Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Beyaz Aslan», sayfa 3

Yazı tipi:

“Bir şey yok,” dedi Wallander. Aynı anda da Robert Åkerblom’un görmeyeceği şekilde işaret parmağını dudağına götürdü. Svedberg’le Martinson’un soru sormaya başlamalarını istemiyordu. Louise Åkerblom’un bu eve kadar bile gelemediğini düşünüyor, bunu da genç adamın yanında söylemek istemiyordu.

“Bizim elimizde de bir şey yok,” dedi Martinson. “Arabayı da bulamadık.”

Wallander saatine baktı. Altıyı on geçiyordu. Robert Åkerblom’a dönerek gülümsemeye çalıştı.

“Bence şu anda yapmanız gereken en iyi şey, eve, kızlarınızın yanına dönmek olacak,” dedi. “Svedberg sizi eve götürür. Biz de sistemli bir şekilde araştırmamızı sürdüreceğiz. Endişelenmemeye çalışın. Karınızı bulacağız.”

“Öldü o,” diye fısıldadı Robert Åkerblom. “Öldü ve bir daha geri gelmeyecek.”

Üç polis bu sözlere karşılık vermedi.

Bir süre sonra, “Hayır,” dedi Wallander. “Böylesine kötü bir şeyi düşünmemizi gerektirecek bir kanıt yok elimizde. Svedberg şimdi sizi evinize götürsün. Sizi daha sonra ararım, söz veriyorum.”

Svedberg’le Robert Åkerblom arabaya binip oradan uzaklaştılar.

“Artık gerçek araştırmaya başlayabiliriz,” dedi Wallander kararlı bir sesle, içindeki tedirginliğin giderek arttığını hissediyordu.

Wallander’in arabasına geçip oturdular. Wallander, Björk’e telefon ederek ellerindeki tüm personelin araçlarına binip bulundukları yere gelmelerini istedi. Bu arada da Martinson evin çevresindeki yolların en iyi ve en hızlı şekilde nasıl araştırılacağının planını yapmaya başlamıştı.

“Hava kararıncaya dek arayacağız,” dedi Wallander. “Eğer bu akşam bir şey bulamazsak yarın sabah şafakla birlikte yeniden aramaya başlarız. Orduyla da bağlantı kursan iyi olur. O zaman daha ciddi bir araştırma yapabiliriz.”

“Köpekler,” dedi Martinson. “Bu akşam köpeklere ihtiyacımız var.”

Björk olay yerine gelmeye ve sorumluluğu üstlenmeye söz verdi.

Martinson’la Wallander bakıştılar.

Wallander, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.

“Bence kadın buraya hiç gelmedi,” diye cevap verdi Martinson. “Buraya yakın bir yere ya da oldukça uzak, başka bir yere gitmiş olabilir. Ne olduğunu bilemiyorum ama öncelikle kadının arabasını bulmamız gerekiyor. Araştırmaya buradan başlamakla doğru yapıyoruz. Arabayı ya da kadını birileri mutlaka görmüş olmalı. Buradaki evlere gidip sormalıyız. Björk yarın bir basın toplantısı yapmalı. Bu olayı çok ciddiye aldığımızın bilinmesinde yarar var.”

“Ne olmuş olabilir?” diye sordu Wallander.

“Aklımızdan bile geçirmememiz gereken bir şey,” diye karşılık verdi Martinson.

Tam o sırada yağmur başladı. Arabanın camları sırılsıklam olmuştu. Wallander, “Lanet olsun,” diye söylendi.

“Evet,” dedi Martinson. “Haklısın.”

Neredeyse gece yarısı olacaktı. Yorgun ve perişan polisler hâlâ Louise Åkerblom’un büyük bir olasılıkla hiç görmediği evin önündeki taşlı yolda toplanmışlardı. Ne lacivert arabanın ne de Louise Åkerblom’un izine rastlamışlardı. İki geyik cesedinden başka bir şey bulamamışlardı. Ve bir polis arabası meşe ağacının yanındaki diğer polislerin yanına giderken az kalsın bir Mercedes’e çarpıyordu.

Björk herkese teşekkür etti. Wallander’in polislerin eve gönderilmeleri ve ertesi sabah saat altıda araştırmanın yeniden başlamasına ilişkin önerisini kabul etmişti.

Oradan en son ayrılan Wallander oldu. Ystad’a doğru yola koyulmadan önce, Robert Åkerblom’u araç telefonundan arayarak yeni bir şey bulamadıklarının haberini verdi. Saat bir hayli geç olmasına karşın Åkerblom, Wallander’i evine davet etti.

Wallander arabayı çalıştırmadan önce Stockholm’deki kız kardeşini aradı. Kardeşinin geç saatlere kadar oturduğunu biliyordu. Ona babalarının eve gelen yardımcı kadınla evlenmeyi düşündüğünü söyledi. Kız kardeşi bu sözlere kahkahalarla gülünce Wallander çok şaşırdı. Ama kız kardeşi mayıs başlarında Skåne’ye geleceğine söz verince Wallander derin bir soluk aldı.

Telefonu yerine koyarak Ystad’a doğru yola koyuldu. Yağmur olanca hızıyla yağıyordu.

