Kitabı oku: «Mai ve Siyah», sayfa 3
Birden Hüseyin Nazmi “Of! Ne umutsuzluk ve üzüntüyle dolu bir şiir!.. Ne derin bir bezginlik ve acı!..” dedi.
Ahmet Cemil gözlerini ayırmıyordu. Sanki bütün ruh dünyası bu gam dolu şiirin yası altında eriyip gitmişti.
Hüseyin Nazmi ekledi:
“İyice anlamak için kafamın içinde tercümesini yaptıkça sanki bu güzel yas ve umutsuzluk tablosunun renkleri hep sisleniyor, kaçıyor. Dikkat ediyor musun? Şu şiirin yapısındaki ahenk, onun umutsuz ruhuna nasıl yakışıyor? Bak nasıl hafif başlıyor? Önce en hafif seslerden, sözlerden oluşmuş bir başlangıç… Bir inilti ezgisi gibi yavaş yavaş, sanki sürüklene sürüklene gidiyor… Tercümesini yapınca o hüzünlü müzik, o yaslı tutumu kayboluyor. Tercüme, sanki bestesi kaybolmuş bir söz gibi soğuk duruyor…”
Hüseyin Nazmi, ileri sürdüklerini ispatlamak istiyormuşçasına kırık dökük tercümeye başladı:
“Sanki ufuklar bir ölümün hedef yeri olmuş. Yüreğim, mezarlarının beyazlıklarıyla karanlıklar altında yatıyor. Eski mermerlerin arasında mezarımın tablosu perişan bir oynayışla sallanıyor…”
Ahmet Cemil gülerek Hüseyin Nazmi’ye baktı:
“Berbat oluyor; saçma mı söylüyorsun?”
“Yeryüzü, gökyüzü, her şey mevsimini yitirmiş; bu sonu olmayan çöl üzerinde hiçbir pırıltının ışıltısı yok! Yalnız bir kenarı bulutların kemirmesiyle kırılan hilal, ölüleri mi mahpus bulundukları yerlerde ürpertiyor, titretiyor…”
Ahmet Cemil ekledi:
“Sanki niçin sadece ‘titretiyor’ demiyorsun? Veya Türkçede her hâlde bir şey eklemek gerekse ‘ürpertiyor’ yerine ‘ürkütüyor’ demeli ki kelimenin son uzun hecesi birden kesilmesin. Bak, şu üçüncü dörtlüğü ‘hepsi uyuyor’ diye mütercimin kötü düşeceğini sanıyorum. Bana kalırsa gene o havayı koruyarak tercüme etmeli; ama biraz başlangıcı süsleyerek:
‘Hepsi hâbide-i sükûn… Sürur, ümmid, aşk, fazilet, cesaret… Mezaristanın başka bir hayat hengâmesinin mahvolmuş kuvvetleriyle dolu… Hâlbuki henüz kefenlerimin kâffesini sayıp bitirmedim…’ ”
Hüseyin Nazmi atıldı:
“Of, bu hâlbuki!.. Hem yanlış tercüme ediyorsun. ‘Tadat etmek’ sözlerinin buradaki gücü başka olacak. Tercümenin şöyle olması gerekir sanırım:
‘Henüz ölülerimin silsilesi bir hatimeye vasıl olmadı… Lakin bazen bu azap cehenneminde kıvrananlar o zulmetlerin arasından feryat ederek sanki elemlerimle istihza için kalkarlar ve karşımda müstehzi heyulaları raks eder…’ ”
Bu tercüme bitince birbirine bakıştılar; sonra yaptıkları tercümelerden kendileri de utanarak gülüştüler.
Hüseyin Nazmi “Aman, bu ne saçma şeymiş!” dedi.
İkisi de bir süre tercümenin soğukluğundan üşüyerek sustular. Sonra Ahmet Cemil, aslını bir daha okumak istedi. Açık sesle, şiirin kaldırabileceği hüzünlü hâli okuyuş biçiminde izleyerek, yavaş yavaş, düşüne düşüne yineledi.
Sesinin ahengi, içtenlikli bir duygulanışla ölçünün ağır akışı üzerinden hastalıklı bir su akışı gibi akıyor, kelimeler uzun bir yas iniltisi hâlinde hafif kıvrımlarla uzayıp gidiyordu. Bu okuyuş biçimi şiirin yas ve umutsuzluk havasını iyiden iyiye yorumladı. Böylelikle, manzume bittiği zaman her ikisi de sustular.
Bu, bir tür sarhoşluk veren şiir şarabı beyinlerini okşayarak uyuşturmuştu. Öyle sessiz, kendilerinden geçmişçesine, karşılarında güneşin parıltılarıyla parlayan tabloya; ta uzakta, denizin kucağına süzülen Üsküdar’a, beride bir süre sürdükten sonra birdenbire kesiliveren Boğaziçi’nin görüntülerine, Üsküdar iskelelerinden kalkan bir vapura, Beşiktaş’tan karşıya ağır ağır geçen bir kayığa uzun uzun baktılar.
Birkaç gün önceden beri süregelen yağmurlar yalnız o sabah dinerek gökyüzü açılmış, güneş hafif bir sıcaklık yayan ışığını bol bir cömertlikle saçmıştı.
