Kitabı oku: «Beyaz Aslan», sayfa 2
Bıraktığı nottaki saat doğruysa, diye geçirdi içinden Wallander, o zaman Skurup’ta olmalıydı. Bankadaki işini tamamlayıp Krageholm’e doğru yola çıkmak üzereydi. Ama yola çıkmadan önce kocasını aramak istemişti. Bankada her şeyin yolunda gitmesinden çok memnundu. Dahası o gün cumaydı ve işi bitmişti. Hava da çok güzeldi. Kendini mutlu hissetmemesi için bir nedeni yoktu.
Wallander bir kez daha genç kadının masasına gidip oturdu, masanın üstündeki ajandanın sayfalarını çevirmeye başladı. Robert Åkerblom, az önce kendisinden istenilen ayrıntıları yazıp bitirmişti, Wallander’e uzattı.
“Bir soru daha sormak istiyorum,” dedi Wallander. “Aslında bu bir soru değil ama çok önemli. Louise nasıl biridir?”
Sanki hiçbir şey olmamış gibi geçmiş zaman kullanmamaya özen gösteriyordu. Ama yine de Louise Åkerblom’un artık hayatta olmadığını düşünüyordu.
“Onu herkes sever,” dedi içtenlikle Robert Åkerblom. “Neşeli, esprili, insanlarla kolay iletişim kurabilen biridir. İş dünyasından pek hoşlanmaz. Para ya da karmaşık anlaşmalar söz konusu olduğunda hemen bir kenara çekilir ve bunlarla benim ilgilenmemi ister. Çok hassastır ve kolay üzülür. İnsanların acı çekmesine dayanamaz.”
“Dikkat çeken bir özelliği var mı?”
“Dikkat çeken mi?”
“Hepimizin dikkat çeken bir tarafı vardır,” dedi Wallander.
Robert Åkerblom bir an için düşündü.
“Aklıma gelmiyor,” diye cevap verdi.
Wallander başını sallayarak ayağa kalktı. On ikiye çeyrek vardı. Amiri Björk öğle yemeği için evine gitmeden önce onunla konuşmak istiyordu.
“Sizi bugün öğleden sonra ararım,” dedi. “Endişelenmemeye çalışın. Unutmuş olabileceğiniz bir şey, bilmem gerektiğini düşündüğünüz herhangi bir şey aklınıza gelirse hemen beni arayın.”
“Sizce başına ne gelmiş olabilir?” diye sordu Robert Åkerblom, komiserin elini sıkarken.
“Büyük bir olasılıkla hiçbir şey,” dedi Wallander. “Yakında her şeyi öğreneceğiz.”
Wallander, Björk’ü kapıdan çıkarken yakaladı. Her zamanki gibi yorgun ve bıkkın bir hâli vardı. Wallander, polis amirlerinin işlerinin kıskanılacak bir yanı olmadığını düşündü.
“Evine hırsız girmiş, geçmiş olsun,” dedi Björk üzülmüş gibi bir yüz ifadesi takınmaya çalışarak. “Bu haber gazetelere yansımazsa iyi olur. Bir komiserin evine hırsız girdiğinin duyulması hiç de hoş olmaz. Çözülmemiş bir sürü dava var. İsveç polisi diğer ülkelerle kıyaslandığında pek başarılı değil.”
“Koşullar böyle,” dedi Wallander. “Seninle konuşmak istediğim bir şey var.” Koridorda, Björk’ün odasının kapısında duruyorlardı. “Öğleden sonraya kalamaz,” diye ekledi.
Björk başını sallayarak odasına girdi.
Wallander, Robert Åkerblom’la yaptığı görüşmeyi en ince ayrıntısına dek anlattı.
“İki çocuklu, dindar,” dedi Björk, Wallander sözünü noktaladığında. “Cumadan beri kayıp. Bu, hiç de hoş bir şey değil.”
“Evet,” diye onayladı Wallander. “Hiç de hoş değil.”
Björk kaşlarını çatarak baktı.
“Sence bir cinayet mi söz konusu?”
Wallander omuz silkti.
“Ne düşüneceğimi gerçekten bilemiyorum,” dedi. “Ama bu sıradan, basit bir kayıp olayı değil. Bundan eminim. İşte bu yüzden de temkinli hareket etmeliyiz. Bu olayda her zamanki gibi bekle ve gör politikasını uygulayamayız.”
Björk evet dercesine başını salladı.
“Haklısın,” dedi. “Kimi istiyorsun? Hansson burada olmadığı için elimizde yeterince eleman olmadığını unutayım deme. Hansson da ayağını kıracak zamanı buldu.”
“Martinson ile Svedberg’i istiyorum,” diye karşılık verdi Wallander. “Ha aklıma gelmişken, Svedberg E14 karayolunu birbirine katan boğayı yakalayabildi mi?”
“Bir çiftçi kementle yakalayabilmiş,” dedi Björk asık yüzle. “Svedberg koşarken bileğini burkmuş ama durumu o kadar kötü değil, görevinin başında.”
Wallander ayağa kalktı.
“Skurup’a gideceğim,” dedi. “Dört buçukta buluşalım, elimizdekileri inceleyelim. Bir an önce kadının arabasını bulsak iyi olacak.”
