Kitabı oku: «Abbasiler ve Abbasi Halifeleri», sayfa 2
İsyanlar Coğrafyanın Kaderi Oldu
Emevi Devleti kurulduğu andan itibaren isyanlarla boğuştuğu gibi, Abbasi Devleti’nde de ilk zamanlarından itibaren türlü isyanlar yaşandı. Daha önce Ehl-i Beyt’in hakkı için isyan eden kitlelerin yerine 752 yılından itibaren Emevi Hanedanı’nın hakkı için isyan eden kitleler aldı. İlk isyan bastırılsa da Ümeyyeoğulları’nın bir gün geri döneceğine inanan kitleler zaman zaman ayaklandılar.
Öte yandan isyan eden bir diğer kitle de Şiiler idi. Kendilerini siyaseten aldatılmış hisseden Şiiler, Abbasoğulları’nın halifeliği ele geçirmesine itiraz ediyorlar ve hilafetin kendi hakları olduğunu savunuyorlardı. Şiilerin ilk isyanı 762 yılında Hz. Ali’nin oğlu Hasan’ın soyundan gelen Muhammed ve kardeşi İbrahim’in halifelik iddiasıyla harekete geçmeleriyle oldu. Bu isyan geniş yankı bulmadı, iki kardeş yakalanarak idam edildi.
İsyanı bir kültüre dönüştüren Şiiler, buldukları her fırsatta isyan etseler de sonuç alamadılar. Ancak bu isyanların en etkilisi, Ebu Müslim Horasani’nin düzenlenen bir komplo sonucunda 755 yılında öldürülmesi üzerine başladı. Abbasiler’e saltanatı ikram eden Ebu Müslim Horasani’nin öldürüldüğü haberi Horasan’a ulaşınca yakın adamlarından Sunbaz, Rey şehrini ele geçirerek Hamedan üzerine yürüdü. Ancak Abbasi kuvvetlerine karşı verdiği savaşı kaybederek Taberistan’a kaçsa da yakalanarak idam edildi.
Aynı tarihlerde İshak El Türkî de Maveraünnehir’de ayaklandı. Abbasi kuvvetleri iki yıl boyunca bu isyanı bastırmaya çalıştı. 757 yılında ise Herat, Badgis ve Sistan bölgesinde Üstazsis adlı birisi isyan çıkarttı. Bir yıl süren bu isyan da güçlükle bastırılabildi.
Peçeli İsyanı
Halife Mehdi zamanında eski İran dinlerini ihya etmek için daha birçok ayaklanma olmuştur. Bu isyanlardan en boyutlusu Peçeli anlamına gelen Mukanna İsyanı olmuştur. Toplumsal mülkiyet fikrini savunan Mukanna İsyanı, 789 yılında bastırılmıştır. Arka arkaya gelen bu isyanlar üzerine Abbasi Devleti, günümüzde kurulan özel müdahale birlikleri gibi divanü’z zenâdıka adıyla bir teşkilat kurmuştur.
Babek İsyanı Devleti Sarstı
Yapılan isyanların en geniş tabanlısı ise Nahcivan’da ortaya çıkmıştır. Dikkate değer askerî ve siyasi yetenekleri olan Türk komutan Babek, etrafına topladığı geniş kitleler ile 816 yılında isyan bayrağını açtı. Halka mülkiyet eşitliği sözü veren Babek, uzun süre isyanı devam ettirdi. Üzerine gönderilen birlikleri yenmesiyle bir halk kahramanına dönen Babek’in 22 yıl süren isyanı, bir Türk komutan eliyle sonlandırıldı. Abbasi Halifesi Mutasım, 837 yılında Türk kökenli komutanlarından Afşin’i, Babek’in üzerine göndererek isyanı bastırdı ve Babek’i de idam ettirdi.