Robert Åkerblom’un evine doğru sürdü arabasını. Evin alt katında ışık yanıyordu. Bu evin, çevredeki diğer evlerden hiçbir farkı yoktu. Arabadan inmeden önce arkasına yaslanarak gözlerini kapadı. Louise Åkerblom o eve kadar gidemedi bile, diye geçirdi içinden. Peki, yolda başına ne gelmişti? Bu olayda anlaşılmayan birçok şey vardı. Anlayamıyorum, diye mırıldandı.

4

Kurt Wallander’in baş ucundaki saat beşe çeyrek kala çaldı. Homurdanarak yüzünü yastığıyla örttü. Hiç uyumadım, diye geçirdi içinden. Niye eve geldiklerinde iş yerinde olan biteni bir kenara atabilen polislerden olamıyorum?

Kalkmadı ve bir gece önce Robert Åkerblom’un evine yaptığı kısa ziyareti düşünmeye başladı. Genç adamın acı içindeki gözlerine bakıp da karısını henüz bulamadıklarını söylemek gerçek bir işkence olmuştu. Kurt Wallander bu ziyareti elinden geldiğince kısa kesmiş, evine dönerken yolda kendini çok kötü hissetmişti. Eve gelince de hemen yatmış ama son derece yorgun ve bitkin olmasına karşın üçe çeyrek kalaya kadar bir türlü uyuyamamıştı.

Onu bulmak zorundayız, diye geçirdi içinden. Hemen şimdi. Yakında. Canlı ya da ölü. Onu mutlaka bulmalıyız.

Ertesi sabah araştırma başlar başlamaz Robert Åkerblom’u arayacağına söz vermişti. Louise Åkerblom’un nasıl bir insan olduğunu iyice anlayabilmek için, genç kadının kişisel eşyalarını incelemek zorunda kalacağını düşünüyordu. Genç kadının ortadan kaybolmasının oldukça garip bir nedeni olduğunu hissediyordu. Aslında her kayıpta garip koşullar söz konusu olurdu ama bu olayda Wallander’in yaşadığı birçok deneyimden farklı bir şey vardı. Bunun ne olduğunu bir an önce öğrenmek zorundaydı.

Wallander kendini zorlayarak yataktan kalktı, kahve makinesini çalıştırdı ve radyoyu açmak için salona gitti. Evine hırsız girdiğini hatırlayınca küfrederek vazgeçti. Henüz hiç kimsenin bu hırsızlık olayını araştırmaya başlamadığını hatırladı.

Duş aldı, giyindi, kahvesini içti. Dışarıdaki hava neşelenmesine neden olacak gibi değildi. Sağanak başlamış ve rüzgâr olanca şiddetiyle esiyordu. Bu havada cinayet araştırması yapmak çok zordu. Gün boyunca yağmurun altında Krageholm’de sokak sokak dolaşmak hiç hoş olmayacaktı. Ama bu da Björk’ün sorunuydu doğrusu. Wallander ’in göreviyse Louise Åkerblom’un özel eşyalarını araştırmak olacaktı.

Arabasına binerek meşe ağacının bulunduğu yere doğru yola koyuldu. Gittiğinde Björk’ün sabırsız adımlarla volta attığını gördü.

“Ne berbat bir hava,” dedi. “Neden ne zaman birini aramaya çıksak hep yağmur yağar?”

“Hımmm!” dedi Wallander. “Garip doğrusu.”

“Albay Hernberg’le konuştum,” diye devam etti Björk. “Saat yedide iki otobüs dolusu asker yollayacak buraya. Biz işimize başlayabiliriz. Martinson tüm hazırlıkları tamamladı.”

Wallander başını onaylarcasına salladı. Martinson araştırma işinde her zaman çok başarılıydı.

“Saat onda basın toplantısı var,” diye sürdürdü Björk. “Orada olabilirsen çok iyi olur. O zamana kadar da Louise’in bir fotoğrafı elimize geçmiş olur.”

Wallander yanındaki fotoğrafı uzattı. Björk, Louise Åkerblom’un fotoğrafını inceledi.

“Hoş kadınmış,” dedi. “Umarım onu canlı buluruz. Bu son çekilmiş fotoğrafı mı?”

“Kocası öyle olduğunu söyledi.”

Björk fotoğrafı yağmurluğunun cebindeki plastik cüzdanının içine koydu.

“Ben onların evine gidiyorum,” dedi Wallander. “Bana orada daha çok ihtiyaç var.”

Björk başını evet dercesine salladı. Wallander arabasına doğru yürürken, Björk uzanıp kolunu tuttu.

“Ne düşünüyorsun?” diye sordu. “Öldü mü? Bu olayın arkasında bir cinayet olabilir mi?”

“Başka bir şey olabileceğini sanmıyorum,” dedi Wallander. “Tabii bir yerlerde kaza geçirip yaralı bir hâlde acı içinde yatmıyorsa. Ama sanmıyorum.”

“Çok kötü,” dedi Björk. “Çok kötü.”

Wallander arabasına binerek Ystad’a geri döndü. Denizin rengi griye dönmüştü.