Björk’ün masasına küçük bir kâğıt koydu.
“Lacivert Toyota Corolla,” dedi Björk. “Bununla ben ilgilenirim.”
Wallander, Ystad’dan Skurup’a arabayla gitti. Düşünmek için zamana ihtiyacı olduğundan uzun yolu yeğlemişti. Rüzgâr çıkmış, bulutlar gökyüzünü kaplamıştı. Polonya’dan gelen feribotun rıhtıma yaklaştığını fark etti. Mossby Plajı’na geldiğinde boş park alanından geçerek hamburgercinin önünde durdu. Arabadan inmedi. Geçen yıl burada iki cesetle kıyıya vuran kurtarma botunu hatırladı birden. Riga’da tanıştığı Baiba Liepa adındaki kadın geldi aklına. Elinden geleni yapmasına karşın kadını hâlâ unutamaması çok ilginçti. Aradan bir yıl geçmişti ve hâlâ onu düşünüp duruyordu.
Şu anda cinayete kurban gitmiş bir kadın doğrusu hiç iyi olmazdı. Huzura ve sessizliğe ihtiyacı vardı. Evlenmek isteyen babasını düşündü. Evine giren hırsızları ve çaldıkları plakları. Sanki yaşamının önemli bir bölümü çalınmış gibi hissediyordu.
Stockholm’de okuyan kızı Linda’yı düşündü. Aralarındaki iletişimin gittikçe koptuğunu hissediyordu. Her şey arka arkaya gelmişti. Bu kadarı da fazlaydı.
Arabadan indi, ceketinin fermuarını çekti ve sahile doğru yürüdü. Hava oldukça serindi. Üşüdü.
Robert Åkerblom’un söylediklerini yeniden düşündü, farklı teoriler yakalamaya çalıştı. Her şeye karşın acaba bu olayın basit bir açıklaması mı vardı acaba? Louise Åkerblom intihar etmiş olabilir miydi? Genç kadının telefondaki sesini anımsadı. Ses alabildiğine canlı ve neşeliydi.
Saat bire doğru Wallander sahilden ayrıldı, Skurup’a doğru yola koyuldu.
Louise Åkerblom’un öldürülmüş olabileceği ihtimalini aklından bir türlü çıkaramıyordu.
3
Bir banka soyup tüm dünyayı hayrete düşürmek Kurt Wallander’in vazgeçemediği hayallerinden biriydi ama birçok kişinin de aynı hayali kurduğundan emindi. Sıradan bir bankanın kasasında ne kadar para vardır, diye geçirdi içinden. Düşündüğünden daha mı azdır? Yoksa yeterince var mıdır? Böylesine çok parayla ne yapacağını tam olarak bilemiyordu ama yine de hayalinden vazgeçemiyordu. Aklından geçen bu düşüncelere gülümsedi. Ama gülümsemesi suçluluk duygusunu bastıramadı.
Louise Åkerblom’u canlı bulamayacağından artık emindi. Elinde cinayetin işlendiği yere ilişkin ne bir delil ne de kurban vardı ama yine de bir cinayet işlendiğinden emindi.
İki küçük kızın fotoğrafı bir türlü gözünün önünden gitmiyordu. Açıklanması olanaksız bir şeyi nasıl açıklayabilirim, diye düşündü. Robert Åkerblom ileride kendisini iki küçük çocukla bırakan tanrısına nasıl dua edebilecekti?
Kurt Wallander, Skurup’taki Sparbanken’de, geçen cuma günü emlak kredisi konusunda Louise Åkerblom’a yardım eden müdür yardımcısının dişçiden dönmesini bekliyordu. Bankaya on beş dakika önce gelen Wallander, daha önce bir kez karşılaştığı banka müdürü Gustav Halldén’le bir süre konuşmuş ve bu konudan kimseye söz etmemesini rica etmişti.
“Hem zaten, ciddi bir şey olduğunu da sanmıyoruz,” diye açıkladı Wallander.
“Anlıyorum,” dedi Halldén. “Sıradan bir şey olduğunu düşünüyorsunuz.”
Wallander başını sallayarak onayladı. Aynen böyleydi işte. Düşünce ve bilgi sınırlanınca insan başka nasıl düşünebilirdi?
Düşünceleri yanına yaklaşan biri tarafından kesildi.
“Benimle konuşmak istemişsiniz,” dedi bir erkek sesi arkasından.
Wallander döndü.
“Müdür Yardımcısı Moberg, siz misiniz?”
Adam evet dercesine başını salladı. Gençti, Wallander’in kafasındaki müdür yardımcısı profiline göreyse çocuk sayılacak yaştaydı. Ama Wallander ’in dikkatini ânında çeken başka bir şey vardı bu genç adamda. Yanaklarından biri gözle görülür derecede şişmişti.
“Konuşurken hâlâ zorlanıyorum,” diye geveledi Moberg.
Wallander adamın söylediklerini anlayamamıştı.
“Biraz beklesek daha iyi olacak,” dedi Moberg. “Uyuşturucunun etkisinin geçmesini beklemeliyiz.”