Köleler de Eşitlik Talebiyle Ayaklandı
Abbasi yönetimine karşı başlatılan bir başka etkili isyan 869-883 yılları arasında oldu. Köle isyanı denebilecek isyana Zenc adında bir köle liderlik etti. Ekonomik ve sosyal taleplerde bulunan köleler, Basra bölgesinde tuzla ve çiftliklerde son derece ilkel şartlarda çalıştırılıyorlardı. Toplumsal bir yaraya dönen bu durumu siyasi bir harekete çevirmek isteyen Ali b. Muhammed adındaki Hz. Ali’nin soyundan geldiğini iddia eden kişi, eşitlik ve adalet getireceği sözüyle köleleri ayaklandırdı. Ayaklanma Irak’ın güneyine hızla yayıldı. Sosyal açıdan baskılanmış pek çok grup isyancılara destek verdi. Basra ve Vasıt’ı ele geçiren isyancılar, Bağdat’ı da tehdit etmeye başladılar. Abbasi halifeliğinde büyük paniğe yol açan bu isyan da çeşitli bölgelerden getirtilen takviye birliklerle bastırılabildi.
Karmatîler Mekke’yi Yağmaladılar
İsyanlar bastırılsa da isyanın beslendiği fikirlerin yayılmasının önüne kimse geçemiyordu. Abbasi Devleti kurulduğu andan itibaren büzüşmeye başlayınca 9. yüzyılın başlarında ortaya çıkan ekonomik sorunlar, sosyal sorunları da beraberinde getirdi. Kölelerin isyanı bastırılsa da Şii dâîleri tarafından propaganda edilen fikirler hızla yayıldı. 901-906 yılları arasında, Karmatîler adıyla bilinen bir gruba mensup ve Şii mezhebinin İsmaili koluna mensup çeteler, Suriye, Filistin ve El Cezire’yi yağmaladılar. Karmatî hareketi, Bahreyn’de çok tehlikeli bir şekilde taban buldu. O tarihte Bahreyn’in merkezi olan Ahsa’da 20 bin kadar silahlı kişinin yaşadığı söyleniyordu.
Karmatîler sahip oldukları kuvvetle önce kuzey yönüne ilerleyerek Kufe şehrini yağmaladılar. Daha sonra 929 yılının sonlarında Mekke’ye yöneldiler ve 12 Ocak 930’da şehri işgal ederek büyük bir katliam yaptıktan sonra Hacerülesved’i Ahsa’ya götürdüler. Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından Kâbe duvarına yerleştirilen ve Müslümanlar tarafından kutsiyet atfedilen Hacerülesved, 20 yıl sonra Abbasi Halifesi Muti Lillah döneminde tekrar yerine konuldu. Hatta bu taşı yeniden Kâbe’ye koymak için Muti Lillah’ın 30 bin dinar haraç verdiği de rivayet edilir.
İslam dünyasında dehşet saçan Karmatîlerin Bahreyn’deki hareketi 11. yüzyılın sonlarına kadar devam etti.
Düşman Olarak Bizans’a Yönelindi
Abbasiler Devri’nde devlet sınırları doğal sınırlarına ulaştığı için hedef olarak Bizans Devleti seçildi. Doğu ve batı yönünde ortaya çıkan sorunlara karşı, devletin sınırları kuzeybatı yönünde genişletilmeye çalışıldı. İhtilalden sonraki birkaç yıllık devre geçtikten sonra Anadolu’ya dönük küçük çaplı akınlara yeniden başlandı. Bizans Devleti’ne karşı en büyük sefer 782 yılında yapıldı. Abbasi Devleti içinde çıkan isyanları körüklemeye çalışan Bizans Devleti’ne ders vermek isteyen üçüncü Abbasi Halifesi Mehdi, oğlu Harun komutasındaki bir orduyu Bizans üzerine gönderdi. Üsküdar’a kadar giden Abbasi ordusu, Kraliçe İrene’yi yıllık vergi ödemek şartıyla barış yapmaya mecbur ederek geri döndü.
Halife Harun Reşid döneminde ise Tarsus’tan başlayarak Malatya’ya kadar uzanan sınır hattı yeniden düzenlendi. Kaleler tamir ettirilerek güçlendirildi. Buralara Arap nüfus yerleştirilerek Bizans’a yönelik seferlerde üs hâline getirildi.