Bahçenin çok yağmur yemiş otlarından, ağaçlarından, topraklarından bir buğu yükseliyor, güneşin altında titriyordu.
Ta karşılarında Çamlıca tepelerinin üstünde hava titreşim yapıyor; ıslak topraklardan yükselen sisli bir soluk, sanki askıdaymış gibi, hafif hafif sallanıyordu.
Bahçenin toprak kokusu, demin ellerindeki kitaptan fışkıran o aparı, dupduru tatlı su; karşılarındaki titrek havanın altında buğulanan güneşli görüntü; denizin üstünde birbirini kovalıyormuş gibi uçuşup kaçışan ışık parçaları; beyinlerine tatlı bir uyuşukluk veriyordu. Öylece düşündüler, düşündüler. Sonra birdenbire Ahmet Cemil dedi ki:
“Ah, neler duyuyor, sezinliyor da çözümleyemiyorum. Bir şey yazmak, o duyguların içinden bir şey çıkarmak istiyorum ama bir kez ne yazmak istediğimi belirleyebilsem. Şurada -beynini gösteriyordu-bir şey var, bir şey duyuyorum ama düşlerde tutulamayan biçimler gibi parmaklarımın arasından kaçıyorlar. Bilir misin nasıl şey? Bak şu gökyüzüne, ne görüyorsun? Maviliklerden oluşmuş bir deniz…
Gözlerinle onun içine girmeye çalış. O mavilikleri yırtmak için uğraş, ne görüyorsun? Mavi… Her zaman mavi… Değil mi? Sonra bak ayağımızın altındaki toprağa, ne buluyorsun? Donmuş, simsiyah bir renk… Of! O siyah toprakları parçalayarak içeriye bak; in, in, in; ne kadar inebilmek elden gelebiliyorsa o kadar in; ne buluyorsun? O siyahlıklar içinde ne buluyorsun? Siyah… Her zaman siyah, değil mi?..
İşte, öyle bir şey yazmak istiyorum ki yukarı bakılsa mavi ve her zaman mavi; aşağı siyah, her zaman siyah… Bir şey ki mavi ve siyah olsun. Hasta mıyım, bilemiyorum; ama ah! O ne yazmak istediğimi bilsem; onu şöyle karşımda resmi çıkarılmış, resim hâline getirilmiş olarak görmek mümkün olsa!.. İşte o vakit sanıyorum ki artık ölebilirim. Hayattan payını tamamıyla almış bir adam olarak gözlerimi kapayabilirim.”
***
Bugünden sonra bütün müsveddeler yakıldı. Bir harf bile bırakmadılar. Bütün o içlerine doğan tasvirleri, veremli kızlar ağzından söylenmiş ezgileri, darmadağın çiçeklere seslenmeleri, çocuğunun mezarında ağlayan anneleri dile getiren şiirleri Fuzuli’ye, Baki’ye, Nedim’e yapılmış nazirelerle birlikte yakıldı, tahmisler, tesdisler parçalandı; her şeyden önce okumak, duygularını eğitmek gerekeceğini anladılar.
Yalnız yazmakla, her zaman işleyen işçi gibi sanatın aynı derecesinde kalacaklarını ama eğer gerçekten sanat sahibi olmak isterlerse gerçek sanat adamıyla tanışıp uyuşmak, onların hünerini, gizlerini analiz etmek gerekeceğinde birleştiler. Önce akla yatkın bir düzen ve planla başlamak hevesindeydiler. Bir edebiyat tarihi dizisi buldular. Sırayla okumaya karar verdiler. “İlyada”ları, “Odysseia”ları okuyacak oldular; bunları yarıda bıraktılar.
Hüseyin Nazmi’nin getirttiği bütün eski edebiyata ilişkin kitapların ötesinden berisinden beşer onar sayfa kesilmekle kaldı. Daha yakın zamanlara inmekte acele ediyorlardı. Yunan ve Roma edebiyatlarının üzerinde fazla duramadılar. Üstelik Orta Çağlardan sonra iki üç yüzyıllık edebiyatı iki üç ayda, esneye esneye uyuya uyuya, geçtiler. Yeniden umutsuzluk duymaya başladılar; biraz daha yakın zamanlara gelmek istediler: Goethe’ye Schiller’e, Milton’a, Young’a, Byron’a, Hugo’ya, Musset’ye, Lamartin’e kadar geldiler…
O vakit bu evrenin lezzetleriyle kendilerinden geçerek uzun, pek uzun bir süre kalmak gerekeceği bakışlarında belirlendi. O şiir denizinin içine daldılar. Artık derslerini bütünüyle savsaklar olmuşlardı. Okulda bütün kurtarabildikleri vakitleri bunlara ayrılmış bulunuyordu. Dilde güç kazandıkça şiirin tadına kanamaz olmuşlardı.
O yıl imtihanlarını pek zor verdiler. Ama bunun onlarca ne önemi var?.. Asıl, imtihandan sonraki iki ay tatili beklemekteydiler. Bu iki ay içinde istedikleri gibi okuyacaklardı…
Ama ne kadar yazık ki ne kadar yazık! Dert ve felaket insanları en çok umuda sarıldıkları zamanda hırpalamaktan zevk alır. Ahmet Cemil o iki ayı, Hüseyin Nazmi’nin her yaz ailesiyle gittikleri Erenköy’deki köşkünde geçirmeye hazırlanırken talih kendisi için başka bir şey hazırlamakla uğraşmaktaydı: Babası bu sırada vefat etmişti.
5
Ahmet Cemil için bu felaket öyle bir beklenmeyen vuruş idi ki bir süre bütün beyni donmuş gibi sersemlik şaşkınlık içinde kaldı.
Onda, şiirle uzun süredir yakından ilgilenmek, hastalıklı denilebilecek bir duygusallık meydana getirmişti. Öyle bir duygusallık ki bu duygusallıkla hastalıklı olanları başkaları için anlaşılmaz, davranışlarında akla yatkın hareket edip etmediğine kesin yargı verilemez; hareketlerinde, düşüncelerinde, duygularında bir büyüklük olduğu kanısına varılır da bunun yerinde olup olmadığını onaylamaya cesaret edilemez bilinmez şeyler hâline getirir.
Öyle bir duygusallık ki bir gün hayatı bütün çirkinlikleriyle, aç kalmış ailelerden, gözsüz genç kızlardan, beynini bir kurşun parçasıyla dağıtan umutsuzluğa düşmüşlerden, (şuna buna) avuç açan beyaz saçlı adamlardan, çocuklarını kilise kapılarına bırakan annelerden, bir şarap şişesinin yanında insanlıktan sıyrılmaya çalışan kara bahtlılardan, bütün o çirkinlikten meydana gelmiş gibi gösterir. İnsana “Kaç, bu hayattan kaç!” der.
Başka bir gün ise gözlerinin önüne bütün güzelliklerini döker: Bulutların arasında nazlı nazlı yüzen bir ay, türlü renklerden yangınları içinde ufuklardan çekilip giden bir güneş, etekleri denizlere dökülmüş yeşil dağlar gösterir, “Sev, bu doğayı sev!” der.
Bir gün mutlu, başka bir gün mutsuz; bu dakikada çok sevinçli, biraz sonra hüzünlü yapar. Veya bir anda yüreği hem sevinç ve neşe hem de gamla doldurur. Öyle bir duygusallık ki bir hastalığa benzer de değildir.
***
O felakete uğradıktan sonra Ahmet Cemil, bütün duygu yetenekleri yok olmuşçasına donmuş bir varlık hâline geldi. Artık yatılı gidemediği okuluna yalnız başına gidip geliyordu. Okumuyordu; üstelik sevgili şairlerini, o ruhunun en içtenlikli arkadaşlarını yoldaşlarını bile, kendileriyle olan yakınlığını sürdürmeye değer bulmadı. Hüseyin Nazmi’den de eskisi kadar hoşlanmıyordu.
Yalnız bir şeyden hoşlanıyordu: Sessizlik! Evde de onun bu sessizlik zevkine saygı gösterilirdi. Babasının ölümünden beri ailesiyle arasında hemen hiçbir ciddi konuşma geçmemişti. Ama bir gün geldi ki bu sessizliği, bir korkunç görevi onun aklına getirtmek için annesi bozmak zorunda kaldı.
Bir akşam ona “Oğlum, seninle biraz ciddi konuşmak gerekiyor.” dedi.
O vakit bu ana ağzından çıkan her sözün ardından ağlamak zorunda kalacağının yenilgisinden korkarak kimi zaman köşede büzülmüş, siyah gamlı gözlerini annesine dikmiş bakan İkbal’e kimi zaman göğsü kabara kabara duran Ahmet Cemil’e bakarak, baktıkça tıkanarak kimi zaman hiçbirisine bakmaya güç bulamayarak perişan, bir düzene uymaz, birbirini tutmaz, yarım yarım cümlelerle babalarından bir şey kalmadığını; kalan ufak tefeğin biraz sonra bitmek üzere olduğunu söyleyebildi.
Sonra gene sustular. Bir ara o sessizliğin içinde kısaca ama kısalığında korkunç bir anlatım gizlenen şu soru soruldu:
“Ne vakit diploma alacaksın?”
Ahmet Cemil artık gözlerini kapadı. Sanki dün sütüyle beslediği çocuktan bugün ekmek isteyen bu ananın perişan hâlini görmek istemiyordu. İkbal’in, üzerinden bir bulut gibi geçen siyah gözleri indi.
Bu akşam ancak bu kadar konuşma yapılmış oldu. Ama ilk kez olarak ciddi bir ortam içinde söylenen şu birkaç söz, Ahmet Cemil’i tamamıyla yeniden kendisine getirmişti.
Bir yasın kahrı altında ezilip kalan yüreklere güç kazandırmak için hayat görevlerinin egemen sesi sedası kadar etkili şey olamaz. O geceyi Ahmet Cemil karabasanlar içinde geçirdi. Ertesi gün Hüseyin Nazmi’yi bulmaya karar verdi. Erenköy’e kadar gitmek, o her türlü özel yönlerini bilen dosta bol bol derdini dökmek istedi.
İnsan keder ve sevinç zamanlarında, yüreğinin katlanabileceğinden fazlasını başka bir duygulu yürekle paylaşmak ister. Bu öyle bir ihtiyaçtır ki maddi faydası beklenmeksizin Ahmet Cemil’i Hüseyin Nazmi’ye götürüyordu.
Sabahleyin erken kalktı. Bütün zihnini ezen bilinmezliklerin çözümü, çaresi Hüseyin Nazmi’nin elindeymiş gibi gidip onu bulmakta acele ediyordu. Sanki oturursa geç kalacakmış gibi vapurda bir yerde duramadı. Kafasında bütün anılar, düşünceler donmuş, yalnız bir nokta yaşıyordu: Annesiyle kardeşini yaşatmak… Ama nasıl? Daha okulu bitirmesi için bir yıl var. Üç yüz… Bu kadar gün ki her birini geçirebilmek için ekmek gerek…
Bu ekmek sözü, yüreğinden soğuk bir iz bırakarak geçti. O yaşlı anne… O daha çocukluktan tamamıyla çıkmamış genç kız… Onlar daha neler isterler? Ah! Onlara neler vermek isterdi ama nerede o vasıtalar ki bütün o istenilecek şeyleri alsın da getirsin, o iki sevgilinin önlerine döksün, “Bakınız, bunlar sizin için, evet bunları sizin için, size, ben aldım!..” desin.
Ah! O da zengin olsaydı. Hüseyin Nazmi ne kadar mutluydu. Zenginlik ve saygınlık sahibi bir babanın oğlu, bugünü düşünmek zorunda olmadığı gibi yarın da geçim kaygısı daha mutluluk parlaklığıyla parlayan alnını elem çizgileriyle bozmayacak. Ama ne zararı var? Ahmet Cemil çalışmaktan kaçan o korkak kimselerden mi idi ki daha hayat kavgasına ilk adımını atmadan yılgınlığa yenilip kalsın!..
Hayatla uğraşmak, bu geçim kavgasında o da yumruğunu sıkarak payını almaya çalışmak gerekiyor, öyle mi? Niçin çalışmasın? Bu sorulara kafasının içinden karşılıklar verdikçe sanki dövüşmeye hazırlanıyormuşçasına ayaklarının üstünde biraz daha sağlam duruyordu.
Haydarpaşa’dan trene atlamak, Erenköy’e çıkmak; duraktan epeyce uzak olan Hüseyin Nazmi’nin açık mavi boyalı, bahçesi demir parmaklıklı güzel köşküne kadar gelmek için geçen zaman, hep kafasını dolduran düşüncelerle dolu olarak geçti. Ama köşkün parmaklık kapısı yanındaki zili çekeceği sırada eli, alışmadığı bir biçimde titredi. Ara sıra buraya geldikçe yüreklilikle içeri girmek alışkanlığında olduğu hâlde bugün bir cömertlik kapısının karşısında, dermandan düşmüş bir ricacı gibi oluşunu düşünerek cesareti kırıldı. Birden arkadaşına yüreğinin bütün acılarını döktükten sonra onun bir bakışla “Ne demek istiyorsun? Para mı gerek?..” demek isteyeceğinden şüphelendi.
Şu dakikada duyduğu korku, bir türlü elindeki zili çekme gücünü bırakmamıştı. Geri dönmek, buradan, bu güzel köşkün, gözlerinin önünde zenginliğin bir simgesi gibi yükselen bu yapının kapısından kaçmak, geri dönmek, ta o Süleymaniye’deki evceğizin kucağına atılmak, babasının hâlâ hayalini gördüğü o köşeciğe kadar giderek “Baba! Sen bizi bırakmamalıydın!..” demek istedi.
Sonra bütün düşünceler zincirlemesini benliğinde duyduğu güçlü olma duygusu altüst etti. Buraya para istemek için mi gelmişti? Onun istediği şey, kendisini dinleyecek bir dosttan başka bir şey miydi?
Zili çekti. Köşkün ta ikinci katından gürültüyle bir pencerenin yeşil panjurları açıldı. Ahmet Cemil başını kaldırdı. Tatlı bir çocuk sesi sordu:
“Siz misiniz Cemil Bey?.. Durun, durun; kapıyı ben açayım. Ağabeyim hâlâ uyuyor…”
Bu, Hüseyin Nazmi’nin küçük kız kardeşi Lamia idi. Ahmet Cemil’in şu kadarcıktan dostu… On beş yaşını aşan çocuklarda başlangıcı görülen bir çekinme ve külfetlilik kaygısını Ahmet Cemil hakkında daha takınmaz; ona karşı Lamia hâlâ çocuk kalmıştır.
Dağınık hâliyle, daha taranmamış saçları koştukça savrularak açık pembe kısa giysisinin etekleri uçuşarak bahçeyi geçti. Selamlık kapısından başı daha yeni görünen uşağa meydan bırakmayarak yetişti, parmaklığı açtı.
“Geldiğinize ne kadar iyi ettiniz… Ağabeyim sizi görünce şaşıracaktır. Bu yıl hiç gelmediniz. İkbal’i niçin getirmediniz?..”
Lamia, çocukların o senli benli hâlleriyle, bitmek tükenmek bilmeyen konuşkanlığına alabildiğine yol vermiş, köşke varıncaya kadar konuşmalarının ötesine berisine serpiştirdiği soruların karşılıklarını beklemeksizin bir dakikada on konuya değinme zamanı bulmuştu.
Ahmet Cemil köşke girerken dedi ki:
“Rica ederim, benim geldiğimi haber verir misiniz?”
Lamia “Şimdi!..” dedi ve koşarak Ahmet Cemil’i yalnız bıraktı.
Hüseyin Nazmi’nin odasına girince düşünmekten, yürümekten doğan bir yorgunlukla hemen sandalyelerden birine oturdu. Ah, her geldikçe rahatlıkla ve ilgisizce oturduğu bu odanın bugün üzerindeki ağırlığı anlatılamaz bir şeydi…
Odanın bahçeye bakan yeşil panjurları daha açılmamış, aralıklarından güneşin ışığı belli belirsiz süzülmüş, pencerelerin uzun, koyu renkli perdeleri yerlere dökülmüş… Sanki bu karanlığın ortasından fışkırarak dikilmiş korkunç karaltılar… Odanın ötesine berisine dağınık olarak konuluvermiş sandalyeler… Ta karşıda, duvarın üzerinde renkleri karanlıkta dalgalanarak duran bir harita… Oda kapısının iki yanını dolduran yüksek -Hüseyin Nazmi’nin maymun iştahlı israfıyla doldurduğu- kitaplıklar…
Ah! O da böyle bir odaya, şöyle bir kitaplığa, böyle kitaplara sahip olabilseydi!..
Hüseyin Nazmi’nin evinde bu duygu, ilk kez olarak onun beynine üşüştü. Bir kar tabakasının tertemiz beyazlığı üzerine düşmüş bir damla leke gibi… Kendi kendisine utandı. Bugün geçim derdiyle ilk yarayı almış olan bu taze yürek, şu açık mavi boyalı köşkün şu bahçeye bakan yarı karanlık odasında var olması gereken düşünce rahatlığına, gönül rahatlığına, derin hayat zevkine karşı acı bir kırıklık duygusu yaşadı.
Şurada oturmak, bu ortalığı çevrelemiş olan eşyaya sahip olmaktan doğacak bir kanaat ve doygunlukla oturmak; panjurlardan birini hafifçe oynatmak, öyle ki bu uyuşukluk getiren yarı karanlıklığa bir bozulma bir düzensizlik gelmesin; odanın belirsiz görüntüsüyle bahçenin güneşli parıltısı arasında, işte şuracıkta, pencerenin şu durgun rahat kenarında okumak…
Okumak!.. Ahmet Cemil bunun üzerine ne yapılar ne umutlar kurmuştu! Sanki onu kitaplarıyla rahat bırakacaklardı. Zavallı çocuk! Edebiyatçı olacaksın, ün kazanacaksın değil mi? Ne uzak!.. Annesinin hüzünlü sesi daha kulaklarındaydı: “Ne zaman diploma alacaksın?”
Demek diplomayı aldıktan sonra bütün o umutları bırakmak, evin ekmeğini aramak için kim bilir nerelere gitmek gerekecek… Zavallı annesi! Ya İkbal?.. Ahmet Cemil’in bu anı ile birden yüreği sızlayarak buruldu. Bak, Lamia ne kadar sevinçle dolu; gülmek için yaratılmış bir çocuk! İkbal’in dün akşamki hüzünlü bakışı, ah, o çocuğun gülmemeye hükümlü gözlerindeki bir bulut altında duran yaş damlaları…
Ayağa kalktı. Sabırsızca, bütün varlığına işleyen bu karanlıktan kurtulmak istiyormuşçasına pencereyi açtı, panjurları itti. Güneşin coşkun ışığıyla birlikte yazın baygın havası odaya saldırır gibi girdi. Boğuluyormuş gibi bu havayı olanca gücüyle soludu. Oh!..
“Vay! Bu ne harika!.. Nereden aklına geldi?”
Döndü, Hüseyin Nazmi’ye elini uzattı:
“Sana ihtiyacım var. Bilsen bugün niçin geldim? Beni ciddi dinleyecek misin?”
“Ooo!.. Ne oluyoruz?.. Neyin var? Otur bakalım.”
Oturdular. O vakit başka bir ön girişe gerek görmeyerek, her türlü kayıt ve şarttan uzak ve arınık, dilini düşüncelerinin dağınıklığına bırakarak, babasının ölümünün taşıdığı önemi, çaresizliğini, arkasızlığını ve desteksizliğini, annesini, kardeşini, bütün emellerinin tersine olarak ortaya çıkan bu acı hayat gerçeklerini; dün geceki o kısa konuşmayı -bütün ciğerlerini yakan o acıları- şu mavi köşkün bu mutluluk dolu odasında, Hüseyin Nazmi’nin önüne döktü.
O, yalnız dinliyordu. O da yaşça onun kadardı. Derin kırkılmış siyah ve sert saçlarının altında küçük başı, zayıfça yüzünde parlayan gözleri, yeni terlemeye başlayan bıyıklarının altında ince, donukça dudaklarıyla güzel ve zeki olduğu için sevimli bir gençti.
Büyük bir ilgiyle dinliyordu. Onun susarak dinleyişi, Ahmet Cemil’in üzerinde en iyi etkiyi yapmış oldu. Biraz önce Hüseyin Nazmi’ye başvurmaktan korkan bu genç, şimdi onun karşısında artık ihtiyatlılığa gerek görmemişti…
Bitirip de sandalyesinin arkasına yaslanınca yalnız o vakit Hüseyin Nazmi, bayağı sözlere tenezzül etmeyerek, hastayı bir hasta olarak görüp öyle seslenerek “Ne yapacaksın?” dedi.
“Evet, ne yapacağım?..”
“Yapacağın şeyi pek sade buluyorum. Önce bütün çocukluklara, bütün şair düşüncelerine ‘Siz şimdilik biraz durunuz!’ demek; hayatı olanca gerçekliği ve katılığıyla kabul etmek, mademki yaşamak için çalışmak gerekiyor, çalışmak… Bana öyle geliyor ki seni bu kadar perişan eden şey çalışmak korkusu değildir; hayatın daha bilmediğin bir şeyine biraz vaktinden önce bilgi edinmiş olmandır; yalnız budur, başka şey değil.”
Hüseyin Nazmi, sert elli bir operatör gibiydi ama tam yaranın bıçağa muhtaç olan yerine dokunmuş oldu. Ahmet Cemil de buna gerek duymaktaydı. Çalışmak, evet. Zaten biraz önce de öyle düşünmüyor muydu? Niçin çalışmasın? Ama talih onu hayata zahmete girmeden sahip olanlardan biri etmemiş, bundan ne çıkar? Tam tersine… “Ben hayatımı kendim kazandım, ben gene kendi işimle yaşıyorum!..” diyebilmek. Ah o vicdan rahatlığı ve doyumluluğu; o, acaba acıkmadan yiyenler gibi çalışmadan yaşayanlar da var mıdır?
Birden büyük bir istek duydu:
“Elbette çalışacağım!..” dedi.
“Hem niçin emellerine bitmiş gözüyle bakıyorsun? Seni bir meslek seçiminden engelleyecek bir neden görmüyorum. Okulda yalnız bir yılın daha var. Senin gibi bir adam her işi yapabilir. Sanki niçin mütercimlik yapmayasın? Ayrıca hocalık…”
“Hocalık mı, çıldırdın mı?”
Hüseyin Nazmi sözünü geri almak istemedi:
“Kim bilir?..” dedi.
Mütercimlik Ahmet Cemil’in düşüncesine daha yatkın gelmişti. Kitapçıların on altı sayfalık öykü tercümesine iki mecidiye kadar para verdiklerini işitmişti. On altı sayfa iki mecidiye… İki mecidiye! Bu parayı kazanabilmek umudu onu enikonu mutlu etti.
“Acaba on altı sayfayı kaç günde tercüme edebilirim?”
“Kaç gecede demek istiyorsun. Bilmem; belki alışıncaya kadar üç gecede…”
O vakit iki arkadaş bu düşüncenin peşini bırakmadılar. Tercümesi yapılabilecek şeyleri düşündüler. Kitaplıklar karıştırıldı; uzun uzun konuşmalar, tartışmalar geçti. Düşünceleri hep yüksekten uçuyordu. En önemli eserlerden ayrılamıyorlardı. Hüseyin Nazmi, Lamartine’den “Raphael”, Ahmet Cemil Musset’den “Bir Yüzyıl Çocuğunun Serüveni” için diretiyorlardı.
Sonunda biraz okumaya karar verdiler. Her ikisini ötesinden berisinden karıştırmaya başladılar. Okudukça kitapları ne için ele aldıklarını unutuyorlardı. Hele Ahmet Cemil artık Lamartine’in, Musset’nin on altı sayfasını iki mecidiyeye satarak yaşamaya çalışmak gerekeceğini artık aklına getirmiyordu. Sanki o önemli konu, demin konuşulup tartışılan dört sözle çözümlenmiş, bitmiş gitmişti.
***
Bu iki çok güzel eserden birinin, belki her ikisinin tercümesine karar verdikten sonra Ahmet Cemil duramadı. Şimdi tercüme işi artık bir geçim karşılığı olmak acılığını yitirerek yıllardan beri tek emeli olan yazarlık işine tatlı bir başlangıç niteliğine bürünmüştü. Bunun hayal etmesinin tadı, Hüseyin Nazmi’nin köşkte kalması için ısrarlarına yenik düşmeyerek onu eve kadar geri sürükledi.
Annesine, İkbal’e -gece ortaya konulan önemli meselenin hallinin, işte şu elinde kenarlarının yaldızı parıldayan kitapların arasında saklı imişçesine- içi rahatlamış bir bakışla bakarak “Ben biraz çalışacağım…” dedi. Hemen odadan çıktı. Her karar verdiğini hemen uygulamaya koymak isteyenlerdendi. Üstelik tamamıyla soyunmaya vakit bulamadı. Fesini, ceketini fırlatmakla yetindi. Odasının bir köşesinde cilası uçmuş eski ceviz masasının önüne oturdu. Önce “Raphael”i açtı.
Tercüme konusunda kendisine has düşünceleri vardı. Aslına bütünüyle uygun kalarak cümleleri aynı yapı ve tamlama dizileriyle, aynı bağlarla tercüme etmek gerektiğine inanıyordu. İlk cümleyi okudu. Daha tercüme işiyle bir tanışıklığı, tecrübesi yoktu. Okuduğu hemen kolayca çevrilebilecekmiş gibi kalemi kâğıdın üzerine koydu, başlamak istedi.
Neresinden başlayacağında kararsız kaldı; bir daha okudu. Kelimelerin sırasına uyarak cümlenin her parçasını birer birer tercüme etmeye başladı. Kimi zaman kelimeler için ona tıpı tıpına uygun bir karşılık arayarak kimi zaman bulduğu karşılıkların ahengini, altında üstünde bulunan ötekilerle iyi bir bağdaştırmaya eriştiremediği için onun bir eş anlamlısını düşünerek; doğal bir ahenkle birleşebilen küçük ayraçları tercümenin neresine sokuşturmak gerekeceğinde şaşkın kararsız kalarak tercüme ediyordu.
Bir dakika önce yazdığı iki kelimeyi dört satır aşağıya koymayı daha uygun bularak önündeki kâğıtta yazdıklarından fazlasını silerek-çizerek bir türlü ele avuca sığmayan, söz dinlemeyen kaleminin arkasından uzun sürelerle çalıştı.
Belki bir sayfa tercüme yaptı ama yıkıcı yıpratıcı bir yorgunluk!
Çok fazla tercüme yaptığını sanıyordu. Sonra bir aslına, bir de önündeki müsveddeye baktı: Ancak bir sayfa!.. Böyle giderse on altı sayfa için ne kadar çalışmak gerekecekti?..
Sonra tercüme ettiğini okudu. İnanamıyordu; yaptığı tercüme bu kadar çalışmanın sonucu şu ruhsuz, renksiz metin miydi? Bu dakikada duyduğu büyük yorgunluk ve uyuşukluğu, cesaretini birden kıran umutsuzluğu yalnız duymuş olmak için duygularına bir biçim vermek amacıyla uğraştıktan sonra memnunluk verici bir sonuca varamamış ve bunun acısını duymuş olmak gerekir.
Ahmet Cemil ayağa kalktı, odasında gezindi. Bir ara kitabı yeniden aldı. Ortasından bir parça okudu; buna verilebilecek tercüme biçimini düşünerek süzüyordu. Öfkelendi. Belki öteki bölüm tercümeye daha elverişlidir, diye düşündü, onu da okumak istedi. Artık iyice sıkılmıştı. Başarılı olamamaktan, gücünü yeterli görememekten gelen bir sıkıntı…
Odasının penceresini açmak, hava almak istedi: Evlerinin bahçesine -minimini bahçe ki İkbal, kendine göre, oranın bir bahçıvanıydı- bakan bir pencere… Ah! Hüseyin Nazmi’nin kitaplığının penceresi, o güneşle dolu bahçe, o ışıkların birbiriyle sarmaş dolaş olup çarpışması, o kır kokusu, orada duyulan düşünmek zevki… Bu kafesinin boyası solmuş pencere, şu güneşin yetersizliğinden toprağı yosunlaşmış bahçe…
Şu dakikada bütün geçmiş mutluluğunun güzel yuvası olan bu evceğiz, sanki bir işkence zindanı gibi Ahmet Cemil’i eziyordu. Burada yaşamak zorunda olmak; burada, şu basma perdeli, tek pencereli dar odacıkta, yazın şu bunaltan sıcaklarıyla çalışmak… Ah! Ahmet Cemil zengin olsaydı, evet, zengin olsaydı! Onun da Erenköy’de bir köşkü, köşkte süslü bir kitaplığı, kitaplığının önünde tatlı bahçesi olsaydı; Lamartine’i, Musset’yi orada okusaydı; ama on altı sayfasını kırk kuruşa tercüme etmek için değil, yalnız kendi zevki ve kendi mutluluğu için…
Duramadı; yeniden dışarı çıkmak için fesini giydi. Sanki sokağa çıkarsa aradığını bulacaktı.
Yürürken düzenli düşünmek, ne yapacağına bir karar vermek istiyordu. Bu mümkün olamadı. Kafası o kadar dağınıktı ki düşüncelerine bir düzen veremiyordu. Sanıyordu ki yürümeyi sürdürürse sinirlerini dindirmeyi başarabilecek.
Babıali Caddesi’ne kadar geldi. Bir yere gitmek için belli bir niyeti ve kararı olmadığı zamanlar her vakit ayakları onu oraya, kitabevlerinin, basımevlerinin sıralandığı şu caddeye getirirdi.
“Matbaa-i Osmaniye” Kitabevinin önüne gelince bir ara durdu, uzun uzun vitrinde duran kitaplara baktı, kapların üzerini okudu. Bir süre gözlerini kûfî hat üslubuyla yazılmış bir kitabın adına dikti. Bunu okumak için çalıştı. Bir ara aklında yer tutan soruya şu karşılığı verdi:
“Ne olacak? Kitapçılardan birine başvurayım. ‘Tercüme yapmak istiyorum, ne tercüme edeyim?’ derim.”
Buna karar verdikten sonra caddeye indi. Ara sıra uğradığı kitapçılardan birinin dükkânına girdi. Öteden beriden, yeni kitaplardan, son haftanın dergilerinden söz etti. Sonra birden düşüncesini söyledi. Kitapçı düşündü, pek gevşek bir tutumla “Olsa olsa hikâye tercüme ediniz; başka kitaplar pek az satılıyor; zaten hikâyeler de satılmıyor ya…” dedi.
Sonra birden kitapçı durumunu değiştirdi, aklına bir şey gelmiş gibi “Sahi, ‘Hırsızın Kızı’ romanına devam etseniz ya!” dedi.
“Hırsızın Kızı”… Bir romandı ki dört fasikülü yayımlandıktan sonra mütercimi vazgeçmiş, yayıncı devam etmemişti.
Ahmet Cemil hemen kabul etti:
“Çıkan fasiküllerle aslını veriniz.” dedi. Sonra biraz düşünerek ekledi:
“Ama bir şartım var: Adımı koymayacağım!..”
Lamartine’den sonra, Musset’den sonra “Hırsızın Kızı”…
İşte hayallerin sonu!..
O akşam, tercüme dedikleri şeyin ne kadar kolay olduğuna şaştı. İki saatte on sayfa tercüme etmişti; bu gidişle milyon kazanacaktı…
Kâğıtları annesinin önüne döktü:
“İşte!..” dedi.
O günden başlayarak Ahmet Cemil için sürekli bir çalışma başladı. Okulun tatil zamanından faydalanarak gecelerini, gündüzlerini, garip olaylardan oluşan bir dolaşık yumak uydurmakta usta bir yazarın kafasından çıkan ve kim bilir kaç kişinin kış uykularına türlü korkunç düşler karıştıracak olan bu romanı; bu cinayetler ve akla gelmez olaylar zincirlemesini nefret ede ede tercüme işine adadı.
İlk dört beş fasikülün tercüme biçiminden yüreklenerek zaten hiçbir dil ve anlatım üstünlüğüne, zevkine ve inceliğine sahip olmayan bu kitabı hemen bir oturuşta tercüme ediyordu. Ama bu uğraşısından duyduğu nefret, çalıştığı süreyi bir eziyet hâline getirirdi. Damarlarının içinde bir besteci kanının dolaştığını duyduğu hâlde -ekmek yemek için- gecesinin sekiz saatini murdar çalgılı kahvehanelerde, tiksindirici şarkıcı kadınlara çalgıcı olarak eşlik etmekle geçiren bir kemancı gibi ruhu türlü güzellikler yaratma yeteneği gösteren bu genç, batakhanelerde bitmez tükenmez hırsız konuşmalarını tercüme ettikçe yüreği nefretinden şişerdi.
Ama asıl on beş gün içinde sekiz on fasiküllük müsvedde hazırlayarak on beş yirmi mecidiye alabilmek umuduyla kitapçının dükkânına gidip de adamın para konusuna kesinlikle yanaşmadığını gördüğü ve kızara bozara tercüme hakkını istemeye yüreklendiği zaman, herifin “Durun bakalım, hele bir kez okutayım. Sonra daha basma izni alınacak. Hem basılsın, kaç forma tutacağını ne bileyim!..” dediğini işitince dondu kaldı… Demek evde günlerce kapanıp havadan, o güzel güneşten, halkı bütün İstanbul’un en güzel yerlerine sürükleyen bu tatlı ve güzel mevsimden kendini mahrum kılarak meydana getirdiği bu çalışma ürününü satabilmek için kitapçı dükkânına günlerce gidip gelmek, şu kirli müsveddelerin arkasından koşmak; bugün basma izni alınacak, yarın basılacak, şimdi elime para geçecek diye elemli beklemeler içinde bulunmak gerekecek…
Ahmet Cemil bir şey söylemeden çıkmıştı. Artık o gün eve gelip çalışmadı. Ama akşam, soğukkanlılıkla döndüğü zaman bu işi sürdürmeye de karar verdi:
“İş bir kez düzenine girinceye kadar…” diyordu.
Çalışmasını sürdürdü. Oysa zaman geçiyor, eline para geçmiyordu. Bir ara, epey utanaraktan ısrarları sonucu, kitapçıdan beş mecidiye alabilmişti. Romanın basılma izni alındı, haftada bir fasikül yayımlanmaya başlandı. Kitapçının züğürtlüğü daha sık ve çabuk yayımlanmaya elverişli değildi. Demek haftada iki mecidiye… O da çekişe çekişe alınacak. Kitapçı, size sadaka veriyormuş gibi burun kıvıra kıvıra, sekiz on kez istemeden sonra verecek.
Elinize şöyle külliyatlı para geçmeyecek. Üstelik alabildiklerinizden türlü akçe farkları kaybedeceksiniz. Size en ummadığınız türden değişik çeşitte paralar verilecek. “Bunlar nereden toplanmış?” diye şaşacaksınız. Elli altı kuruşa aldığınızı elli üç kuruşa bozduracaksınız. Ödemeler her zaman sizin zararınıza olacak, küçük bozukluklar yokmuş gibi sayılacak. Bunun karşılığında ne kadar zahmet, ne kadar bekleyiş!..