“Yine de deneyelim,” dedi Wallander. “Fazla zamanım yok. Tabii konuşurken canınız çok yanmıyorsa, demek istiyorum.”
Moberg başını iki yana sallayarak, arka taraftaki küçük toplantı odasına doğru yürüdü.
“İşte tam buradaydık,” diye açıkladı müdür yardımcısı. “Louise Åkerblom’un oturduğu sandalyede oturuyorsunuz. Halldén onun hakkında konuşmak istediğinizi söyledi. Kayıp mı?”
“Kayıp olduğu bildirildi,” dedi Wallander. “Bana kalırsa akrabalarını görmeye gitmiş ve eve haber vermeyi unutmuştur.”
Moberg’in şiş yüzünden bile bu sözlere kuşkuyla yaklaştığı anlaşılıyordu. İyi, diye geçirdi içinden Wallander. Eğer ortada bir kayıp varsa vardır. Hiç kimse yarı kayıp olamaz.
Müdür yardımcısı, masanın üstündeki sürahiden bardağına su doldururken, “Ne öğrenmek istiyorsunuz?” diye sordu.
“Geçen cuma günü öğleden sonra olanları öğrenmek istiyorum,” diye yanıtladı Wallander. “Tüm ayrıntılarıyla. Saat kaçta, ne dedi, ne yaptı? Ayrıca evi satan ve alan kişilerin de adlarını istiyorum, onlarla da görüşmem gerekebilir. Louise Åkerblom’u daha önceden tanır mıydınız?”
“Onunla defalarca karşılaştım,” diye cevapladı Moberg. “Dört alım satım işlemini birlikte yaptık.”
“Bana geçen cuma gününden söz edin.”
Müdür yardımcısı ceketinin iç cebinden not defterini çıkardı.
“Randevumuz ikiyi çeyrek geçeydi,” dedi. “Louise Åkerblom toplantı saatinden birkaç dakika önce geldi. Havanın güzelliğinden söz ettik.”
“Gergin ya da endişeli bir hâli var mıydı?” diye sordu Wallander.
Moberg cevap vermeden kısa bir süre düşündü. “Hayır,” dedi. “Aksine çok mutlu görünüyordu. Daha önce onun genellikle sinirli biri olduğunu düşünürdüm ama cuma günü kesinlikle öyle değildi.”
Wallander başını sallayarak anlatmayı sürdürmesini belirtti.
“Daha sonra da müşteriler geldi. Nilson adında genç bir çift. Sövde’de ölen mal sahibinin temsilcisi… Bu toplantı odasında oturduk ve tüm işlemi gözden geçirdik. Alışılmışın dışında bir şey yoktu. Tüm evrak ve belgeler yasalara uygundu. Tapu, ipotek senedi, borç formları… İşlemler fazla sürmedi. Ayrılırken herhâlde birbirimize iyi hafta sonları dilemişizdir ama bunu tam olarak hatırlayamıyorum.”
“Louise Åkerblom telaşlı mıydı?” diye sordu Wallander.
Müdür yardımcısı bir an için düşündü.
“Olabilir,” dedi. “Evet, galiba. Emin değilim. Ama emin olduğum başka bir şey var.”
“Ne?”
“Doğruca arabasına gitmedi.”
Moberg küçük park alanına bakan pencereyi işaret etti.
“Bu park alanı banka müşterilerine ayrılmıştır,” diye sürdürdü konuşmasını müdür yardımcısı. “Geldiğinde arabasını oraya park ettiğini görmüştüm. Bankadan ayrıldığında ben hâlâ bu odada telefonla konuşuyordum. Buradan her şeyi görebiliyorum. Arabasına bindiğinde eğer yanlış hatırlamıyorsam elinde bir torba vardı. Evrak çantasının dışında, demek istiyorum.”
“Torba mı?” diye sordu Wallander. “Neye benziyordu?”
Moberg omuz silkti.
“Torba neye benzer ki?” dedi müdür yardımcısı. “Plastik değildi, kâğıttı galiba.”
“Sonra da arabasına binip gitti, öyle mi?”
“Gitmeden önce arabasından telefon etti.”
Kocasına, diye geçirdi içinden Wallander. Şimdiye değin her şey birbirine uyuyordu.
“O sırada saat üçü biraz geçiyordu,” dedi Moberg. “Üç buçukta başka bir toplantım daha vardı ve hazırlanmam gerekiyordu. Telefon konuşmam biraz uzun sürmüştü.”
“Ne zaman gittiğini görebildiniz mi?”
“Hayır, kendi odama dönmüştüm.”
“Demek onu son gördüğünüzde araba telefonundan konuşuyordu?”
Moberg evet dercesine başını salladı.
“Arabası ne markaydı?”
“Araba konusunda iyi olduğum söylenemez,” dedi müdür yardımcısı. “Ama koyu renkti. Galiba lacivertti.”
Wallander not defterini kapattı.
“Eğer aklınıza bir şey gelirse beni hemen arayın,” dedi. “Küçük bir ayrıntı bile çok önemli olabilir.”
Wallander alıcı ve satıcının adlarını ve telefon numaralarını yazdıktan sonra bankadan ayrıldı. Ön kapıdan dışarı çıktıktan sonra meydanda bir an durdu.