Halife Memun halifeliğinin son zamanları olan 830-833 yılları arasında, Bizans’a karşı üç sefer düzenledi. Orta Anadolu’da bugünkü Bor’a 7 km. mesafede olan Kemerhisar kasabasının olduğu yerde bulunan Tyana şehrini ele geçirerek buraya Arapları yerleştirdi.
Abbasi Devleti döneminde Bizans’a karşı düzenlenen seferlerin en büyüğü Halife Mutasım tarafından yapıldı. 838 yılında büyük bir ordu ile Anadolu’ya giren Mutasım, Ankara üzerinden yürüyüp bugünkü Afyon’un Emirdağ ilçesine 13 km. mesafede olan Amorium şehrini ele geçirdi. Yapılan bu seferden sonra Abbasi Devleti’nin Bizans topraklarına dönük seferleri, eski hızını kaybetti. Bu durumun en önemli nedeni, devletin 9. yüzyılın ortalarından itibaren merkezî gücünü kaybetmesi idi.
Endülüs Emevileri’ne Karşı, Franklarla İş Birliği Yaptılar
Endülüs Emevi Devleti’nin 756 yılında Bağdat’tan bağımsızlaşmasının ardından Abbasiler, Endülüs Emevileri’ne karşı ittifak arayışına girdiler. Halife Harun Reşid ile Frank Kralı Şarlman arasında 9. yüzyılın başlarında karşılıklı çıkarlara dayalı ittifak kuruldu. Kral Şarlman, Abbasi Devleti’ni, kendi düşmanı Bizans Devleti’ne karşı müttefik olarak düşünürken Harun Reşid de Frankları, Endülüs Emevileri’ne karşı müttefik olarak görüyordu. Ortak çıkarlara dayalı bu ilişkiler, karşılıklı gönderilen elçiler ve hediyelerle geliştirildi. Hatta Harun Reşid’in gönderdiği hediyeler arasında dikkat çekici bir saat olduğu da Batılı tarihçiler tarafından kaydedilmiştir.
Öte yandan, Harzemşahlar’ın ortadan kaldırılmasından sonra Moğolların karşısında tek kuvvet olarak Abbasiler ve Anadolu Selçukluları kalmıştı. Moğollar Semerkant, Buhara, Taşkent, Harezm, Belh gibi şehirleri yerle bir ederek batıya doğru ilerlediler. Cengiz Han’dan sonra da Moğol istilası durmadı. Onun torunlarından Hülâgû, İran’da son mukavemetleri kırarak 1258 yılının Ocak ayında Bağdat önlerine gelerek şehri kuşattı. Barış girişimlerinden hiçbir olumlu sonuç alınamayınca son Abbasi Halifesi Mustasım, devlet erkânı ile birlikte teslim olmak mecburiyetinde kaldı. Hülâgû, teslim olanların hepsini idam ettirdi. 8. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslam dünyasının merkezi işlevini gören Bağdat talan edildi. Dünya tarihinde eşine az rastlanır katliamlara sahne olan şehirde, bütün medeni kurumlar yerle bir edildi. Vandalizmin sınırlarının tarif edilemediği bu katliamda, kütüphaneler yakılarak kitaplar Dicle Nehri’ne atıldı. Müslümanların ve insanlığın en önemli kültürel birikiminin yok edildiği bu tahribattan sonra, medeniyet başka coğrafyalarda yeşermek için fırsat aradı.
Moğol Vahşetine Baybars Son Verdi
Moğol vandalizmini durduran ise 1260 yılında Ayn-ı Calut’ta yapılan savaşta Moğol ordusunu yenen Memlûklü komutanı Baybars oldu. Baybars aynı yıl Memlûklü Sultanı Kutuz’u öldürerek kendisi tahta geçti. Sultan Baybars, Moğolların Bağdat’ta söndürdüğü ışığı, iki yıl sonra Kahire’de yeniden yaktı. Abbasiler’den Halife Zahir’in oğlu Ahmed’i, tahta geçtikten sonra Şam’dan Kahire’ye getiren Baybars, 9 Haziran 1261’de düzenlenen görkemli bir törenle onu halife ilan etti. Böylece Abbasi halifeliği üç yıl aradan sonra yeniden ihya edildi.