Åkarvägen’deki evden içeri girdiğinde iki küçük kız çocuğunun gözlerini iri iri açarak ona baktıklarını gördü.

“Senin polis olduğunu söyledim onlara,” dedi Robert Åkerblom. “Annelerinin kaybolduğunu ve senin onu aradığını biliyorlar.”

Wallander boğazına tıkanan yumruya karşın başını sallayarak gülümsemeye çalıştı.

“Benim adım, Kurt,” dedi. “Sizinki ne?”

“Maria,” ve “Magdalena,” diye cevap verdi kızlar sırayla.

“Ne güzel adlarınız var,” dedi Wallander. “Benim kızımın adı da Linda.”

“Çocukları bugün kız kardeşim yanına alacak,” dedi Robert Åkerblom. “Yakında burada olur. Çay içer misiniz?”

“Evet, lütfen,” dedi Wallander.

Yağmurluğunu asıp ayakkabılarını çıkararak mutfağa gitti. Kızlar kapının eşiğinde durmuş onu izliyorlardı.

Wallander nereden başlasam, diye düşündü. Her çekmeceyi açmam ve her evrakı incelemem gerektiğini anlayabilecek mi?

Kızların halası çocukları aldığında Wallander de çayını bitirmişti.

“Saat onda basın toplantısı var,” dedi. “Artık eşinizin kaybolduğunu açıklamak zorundayız. Onu görenlerin olup olmadığını araştırmamız gerekiyor. Bildiğiniz gibi, bu başka bir şeyi de beraberinde getiriyor. Artık bir cinayet işlendiği olasılığını göz ardı edemeyiz.”

Wallander, Robert Åkerblom’un bu sözleri duyunca hıçkırarak ağlayacağını sanmıştı. Ne var ki solgun yüzlü, gözleri balon gibi şişmiş, takım elbiseli bu adam o sabah oldukça sakin görünüyordu.

“Ama yine de her şeye karşın karınızın kaybolmasının mutlaka mantıklı bir açıklaması olduğuna olan inancımızı yitirmemeliyiz.”

“Anlıyorum,” dedi Åkerblom. “Ben de başından beri böyle düşünüyorum.”

Wallander çay fincanını kenara iterek teşekkür edip ayağa kalktı.

“Bilmemiz gereken başka bir şeyler var mı?”

“Hayır,” diye yanıtladı Robert Åkerblom. “Bu esrar perdesinin bir an önce kalkması gerek.”

“Şimdi birlikte evi gözden geçirelim,” dedi Wallander. “Sonra da bizlere bir ipucu verebilecek her şeyi, çekmecelerini, giysilerini, eşyalarını aramak zorundayım. Umarım bunu anlayışla karşılarsınız.”

“Louise çok düzenli bir kadındır,” dedi Åkerblom.

Birlikte üst kata çıktılar, sonra bodrum katıyla garaja da baktılar. Wallander, Louise Åkerblom’un pastel renklerden hoşlandığını fark etmişti. Hiçbir yerde ne koyu renk bir perde ne de örtü vardı. Ev, yaşama sevinci yayıyordu. Mobilyalar eski ve yeninin karışımıydı. Çayını içerken mutfağın aletlerle dolu olduğunu fark etmişti. Günlük yaşamlarında sofuluğun izleri yoktu.

Robert Åkerblom evi dolaşmayı tamamladıklarında, “Bir süre için büroya dönmeliyim,” dedi. “Sizi burada tek başınıza bırakabilir miyim?”

“Elbette,” diye cevap verdi Wallander. “Siz dönene dek ben de sorularımı not ederim. Ya da sizi ararım. Her neyse, ben de saat ondan önce basın toplantısı için merkeze gideceğim zaten.”

“O zamana kadar ben dönerim,” dedi Robert Åkerblom.

Wallander yalnız kalınca evi sistemli bir şekilde yeniden incelemeye başladı. Mutfaktaki tüm dolap ve çekmeceleri açtı, buzdolabını ve dondurucuyu inceledi.

Bir şey onu çok şaşırtmıştı. Eviyenin altındaki dolap içki doluydu. Bu da dindar Åkerblom ailesiyle ilgili izlenimine hiç uymuyordu.

Mutfaktan oturma odasına geçti, ama burada da kayda değer bir şey bulamadı. Sonra üst kata çıktı. Kızların odasına girmedi. Önce banyoya giderek ilaç şişelerinin etiketlerini okudu, Louise Åkerblom’un ilaçlarını not defterine yazdı. Banyodaki teraziye çıktı, kilosunu öğrenince yüzünü buruşturdu. Sonra da yatak odasına girdi. Kadın giysilerini karıştırmaktan hiç hoşlanmaz, sanki haberi olmadan birinin kendisini izlediği duygusuna kapılırdı. Dolaplardaki tüm ayakkabı kutularıyla torbaların içine baktı. Daha sonra da genç kadının iç çamaşırlarının bulunduğu çekmeceyi açtı. Kendisini şaşırtacak ya da bildiklerinin dışında bir şeyler ifade edebilecek tek bir şey bile bulamamıştı. Yatak odasındaki işini bitirdikten sonra yatağın kenarına oturarak çevresine bakındı.