Kese kâğıdı, dedi kendi kendine. Fırıncılar kese kâğıdı kullanırlar.
Tren yoluna paralel yolda bir fırın olduğunu hatırladı. Karşıya geçerek sola döndü.
Tezgâhtaki genç kız cuma günü de orada çalışıyordu ama Wallander’in gösterdiği Louise Åkerblom’un resmine baktığında onu hatırlamadığını söyledi.
“Diğer fırına gitmiş olmalı,” dedi satıcı kız.
“O nerede?”
Genç kız yeri tarif edince Wallander bu fırının bankaya çok yakın olduğunu gördü. Fırından içeri girer girmez yaşlıca bir kadın ona ne almak istediğini sordu. Wallander kadına kimliğini göstererek Louise Åkerblom’un fotoğrafını uzattı.
“Acaba bu fotoğraftaki kadını tanıyor musunuz?” diye sordu. “Geçen cuma günü büyük bir olasılıkla saat üç civarında sizden alışveriş yaptı.”
Yaşlı kadın resmi daha iyi görebilmek için gözlüklerini taktı.
“Bir şey mi oldu?” diye sordu merakla. “Kim bu kadın?”
Wallander kibar bir sesle, “Lütfen bana onu daha önce görüp görmediğinizi söyleyin,” dedi.
Kadın başını evet dercesine salladı.
“Onu hatırlıyorum,” dedi. “Galiba pasta almıştı. Evet, şimdi daha iyi hatırladım. Napolyon pastayla ekmek almıştı.”
Wallander bir an için düşündü.
“Kaç tane pasta aldı?” diye sordu.
“Dört. Pastaları kutuya koyacaktım ama buna gerek olmadığını, kese kâğıdının yeterli olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Acelesi var gibiydi.”
Wallander başını salladı.
“Dükkândan çıktıktan sonra nereye gittiğini gördünüz mü?”
“Hayır. O sırada başka müşteriler vardı.”
“Teşekkür ederim,” dedi Wallander. “Çok yardımcı oldunuz.”
“Ne oldu?” diye sordu kadın.
“Hiçbir şey,” diye cevap verdi Wallander. “Her zamanki sıradan sorular.”
Fırından çıkarak, Louise Åkerblom’un arabasını park ettiği, bankanın arkasındaki otoparka doğru gitti.
Fazla bir yol alamadık, diye geçirdi içinden. İşte tam bu noktada kadının izini kaybediyoruz. Evi görmek için buradan hareket ediyor ama evin nerede olduğunu henüz bilmiyoruz. Arabasına bindikten sonra da telesekretere bir mesaj bırakıyor. Keyfi yerinde; pasta almış ve saat beşte kendi evinde olmayı planlıyordu.
Saatine baktı. Üçe üç vardı. Üç gün önce Louise Åkerblom da tam bu saatte, tam bu noktada duruyordu.
Wallander bankanın önüne park ettiği arabasına doğru gitti. Arabaya biner binmez hırsızın çalamadığı birkaç kasetten birini teybe koydu. Ve o âna dek öğrendiklerini sıraladı kafasında. Åkerblom ailesinin dört bireyinin cuma akşamı yiyemedikleri dört pastayı düşünürken Placido Domingo’nun gür sesi arabayı doldurdu. Birden pastaları yemeden ailenin dua edip etmeyeceği geldi aklına. Tanrı’ya inanmanın nasıl bir şey olduğunu düşündü.
Aynı anda aklına bir başka fikir daha geldi. Olayları konuşmak için merkezdeki toplantıya gitmeden önce bir görüşme daha yapabilecek zamanı vardı.
Robert Åkerblom ne demişti? Papaz Tureson!
Wallander arabayı çalıştırdı ve Ystad’a doğru sürdü. E14 karayoluna geldiğinde hız sınırını zorlamaya başlamıştı. Merkezin santral memuru Ebba’yı arayarak Papaz Tureson’u bulmasını ve derhâl kendisiyle görüşmek istediğini söylemesini rica etti. Ystad’a gelmeden az önce Ebba arayarak Papaz Tureson’un Metodist kilisesinde olduğunu ve kendisini görebileceğini söyledi.
“Ara sıra kiliseye gitmende bir sakınca yok,” dedi Ebba.
Wallander geçen yıl Riga’daki kilisede Baiba Liepa’yla geçirdiği geceleri düşündü. Ama hiçbir şey söylemedi. İstese bile o sırada onu düşünecek zamanı yoktu.
Papaz Tureson uzun boylu, yapılı, kır saçlı, orta yaşlı biriydi. El sıkışırken Wallander adamın ne denli güçlü olduğunu hissetti.
Kilisenin içi oldukça sıradandı. Wallander kiliselerde genellikle hissettiği o yoğun baskıyı bu kez hissetmedi. Mihrabın yanındaki ahşap sandalyelere oturdular.
“Birkaç saat önce Robert’le konuştum,” dedi Papaz Tureson. “Zavallı adam, perişan bir hâlde. Louise’i daha bulamadınız mı?”
“Hayır,” diye cevap verdi Wallander.