Halife olduktan sonra “El Mustansır” lakabını alan Ahmed, Sultan Baybars ile birlikte Bağdat’ı kurtarmak için aynı yıl Şam’a gitti. Fakat Baybars’ın Kahire’ye dönmek zorunda kalması üzerine, Moğol valisinin kuvvetleri karşısında zayıf kaldı ve yapılan savaşta öldürüldü. Baybars, bu olaydan kısa süre sonra yine Abbasi ailesinden Ahmed adlı başka birini “El Hâkim” lakabıyla halife ilan etti. Baybars, bu hareketiyle siyasi iktidarı için manevi bir destek kazanmış oldu.
Kahire’de Tören Halifeleri Dönemi Başladı
El Hâkim’den sonra Abbasi Ailesi’nden halifelik yapan kişiler, onun soyundan geldiler. Yetkileri olmayan bu halifelerin isimleri sikke ve hutbelerde Memlûklü sultanlarının isimleriyle birlikte anıldı. Halifeler sadece dinî maksatlarla vakfedilmiş mal ve mülkleri idare, yeni bir hükümdar tahta geçtiği zaman belli merasimleri icra ediyorlardı.
Kahire döneminden sonra halifeler, bazı Müslüman hükümdarlara hükümdarlık beratı gönderiyorlardı. İdari yetkileri olmadığı için siyasete karışamıyorlardı. Karışmak isteyenlere fırsat verilmiyordu. Nitekim 1412 yılında Sultan Nasır’ın ölümü üzerine Halife Âdil, kendisini sultan ilan etti, ancak sultanlığı üç gün sürdü. Sultan Müeyyed Şah tarafından makamından indirilerek öldürüldü.
Halifeler görevlerinde kalabilmek için sultanlar ile iyi geçinmek zorundaydılar. Sultanlarla iyi geçinmeyen halifeler görevlerinden alınıyor ve yerlerine yenisi atanıyordu. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethedip halifelik mührünü elinden aldığı son Abbasi halifesi Mütevekkil de böyle bir durumdaydı.
Halife Allah’ın Vekili Yapıldı
Emeviler ile başlayan müstekbirleşme eğilimi, Abbasi halifelerinde de devam etti. Veliahtlık sistemi devam ettirilirken halifenin yetkilerinin kaynağı da ilahi bir temele dayanıyordu. Abbasi halifeleri, “Halifetullah” ve “Zillullah fi’l Arz” unvanlarını taşıyordu.
Emeviler Dönemi’nde müstekbirleşmeye başlayan halifelik kurumu, Abbasiler Dönemi’nde halktan iyice uzaklaştı. Halife sözde dinin bütün hükümlerine uymakla mükellef iken uygulama tam aksi yöndeydi.
Abbasi Devleti, merkeziyetçi bir karaktere sahipti. Eyaletler vali ve emîr tarafından idare edilirdi. Valiler, genel vali ve özel vali olmak üzere ikiye ayrılırdı. Valilerin otoritesi, kişisel yetenek ve başarıları, halifenin güçlü veya zayıf oluşu ve nihayet kendilerinin başşehire uzak veya yakın olmalarıyla doğrudan ilintiliydi.
Valiler, vezirlerin tavsiyeleriyle tayin edildiği için, vezirler görevden alınınca genellikle valiler de görevden alınırlardı. Valiler; orduları hazırlamak, stratejik yerlerde iskân edip her türlü ihtiyaçlarını sağlamak ve savaşa hazır bulundurmak, hukuki meselelerle, zekât ve vergi toplanmasıyla, ayrıca cihat ve ganimetlerin taksimiyle ilgilenmek, bidat ve hurafelerle mücadele etmek, cezaların infazını sağlamak, cuma namazlarında imamlık yapmak, hac işlerini düzenlemekle görevliydi.