Hiçbir şey yok, diye geçirdi içinden. Hiçbir şey!

İç çekerek yatak odasının yanındaki odaya girdi. Burası çalışma odasıydı. Masanın başına geçip oturarak çekmeceleri teker teker açmaya başladı. Birkaç albümle bazı mektuplar buldu. Louise Åkerblom’un gülümsemediği ya da gülmediği tek bir fotoğraf bile yoktu. Çekmeceden çıkardıklarını özenle yerine koyup çekmeceyi kapattı ve bir sonrakini açtı. Burada da vergi iadeleri, sigorta poliçeleri, çocukların okullarıyla ilgili bazı kâğıtların dışında ilginç bir şey yoktu.

Masanın en alt çekmecesini açtığında oldukça şaşırdı. Önce çekmecede yalnızca beyaz mektup kâğıtlarının bulunduğunu sanmıştı. Kâğıtları kaldırdığındaysa eline metal bir şey değmişti. Çekip alarak kaşlarını çattı.

Bu, bir çift kelepçeydi. Oyuncak değil, gerçek kelepçelerdi. İngiliz yapımı. Kelepçeleri masanın üstüne koydu. Bunların gizemli bir anlamı olmaları gerekmiyor, diye geçirdi içinden. Ama özenle saklanmışlar. Ve Robert Åkerblom eğer onların orada olduğunu bilseydi mutlaka onları oradan alırdı. Çekmeceyi kapatarak kelepçeleri cebine attı.

Odadan çıkarak bodrumdaki odalara ve garaja bakmaya gitti. Garajdaki raflardan birinde tahta bir uçak maketi duruyordu. Robert Åkerblom’u gözünün önünde canlandırdı. Kim bilir belki de bir zamanlar pilot olmak istemişti?

O sırada telefon çalmaya başladı. Yanıt vermek için koşarak yukarı çıktı.

Bu arada saat dokuz olmuştu.

“Komiser Wallander’le görüşebilir miyim?” Arayan Martinson’du.

“Benim,” dedi Wallander.

“Buraya gelsen iyi olacak,” dedi Martinson. “Hemen.”

Wallander kalbinin hızlı hızlı atmaya başladığını hissetti.

“Onu buldunuz mu?” diye sordu.

“Hayır,” diye yanıtladı Martinson, “ne onu ne de arabasını bulduk. Ama bir ev yanıyor. Ya da şöyle diyeyim, bir evde bomba patladı. Bunun bizim olayla bir bağlantısı olduğunu sanıyorum.”

“Hemen geliyorum,” dedi Wallander.

Robert Åkerblom’a bir not yazarak mutfak masasının üstüne bıraktı.

Krageholm’e giderken yolda Martinson’un söylediklerinden bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Evde bomba patladı? Hangi evde?

Üç büyük kamyonu başarıyla solladı. Yağmur o kadar hızlanmıştı ki silecekler güçlükle yetişiyordu.

Meşe ağacının bulunduğu köşeye geldiğinde yağmur hızını kesmişti. Ağaçların arasından yükselen siyah dumanları gördü. Ağacın hemen yanı başında bir polis arabası kendisini bekliyordu. Arabanın içindeki polislerden biri ağacın yanından dönmesini işaret etti. Wallander bu yolun dün yanlışlıkla girdiği lastik izleriyle dolu yol olduğunu fark etti.

Yolda başka bir şey daha vardı ama bunun ne olduğunu tam olarak anlayamamıştı.

Olay yerine yaklaştığında evi tanıdı. Bu sol tarafta, yoldan görülmeyen evdi. İtfaiye memurları canla başla yangını söndürmeye çalışıyorlardı. Wallander arabasından iner inmez alevlerin sıcaklığını yüzünde hissetti. Martinson koşarak yanına geldi.

“İçerde biri var mı?” diye sordu Wallander.

“Hayır,” dedi Martinson. “Bildiğimiz kadarıyla yok. Zaten içeriye girmek mümkün değil şu anda. Dumandan göz gözü görmüyor. Evin sahibi öldüğünden bu yana, bir yıldan uzun süredir ev boşmuş. Bu civarda yaşayan çiftçilerden biri anlattı. Evle ilgilenen kişi kiralasın mı yoksa satsın mı bir türlü karar veremiyormuş.”

“Peki, ne oldu?” dedi Wallander evden yükselen yoğun dumanlara bakarak.

“Ana yoldan uzaktaydım,” dedi Martinson. “Ordu arama birliklerinden biri buralardaymış. Sonra da bu ani patlama oldu. Sanki bomba patlamış gibiydi. Önce bir uçak düştü sandım. Sonra da dumanı gördüm. Buraya ulaşmam beş dakikamı aldı. Her yer alevler içindeydi. Yalnız ev değil ahır da yanıyordu.”

Wallander düşünmeye çalıştı.

“Bomba,” dedi. “Gaz kaçağı olabilir mi?”

Martinson başını olumsuz bir şekilde iki yana salladı. “Yirmi tüp bile böylesi bir patlamaya neden olmaz,” dedi. “Arkadaki meyve ağaçları havaya uçtu. Kasıtlı yapılmış bir şey bu.”

