde köyde neredeyse kimse kalmadı. Çoğu geçimini sağlamak için farklı yerlere taşınmış.” Diye kısık sesle konuşan Ad ağabey bir süre sessiz kaldı. Düşünceleriyle yaşamın ta uzaklarında bulunan kırlarını ve tepelerini dolaşmaya geçmiş olmalı. Ben de sessiz kaldım. Biraz sonra sessizliği bozarak: “Semey’in Marinovka Köyü’nde doğmamın nedeni ise iş peşinden giden babamızın orada birkaç yıl yaşamış olmasındandır. Peki sen Nayman’ın hangi kolundansın?”dedi.
“Kökjarlıyım.”
O sırada uçakta anons yapılıp: “Dikkat dikkat. Kemerlerinizi bağlayınız, biraz sonra uçağımız Taşkent Havaalanı’na inmiş olacaktır” dendi. Ondan bir buçuk saat sonra da uçağımız havalanıp Almatı’nın yolunu tuttu. O sırada bilim adamı, yazar Hasen Adibayev:
“Adeke Tiflis’te sizinle birlikte geçirdiğimiz bir hafta bizim için son derece değerli ve verimli oldu. Akşamları sizin odanızda geçirdiğimiz her saat, enstitü ve üniversitelerdeki ders dinlemeye hevesli öğrencilik dönemlerimize götürdü. Teşekkürler Adeke, yüz yıl yaşayın.” dedi. Biz de yarışırcasına onu doğruladık. Adeken:
“Maşallah söz ustalarına.”diyerek neşeyle güldü.
Hasan ağabeyle ilgili ilginç bir şey yaşadığımızı da anlatayım. Hasan ağabey Tiflis’ten elinde dışına yarım metre kadar kurdele bağlanmış güzel kâğıt kutu ile döndü. Kutunun üzerindeki yazılar Gürcü harfleri ile tabii ki Gürcüce yazılmış.
Her zamanki gibi şakalaşarak: “Has ağabey, elinizdeki nedir? Patlayıcı bir şey değildir herhalde.” dedim
“Yengen için aldığım Gürcü pastasıdır.”dedi. Kahkaha tufanı koptu. Çocuklardan biri, sanıyorum Sayın’dı:
“Şu sıcak havada pastanız erimeden verin, yiyelim.” dedi. Tekrar kahkaha koptu. Ad ağabey yüksek sesle gülerek:
“Tabi siz eşlerinize Allah bilir bir şeker bile almamışsınızdır. O yüzden de Hasen’in pastasını kıskanıyorsunuz değil mi?” dedi.
“Ad ağabey, gelinleriniz için biz kendimiz en değerli hediye sayılırız.”dedi Kabdeş. Kahkahalarımız Taşkent Havaalanı’nın her yerinde yankılanmış olmalı…
1992 yılı.