Abbasiler Dönemi’nde, parlamenter sistemdeki başbakana benzer bir şekilde vezirlik kurumu tesis edildi. Vezir, halifenin vekili ve idari teşkilatın başı idi. Halifeden sonra gelen en önemli icra organı olması dolayısıyla geniş yetkilere sahipti. Zaman zaman “mezalim mahkemeleri”ne başkanlık eder, savaşlara karar verir, hazineden gerekli gördüğü harcamaları yapar, valileri atayabilir ve azledebilirdi.
Abbasiler’de; vezaret-i tefviz, vezaret-i tenfiz olmak üzere iki türlü vezirlik vardı.
Vezaret-i tefvizdeki vezirler tam ve sınırsız yetkilere sahiptiler. Halifenin naibi sıfatıyla hilafet mührünü taşıyorlardı. Bu durumun en somut örneği Harun Reşid ve oğullarının vezirliğini yapan Bermeki Ailesi’dir.
İkinci gruptaki vezirler ise sadece yürütme ile ilgili yetkilere sahip olup halifenin verdiği emirleri yerine getirmekle görevliydiler. Bu bakımdan yetkileri sınırlıydı. Bu gruptaki vezirler genellikle mahir kâtipler, basiretli ve parlak zekâlı kişiler arasından seçilirdi. Halifeler önemli işlerde ve tayinlerde onlara da danışırdı. Vezirler tavsiye ettikleri kişilerle aynı sorumluluğu taşırlardı.
Merkezî idare, devletin idari, mali, askerî, sosyal, mimari, eğitim gibi değişik alanlarında görevlendirilmiş vezirlerden oluşan bugünkü Bakanlar Kurulu’nun statüsünde olan vezirlerden meydana geliyordu.
Abbasi şehirlerinde asayiş hizmetlerini şurta teşkilatı yürütüyordu. Bu teşkilat ilk başlarda adalet hizmetleri ile asayiş hizmetlerini birlikte yürütüyordu. Daha sonra asayiş hizmetleri ile adli hizmetler birbirinden ayrıldı. Şurta teşkilatının başında nüfuzlu ailelerden sahibü’ş şurta denilen kişiler bulunurdu. Valiler tarafından atanan sahibü’ş şurtanın yanında her şehirde güvenlik hizmetini yürüten bir askerî birlik bulunurdu.
Saray çevresinde örgütlenen merkez teşkilatında en önemli görevlerden biri haciplik idi. Bugünkü koruma hizmetini yürüten ha-cipler, halifenin yakın korumalığını yapıyorlardı.
Abbasiler’in son dönemlerinde kurulan bir kurum da emîr-ül ümeralık idi. 936 yılında kurulan kurum, hanedan içi iktidar mücadelesine son vermeyi amaçlamıştı. Emîr-ül ümera geniş yetkilere sahip olup adı hutbe ve sikkelerde halifenin isminden sonra geçmekteydi. Büveyhoğulları Bağdat’ı işgal ettikleri zaman, onlara da emîr-ül ümera unvanı verilmiştir.
Devlet Zayıflayınca Eyaletler Bağımsızlaştı
Abbasi Devleti kurulduğunda başlıca eyaletler şunlardı:
– İfrîkıye (Tunus)
– Mısır
– Suriye
– Filistin
– Hicaz
– Yemame
– Basra – Sevad (Irak)
– El Cezire
– Azerbaycan
– Irâk-ı Acem (Cibal)
– Huzistan
– Fars
– Kirman
– Mukran
– Sicistan (Sistan)
– Kûhistan
– Kumis
– Taberistan
– Cürcan
– Horasan
– Harezm
– Fergana
– Şâş (Taşkent)
– Soğd (Buhara. Semerkant)
Bu eyaletlerin uzakta olanlarına genellikle hanedana mensup kişiler vali veya komutan olarak atanırdı. Ancak bu komutanlar zamanla kendileri Samarra’da oturup görevlerini yardımcıları eliyle yürütmeye başladılar. Merkezî otoritenin zayıflaması üzerine bu valiler veya yardımcıları bağımsızlıklarını ilan ettiler. Tunus’ta Ağlebîler, Kuzey Afrika’da Tolunoğulları ve İhşîdîler, Azerbaycan’da Sacoğulları, Horasan’da Tahirîler, Maveraünnehir’de Samaniler bu şekilde kurulmuşlardır.