“Tüm çevre asker ve polisle sarılıyken mi?” dedi Wallander. “Kundaklama için oldukça garip bir zamanlama.”

“İşte bu yüzden aralarında doğrudan bir bağ olabileceğini düşünüyorum,” dedi Martinson.

“Bir fikrin var mı?” diye sordu Wallander.

“Hayır,” diye yanıt verdi Martinson. “Yok.”

“Evin sahibi kimmiş, öğren,” dedi Wallander. “Bu evle araziden kim sorumlu, bunları öğrenmeni istiyorum. Sana katılıyorum, bu, basit bir rastlantıdan öte bir şey. Björk nerede?”

“Basın toplantısına hazırlanmak için merkeze gitti,” dedi Martinson. “Söylediklerini asla yazmayan gazetecilerle bir araya her gelişinde ne denli tedirgin olduğunu bilirsin. Ama olanlardan haberi var. Svedberg haber verdi. Senin burada olduğunu da biliyor.”

“Yangını söndürdüklerinde evi yakından inceleyeceğim,” dedi Wallander. “Ama bu arada çevreyi iyice araştırmaları için çocukları görevlendirebilirsin.”

“Louise Åkerblom’u aramaları için mi?” diye sordu Martinson.

“Öncelikle arabasını bulmaya çalışsınlar,” dedi Wallander.

Martinson çiftçiyle konuşmak üzere uzaklaştı. Wallander itfaiyecilerin yangını söndürmelerini izledi.

Eğer gerçekten bir bağlantı varsa, ne olabilirdi? Bir kadın kayboluyor ve bir ev havaya uçuyor. Üstelik araştırma yapan adamların burnunun dibinde!

Saatine baktı. Ona on vardı. İtfaiye erlerinden birine seslendi.

“Çevreyi aramaya ne zaman başlayabilirim?”

“Yangını henüz tam olarak söndüremedik,” diye cevapladı iftaiye eri. “Sanırım öğleden sonra araştırmaya başlayabilirsiniz.”

“İyi,” dedi Wallander. “Feci bir patlama olmuş.”

“Yüzlerce kilo dinamiti ateşlemek için çakılmadıysa, bir kibritle çıkacak yangın değil,” dedi itfaiyeci.

Wallander arabasına binerek Ystad’a geri döndü. Yoldan, santralde görevli Ebba’yı arayarak Björk’e merkeze gelmekte olduğunu haber vermesini istedi. Sonra birden bir şeyi unuttuğunu hatırladı. Geçen akşam polis devriye arabalarından biri bozuk yolların birinde az kalsın bir Mercedes’le çarpışmak üzere olduklarını rapor etmişti. Wallander bu olayın havaya uçan evin civarında olduğundan emindi.

Rastlantılar biraz fazla, diye geçirdi içinden. Yakında artık bilmecenin parçalarını bir araya koyabileceğiz.

Wallander içeri girdiğinde Björk merkezin girişindeki danışmanın önünde volta atıyordu.

Wallander’i görünce, “Şu basın toplantılarına bir türlü alışamıyorum,” dedi. “Svedberg’in telefonla haber verdiği yangından ne haber? Bu konuda bir hayli garip konuştu. Evle ahırın havaya uçtuğunu söyledi. Bu ne demek oluyor? Hangi evden söz ediyor?”

“Svedberg’in söyledikleri büyük bir olasılıkla doğru,” dedi Wallander. “Ancak bu mevzuyu Louise Åkerblom’un kayboluşu hakkında yapacağımız basın toplantısından sonra konuşuruz. O zamana kadar oradaki çocuklar belki biraz bilgi de toplamış olurlar.”

Björk başını evet dercesine salladı.

“Basın toplantısını olabildiğince basit tutalım,” dedi. “Kısa ve net bir şekilde kadının kaybolduğunu söyleyelim, resmini verelim ve basından bu kayıp haberinin yayınlanmasını isteyelim. Soruşturmayla ilgili sorulara sen yanıt verirsin.”

“Hangi soruşturmayla? Soruşturma diye bir şey yok,” dedi Wallander. “Kadının arabasını bulabilseydik, o zaman belki bir şeyler söyleyebilirdim. Ama bulamadık ve elimizde tek bir ipucu bile yok.”

“O zaman bir şeyler bul,” dedi Björk. “Gazetecilere söyleyecek bir şeyleri olmayan polislere kimse saygı göstermez. Bunu sakın unutma.”

Basın toplantısı yarım saat sürdü. Yerel gazete ve radyo istasyonlarının yanı sıra Expressen ve Idag gazetelerinin yerel temsilcileri de gelmişti. Buna karşın Stockholm gazetelerinden kimse yoktu. Kadını bulmadan gelmezler, diye düşündü Wallander. Onlar da kadının öldüğünü düşünüyorlar.