“Acaba ne oldu? Louise kendini tehlikeye atabilecek bir kadın değildi ki.”
“Bazen insan kadere karşı koyamıyor,” dedi Wallander.
“Ne demek istiyorsunuz?”
“İki tür tehlike vardır. Bunlardan biri insanın kendisini içine attığı tehlike, diğeriyse sizi içine çeken tehlike. İkisi aynı şey değildir.”
Papaz Tureson ellerini iki yana açtı. Çok endişeli bir hâli vardı, çocuklara ve Robert’e üzüldüğü her hâlinden belli oluyordu.
“Bana ondan söz edin,” dedi Wallander. “Nasıl biriydi? Onu uzun zamandan beri mi tanıyordunuz? Åkerblom’lar nasıl bir aileydi?”
Papaz Tureson son derece ciddi bir ifadeyle Wallander’e baktı. “Sanki her şey sona ermiş gibi sorular soruyorsunuz,” dedi.
“Özür dilerim, bu benim kötü alışkanlıklarımdan biri,” dedi Wallander. “Elbette, nasıl biri, diye sormak istemiştim.”
“Bu kilisede beş yıldan beri çalışıyorum,” diye söze başladı. “Aslen Göteborglu olduğumu belki biliyorsunuz. Åkerblom’lar ben buraya geldiğimden beri kiliseye üyeler. Her ikisi de Metodist ailelerden geliyor ve birbirlerini de ilk kez kilisede görmüşler. Şimdi de kızlarını gerçek birer Metodist gibi yetiştiriyorlar. Robert ve Louise son derece iyi insanlardır. Çalışkan, cömert ve tutumlu kişiler. Onlardan başka türlü söz etmek mümkün değil. Aslında onları birbirinden ayrı düşünmek de mümkün değil. Kilisemizin üyeleri Louise’in kaybolmasına çok üzüldüler. Dünkü dua sırasında bunu yoğun bir şekilde hissettim.”
Kusursuz aile. Görünürde tek bir pürüz bile yok, diye geçirdi içinden Wallander. Bin farklı kişiyle de konuşsam hepsi aynı şeyi söyleyecek.
Louise Åkerblom’un tek bir kötü tarafı bile yok. Tek bir tane bile. Tek garip olay, onun ortadan kaybolması.
Ama yine de eksik ya da ters bir şeyler var.
“Bir şey mi düşünüyorsunuz, Komiser?” diye sordu Papaz Tureson.
“Kusurları düşünüyorum,” dedi Wallander. “Bütün dinlerin temelinde bu yok mu? Tanrı’nın kusurlarımızın üstesinden gelmede bize yardım edeceği inancı?”
“Elbette.”
“Ama görünen o ki Louise Åkerblom’un bir tane bile kusuru, zayıflığı yok. Onunla ilgili söylenen her şey kusursuz biri olduğu doğrultusunda. Bu da beni kuşkulandırıyor. Gerçekten böylesine tepeden tırnağa iyi insanlar var mı?”
“Louise işte böyle bir insan,” dedi Papaz Tureson.
“Onun neredeyse bir melek olduğunu mu söylüyorsunuz?”
“Pek değil,” dedi Papaz Tureson. “Kilisenin düzenlediği sosyal akşamların birinde bir keresinde kahve yapmıştı. Kahve yaparken elini yakmıştı. Yüksek sesle küfrettiğini duydum.”
Wallander geriye dönüp her şeye yeniden başlamayı düşündü. “Karı kocanın kavga etme olasılığı yok, değil mi?” diye sordu.
“Kesinlikle yok,” diye karşılık verdi Papaz Tureson.
“Başka bir adam?”
“Elbette yok. Umarım Robert’e bunları sormazsınız.”
“Dini açıdan bazı kuşkulara kapılmış olabilir mi?”
“Bunun asla söz konusu olmayacağından eminim. Olsaydı hissederdim.”
“İntihar etmesi için herhangi bir neden var mıydı?”
“Hayır.”
“Ya da çıldırması için?”
“Neden çıldırsın ki? Son derece dengeli bir kişiliği var onun.”
Wallander kısa bir sessizlikten sonra, “Birçok kişinin bir ya da birkaç sırrı vardır,” dedi. “Louise Åkerblom’un da ne kocasıyla ne de başkalarıyla paylaşabileceği bir sırrı olamaz mı?”
Papaz Tureson başını salladı. “Elbette herkesin bir sırrı vardır,” dedi. “Genellikle de bunlar karanlık, kasvetli sırlardır. Yine de Louise’in ailesini terk etmesi ve bunca üzüntüye neden olmasını gerektiren bir sırrı olduğunu kesinlikle düşünmüyorum.”
Wallander’in başka sorusu yoktu.
Eksik bir şeyler var, diye geçirdi içinden. Kusursuz gözüken bu resimde eksik olan bir şey var.
Ayağa kalkarak Papaz Tureson’a teşekkür etti.
“Kilisenize gelen diğer kişilerle de konuşacağım,” dedi. “Tabii, eğer ortaya çıkmazsa.”
“Ortaya çıkmak zorunda,” dedi Papaz Tureson. “Başka bir olasılık yok.”