Askerler Maaşlı İdi
Abbasi ordusu, daimî statüdeki muvazzaf askerler ile ücretli anlamına gelen murtazıka denilen askerlerden oluşmaktaydı. Yaptıkları hizmet karşılığında maaş alan bu askerlerin yanında, ganimetten pay almak için savaşa gönüllü katılan askerler de vardı. Bunlara mutatavvıa (gönüllü) denilirdi. Gönüllüler arasında bedeviler olduğu gibi köy, kasaba ve şehir halkı da vardı.
Abbasi ordusu beş gruptan oluşuyordu:
– Bağdat’ta bulunan ve doğrudan halifeye bağlı olan muhafız birliği.
– Büyük devlet adamlarının emrinde görev yapan birlikler.
– Vilayetlerde bulunan kuvvetler.
– Avasım ve suğur adı verilen sınır garnizonlarındaki birlikler.
– Yardımcı kuvvetler.
Türkler Ordu Sistemini Değiştirdi
836 yılında kendileri için Samarra şehrini kurduran Türklerin, Abbasi ordusuna girişiyle birlikte Abbasi ordu düzeninde değişikliğe gidildi ve Türklerdeki onlu sistem esas alındı. Buna göre orduda en küçük birlik 10 kişiden oluşmak üzere, 50, 100, 1000, 10.000 kişilik birlikler meydana getirildi.
İlk başta etnik bir koalisyon şeklinde olan Abbasi ordusunda zamanla Arapların etkisi azaldı ve Halife Memun devrinden itibaren ordudaki üstünlük yavaş yavaş Türklerin eline geçti. Bu durum Şia mezhebine mensup İran kökenli Büveyhoğulları’nın Bağdat’ı işgallerine kadar devam etti.
Abbasiler Dönemi’nde ordunun deniz gücü de kuvvetlendirilmeye çalışıldı. Bu amaçla kurulan tersanelerde, dönemin en güçlü donanmasına sahip Bizans’tan alınan ilhamla, daha büyük gemiler inşa edildi. Donanma komutanlarına emîrü’l-bahr denilirdi. Batı dillerindeki “amiral” kelimesinin kökeni de “emîrü’l”dür.
Kadıları Valiler Tayin Ediyordu
Abbasi halifeleri yargı yetkilerini fıkıh âlimleri arasından seçilen kadılar vasıtasıyla icra ederlerdi. Eyaletlerdeki kadılar, ilk başlarda valiler tarafından atanıyordu. Daha sonra halifeler yargı erkini valilerden bağımsızlaştırarak doğrudan kendileri atamaya başladılar. Harun Reşid döneminden itibaren de başkadılık teşkilatı kuruldu. Bu teşkilatın ilk başkadısı da İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin öğrencisi İmam Ebu Yusuf oldu. İmam Yusuf’tan sonra da kadılar Bağdat’ta oturan başkadı anlamına gelen kâdılkudât tarafından tayin edilmeye başlandı.
Abbasi Devleti’nin ilk dönemlerde her vilayette bir kadı bulunurdu. Kadılar halkın mensup olduğu fıkıh ekolüne göre fetva verirdi. Irak kadısı Hanefi mezhebine, Suriye ve Kuzey Afrika kadısı Maliki mezhebine, Mısır’daki kadı da Şafii mezhebine göre hüküm verirdi. Daha sonra her vilayete dört mezhebi temsilen kadılar tayin edildi.