Björk basın toplantısını açarak bir kadının kaybolduğunu ve polisin bu olayı büyük bir ciddiyetle incelediğini açıkladı. Kadınla arabayı tarif ettikten sonra Louise’in resmini dağıttı. Sonra da gazetecilere sorularını beklediklerini söyleyerek Wallander’e doğru baktı, başını sallayıp yerine oturdu. Wallander kürsüye çıkarak bekledi.

“Sizce ne olmuş olabilir?” diye sordu yerel radyo istasyonundan bir muhabir. Wallander onu daha önce hiç görmemişti. Yerel radyo istasyonu sürekli eleman değiştiriyordu galiba.

“Şu anda hiçbir şey bilmiyoruz,” diye yanıtladı Wallander. “Ama olaylar Louise Åkerblom’un kaybolmasını büyük bir ciddiyetle ele almamızı gerektiriyor.”

“O zaman bize olaylardan söz edin,” dedi yerel muhabir.

Wallander anlatmaya başladı: “Bu ülkede kayıp haberi verilen insanların çoğunun er ya da geç geri geldiğini hepimiz biliyoruz. Kayıp olaylarının üçte ikisi mutlu sonla bitmiştir. En yaygın neden, unutkanlıktan ileri gelmektedir. Ara sıra da başka nedenler ortaya çıkar. İşte ancak o zaman bizler bu kayıp olayını büyük bir ciddiyetle ele alırız.”

Björk elini kaldırıp araya girdi: “Bu da elbette polisin diğer kayıp olaylarını ciddiye almadığı anlamına gelmez.”

Aman Tanrım, diye içinden geçirdi Wallander.

Expressen gazetesinin kızıl saçlı ve sakallı genç muhabiri, elini kaldırarak konuşmaya başladı. “Biraz daha açık ve net konuşamaz mısınız?” diye sordu. “Bir cinayet olasılığını düşünüyor musunuz? Düşünmüyorsanız neden? Bence genç kadının nerede kaybolduğu ve onu en son kimin gördüğü konusu da açık seçik değil.”

Wallander onaylarcasına başını salladı. Gazeteci haklıydı. Björk birçok konuyu üstü kapalı geçmişti.

“Geçen cuma günü öğleden sonra saat üçü biraz geçe Skurup’taki Sparbanken’den çıkmış,” diyerek açıklamaya başladı. “Banka çalışanlarından biri, genç kadının arabasına binip üçü çeyrek geçe park yerinden ayrıldığını görmüş. Saat konusunda eminiz. Bundan sonra da bir daha onu kimse görmemiş. İki olası yoldan birinden gittiğinden eminiz. Ya Ystad’a doğru E14 karayolundan ya da Slimminge ve Rögla’dan geçerek Krageholm’e doğru gitti. Sizin de az önce duyduğunuz gibi Louise Åkerblom emlakçı. Satışa çıkarılacak evlerden birini görmeye gitmiş olabilir. Ya da doğruca evine gitmiştir. Yolda neye karar verdiğinden emin değiliz.”

“Satılacak ev neresiymiş?” diye sordu yerel gazete muhabirlerinden biri.

“Araştırmamızın bir bölümünü oluşturduğu için bu soruya yanıt veremeyeceğim,” diye cevap verdi Wallander.

Basın toplantısı kısa bir süre sonra bitti. Yerel radyonun muhabiri Björk’le kısa bir söyleşi yaptı. Wallander dışarıda, koridorda yerel gazete muhabirlerinden birinin sorularını yanıtladı. Gazeteciler gittikten sonra, bir fincan kahve alarak odasına gidip yangın yerini aradı. Telefona yanıt veren Svedberg, Martinson’un polisleri gruplara ayırarak yanan evin çevresini araştırmaya gönderdiğini söyledi.

“Böyle bir yangını ilk kez görüyorum,” diyordu. “Yangın söndürüldüğünde geriye küllerden başka bir şey kalmayacak.”

“Öğleden sonra oraya geleceğim,” dedi Wallander. “Şimdi yine Robert Åkerblom’un yanına gidiyorum. Eğer bir gelişme olursa beni orada bulabilirsin.”

“Tamam,” dedi Svedberg. “Basın neler söyledi?”

“Önemli bir şey olmadı,” dedi Wallander telefonu kapatırken.

Tam o sırada da Björk kapıdan içeri girdi. “Toplantı çok iyi geçti,” dedi. “Kimse ukalalık etmedi, mantıklı sorularla yetindiler. Umarım söylediklerimizi yazarlar.”

Wallander basın toplantısına ilişkin herhangi bir değerlendirme yapma zahmetine girmeden, “Yarın santrale bir iki kişi daha koyalım,” dedi. “İki çocuklu dindar bir kadın ortadan kaybolunca birçok kişinin telefon edip hem ne olduğunu soracağından hem de polisi kutsayıp dua ettiklerini söyleyeceklerinden eminim. Bunların dışında belki bize yararlı bir şeyler söyleyebilecek birileri de arayabilir.”

“Tabii kadını bugün bulamazsak,” dedi Björk.

“Bulamayacağımızı ikimiz de biliyoruz,” dedi Wallander.

Sonra da yangını anlatmaya başladı. Patlamayı. Björk endişeli bir yüz ifadesiyle anlatılanları dinledi.

“Sence bunlar ne anlama geliyor?” diye sordu.