Wallander, Metodist kilisesinden ayrıldığında saat dördü beş geçiyordu. Yağmur başlamıştı. Sert rüzgârda ürperdi. Kendini çok yorgun hissediyordu. Bir süre arabada oturdu, iki küçük kızın annelerini yitirdikleri düşüncesiyle başa çıkamıyor gibiydi.
* * *
Saat dört buçukta merkezde, Björk’ün bürosunda toplandılar. Martinson kanepede oturuyor, Svedberg de duvara yaslanmıştı. Her zamanki gibi elini sanki bir tel saç bulacakmışçasına kel kafasında dolaştırıp duruyordu. Wallander ahşap bir sandalyeye oturmuştu. Björk masasında, telefonda konuşuyordu. Sonunda telefonu kapattı, santrali arayarak Robert Åkerblom’un dışında hiç kimsenin telefonunu bağlamamasını söyledi.
“Ne kadar yol aldık?” diye sordu Björk. “Nereden başlayacağız?”
“Doğrusu ben bir arpa boyu bile yol alamadım,” diye karşılık verdi Wallander.
“Svedberg’le Martinson’a gerekli bilgiyi verdim,” dedi Björk. “Kadının arabasını arıyoruz. Bu olayın ciddi olduğunu düşünüyoruz.”
“Düşünüyor musunuz?” dedi Wallander. “Bu olay ciddi. Eğer bir kaza olsaydı şimdiye dek çoktan duyardık. Ama duymadık. Bu da bizim bir cinayetle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Ben kadının öldüğünü düşünüyorum.”
Martinson soru sormaya başlayınca Wallander onu yarıda keserek o gün öğleden sonra yaptıklarını anlattı. Meslektaşlarına neden Louise’in öldüğüne inandığını açıklamak zorundaydı. Louise Åkerblom gibi biri ailesini isteyerek terk etmezdi. Telesekretere saat beşte evde olacağı mesajını bırakmasına karşın mutlaka biri ya da bir şey onun eve gitmesini engellemişti.
“Oldukça tuhaf,” dedi Björk, Wallander sözünü tamamladığında.
“Emlakçı, kilise üyesi, anne, sadık bir eş,” dedi Martinson. “Belki de tüm bunlar ona birden çok fazla geldi. Pasta alıp eve gidecekken birden direksiyonu kırıp Kopenhag’a gitmeye karar vermiş olamaz mı?”
“Arabayı bulmak zorundayız,” dedi Svedberg. “Arabayı bulmadan hiçbir yere varamayız.”
“Önce o satılık evi bulmalıyız,” dedi Wallander. “Robert Åkerblom aramadı mı?”
Aramamıştı.
“Eğer Louise, Krageholm’deki evi görmeye gerçekten gitmişse, onu ya da cesedini buluncaya kadar izini sürebiliriz.”
“Peters’le Norén, Krageholm’ün ara sokaklarını arıyorlar,” dedi Björk.
“Toyota Corolla’yı bulamadılar. Ama onun yerine çalıntı bir kamyon bulmuşlar.”
Wallander telesekreterin bandını çıkardı cebinden. Teybe yerleştirdiler. Masanın yanına yaklaşarak Louise Åkerblom’un sesini dinlediler.
“Bandı incelemeliyiz,” dedi Wallander. “Teknik ekibin bir şey bulabileceğini sanmıyorum ama yine de incelemeliyiz.”
“Bir şey kesin,” dedi Martinson. “Bu mesajı bıraktığında ne tehdit ne de baskı altındaydı, korkmuyor ve endişeli değildi, mutsuz ya da çaresiz de değildi.”
“Bu da mutlaka olağan dışı bir şeyler olduğunu gösteriyor,” dedi Wallander. “Saat üçle beş arasında. Skurup, Krageholm ve Ystad arasında. Üç gün önce.”
“Ne giymişti?” diye sordu Björk.
Wallander bu en temel soruyu kadının kocasına sormayı unuttuğunu şaşkınlıkla fark etti. Sormayı unuttuğunu söyledi.
“Ben yine de bu kaybolma olayının bir açıklaması olduğunu düşünüyorum,” dedi Martinson düşünceli bir sesle. “Senin de söylediğin gibi Kurt, bu kadın öyle kendi özgür iradesiyle ortadan kaybolacak tipte biri değil. Ama her şeye karşın tecavüz ve cinayetle çok sık karşılaşmıyoruz. Bence her zamanki yolu izlemeliyiz. Paniğe kapılmayalım.”
“Paniğe kapıldığım yok,” dedi Wallander, öfkelendiğini hissederek.
“Bence elde edilen bulgular olayın içeriğini belli ediyor.”
Björk söze karışmak üzere ağzını açtığında telefon çaldı.
“Telefon bağlamamasını söylemiştim,” dedi Björk.
Wallander telaşla elini telefona uzattı.
“Robert Åkerblom arıyor olabilir,” dedi. “Onunla benim konuşmam galiba daha iyi olacak.”
Ahizeyi kaldırıp adını söyledi.
“Ben Robert Åkerblom. Louise’i buldunuz mu?”
“Hayır,” dedi Wallander. “Henüz bulamadık.”
“Az önce dul kadın aradı,” dedi Robert Åkerblom. “Evinin adresini verdi, krokisini çıkarttım. Ben oraya gidiyorum.”
Wallander bir süre düşündü.
“Ben de sizinle geleyim,” dedi. “Böylesi çok daha iyi. Birazdan oradayım. Krokinin birkaç kopyasını çıkartabilir misin? Beş tane yeter.”
“Tamam,” dedi Robert Åkerblom.
Wallander dindar insanların yasalara ne kadar çabuk boyun eğdiklerini, otorite karşısında ne denli yumuşak başlı olabildiklerini düşündü.
Bununla birlikte hiç kimse Robert Åkerblom’un karısını aramaya tek başına gitmesine karşı çıkamazdı.
Wallander ahizeyi yerine koydu.
“Artık elimizde adres var,” dedi. “İki arabayla gidelim. Robert Åkerblom da gelmek istiyor. Onu benim arabaya alırım.”
“Birkaç tane polis ekibinin de gelmesi gerekmez mi?” dedi Martinson.
“Gerekseydi bunu söylerdim,” dedi Wallander. “Önce adrese bakalım ve bir plan yapalım. Sonra elimizdeki her olanağı kullanırız.”
“Bir şey olursa beni ara,” dedi Björk. “Ya evdeyim ya da burada.”
Wallander koşar adımlarla koridora çıktı. Acelesi vardı. Louise Åkerblom’un yaşayıp yaşamadığından emin olmak zorundaydı.
Robert Åkerblom’un kadının verdiği adrese göre çizdiği krokiyi alarak Wallander’in arabasına bindiler.
“E14 karayoluna çıkalım,” dedi Svedberg. “Katslösa ve Kade Gölü çıkışına dek gidelim, sonra Knickarp’tan sola dönelim, sonra da tozlu ve bozuk yolu buluncaya dek gidelim.”
“Bekle bir dakika,” dedi Wallander. “Sen olsaydın, Skurup’ta hangi yolu izlerdin?”
Birçok seçenek vardı. Kısa bir tartışmadan sonra Wallander, Robert Åkerblom’a döndü.
“Ne dersin?” diye sordu.
“Bence Louise arka sokaklardan gitmiştir,” diye cevap verdi hiç duraksamadan. “E14’teki trafikten hiç hoşlanmaz. Bana kalırsa Svaneholm ve Brodda yolundan gitmiştir.”
“Acelesi olsa bile mi? Saat beşte evde olmak istemesine karşın mı?”
“Evet,” dedi Robert Åkerblom.
Wallander, Martinson’la Svedberg’e, “Siz o yoldan gidin,” dedi. “Biz de doğruca eve gideceğiz. Gerekirse araç telefonundan haberleşiriz.”
Ystad’ın dışına çıktılar. Wallander, Martinson’la Svedberg’in yolları daha uzun olduğundan geçmeleri için sağa çekilip yol verdi. Robert Åkerblom gözlerini yoldan ayırmadan oturuyordu. Ellerini ne yapacağını bilemez bir hâlde, endişeli bir tavırla ovuşturup duruyordu.
Wallander, Åkerblom’un gerginliğini hissedebiliyordu. Acaba ne bulacaklardı?
Kade Gölü çıkışına yaklaştıklarında frene basarak arabayı yavaşlattı, arkasındaki kamyonun geçmesi için sağa çekildi. İki yıl önce bir sabah bir çiftlikte çiftçiyle karısı dövülerek öldürüldüğünde de bu yoldan geçtiğini hatırladı birden. Bu anıyı kafasından uzaklaştırmak için başını hafifçe salladı ve geçen yıl ölen meslektaşı Rydberg’i düşünmeye başladı. Wallander sıra dışı bir olayla her karşılaştığında eski arkadaşı Rydberg’in öğütlerini ve deneyimlerini özler dururdu.
Şu bizim ülkemizde neler oluyor, diye sordu kendi kendine. Eski moda hırsızlarla sahtekârlar nereye gittiler? Bu anlamsız şiddet nereden kaynaklanıyor?
Åkerblom’un çizdiği kroki vites kolunun yanında duruyordu.
“Doğru yolda mıyız?” diye sordu arabanın içindeki derin sessizliği bozmak için.
“Evet,” diye yanıtladı Robert Åkerblom gözlerini yoldan ayırmayarak. “Bundan sonraki tepeyi geçtikten hemen sonra sola döneceğiz.”
Krageholm ormanından geçtiler. Göl, ağaçların arasında sol tarafta kalmıştı. Wallander arabayı yavaşlattı, sapağı aramaya başladılar.
Sapağı ilk gören Robert Åkerblom oldu. Wallander sapağı geçmişti, arabayı geri vitese taktı, sapağa yaklaşınca durdurdu.
“Siz arabada kalın,” dedi. “Ben çevreye bir bakmak istiyorum.”
Bozuk yolu kesen sapak az ilerideydi. Wallander yere çömelerek tekerlek izlerini bulmaya çalıştı, belli belirsiz izler gördü. Robert Åkerblom’un gözlerini ensesinde hissediyordu.
Arabaya geri dönerek Martinson’la Svedberg’i aradı. Skurup’taydılar.
“Bozuk yolun başındayız,” dedi Wallander. “Bu yola girdiğinizde dikkatli olun. Tekerlek izlerini bozmayın.”
“Tamam,” dedi Svedberg. “Geliyoruz.”
Wallander arabayı dikkatle yola çıkardı. İki araba, diye geçirdi içinden. Ya da aynı araba gelmiş ve geri dönmüş.
Çamurlu ve bozuk yolda sallanarak ilerlediler. Satılık evin bu yoldan bir kilometre uzakta olması gerekiyordu. Wallander krokide çiftliğin adının Issızlık olduğunu görünce şaşırdı.
Üç kilometre sonra tekerlek izleri azalmıştı. Robert Åkerblom önce haritaya, sonra Wallander’e şaşkınlıkla baktı.
“Yanlış yoldayız,” dedi Wallander. “Evi kaçırmış olamayız. Yolun hemen sağında olmalı. Hadi dönelim.”
Ana yola çıktıklarında, Wallander arabayı iyice yavaşlattı ve yaklaşık beş yüz metre kadar gittikten sonra karşılarına bir sapak çıktı. Wallander burada da incelemesini yineledi. Diğer yolun tersine burada birçok kamyon lastiği izi vardı, bu izler üst üsteydi. Yol ayrıca sık kullanılan ve bakımı daha sık yapılan bir yol izlenimi veriyordu. Ne var ki burada da aradıkları evi bulamadılar. Ağaçların arasından bir an için gözlerine bir çiftlik evi ilişti ama bu, ellerindeki tanıma hiç uymadığından durmadılar. Dört kilometre gittikten sonra Wallander arabayı durdurdu.
“Bayan Wallin’in telefonu var mı yanınızda?” diye sordu. “Bana kalırsa bu kadının yön kavramı ya gelişmemiş ya da hiç yok.”
Robert Åkerblom başını onaylarcasına sallayarak iç ceketinin cebinden küçük bir telefon defteri çıkardı. Defterin içindeki melek şeklindeki ayraç Wallander’in dikkatini çekti.
“Kadını arayın,” dedi Wallander. “Kaybolduğunuzu söyleyin. Adresini yeniden vermesini isteyin.”
Telefon bir süre çaldıktan sonra açıldı. Bayan Wallin’in sapağa kaç kilometre olduğunu bilmediği anlaşıldı.
“Başka somut bir işaret vermesini söyleyin,” dedi Wallander. “Nereden sapacağımızı gösteren bir şey olmalı. Eğer yoksa, onu buraya aldırtalım.”
Wallander, Robert Åkerblom’un Bayan Wallin’le konuşmasını bekledi.
“Meşe ağacı,” dedi Robert Åkerblom. “Ağaca gelmeden sapacağız.”
Bir ya da iki kilometre gittikten sonra meşe ağacını gördüler. Burada sağa doğru giden bir yol vardı. Wallander diğer arabayı arayarak onlara eve nasıl geleceklerini anlattı. Sonra da tekerlek izleri aramaya koyuldu ama bu yolun uzun bir süreden beri kullanılmadığı anlaşılıyordu. Tek bir iz bile yoktu. Ya da izler yağmurla birlikte yok olup gitmişti. Yine de düş kırıklığına kapılmaktan kendini alamadı.
Ev, daha önce de söylendiği gibi yoldan bir kilometre içerideydi. Arabayı durdurup dışarı çıktılar. Yağmur başlamıştı, rüzgâr da olanca hızıyla esiyordu.
Birden Robert Åkerblom karısının adını seslenerek eve doğru koşmaya başladı. Wallander arabanın yanında kaldı. Aslında her şey o denli çabuk olmuştu ki Wallander’in bir şey yapmasına olanak yoktu.
Robert Åkerblom evin arka tarafında gözden kaybolunca arkasından gitti.
Bir yandan, araba burada da yok, diye geçiriyordu içinden. Ne araba ne de Louise Åkerblom.
Wallander, Robert Åkerblom evin arkasındaki pencereye bir taş atmak üzereyken hemen yaklaşıp adamın kolunu tuttu.
“Bu iyi bir fikir değil,” dedi.
“Ama Louise içeride olabilir,” diye haykırdı Robert Åkerblom.
“Evin anahtarlarını almadığını söylemiştiniz ya,” dedi Wallander. “Şu taşı bırakın da gidip kapının zorlanıp zorlanmadığına bakalım. Ama karınızın burada olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.”
Robert Åkerblom birden yere yığıldı.
“Louise nerede?” diye hıçkırdı. “Neler oluyor?”
Wallander güçlükle yutkundu. Ne söyleyeceğini kestiremiyordu.
Sonra genç adamın ayağa kalkmasına yardım ederek, “Burada oturmanızın ve çaresizlikle kıvranmanızın size bir yararı olmayacak,” dedi. “Hadi çevreye bir göz atalım.”
Evin ne arka ne de ön kapısı zorlanmıştı. Perdesiz camlardan içeri baktıklarında boş odaların dışında görünen hiçbir şey yoktu. Martinson’la Svedberg geldiğinde artık araştıracak bir şey olmadığına karar vermişlerdi.