Zaman zaman halifelerin kadıları kendi çıkarları doğrultusunda fetva vermeye zorlamaları sebebiyle bazı fıkıh âlimleri görev kabul etmemişlerdir. Bu nedenle de hayatlarını hapislerde geçirmişlerdir. Nitekim İmam-ı Azam Ebu Hanife, bütün zorlamalara rağmen Eme-vi ve Abbasi halifelerinin siyasi isteklerini yerine getirmemiş, yönetim anlayışını onaylamadığı Abbasi Devleti’nin ikinci halifesi Ebu Cafer El Mansur, onu Bağdat’ta hapsettirip işkence ettirmiş ve zehirleterek öldürtmüştür.
Abbasiler’in ilk dönemlerinde mahkemeler mescitte kuruluyordu. Kadılar duruşma sırasında siyah cübbe giyer, uzun bir başlık üzerine siyah sarık sararlardı. 9. yüzyılın sonlarında Halife Mutazıd Billah döneminde mahkemelerin mescitte kurulması uygulamasına son verilerek mahkemeler için ayrı binalar yapıldı.
Abbasiler’de Mezalim Mahkemeleri denilen kurumlar da vardı. Bu mahkemelerin başındakilere kâdı’l mezalim denirdi. Mezalim Mahkemeleri, nüfuz sahibi kişilerin zulüm ve haksızlıklarına mâni olmak amacıyla kurulmuştu. Nüfuzlu kişilerin davalarına kadılar bakmakta güçlük çekerdi. Mezalim Mahkemelerindeki duruşmalarda muhafızlar, kadılar, fıkıh bilginleri, kâtipler ve şahitlerden oluşan beş gruptan görevliler mutlaka bulunurdu.
İlk Yükseköğrenim Nizamiye Medreselerinde Yapıldı
İslam tarihinde camilerin, eğitim hizmetlerinin yürütülmesinde önemli bir fonksiyonu olmuştur. Camiler, ibadethane olmalarının yanı sıra, öğrenciler için de birer eğitim kurumlarıydı. Zengin kitap koleksiyonlarına sahip olan camiler bu önemli fonksiyonlarını Abbasiler’in ilk devirlerinde de sürdürmüşlerdir. Camilerin dışında yükseköğretim alanında ilk meşhur eğitim kurumu, Bağdat’ta kurulan Beytülhikme’dir. Bu kurum ilk başta bir tercüme merkezi olarak hizmet verdi. Daha sonar akademik çalışma yapılan, kütüphane hizmetleri verilen bir kuruma dönüştürüldü.
Abbasiler’de hizanetülhikme ve hizanetülkütüb denilen kütüphaneler de eğitim işlevi görüyorlardı. Ancak Abbasiler’de gerçek manada eğitim hizmetini veren kurum, Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün 1065-1067 yılları arasında Bağdat’ta kurduğu Nizamiye Medresesi’dir. İslam tarihinin ilk çekirdek üniversitesini oluşturan Nizamiye Medresesi’nde öğrencilerin yeme, içme ve barınma ihtiyaçları ücretsiz karşılanırdı.
Nizamiye Medresesi Avrupa’da kurulan ilk üniversitelere de örnek olmuştur. Nizamülmülk’ün gayretleriyle kurulan bu ilk medreseyi diğerleri takip etmiş ve XII. yüzyılda Bağdat’taki medrese sayısı 30’a ulaşmıştır. Halife Mustansır tarafından 13. yüzyılın ikinci çeyreğinde kurulan Mustansıriyye Medresesi’nde de dört mezhep için ayrı ayrı eğitimler verilmiştir. Medresenin her bölümünde bir müderris ve yetmiş beş öğrenci vardı. Medresede ayrıca bir doktor, bir kütüphane, hamam ve aşevi bulunuyordu. İslam dünyasında aydınlanmanın lokomotifi olan bu medreseler, 1258’deki Moğol istilasında yok edildi. Böylece Mezopotamya’nın ışığı, yüzlerce yıl yanmamacasına söndürüldü.