Kitabı oku: «Gönlün Göklerinde», sayfa 4
İLEKEN

1973 yılının 20 Eylül günü olmalı ev telefonum gaz sancısından ağlayan bebek gibi yüksek sesle durmadan çalmaya başladı. “Ay Allah canını almayası.”diye derhâl ahizeyi elime alıp kulağıma yapıştırdım:
“Buyurun.”dedim.
“Gabbas nasılsın? Ben Anvar.”
“Tanıdım. Harikayım.”
“Yıllık iznini almışsın, tatile gitmedin mi? Daha ne kadar zamanın var?”
“Daha iki haftam var.”
“Öyleyse bana gel.”
“Hayır Aneke, pazara gitmek üzereyim, üç saat sonra Öskemen’e uçacağım.”
“Üç saat dediğimiz çok zamandır, yetişirsin, bana bir uğra.”
“Anekeceğim yetişmem zor olur, bilet cebimde…”
“Bilet cebinde ise uçak bir yere kaçmaz”diye sesli sesli güldü Anvar.
“Bu kadar acil olan nedir?”
“Gelince anlatacağım, birazdan arabam seni alacak, bekliyoruz.”
Aneken’in, Yazarlar Birliği Başkanlığı Birinci Sekreteri Anvar Alimjanov’un şoförünün adı da Anvaridi.
“Niye çağırıyor? Ne oldu?”diye sordum, o omzunu kaldırıp kafasını sallayarak:
“Bilmiyorum. Sekreterini gönderip: “Gabbas’ı getirsin” demiş…”
“Anvar yalnız mı?” dedim giriş odadaki sekreter hanıma selamlaştıktan sonra.
“İlyas ağabey var.”
“Selamünaleyküm.” deyip odaya girdim.
“Aleykümselam.”dedi İleken, İlyas Yesenberlin, gülümseyerek elini uzattı. Yazarlar Birliği Başkanlığı İkinci Sekreteriydi.
“Geldin mi? Buyur.” dedi Anvar, elini uzatırken yerinden kalktı. Ön dişleri fırlayıp iki omuzu sallanarak sessizce güldü.
“Patron gelmeyi emredince gelinmez mi? Neşeli olduğunuzu görüyorum, bu iyiye işarettir” dedim, İleken’in karşısına oturdum. İleken, her zaman olduğu gibi tek nefeste “ıh-hı” diye gülüp Anvar’a baktı. Anvar da gülümsemeye geçip bana baktı. Ben ikisine sırayla bakıp:
“Niye çağırdınız, söylesenize, gülmek gerekirse ben de gülerim,” dedim.
“Öskemen’i bekletip Moskova’ya uçman gerekiyor” dedi Anvar, yerinde oturarak ve ciddi bir yüz ifadesi edinerek.
“Ben orada ne yapacağım?”
“Mülakata girmen gerekir.”
“Ne? Neden? O da nedir?”
“Biz aramızda istişare ederek senin, buraya, bizim Edebiyat Fonu’na Müdür olmanı uygun bulduk.”
“Uygun bulduk” da ne demek? Benim fikrimi almadan mı?”
“Gabbas dinlesene, anlasana.” dedi İleken kırgın bir sesle.
“Neyi anlamam gerekir?”
“Anvar özetle anlatıp açıklasana.”dedi İleken, ellerini açıp Anvar’a baktı.
“Gabbas şöyle: Biz Abdraşit Ahmetov’u emekliye gönderip onun yerine seni Müdür yapma kararı aldık. Moskova’daki üst Edebiyat Fonu olumlu bakıyor. Onlar iki üç gün içerisinde arayacaklar, ondan sonra: “Neredesin Moskova?” diye gideceksin ve Müdürüyle tanışıp konuşacaksın. Öskemen’e daha sonra gidersin.” dedi Anvar. Ben katiyen istemediğimi söyledim. Kazak Edebiyatı Gazetesi’nin Eleştiri Bölümü Başkanı idim. Orada çalışmaya devam etmek istediğimi, adı geçen gazeteden başka bir yere gitme planlarımın olmadığını ve ayrılmayacağımı ilettim. İki başkan: “Gideceksin.” dedi, bense: “Gitmeyeceğim.” dedim. Bahanelerimi dinleyen yoktu. “Sen uygunsun”, “Sen disiplinlisin”, “Sen yönetebilirsin”, “Senin adaylığın Parti tarafından da destek buldu” gibi övgü veya kandırma sözleri olduğunu tam ayırt edemediğim lafları yağdırıp, dönmeye çalıştığım yerlerde önümü kapatıp kendi taraflarına çektiler.
Sağlam bir bahane bulduğumu düşünerek. “Aritmetikten anlamayan, genel olarak matematik derslerinden okulda “üç”ten daha yüksek bir not almayan biriyimdir. Çıkarma, toplama, çarpma ve bölme denen dört işlemden başka bir şey bilmem. Edebiyat Fonu’nun kazanında yüz binlerce rakamın kaynadığı söylenir. Onların hepsini karıştırıp her yerime bulaştırarak mahkemelik olmamı mı istiyorsunuz?” dedim. İleken bana gözlerini dikerek:
“Bir şey olmaz, bence en fazla iki sene içeride kalır çıkarsın.” dedi.