Wallander kollarını uzattı. “Bilmiyorum. Birazdan Robert Åkerblom’u görmeye gideceğim. Bakalım anlatacak yeni bir şeyi var mı?”

Björk kapıya doğru yürüdü.

“Saat beşte odamda toplantı var,” dedi.

Wallander tam odasından çıkarken Svedberg’ten bir şey istemeyi unuttuğunu hatırladı. Yangın yerine bir kez daha telefon etti.

“Dün gece polis arabalarından birinin bir Mercedes’le burun buruna gelişini hatırlıyor musun?”

“Hayal meyal,” diye yanıtladı Svedberg.

“Bununla ilgili her şeyi öğrenmeni istiyorum,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “O Mercedes’in yangınla bir şekilde ilişkisi olduğunu hissediyorum. Louise Åkerblom’la bir ilgisi olup olmadığından ise emin değilim.”

“Tamam,” dedi Svedberg. “Başka bir şey var mı?”

“Beşte toplantı var,” dedi Wallander telefonu kapatırken.

On beş dakika sonra Åkerblom’ların mutfağındaydı yine. Birkaç saat önce oturduğu aynı sandalyede çayını yudumluyordu.

“Bazen beklenmedik bir anda ortaya çıkan acil durumlarla karşılaşıyoruz,” dedi Wallander. “Büyük bir yangın çıkmıştı, oraya gitmek zorunda kaldım. Ama kontrol altına alındı neyse ki.”

“Anlıyorum,” dedi Robert Åkerblom kibarca. “Polis olmanın pek kolay olduğunu sanmıyorum.”

Wallander karşısında oturan adama dikkatle baktı. Aynı anda da pantolonunun cebindeki kelepçeleri hatırladı. Aklındaki soruları aslında hiç sormak istemiyordu.

“Birkaç sorum var,” dedi. “Sorabilir miyim?”

“Elbette,” dedi Åkerblom. “Sorabilirsiniz.”

Wallander, Robert Åkerblom’un ses tonundaki belli belirsiz tedirginliği fark etmişti.

“Karınız hasta mıydı?”

Adam ona şaşkınlıkla baktı. “Hayır,” diye cevap verdi. “Bunu da nereden çıkardınız?”

“Onun ciddi bir hastalığı olduğu kanısına kapıldım. Son zamanlarda doktora gitmiş miydi?”

“Hayır. Eğer hasta olsaydı bunu mutlaka bana söylerdi.”

“İnsanlar bazen böylesi ciddi hastalıklar söz konusu olduğunda konuşmakta zorlanabilirler,” dedi Wallander. “Ya da en azından düşüncelerini ve duygularını toplamak için birkaç gün beklemeyi yeğlerler. Genellikle duygularını paylaşmak, bir teselli aramak isteyen hasta bunu kendi kendine yapmak zorunda kalır.”

Robert Åkerblom yanıt vermeden bir an düşündü.

“Böyle bir durumla karşı karşıya olduğunu hiç sanmıyorum.”

Wallander başını sallayarak sorularını sormayı sürdürdü.

“İçki sorunu var mıydı?”

Robert Åkerblom yüzünü buruşturdu.

“Nasıl böyle bir soru sorabilirsiniz?” dedi bir anlık bir sessizlikten sonra. “İkimiz de alkolden uzak dururuz.”

“Ama eviyenin altındaki dolap ağzına kadar içki dolu,” dedi Wallander.

“Başkalarının içki içmelerine karışmayız,” diye karşılık verdi Åkerblom. “Elbette makul ölçülerde. Ara sıra arkadaşlarımız gelir. Bizim gibi küçük bir emlak şirketi bile, müşterilerini zaman zaman uygun bir şekilde ağırlamalıdır, öyle değil mi?”

Wallander başını onaylarcasına salladı. Bu yanıtı sorgulaması için bir neden yoktu. Bakışlarını Robert Åkerblom’un yüzünden ayırmadan kelepçeleri cebinden çıkararak masanın üstüne koydu.

Düşündüğü oldu. Adamın yüzünde şaşkınlık dolu bir ifade belirdi.

“Beni tutukluyor musunuz?” diye sordu.

“Hayır,” dedi Wallander. “Ama bu kelepçeleri yukardaki çalışma odanızda, masanın en alt çekmecesinde kâğıtların altında buldum.”

“Kelepçe mi,” diye mırıldandı Robert Åkerblom. “Bunları ilk kez görüyorum.”

“Kelepçeleri çekmeceye kızlarınızdan biri koymadığına göre bunlar herhâlde karınızın,” diye üsteledi Wallander.

Robert Åkerblom başını şaşkınlıkla iki yana sallayarak, “Anlayamıyorum,” dedi.

Wallander birden karşısında oturan adamın yalan söylediğini hissetti. Sesindeki belli belirsiz öfkeden, bakışlarında bir an için yanıp sönen güvensiz ifadeden hissetmişti bunu. Ve bu da ona yetmişti.

“Kelepçeleri çekmeceye başka biri koymuş olabilir mi?” diye sordu sakin bir sesle.