(Daha sonra öğrendim ki İleken Kazak Tiyatrosu Kurumu nezdindeki Filarmoni Müdürü görevine getirildiğinde çok geçmeden muhasebecilerin yalan yanlışlarına kanıp hapse atılmış ve iki yılını hapishanede geçirmiş.)
Anvar, kıs kıs güldü.
Sonuç, 2:1 oldu.
***
SSCB Edebiyat Fonu Kazak Şubesi Müdürü olmakla birlikte özel odaya sahip olup yerdeki pek çok “Allah”tan birine dönüşerek kurulmuş koltuğumda oturduğum günlerden birinde Edebiyat Birliği Katibi Ravza Kamalkızı gelip:
“Gabbas yarın Kabul Komisyonu toplantısı yapılacak. Yesenberlin sana selam söyledi: “Serikkaliyev’in referansı işe yaramaz, başka birinden istesin” dedi,”demez mi.
“Neden işe yaramazmış, beş yıldan fazladır çalışıyor?” dedim, gerçekten şaşırarak.
“Ya, anla işte…”
“Anlıyorum, fakat siz de Sayın Yesenberlin’e benden selam söyleyin: üyeliğe ister alsın ister almasın, ben Serikkaliyev’i satmam.”
Ravza Kamalkızı omzunu bir defa zıplattı ve bir şey demeden çıkıp gitti.
Zeynolla Serikkaliyev, tanınmış eleştirmen, Sosyalistik Kazakistan Gazetesi’nin Eleştiri Bölümü Başkanıdır. Gazeteye İ. Yesenberlin’in “Almas Kılış (Elmas Kılıç)” adlı romanı hakkında makale yazarak başına bela almıştı. İleken, genelde olduğu gibi “gazete makalesini tartışacağız” bahanesiyle çağırıp takımı aracılığıyla bir güzel fırçalamıştı. Bana SSCB Yazarlar Birliği üyesi olmak için gerekli referanslardan birini Zeynolla yazmıştı.
Aradan iki yıl geçti. Kabul Komisyonu benim üyelik başvurumu değerlendirmeye almadı. Ben de suskunluğumu korudum. Komisyon Başkanı, Birliğimizin İkinci Sekreteri İlyas Yesenberlin, böylece Zeynolla’dan alacağı intikamı benden almış oldu.
“Sen ne zaman üye olacaksın? Sen Edebiyat Fonu Müdürüsün, bu nasıl oluyor? Başvurunu yapsana.” dedi bir gün Anvar Alimjanov.
“Belgelerimi sunalı tam tamına iki yıl oldu, Yesenberlin bana sırtını döndü.”
“Nasıl? Neden?”
“Referanstan birini Zeynolla Serikkaliyev’den aldığım için.”
“Tüh, İlekende ne tuhaf adam.” dedi ve omuzlarını büküp ellerini sallayarak güldü Anvar.
Ertesi gün Zeynolla ile görüştüm. Şundan bundan söz ederken:
“Alnı beyaz lekeli siyah atlı Kambar”ın beni üyeliğe kabul etmeyeli beri iki sene oldu, büfeye gidip onu “ıslatalım” hadi.”dedim.
Şaşkınlığını gizleyemeyip “İleken neden öyle yapmış ki?”
dedi.
“Seninle “dostluğu” sıkı olduğu için.”
“Haa… Referanstan birini başka bir yazardan alsanıza… Ben, nedense o tarafını düşünmemişim.”
“Ona ikimizde kafa yormayalım, yorulacak kafa “Alnı beyaz lekeli siyah atlı Kambar”da var ya, o yeter.”dedim. Zeynolla her zamanki gibi sessizce güldü.
Anvar, “İleken de ne tuhaf adam” dedikten üç gün sonra Birlik Üyeliğine kabul edildim. Bir ay sonra da Anvar’ın elinden üyelik belgemi aldım. Anvar’ın odasında İleken ile Dördüncü Sekreter Kalavbek Tursınkulov varmış, onlar da kutlayıp elimi sıktılar. Belgemi elime alıp özellikle büyük bir ilgiyle inceledim ve:
İleken tarafına bakış atarak. “Kabı kıpkırmızı, çok güzel ve yepyeni bir belge. Bundan iki buçuk yıl önce almış olsaydım şimdiye eskimişti.” dedim. Şakamın özünden Kalavbek’in de haberi varmış, Anvarla ikisi güldü, İleken ise güzel tebessümüyle bana bakıp:
“Sen kırk yıllık olayı unutmazmışsın.”dedi.
“Size çekmişim.”dedim. Dördümüz yarışırcasına güldük…
İleken, acele etmeden konuşan sabırlı bir insandı. Edebiyat Köyü’ndeki atışma ve tartışma türündeki etkinliklere katıldığında kızdığını, sesini yükselttiğini hiç görmemişimdir. “Hızlı olan değil, sabırlı olan kazanır” atasözümüze tam bir örnektir. Öyle olmasına rağmen, Anvar’ın yeni önerilerine, iyi kararlarına bazen karşı çıkıp “Anva-a-ar bu böyle olmamalı, şöyle olması gerekir” deme alışkanlığı olduğunu fark etmiştim.
“İlyas Yesenberlin” denen iki kelimeyi duyduğumda İleken’in iki andaki görüntüsü canlanır gözlerimin önünde. O sırada konuştuklarımız aklıma gelir hemen.
Bir keresinde İleken, rahat adımlarla yürüyerek Kirov Sokağı tarafından (şimdiki Bögenbay Batır Sokağı) aşağı doğru iniyormuş. Ben “Çocuk Eşyası” mağazasından çıkmıştım. Yazarlar Birliğibinası önünde karşılaştık. İleken, çok da neşeli görünüyordu. Selamlaştıktan sonra:
“İleke sevincinizi paylaşmak isterim, anlatsanıza.”dedim. O, samimi bir şekilde gülümseyip koluma girdi ve içeri geçtik.
“Evet sevinçli haberim var, söyleyeyim. Dimaş’ı5ziyaret ettim. Desteklediğini, Moskova’yla görüşeceğini söyledi. Liyonyasına bir kelime söylese yeterli olur zaten” diye neşeyle güldü.
“Ne güzel. Şimdiden tebrik ederim.” dedim dış kapıyı açıp geçmesini beklerken…
İkinci an da Allah’ın işine bak ki yine aynı yerde, Yazarlar Birliği binası önünde yaşandı. Bir iş için dışarıya çıkmıştım. İleken yine aynı yoldan geliyormuş. Acele etmeden yürüyordu. SSCB Devlet Ödülü için sunulan eserler yarışmasında Gürcü yazar Dumbadze’nin Hikâyeler Kitabı yarışmayı kazanıp İleken’in “Köşpendiler (Göçebeler)” kitabının dikkate alınmadığını televizyon ve radyodan öğrenip tansiyonlar yükseleli iki gün olmuştu. Moskova’ya uçakla gidip at arabasıyla dönmüş hâlde olan İleken’e doğru yürüyüp yavaşça:
“Selamünaleyküm ağabey.” dedim.Yorgun görünen İle-ken kafasını kaldırıp durdu ve elini uzatarak:
“Gabbas sen misin? Nasılsın? Ben dün geldim. Duymuş, öğrenmişsinizdir. Olmadı… Dimaş kimseyle konuşmamış, Gabit ise orada bulunalı bir hafta olmasına rağmen komite toplantılarına katılmamış. Beni bir tek Cengiz Aytmatov destekledi, ancak o tek başına ne yapabilir ki?” diye içini anında döküp elini sallayıverdi. Ben ne diyebilirdim ki, çekine çekine:
“Adaletsizlik oluyor işte” dedim. İleken ilgisizce kıs kıs güldü ve:
“Evet oluyor,”diye yoluna devam etti…
Dinmuhamed Konayev, “Liyonyası” yani dostu Liyonid Brejnev ile neden görüşmedi? Brejnev’in gerçekten de bir kelime işi çözmeye yeterli olmaz mıydı? Peki Gabit Müsirepov’a ne olmuş? Ödül Komitesi’nin itibarlı üyesi değil mi? İleken’i savunmassa savunmasın, Kazak milletinin beş yüz yıllık tarihini ele alan üç ciltli romanı değerlendirme toplantılarına neden katılmamış? Güzel milletim benim…
Daha sonra sağdan soldan duyduğumuz haberlere göre Moskova’ya Dumbadze’nin peşinden iki vagon üzüm ve şarap gitmiş, Yesenberlin’in peşinden ise iki vagon şikâyet.
O haftanın Cuma günü benim odamda üç dört arkadaş sohbet ederken şair Ötejan Nurgaliyev gelerek:
“Evet arkadaşlar, sohbetiniz hoş, dostunuz bol olsun. Sohbetinizin tadını kaçırmadım değil mi?” diye gülümseyerek selamlaştı. Küçük gözleri yuvarlak bir hâl alır, yüzüne tebessüm gelir ve rahat bir şekilde konuşurdu genelde.
“Buyur. Moskova’ya İlyas Yesenberlin’in peşinden vagonlarca şikâyet gittiğini duyduk da onu tartışıyoruz” diye ortaya şaka attım.
“Evet, orada benim de payım vardır. Üç koç ağabeyim beni dördüncü olarak ekledi ve çok güzel şikâyet yazısını iletiverdik” diye yaptığı iyiliği övünerek anlatır gibi içten güldü. Anlattığına inanıp inanmayacağımızı bilemeyip biz de güldük…
Güzel İlyas ağabeyimiz… Seçtiğiniz meslek jeolog olduğu gibi edebiyatımızın tarih konusunu seçerek, nice eski ve yararlı kaynakları, gerekli bilgileri kaydederek halkına armağan ettin. Ya biz?.. Öncelikle “Göçebeler” romanının şereflendirilmesine engel olduk; ardından kendimiz çok bölümlü film yapmak yerine değerli hazinemizi yabancıya yem olarak verip eserin değerini düşürdük. Söz konusu değerli eserin Rusçaya, özellikle de İngilizceye yapılan çevirilerinde yanlışların az olmadığını bağıra bağıra söyleyeli 10 yıl oldu… Eminim ki gelecek nesil ruhuna saygı duyacaktır.
(2012 yılı)
KALEMİ SİLAH, 3HAKİKATİ BAYRAK YAPTI

Yeryüzünün her yerine izini bırakmış, eski Kazak ülkesi ile toprağından, halkından büyük bir sevgi, istek ve gururla söz etmiş Anvar Alimjanov’un bizlerin, bugünkü neslin ve yarınki pek çok neslin önünde iftiharla söylenebilecek mert ve itibarlı davranışı, bir grup iftiracı güya yazar ve eleştiricilerden, bilgelik taslayanlardan iki yıl boyunca haksız yere “feodalite yanlısı”, “burjuva”, “gerici” gibi pis sözler duymak zorundan kalan Hocası Muhtar Avezov’u meşhur “üç harf”in6 silahlı kapanına düşmekten kurtararak ve kendisini tehlikeye atarak gizlice Moskova’daki dostlarına göndermesidir. Bana göre bu davranışından dolayı Kazak milletince gururla ve saygıyla anılmaya layık olduğu muhakkaktır. Ancak önce başkalarından, daha sonra anlatmak istememesine rağmen ısrarım üzerine kendi ağzından duyduğum o olayı bugünlerde bazı kimseler yalanlamak istemektedir. Onlara göre Alimjanov’un öyle bir şey yapması mümkün değildir. Onların kimilerine örneğin, Muhan’la kardeş gibi çok yakın olan dostu, yazar, Aljappar Abişev’in “Şerli Şejire (Hüzünlü Şecere)” adlı kitabındaki:
“…O7, içindeki derdi böylece döktükten sonra biraz keyiflendi ve neşeli bir sesle:
“Benim için başını tehlikeye sokan Anvar’a cesur davranışından dolayı minnettarım ve öbür dünyada da minnettar olacağım.”
“O ne yaptı?”
“Şayet o, kaçmam için değişik yöntem bulmasaydı benim şimdi Moskova’nın şu baş köşesinde değil, Almatı’daki hapishane hücrelerinden birinde oturma ihtimalim vardı” dedi ve saatine baktı…”cümlelerini okuduğumda yüzlerini asıp dudaklarını sarkıtarak gittiklerine şahit oldum. Ancak onların affedilmesi zor tepkilerine, kayıtsız kalışlarına şaşırmamak da gerekir. Milletinin yüce şairi hakkında bilgi ile dolu tarihî eser yazarak dünya edebiyatında rastlanmayan süreci başlatan akademi üyesi, yazar, Stalin Ödülü sahibi Muhan’ın peşine düşüp ülkesini terk etmek zorunda bırakan, Bilimler Akademisi ile Devlet Üniversitesi’ndeki görevlerinden atan o dönem Kazaklarının bugünkü neslinden hayır ummak doğru değildir.
Muhan’ın, Akademi’den atılmasına gerekçe olan belgede şunlar kaydedilmiştir:
Kazak SSC Bilimler Akademisi Kurulu’nun 06. 04. 1953 Tarihli ve Kazak SSC Bilimler Akademisi Sosyal Bilimler Bölümü 1953 Yılı Çalışmaları Raporu Üzerine Kararı
3.“Kazak Edebiyatı Tarihi” eserinin 1. cildi çalışmalarında gösterdiği ihmalkârlık ve işleri aksatmalarından dolayı Kazak SSC Bilimler Akademisi üyesi M. Avezov, Sosyal Bilimler Bölümü Bürosu’ndan çıkarılacaktır.
Kazak SSC Bilimler Akademisi üyesi, Akademi Başkan Yardımcısı M. İ. Goryayev.
Kazak SSC Bilimler Akademisiüyesi, Akademi Baş Bilim Sekreteri D. V. Sokolskiy.
(Kazak SSC Bilimler AkademisiArşivi, Bölüm 2, Döküm 10, Dosya 53, Varak 23, 26,27)
Üniversiteden atılması ise Beysebay Kenjebayev ağabeyimizin hatıralarında kısaca şöyle anlatılmıştır:
“1953 yılı. Mart ayı. Muhan ikimiz milliyetçi olarak suçlandık ve bir kararla Kazak Devlet Üniversitesi’ndeki görevimizden atıldık. Bir iki gün sonra o Moskova’nın yolunu tuttu.” (“Akıl-Oy Ağamız (Akıl ve Fikir Ağabeyimiz)”. “Muhtar Avezov Turalı Yestelikter (Muhtar Avezov Hakkında Anılar)”, Jazuşı Yayınevi, 1997).
Buradaki “Bir iki gün sonra o Moskova’nın yolunu tuttu” bilgisi yanlıştır. Muhan Mart ayında Moskova’da olsaydı aşağıda anlatılacak konferansa katılmamış olurdu.
Muhan’ı suçlamanın en kötüsü ve sonuncusu Bilimler Akademisi ile Yazarlar Birliği işbirliğinde Kazak destanı üzerine 11-15 Nisan 1953 tarihleri arasında düzenlenen konferans olmuştur. Konferansın açılışı Akademi Başkanı Dinmuhammed Konayev tarafından yapılıp yazar Malik Gabdullin ve bilim insanı Musatay Akınjanov bildiri sunar. Beş gün boyunca Muhan hedefe alınır ve “burjuva, feodalite yanlısı, milliyetçi” damgaları vurulup suçlanır. Söz gelimi, M. Gabdullin şunları söyler (konferans Rusça yapılmıştır):
“1947 yılında toplumumuz tarafından kınanan “Zar Zaman (Zor Dönem)” edebiyat teorisini ilk olarak ortaya atan ve onun propagandasını yapan ilk Kazak edebiyatçısı kimdir? Profesör Avezov’dur.
“Han Kene” piyesi ve diğer eserleri kaleme alarak halkı susturan Kenesarı ve Navrızbay’ı yücelten ilk Kazak edebiyatçısı kimdir? Profesör Avezov’dur.
1951 yılında toplumumuz tarafından kınanan “Abay’ın Şiirsel Ekolü” teorisini ortaya atıp uzun süre propagandasını yapan ve öven ilk Kazak edebiyatçısı kimdir? Profesör Avezov’dur.
Yedige hakkındaki, Şora ile Kenesarı hakkındaki, Korkut ve diğerleri hakkındaki oldukça gerici, anti ulusal şiir ve efsaneleri araştıran ve yaymaya çalışan ilk Kazak edebiyatçısı kimdir? Profesör Avezov’dur.
Bu gerçekler neyi göstermektedir? Bunların hepsi Profesör Avezov’un burjuva ve milliyetçi görüşlere sahip olduğunu göstermektedir. Bilindiği gibi gerçekler acıdır. Gerçeği hiç bir düzen ve dolapla kapatamazsın”.
Devlet İstihbarat Teşkilatı’nın gözetim ve takip altındaki Muhtar Avezov’u tutuklamaya dair gizli bir karar çıkarması söz konusu konferanstan sonra olmuştur. Kararın çıkarıldığı o dönemler ise istihbaratta çalışan Abdolla Kılışbayev’den (Anvar’ın ağabeyidir, ancak anne tarafından dedesi büyütmüş ve kendi soyadına kaydettirmiştir) öğrenilir ve Muhan için endişelenen Anvar gurubu, derhâl yazarı kurtarma operasyonu planlarını gerçekleştirmeye girişir. Onlar üç çeşit plan yaparlar: İlki Muhan’ı Tastak Semti’nde hazırlanan evde gizlemek; ikincisi Kırgızistan’daki veya Özbekistan’daki dostlarına ulaştırmak; üçüncüsü, Anvar tarafından önerilir, Moskova’daki dostu Aleksandr Fadeyev’e göndermek. “Şu durumda Avezov’u Fadeyev’den başka kimse koruyamaz.” der Anvar. Sonunda üçüncü planı gerçekleştirme üzerine anlaşıp SSCB Yüksek Kurulu milletvekili Kalibek Kuvanışbayev adına uçak bileti alınır ve yazar geceleyin Moskova’ya gönderilir. Kuvanışbayev’in milletvekili kimliğini getirme konusunda kardeşi gibi yakın olan Abdolla; bilet alma ve uçağa bindirme konusunda ise Anvar grubundaki bir Rus öğrencinin hava alanında çalışan ablası yardım eder.
(Muhan’ın eli uzun İstihbarat Teşkilatı’na nasıl yakalanmadan gittiği konusu “Dünyaca tanınan Anvar”, “İki hikâye”adlı çalışmalarımda ayrıntılı olarak anlatıldığından burada tekrar etme gereği duyulmamaktadır.)
…Evet, Aleksandr Fadeyev tarafından korunan Muhtar Avezov, ülkeye 1954 yılının yazında döner.
Bir gün Aneken’e o çok riskli kahramanlığını Hocasının zamanında nasıl değerlendirdiğini merak ederek sorduğumda kalemdaş ağabeyim:
“Babacığım sen de ne tuhafmışsın… Muhan, Muhtar ağabey büyük şahsiyettir, bizim küçük hizmetlerimize önem vermesi gerekmez.” dedi.“Babacığım”ı, lafın gelişine göre söylemişti.
“Aneke, siz de tuhafmışsınız. Kendisini büyük dertten, kötü bir ecelden koruyan insana teşekkür etmesi gerekmez mi?” diye üstelediğimde:
“Muhan, kaderi ülkemizin kaderi gibi zor olan bir insandır. Biz tam tanıyamadık. “Ben Muhan’ın öğrencisi idim”, “Muhan benim Hocam idi” ifadelerinden fazlasını söyleyemiyoruz. Bize Abay’ı tanıtan ve yücelten Muhan gibi olamasak da Abay’ın “Olamıyorsan da benzemeye çalış, bir âlimi görürsen. Öyle olmak nerede deme ki ilmi seversen” sözlerine kulak verip gerçek Muhan’ı tanıtmaya çalışmalı, öykü veya roman, uzun hikâye veya uzun şiirler kaleme almamız gerekir. Bu bizim borcumuzdur. Yapabilirsem ben de yazmayı denemek istiyorum. Kendi yaşamımdan olabilir. Binlerce eş ve dostlarımın yaşamından olabilir. Biz de kaderin cilvesini az çekmedik ya… Böylece “Tanım (İdrak)” adıyla uzun hikâye yazmaya başladım. Muhan hakkında yazacağım roman için bir hazırlık olabilir. Daha sonra tevekkül etmek istiyorum… Bilemiyorum… Muhan beni koruyor gibime geliyor.” dedi, sorumun tam cevabını vermedi. Yapıcı olmayan, doğal mütevazılığını sergiledi bir daha. Anladım ve “İnsanlığın Aristo’dan sonraki ikinci üstadı Ebu Nasr el-Farabi’nin, savaşçı şair Mahambet Ötemisulı’nın yaşamları hakkında roman yazmış kalem ustası, önce Hocası, ardından koruyucusu ve akıl hocası olan Muhan hakkında neden yazamasın ki” diye geçirdim aklımdan. Peşinden kendi kendime “Şayet Muhan’ı başka birisi kurtarmış olsaydı onlar da Aneken misali bir şey yapmamışçasına sessiz mi kalırdı acaba yoksa “Ben kurtarmıştım. Ben. Ben.” diye göğsünü yumruklayıp milleti usandırır mıydı?” sorusunu sordum ve yine kendi kendime “Kim bilebilir…” cevabını verdim.
Zamanında Muhtar Avezov: “I. Petro Avrupa’ya pencere yeri açtıysa, Anvar Alimjanov, Asya’nın penceresini iyice açmıştır.” demiştir. Öğrencisinin tüm Asya ile Afrika’yı dolaşarak onların özgürlük için mücadele eden ve zafere ulaşan savaşçıları sayılan genç şair ve yazarlarıyla tanıştığını, iyi anlaşıp dostluk kurduğunu, millî edebî kurumlarının düzene girmesine yardımcı olduğunu görseydi, sabırlı öğrencisinin koordinatörlüğü ile 1973 yılının Eylül ayında Almatı’da yapılan V. Asya ve Afrika Yazarları Konferansı’nın uzun asırlar devam eden sömürgecilikten azat olan Afrika edebiyatı tarihine en büyük olay olarak geçtiğini, Afrika’nın uyanışına kendi ülkesinin de Sovyet İmparatorluğu kösteğinden kurtulmasına şahit olduğunu bilseydi Muhan’ın: “…Anvar Alimjanov, Asya ile Afrika’nın penceresini iyice açmıştır.” diyeceği kesindir.
Beşinci konferansın anlam ve önemi paha biçilmezdi. Öncelikle, Kazakistan topluluğu Asya ve Afrika kıtalarının kapitalizmin sömürüsünden kurtulduktan sonraki çehresini tam görebildi, edebiyat sanatının aniden açılıveren pınar gibi fışkırarak geniş bir ırmağa dönüşmeye başladığına şahit oldu. İkincisi, kucağını genişçe açan iki kıta ile Kazakistan’ın kalem ustalarını bir araya getirip dostluğun, arkadaşlığın ortak bayrağını yükseltti ve işbirliği kurma ve tercüman bulma olanağı sağladı. İşbirliği neticesinde bizim için Arap edebiyatının seçkin eserlerini kendi dilimizde, onlar için ise Kazak edebiyatının seçkin eserlerini kendi dillerinde okuma fırsatına götüren yol gözüktü. Söz konusu hayırlı işin gerçekleşmesinde Anvar’ın Asya ve Afrika edebiyatının Yusuf Sibai, Faid Ahmad Faid, Alex La Guma, Muin Bsisiu, Mahmut Derviş, Ousmane Sembene, Ngũgĩ wa Thiong ve diğer usta kalem sahipleri ile olan özel dostluk ilişkilerinin çok etkili olduğunu iyi biliriz. Ancak ne yazık ki kurulan parlak edebî ilişkilerimiz son yirmi yılda solup bitmiştir. Bağımsızlığımızı elde etmemizin bizim için tarihî açıdan çok değerli bir olay olduğu şüphesiz olmakla birlikte karşı karşıya kaldığımız ekonomik sorunlar yüzünden uzaklardaki Afrika kıtası şöyle dursun, yakınımızdaki eski Sovyetler Birliği ülkeleriyle olan kültürel ilişkilerimizin ancak iskeleti kalmıştır. Belirli aralıklarda düzenlenen on günlük edebiyat ve sanat günlerimiz de unutulmuştur. Eski ve yeni dönem şair ve yazarların yıl dönümleri vesilesiyle bir araya gelip mutluluğa eriştiğimiz günler de gerilerde kaldı. “Zamanı kim yönetecek…” demişti Abay…
Kalemdaş dostları: “Dünya haritasında Anvar’ın bulunduğu ülkeyi aramaktansa onun bulunmadığı ülkeyi aramak daha kolaydır” diye şaka yaptıkları gibi dünyanın altmış kadar ülkesini gezen Aneken; makale, hikâye ve romanlarını trenlerde, uçaklarda, gemilerde hatta arabalarda otururken yazmışa benzemektedir. Onun kalemine konu olmayan, anlamı ve önemi açıklanamayan mesele neredeyse yoktur. Her zaman büyük ve küçük kalemdaşlarının ilerisinde bulunarak yaşama olan sevgisinden midir halk ve toplum karşısındaki sorumluluğunu tam bilmesinden, hissetmesinden midir yoksa Sovyetler çapında çıkarılan “Literaturnaya Gazeta (Edebî Gazete)”, “Pravda (Hakikat)” gazeterlerinin Kazakistan’daki, Orta Asya’daki temsilcisi, muhabiri görevinden iyi istifade edebilmesinden midir bilinmez ama neticede döneminin nice çok elzem ve karmaşık konularını herkesten önce ve cesurca kaleme almıştır. 1950 – 1960 yıllarındaki makaleleri, deneme, söyleşileri incelendiğinde Sovyet politikasının lise mezunu Kazak gençlerinin anne ve babaları gibi çoban olmalarını amaçlayan “Lise diplomalarıyla hayvan çiftliklerine” gibi imalı sloganlarını desteklemediğini, gençlerin kendi istedikleri yüksek eğitim kurumlarına gitmeleri, ekonominin tüm alanlarında çalışmaları gerektiği görüşüne sahip olduğunu görmek mümkündür. Bu durumun ülkenin yarını için önemli olduğunu ilk söyleyen Aneken olmuştur. Moskova’daki yüksek öğretim kurumları öğrencileri Aymukan Tavjanov, Bolat-han Tayjanov, Murat Avezov’un kurduğu “Jas Tulpar (Genç Tulpar)” cemiyeti Almatı’daki özellikle de siyasetçiler tarafından takibe alındıklarında halkın çıkarı için çalışan düşünceli gençleri herkesten önce koruyan Aneken olmuştur. O, Abay’ın memleketinde zoraki açılan Semey Poligonu’ndaki atom bombası denemelerinin insanlara, havaya, toprağa, suya sadece deneme yapıldığı dönemde değil, gelecekte de çok zarar vereceğini ilk dile getirenlerden olmuştur. Aral Denizi’nin durumu için de çok endişelenmiştir. Kazak bilimi ve eğitimi, kültürü, ekonomisi, iç ve dış siyaseti, eski ve yeni tarihi, halkın genel yapısı, gelenek ve görenekleri, yaşam tarzı hakkında çok derin ve mükemmel fikirlerin sahibi olmuştur. Korkut, Muhammed El-Farabi, Abay, Şakarim, Kurmangazı, Jambıl, Mahambet, Çokan, Mustafa Çokay, Ahmet, Jüsip, Mirjakıp, Magjan, Sa-ken, İlyas, Beyimbet, Muhtar gibi şahsiyetlerin yaşamları hakkında yararlı bilgiler sunmuştur. İlyas Yesenberlin’in, Mukagali Makatayev’in… edebî ustalıklarından söz etmiştir. Fyodor Dostoyevksiy, Mihail Şolohov, Mirzo Tursunzode, Sadriddin Ayni, Oles Honchar ve Cengiz Aytmatov’un eserlerini edebî eleştiri şartlarına uygun bir şekilde inceleyerek takdir etmiştir. Yabancı edebiyat klasikleri hakkında verdiği bilgiler v.s. hepsi hepsi bilgilendirme açısından çok değerli çalışmalardır. Saken Seyfullin’in, Beyimbet Maylin’in birkaç öyküsünü Rusçaya çevirmesi (arasında Maylin’in “Şuganın Belgisi (Şuga’nın İşareti)” uzun öyküsü de vardır) pek çoğumuzun hâlâ bilmediğimiz hizmetlerindendir.
Kazak Edebiyatı Gazetesi’ne: “Mustafa Çokayev… O kimdir?” adlı iki sayfalık makale yayımlayarak (M. Çokay siyaseten aklanmadan önce.)Siyasetçi, Delikanlı, Kahraman Mustafa Çokay hakkında açık ve bol bilgiler sunup Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nden cesur bir şekilde onu aklamasını talep etmesi de takdire şayan mertliklerinden biridir…
Muhtar Avezov’un candan ön sözünün bulunduğu ve “Künge Bet Algan Keruven (Güneşe Doğru Giden Kervan)” adlı öyküsü ile başlayan hikâyeleri, “Ustazdın Oraluvı (Üstadın Dönüşü)”, “Mahambettin Jebesi (Mahambet’in Oku)”, “Otrardan Jetken Sıy (Otrar’dan Gelen Armağan)”, “Javşı (Elçi)” romanları, yayımlanmış değişik makalelerinin hepsi eşsiz ve değerli hazinelerdir. Ayrıca nice kalabalık gruplar karşısında kınından çekip çıkarılmış kılıç gibi parlayarak söylediği yararlı sözlerine değinmemek de mümkün değildir. Ne yazık ki bizim de pek çok defa duyduğumuz o sözlerin hepsi yazıya, kayda geçirilmemiştir.
Vatanseverlik. Vatanı en içten duygularla sevmek. Aneken’in bu duygusu, örneğin benim için özleme dönüşmüştür. Vatanını Aneken gibi sevenlerin sayısı maalesef son zamanlarda azalmıştır. İyi ve yetenekli avcı kuşların çoğu becerilerini iyi kullanamadıklarından kanatları bükülerek, korkak olup elden beslenmeye alışmış zavallı kartala benzemeye başlamışlardır. Hatta sıradan tavuk oldukları bile söylenebilir. Anvar’da ise ülkenin onuru, halkın onuru söz konusu olduğunda kan içinde kalıp yaralandığına bakmaksızın canını feda edecek güç ve kuvvet vardı. Muhammed El-Farabi’nin Özbek kökenli olduğu sonucuna varılacağı zaman; bilgenin Kazak, kökenli olduğunu tanınmış bilim adamı A. Gafurov’un yardımına dayanarak ispatlayan ve yüce atamızın doğumunun 1100. yıldönümünün Almatı’da dünya çapında kutlanmasını sağlayan yine Anvar olmuştur. Bu vatanseverliği tarihimize geçmiş ve değerini bulmuştur.
Pakistan’ın usta ressamı Salih Ayın, 1967 yılında, yurt dışına yaptığı iş gezilerinden birinde Karaçi Şehri’ne yolu düşen Anvar’ı Merkez Bankası binasındaki resim galerisine götürmüş. İç duvara yağlı boya ile yapılan eski resimler arasında siması Kazaklara benzeyen birinin elinde dombıra tutan resmini gören Aneken’in “Bu kimdir?” sorusuna Salih, “Bu, Ebu Nasr Muhammed El-Farabi’dir. İbn-i Sina başta olmak üzere tüm bilgelerin ikinci üstadıdır. Bizim buradaki kütüphanemizde Aristo’nun, Öklid’in, Batlamyus’un eserleri üzerine yazdığı açıklamaları, kendisine ait pek çok el yazmaları mevcuttur” cevabını vermiştir. Anvar’ın o anda nasıl bir duyguya kapıldığını tahmin edebilir misiniz? O, Ayın’dan söz konusu resmin bir örneğini isteyip ülkeye döner dönmez resim ustalarımızdan Bek Ibırayev’e anlatarak Farabi’nin resmini çizdirir ve böylece ilk olarak atamızın çok değerli suretini yaptırmış olur. Bilge şahsiyetin bilimsel eserlerini araştıran, inceleyen bilim adamı Akjan Maşanov ağabeyimiz ile birlikte El-Farabi eserlerinin tanınmasında çok çaba sarf etti. Onun hakkında “Ustazdın Oraluvı (Üstadın Dönüşü)”adlı romanı yazdı. Adı geçen tarihî romanın her zaman olduğu gibi dikkatli araştırmalarının neticesi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hazırlık döneminde yazdığı şu satırlar da söylediklerimi doğrulayacaktır:
“Cezayirli büyük edebiyatçı ve tarihçi Beşir Hacı Ali, çalışmalarında onun antik dönemin bilgelerinden olduğunu yazar. Muhammed El-Farabi’nin eserleri ve onun hakkında yazılan kitaplar Kahireli ve İstanbullu, Şamlı ve Bağdatlı, Tahranlı, Semerkandlı, Duşanbeli, Heratlı ve Almatılı bilim adamlarının araştırma konuları olmaya devam etmektedir. Onun Avrupa halkları dillerine çevrilmiş eserleri Londra, Paris ve Berlin kütüphanelerinde yüzyıllardır eşsiz bir hazine niteliğinde korunmaktadır.
Önde gelen Sovyet Doğu Bilimcileri, profesörler S. Braginski’nin, V. M. Jirmunski’nin, İ. Konrad’ın belirttikleri gibi Muhammed El-Farabi “Doğu Rönensans”ı döneminde yaşamıştır. Onun eserleri Antik Doğu’nun İbn-i Sina, Abdullah el-Bağdadi, Biruni, Ömer Hayyam gibi muazzam bilgelerini olumlu etkilemekle kalmamış, Avrupai yeniden doğuş sürecinin gelişmesinde de büyük etkisi olmuştur. Zira onun eserlerinden Leonardo da Vinci ile Copernicus, Bacon ile Leibniz de istifa etmişlerdir…
İbn-i Sina başta olmak üzere Doğulu bilim adamları onu üstat kabul etmiştir…
“Farabi o zaman bölgelerin tümü için yetkin Aristo uzmanı olmakla kalmamış, Orta Çağ düşünce tarzı için çok yakın ve elzem olan Aristoculuk ile Eflatunculuğu birleştirmiştir” der Akademi üyesi N. İ. Konrad”.
Yukarıda kaydedilen satırlar Aneken’in “Velikiy Muhammed iz Otrara (Otrarlı Yüce Muhammed)” adlı makalesinden alındı. Romanları Kazakçaya çevrilmiş yazarın hikâyeleri, gazete ve dergilerde yayımlanan çeşitli makaleleri, ne yazık ki Kazakçaya tercüme edilmeyip Rusça kalmıştır. Onun makaleleri hakkında ülkemizin, toplumumuzun önde gelen örnek adamı, kültürümüzün gerçek koruyucusu İlyas Omarov ağabeyimiz şunları söylemiştir:
“…Her yeteneği kendi zamanında tanımak gerekir. Bu, her şeyden önce o yeteneğe büyük sorumluluk yüklemek demektir. Bu, o şahsın sadece kendisine değil, onun üzerinde çalıştığı edebiyat türüne de yüklenen bir iştir. Alimjanov’un yayıncılık yeteneğinin gücü ne dir? Bize göre, kendi işinin yapısını çok iyi bilmenin yanı sıra aldığı konunun tarihini dikkatlice araştırmasındadır. Hâli hazırdaki durumu öğrenmekle birlikte onun geleceğini değişik bakımlardan sıkı gözlemlemek, hangi şeye neyin özgü olduğunu anlamak, sonuç olarak kendi düşüncesini gerçekçi, sade ve dikkatli bir biçimde sindirmesindedir. Onun çalışmaları okuyan insanı düşünmeye zorlamaz, ancak okuyan herkes ister istemez düşünür.