“Bilmiyorum,” dedi Robert Åkerblom. “Bize yalnızca kilisedeki dostlarımız gelir. Müşteriler dışında demek istiyorum ve onlar da hiçbir şekilde yukarı çıkmazlar.”

“Hiç kimse! Öyle mi?”

“Ebeveynlerimiz. Birkaç akrabamız ve çocukların arkadaşları.”

“Yani epeyce kişi…” dedi Wallander.

“Anlayamıyorum,” dedi bir kez daha Robert Åkerblom.

Belki de kelepçeyi orada nasıl unutmuş olabileceğini anlamıyorsundur, diye geçirdi içinden Wallander. Bu kelepçelerin ne anlama geldiğini mutlaka bulmam gerek…

Wallander ilk kez Robert Åkerblom’un karısını öldürüp öldürmediğini sordu kendi kendine. Ama sonra da bu soruyu kafasının bir kenarına attı. Kelepçeler ve adamın yalan söylemesi Wallander’in düşündüklerini tersine çevirecek denli güçlü kanıtlar değildi.

“Bu kelepçelerin çekmeceye nasıl girdiğini açıklayamayacağınızdan emin misiniz?” diye sordu Wallander bir kez daha. “Evde kelepçe bulundurmanın yasalara aykırı olmadığını belirtmeliyim. Bunun için ruhsata ihtiyacınız yok. Öte yandan da her canınız istediğinde insanları kelepçeleyemezsiniz, tabii ki.”

“Size yalan söylediğimi mi düşünüyorsunuz?” diye sordu Robert Åkerblom.

“Hiçbir şey düşünmüyorum,” dedi Wallander. “Ben yalnızca bu kelepçelerin neden çalışma odanızdaki masanın çekmecesinde olduğunu öğrenmek istiyorum.”

“Onların bu eve nasıl girdiğinden haberim olmadığını az önce de söyledim size.”

Wallander evet dercesine başını salladı. Daha fazla baskı yapmanın bir anlamı yoktu. En azından şimdilik. Ama yine de adamın yalan söylediğinden emindi. Evliliklerinin hiç de iyi gitmediği ve çok kötü bir cinsel yaşamları söz konusu olabilir miydi acaba? Bu, Louise Åkerblom’un neden ortadan kaybolduğunu açıklayabilir miydi?

Wallander görüşmenin bittiğini belirtircesine çay fincanını hafifçe kenara itti. Kelepçeleri mendiline sararak cebine koydu. Teknik bir inceleme bunların ne amaçla kullanıldığını açıklayabilirdi.

“Şimdilik bu kadar,” dedi Wallander ayağa kalkarak. “Bir şey olursa hemen sizi arayacağım. Akşam gazetelerinde ve yerel radyo yayınında bu olaya yer verileceğinden bu akşam hazırlıklı olmanızda yarar var. Birçok kişi telefon edip ne olduğunu soracaktır. Tüm bunların araştırmamıza yardımcı olacağını umuyoruz.”

Robert Åkerblom karşılık vermeden başını evet dercesine sallamakla yetindi.

Wallander adamın elini sıkarak arabasına gitti. Hava değişiyordu. Yağmurun hızı kesilmişti. Rüzgâr da eskisi gibi sert esmiyordu.

Wallander birkaç sandviç atıştırıp bir fincan kahve içmek için tren istasyonunun yanındaki Fridolf’un Kafesi’ne doğru sürdü arabasını. Yeniden arabasına binip yangın yerine doğru yola koyulduğunda saat 12.30 olmuştu. Arabasını park etti, barikatın üstünden atlayarak bir kül yığını hâline gelmiş olan ahırla eve şaşkınlıkla baktı. Polis henüz araştırmayı başlatmamıştı. Wallander küllerin yanına yaklaşarak çok iyi tanıdığı görevli itfaiye şefi Peter Edler’le konuşmaya başladı.

“Yangını söndürdük sayılır,” dedi. “Yapacak bir şey yok. Ne dersin, kundaklama mı?”

“Bilmiyorum,” diye cevap verdi Wallander. “Svedberg’i ya da Martinson’u gördün mü?”

“Galiba bir şeyler atıştırmaya gittiler,” diye yanıtladı Edler. “Rydsgård’a gittiler. Albay Hernberg sorumluluğu devraldı. Yakında dönerler sanırım.”

Wallander başını sallayarak itfaiye şefinin yanından ayrıldı.

Birkaç metre ileride köpekli bir polis duruyordu. Sandviç yiyordu, köpek de bir patisiyle ıslak zemini eşeliyordu. Birden köpek havlamaya başladı. Polis sabırsızlıkla köpeğin tasmasını çekiştirdi, derken köpeğin toprağı kazmaya çalıştığını fark etti. Wallander polisin sandviçini bir kenara fırlatıp köpeğin kazmaya çalıştığı yere dikkatle baktığını gördü. Wallander çok meraklanmıştı, hemen yanlarına gitti.

₺64,62

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
12+
Litres'teki yayın tarihi:
30 haziran 2023
ISBN:
978-605-71714-9-8
Tercüman:
Editör:
Telif hakkı:
Ayrıksı Kitap
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre