Kitabı oku: «Bir Adım Geriden», sayfa 6
6
Saat sekizde toplantı odasında toplandılar. Toplantıya başlamadan önce Svedberg için saygı duruşunda bulundular. Lisa Holgersson, Svedberg’in her zaman oturduğu yere bir mum yakmıştı. Emniyet çalışanlarının tümü de toplantı odasına gelmişti. Hepsi şaşkın ve üzgün görünüyordu. Holgersson ağlamamak için çaba harcayarak birkaç şey söyledi. Odadaki herkes Holgersson’un ağlamaması için dua ediyordu. Aksi hâlde onunla birlikte ağlayacaklardı. Lisa Holgersson konuşmasını bitirdikten sonra da bir dakikalık saygı duruşunda bulundular. Wallander’in gözünün önünden o tedirgin edici görüntüler gitmiyordu. Svedberg’in yüzünü gözlerinin önüne getirmekte zorlanıyordu. Aynı şey hem babası hem de Rydberg öldüğünde de olmuştu. İnsanlar ölümü unutmamalarına karşın yine de sanki ölüm hiç yokmuş gibi davranıyorlar, diye geçirdi içinden.
Tören bittikten sonra emniyet çalışanları birer ikişer odadan ayrılmaya başladılar. Odada soruşturma ekibi dışında Holgersson kalmıştı. Masaya geçip oturdular. Martinson pencerelerden birini kapatırken mumun alevi titredi. Wallander soru sorarcasına Holgersson’a baktı ama o yalnızca başını hayır dercesine sallamakla yetindi. Konuşma sırası kendisindeydi.
“Hepimiz çok yorgunuz,” diye söze başladı. “Üzgün, şaşkın ve acı doluyuz. Hepimizin en çok korktuğu şey sonunda başımıza geldi. Genelde cinayetleri, hatta en vahşice işlenmiş olanları bile çözmeye çalışırız. Bu bizim işimiz ve kurbanlar da kendi dünyamız dışındaki insanlar olur. Ne var ki bu kez içimizden biri öldürüldü ama bu cinayete de sıradan bir olay gibi yaklaşmalıyız. Duygularımızı asla karıştırmamalıyız. Olayı aklımızla çözmeliyiz.”
Durup çevresine bakındı. Kimse bir şey söylemedi.
“Şimdi elimizdekilere bir bakalım,” dedi Wallander. “Sonra da stratejimizi saptarız. Bu olayda fazla bir şey bilmiyoruz. Svedberg çarşamba akşamıyla perşembe akşamı arasında bir saat diliminde öldürüldü. Cinayet evinde işlendi ama evde içeriye zorla girildiğine, kapının zorlandığına ilişkin herhangi bir işaret yok. Oturma odasında yerde duran av tüfeğinin cinayette kullanılan silah olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Eve hırsızlık süsü verilmiş. Belki de Svedberg silahlı birinin saldırısına uğradı. Bunu tam olarak bilemiyoruz ama bu da olasılıklardan biri. Diğer senaryoları da göz ardı edemeyiz. Soruşturmamızı olabildiğince geniş bir yelpazede sürdürmeliyiz. Svedberg’in polis olduğunu da asla göz ardı etmemeliyiz. Bu önemli olabilir de olmayabilir de. Ölüm saatini henüz öğrenemedik, öte yandan komşuların herhangi bir silah sesi duymadıkları gerçeğini de bir kenara atmamalıyız. Şimdilik otopsi raporunu beklemekten başka çaremiz yok.”
Önündeki bardağı suyla doldurup bir dikişte bitirdi.
“Bildiklerimiz şimdilik bu kadar. Bunlara Svedberg’in perşembe günü işe gelmediğini de eklemeliyiz. Hepimiz bunun ne denli alışılmışın dışında bir şey olduğunu biliyoruz. Gelemeyeceğini bildirmek için arayıp haber de vermemişti. Demek ki işe gelmesini engelleyecek bir şey söz konusuydu. Bunun ne anlama geldiğini de ne yazık ki artık hepimiz biliyoruz.”
Nyberg elini kaldırıp Wallander’in sözlerini kesti.
“Ben patolog değilim,” dedi. “Ama Svedberg’in çarşamba günü öldüğünü sanmıyorum.”
“O zaman Svedberg dün neden işe gelmedi? Bu sorunun cevabını bulmalıyız,” dedi Wallander. “Neden telefon etmedi? Ne zaman öldürüldü?”
Wallander odadakilere Ylva Brink’le yaptığı görüşmeyi anlattı. “Svedberg’in görüştüğü tek akrabası olduğunu belirtmesinin yanında bana oldukça garip gelen bir şey daha söyledi. Son birkaç haftadan beri Svedberg’in, işlerinin yoğun olmasından ötürü şikâyet ettiğini söyledi ama Svedberg tatilden daha yeni dönmüştü. Özellikle onun tatillerde alabildiğine tembellik yaptığını bilen biri olarak bu sözlere bir anlam veremedim.”
“Tatillerde bir yerlere gitmez miydi?” diye sordu Martinson.
“Pek gitmezdi. Günübirliğine Bornholm’e ya da birkaç günlüğüne feribotla Polonya’ya giderdi. Ylva Brink de bunları onayladı. Zamanının büyük bir bölümünü hobileriyle geçirirdi. İki hobisi vardı: bunlardan biri Kızılderililerin tarihçesini incelemek, diğeri de amatör olarak astronomi ile ilgilenmek. Ylva Brink onun çok pahalı bir teleskobu olduğunu söyledi ama teleskobu henüz bulamadık.”
“Kuşları izlemeye gittiğini sanıyordum,” dedi Hansson uzun zamandan beri ilk kez konuşarak.
“Bazen giderdi ama sık değil,” diye karşılık verdi Wallander. “Ylva Brink’in onu çok iyi tanıdığını kabul etmeliyiz ve ona göre de yıldızlarla Kızılderililer çok önemliydi.”
Çevresine bakındı. “Neden çok çalıştığını söyledi? Bu ne anlama geliyor? Belki de sandığımız gibi önemli bir nedeni yoktu ama bunu düşünmekten de kendimi alamıyorum.”
“Toplanmadan önce onun en son ne üstünde çalıştığına baktım,” dedi Höglund. “Tatile çıkmadan önce kaybolan gençlerin aileleriyle konuşmuş.”
“Hangi gençlerin?” diye sordu Holgersson şaşkınlıkla. Wallander konuyu açıkladıktan sonra Höglund sözlerini sürdürdü.
“Tatile çıkmadan önceki son iki günü Norman, Boge ve Hillström aileleriyle görüşerek geçirmiş. Masasını baştan sona aramama karşın söz konusu bu görüşmelere ilişkin herhangi bir not bulamadım.”
Wallander ve Martinson bakıştılar.
“Bu doğru olamaz,” dedi Wallander. “Üçümüz de bu ailelerle görüştük. Ortada bir cinayet ya da bir suç olmadığından ailelerle daha fazla görüşmenin bir anlamı olmayacağına karar vermiştik.”
“Öyle ama o yine de gidip görüşmüş,” dedi Höglund. “Takvimine de görüşmelerinin saatini yazmış.”
Wallander bir an düşündü. “Bu da Svedberg’in bizlere haber vermeden konuyla tek başına ilgilendiğini gösteriyor.”
“Hiç de onun tarzı değil,” dedi Martinson.
“Doğru,” diye karşılık verdi Wallander. “Bu da işe gelmeyeceğini haber vermemesi kadar garip.”
“Bu bilgiyi kolayca doğrulayabiliriz,” dedi Höglund.
“Bunu lütfen sen üstlen,” dedi Wallander. “Ayrıca Svedberg’in ne tür sorular sorduğunu da öğren.”
“Her şey çok garip,” dedi Martinson. “Çarşamba gününden beri bu gençlerle ilgili Svedberg’i arayıp durduk ama şimdi artık o yaşamıyor ve biz hâlâ onlar hakkında konuşuyoruz.”
“Yeni bir gelişme mi var?” diye sordu Holgersson.
“Gençlerden birinin annesinin aşırı derecede kaygılanması dışında yeni bir şey yok. Kızı bir kart daha yollamış.”
“Peki ama bu iyi bir şey değil mi?”
“Kadına göre biri kızının el yazısını taklit etmiş.”
“Bunu kim, neden yapar ki?” diye sordu Hansson. “İnsan neden birinin yazısını taklit edip kart göndermeye kalkar ki? Çek olsaydı anlardım ama kartpostalları anlamak kolay değil.”
“Bence şimdilik bu iki olayı birbirinden ayrı değerlendirmeliyiz,” dedi Wallander. “Öncelikle Svedberg’in katilinin ya da katillerinin izini nasıl süreceğimiz üzerinde yoğunlaşalım.”
“Birden fazla katilin olduğunu gösteren bir delil yok,” dedi Nyberg.
“Olmadığından emin olabilir misin?”
“Hayır.”
Wallander ellerini iki yana açtı. “Şu an hiçbir şeyden emin değiliz,” dedi. “Onun için de olayı çok geniş bir yelpazede değerlendirmeliyiz. Birkaç saat içinde Svedberg’in ölümünü duyuracağız, ondan sonra somut adımlar atmak zorundayız.”
“Bunun en önemli önceliğimiz olduğunu belirtmeme gerek olmadığını sanıyorum,” dedi Holgersson. “Diğerleri bekleyebilir.”
“Basın toplantısı,” dedi Wallander. “Şimdi onu ele alalım.”
“Bir polis öldürüldü,” dedi Holgersson. “Basına, olanları olduğu gibi anlatalım. Elimizde somut bir şey var mı?”
“Yok,” dedi Wallander.
“O zaman biz de basına bunu söyleyeceğiz.”
“Ne kadar ayrıntı verelim?”
“Çok yakından ateş edilmiş. Cinayet aletini bulduk. Bu bilgiyi saklamanın bir gereği var mı?”
“Yok,” dedi Wallander ve arkadaşlarına baktı. Kimse buna karşı çıkmamıştı.
Holgersson ayağa kalktı. “Senin de orada olmanı istiyorum,” dedi. “Aslında hepiniz olsanız iyi olur. Hem meslektaşımız hem de bir dostumuz öldürüldü.”
Basın toplantısından on beş dakika önce buluşmaya karar verdiler.
Holgersson toplantı odasından ayrıldı. Kapı kapanınca mum söndü. Höglund mumu yeniden yaktı. Bildikleri şeylerin üstünden bir kez daha geçtiler ve iş bölümü yaptılar. Tekrar çalışma havasına girmişlerdi. İşleri bitmek üzereydi, Martinson bir konuya daha parmak bastı.
“Gençlerin şimdilik bir kenara bırakılıp bırakılmaması konusunda bir karar vermemiz gerekiyor.”
Wallander bu konuda kararsızdı ama son kararı kendisinin vermesi gerektiğini de biliyordu.
“Şimdilik o konuyu bir kenara bırakalım,” dedi. “En azından birkaç gün. Svedberg olağanüstü sorular sormamışsa gençlerin aileleriyle yeniden görüşürüz.”
Saat dokuzu çeyrek geçiyordu. Wallander bir fincan kahve alıp odasına gitti. Masanın üstünden bir not defteri alıp ilk sayfaya Svedberg diye yazdı. Hemen altına da bir çarpı işareti koydu. Daha ileriye gidemedi. O gece aklına gelen tüm düşünceleri kâğıda dökmek istiyordu ama başaramamıştı. Kalemi bırakıp pencereye doğru gitti. Ağustos sabahı güneşli ve sıcaktı. Bu olayda bazı taşların yerine oturmadığına ilişkin o duyguyu yeniden hissetti. Nyberg eve hırsızlık süsü verildiğini düşünüyordu. Öyleyse bu süsü kim, neden vermişti?
Telefon rehberinden Sture Björklund’un numarasını bulup çevirdi. Telefon çalıyordu.
“Başınız sağ olsun,” dedi Wallander.
Sture Björklund’un sesi mesafeli ve soğuktu.
“Sizin de. Büyük olasılıkla kuzenimi benden daha iyi tanıyordunuz. Ylva bu sabah saat altıda telefon edip olanları anlattı.”
“Ne yazık ki bu olay basında geniş yer alacak,” dedi Wallander.
“Biliyorum. Ailemizde ikinci cinayet bu.”
“Öyle mi?”
“Evet, ilki 1847’de, daha doğru söylemem gerekirse 12 Nisan 1847’de Karl Evert’in büyük-büyük-büyük amcası, Eslöv dışında bir yerlerde baltayla öldürülmüş. Katil Brun adında ordudan atılan eski bir askermiş. Cinayeti para için işlemiş. O zamanlar ailemiz çok varlıklıymış.”
“Sonra neler olmuş?” diye sordu Wallander sabırsızlığını gizlemeye çalışarak.
“Polis, belki o dönemler için polis yerine şerif demem gerek, her neyse yardımcısıyla birlikte cinayetten birkaç gün sonra yoğun bir çalışma sonucu Danimarka’ya kaçmakta olan Brun’u yakalamış. Ölüme mahkûm edilmiş. Birinci Oskar kral olunca selefi On Beşinci Charles’ın kaldırdığı idam cezasını tekrar yürürlüğe koymuş ve tahta çıkar çıkmaz on dört tutukluyu idam ettirmiş. Brun’un da Malmö dışında bir yerde boynu kesilmiş.”
“Ne garip bir durum.”
“Birkaç yıl önce atalarımızla ilgili bazı araştırmalar yapmıştım. Brun olayıyla Elsöv’deki cinayeti zaten biliyordum.”
“Eğer sizin için bir sakıncası yoksa en kısa zamanda gelip sizinle görüşmek istiyorum.”
Sture Björklund hemen savunmaya geçmişti.
“Ne hakkında?”
“Karl Evert hakkında.” Svedberg’in ilk adını kullanmak Wallander’e çok tuhaf gelmişti.
“Onu doğru dürüst tanımıyordum ki. Ayrıca bugün öğleden sonra Kopenhag’a gideceğim.”
“Bu çok acil ve inanın bana, fazla zamanınızı almayacak.”
Telefonun diğer ucundaki adamdan ses çıkmadı. Wallander bekledi.
“Kaçta?”
“Öğleden sonra iki iyi mi?”
“Kopenhag’a telefon edip bugün gelemeyeceğimi bildireyim.”
Sture Björklund, Wallander’e adresi verdi. Evi kolay bulacağını tahmin etti.
Telefon konuşmasından sonra Wallander olayın bir özetini çıkarmak için yarım saat uğraştı. Svedberg’i yerde yatarken ilk gördüğünde hissettiği o duygunun nereden kaynaklandığını anlamaya çalışıyordu. Nyberg’i de tedirgin eden aynı duyguydu. Bu işte bir terslik vardı. Wallander meslektaşlarından birinin cesediyle karşılaşınca insanın bu tür anlaşılması güç tepkiler vermesinin doğal olabileceğini düşündü. Yine de kendisini alabildiğine tedirgin eden duygunun kaynağını araştırmayı sürdürüyordu.
Saat on gibi kahve almak için dışarı çıktı. Kantin doluydu. Herkes şaşkındı. Wallander bir iki trafik polisiyle sohbet edip bir süre kantinde oyalandı. Sonra odasına dönüp Nyberg’i cep telefonundan aradı.
“Neredesin?” diye sordu Wallander.
“Nerede olabilirim?” diye karşılık verdi ters bir sesle Nyberg. “Hâlâ Svedberg’in evindeyim.”
“Oralarda bir teleskop gözüne ilişti mi?”
“Hayır.”
“Başka bir şey var mı?”
“Av tüfeğinin üstünde birçok parmak izi bulduk. İnceliyoruz.”
“Bunların veri tabanında olmasını umalım, o hâlde.”
“Evet.”
“Hedeskoga’nın dışında oturan Svedberg’in diğer kuzeniyle görüşmeye gidiyorum. Sonra daha fazla inceleme yapmak için Svedberg’in evine geleceğim.”
“Sen geldiğinde bizim işimiz bitmiş olur herhâlde. Basın toplantısına ben de katılmak istiyorum.”
Wallander, Nyberg’in daha önce herhangi bir basın toplantısına katıldığını hatırlamıyordu. Belki Nyberg bu şekilde ne denli üzgün olduğunu ifade ediyor, diye geçirdi içinden. Wallander duygulanmıştı.
“Anahtarları buldunuz mu?” diye sordu kısa bir süre sonra.
“Araba anahtarlarıyla bodrumdaki deponun anahtarı var.”
“Tavan arasında bir şey yok mu?”
“Depo olarak tavan arasını değil bodrumu kullanmış. Basın toplantısına geldiğimde anahtarları veririm.”
Wallander telefonu kapatıp Martinson’un odasına gitti. “Svedberg’in arabası nerede?” diye sordu. “Şu Audi var ya?”
Martinson bilmiyordu. Hansson’a sordular, onun da haberi yoktu. Höglund odasında değildi.
Martinson saatine baktı.
“Evine yakın garajlardan birinde olmalı,” dedi. “Saat on birden önce gidip gelirim.”
Wallander odasına döndü. İnsanlar çiçek göndermeye başlamıştı bile. Ebba’nın gözleri kan çanağına dönmüştü ama Wallander ona bir şey söylemedi. Hızlı adımlarla Ebba’dan uzaklaştı.
Basın toplantısı tam zamanında başladı. Toplantıdan sonra Wallander, Lisa Holgersson’un toplantıyı büyük bir sakinlikle yönettiğini düşündü. Holgersson’a kimsenin böylesi bir toplantıyı bu denli başarıyla yönetemeyeceğini söyledi. Üniformasını giymişti ve önündeki masanın üstünde de iki demet gül vardı. Konuşması açık ve netti. Konuyu dağıtmamıştı. Basın mensuplarına herkesin bildiği gerçekleri açıklamıştı ve bu kez sesi titrememişti. Herkesin sevdiği ve saydığı meslektaşı Karl Evert Svedberg evinde ölü bulunmuştu. Ölüm saatiyle neden öldürüldüğüne ilişkin henüz somut bir bilgi yoktu ama elde edilen bulgular Svedberg’e silahlı birinin saldırdığı yönündeydi. Polisin elinde henüz bir kanıt yoktu. Konuşmasını Svedberg’in kariyer ve karakterinden bahsederek bitirdi. Wallander, Holgersson’un Svedberg’i abartmadan anlattığını düşünüyordu. Müdür konuşmasını tamamladıktan sonra gazeteciler Wallander’e bir iki soru yönelttiler. Nyberg cinayet aletinin Lambert Baron av tüfeği olduğunu açıkladı.
Toplantı yarım saatte bitmişti. Daha sonra Sydntt gazetesinden gelen bir gazeteci Holgersson’la söyleşi yaparken Wallander de akşam gazetelerinden gelen gazetecilerin sorularını yanıtladı. Gazeteciler Lilla Norre Caddesi’ndeki binanın önünde poz vermesini istediklerinde Wallander’in de sabrı tükenmeye başlamıştı.
Öğlene doğru Holgersson soruşturma ekibini evine yemeğe davet etti. Wallander ve Holgersson, Svedberg’le ilgili anılarından söz ettiler. Svedberg’in neden polis olmaya karar verdiğini bilen tek kişi Wallander’di.
“Karanlıktan korkarmış,” dedi Wallander. “Öyle söylemişti. Bu çocukluğundan beri peşini bırakmayan bir korkuymuş ve ne kaynağını ne de bu korkudan nasıl kurtulacağını biliyormuş. Bu korkusuyla baş edebileceğini düşündüğünden polis olmuş ama korkudan yine kurtulamamıştı.”
Saat bir buçukta emniyete döndüler. Martinson, Wallander’le birlikteydi.
“Çok iyi idare etti,” dedi Martinson.
“Lisa işinde çok başarılı,” diye karşılık verdi Wallander. “Ama sen bunu zaten biliyorsun, değil mi?”
Martinson karşılık vermedi.
Birden Wallander’in aklına bir şey geldi. “Audi’yi buldun mu?”
“Binanın hemen arkasında özel bir garaj var. Orada. Gidip gördüm.”
“Bagajında teleskop var mıydı?”
“Bagajda yalnızca yedek bir lastikle bir çift çizme vardı. Torpido gözünde de böcek kovucu bir sprey.”
“Ağustosta arı çok olur,” dedi Wallander.
Emniyete geldiklerinde herkes kendi odasına gitti. Nyberg öğle yemeğinde anahtarları Wallander’e vermişti ama Wallander, Svedberg’in evine gitmeden önce Hedeskoga’ya gitti. Sture Björklund adresi çok güzel vermiş, diye geçirdi içinden, kasabanın hemen dışındaki küçük çiftlik evine saparken. Evin önünde küçük bir havuzla oldukça geniş bir çim alan vardı. Çimin üstünde alçı heykeller göze çarpıyordu. Wallander şaşkınlıkla bu heykellerin tümünün de şeytana benzediğini gördü. Sosyoloji profesörünün bahçesinde başka ne bekliyordum, dedi kendi kendine. Düşünceleri bot giyen, yıpranmış deri ceketli ve kenarları yırtık hasır şapkalı bir adamla karşılaşınca dağıldı. Adam oldukça uzun boylu ve zayıftı. Wallander yırtık şapkanın arasından Svedberg’le kuzeninin birbirine ne kadar benzediğini gördü. İkisi de keldi.
Wallander bir an için şaşırmıştı. Profesör Björklund’u çok daha farklı hayal etmişti. Güneş yanığı yüzü ve birkaç günlük sakalıyla profesör karşısında duruyordu. Wallander, Kopenhag’daki profesörlerin derslerine tıraş olmadan girip girmediklerini merak etti ama sonra henüz ağustos başı olduğunu, güz döneminin henüz başlamadığını ve dolayısıyla Björklund’un büyük olasılıkla başka bir iş için Kopenhag’a gideceğini düşündü.
“Umarım sizi rahatsız etmedim,” dedi Wallander.
Sture Björklund başını arkaya atarak bir kahkaha patlattı. Wallander bu kahkahadaki gizli alayı fark etmişti.
“Her cuma Kopenhag’da bir hanımla buluşurum,” dedi Sture Björklund. “Siz isterseniz buna metres diyebilirsiniz. İsveçli polislerin metresleri var mıdır?”
“Olduğunu sanmıyorum,” diye yanıtladı Wallander.
“İnsanın metresinin olması birçok sorunun çözümünü de beraberinde getirir,” dedi Björklund. “Böylelikle insanlar evliler gibi gece geç saatlere kadar tartışıp birbirlerine bir şeyler fırlatmaz, iş çığrından çıkmaz. Kimse kimseyi ciddiye almaz.”
Yırtık şapkalı adamın insanın tüylerini ürperten kahkahası Wallander’in sinirine dokunmaya başlamıştı.
“Evet ama cinayet ciddiye alınacak bir şey,” dedi.
Sture Björklund onaylarcasına başını sallayıp şapkasını çıkardı. Bu davranışında sanki yas tutmaya hazırlanır gibi bir tavır hissediliyordu.
“İçeri girelim,” dedi.
Wallander daha önce hiç böyle bir ev görmemişti. Dıştan bakıldığında tipik bir İskandinav çiftlik evine benziyordu ama Wallander’in içine girdiği dünya bambaşkaydı. Evde tek bir duvar bile yoktu, ev aslında çatı kirişleriyle tutturulmuş büyük bir oda görünümündeydi. Sağda ve solda kule benzeri demir ve tahtadan yapılmış basamaklar vardı. Evin arka tarafındaki duvarın tamamı bir akvaryumla kaplanmıştı. Sture Björklund, Wallander’i iki yanında bir kilise sırası ve tahta bir tabureyle çevrili büyük bir tahta masaya doğru götürdü.
“Oturacağın yerin her zaman sert olması gerektiğini düşünürüm,” dedi Björklund. “Yemek yerken, düşünürken ya da bir polis memuruyla konuşurken rahat olmayan sıralar işinizi bir an önce bitirmeniz için sizi zorlar.”
Wallander sıraya oturdu. Gerçekten de çok rahatsızdı.
“Eğer duyduklarım doğruysa Kopenhag Üniversitesi’nde profesörsünüz.”
“Sosyoloji dersi veriyorum ama ders yoğunluğumu elimden geldiğince en aza indirmeye çalışıyorum. Araştırmalarımla daha çok ilgileniyorum ve bu araştırmaları evden de yapabilirim.”
“Pek alakası yok ama yine de sormak istiyorum. Şu anda ne üzerinde çalışıyorsunuz?”
“İnsanlığın canavarlarla olan ilişkisi.”
Wallander, Sture Björklund’un şaka yapıp yapmadığını anlayamamıştı. Konuşmasını sürdürmesi için bekledi.
“Orta Çağ’daki canavarlar 18. yüzyıldakilerle aynı değildi. Tıpkı gelecek kuşakların bizlere benzemeyeceği gibi onlar da çok farklıydı. İçinde yaşadığımız bu dünya karmaşık ve büyüleyici. Terör de sürekli boyut değiştiriyor. Ayrıca bu tür çalışmalar fazladan para kazanmamı da sağlıyor ama tek amacım bu değil.”
“Peki amacınız ne?”
“Korku filmleri çeken bir Amerikan film şirketine danışmanlık yapıyorum. İş ticari teröre geldiğinde dünyada en çok aranan danışmanlardan biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Hawaii’de bir Japon var ama ondan hemen sonra da ben geliyorum.”
Wallander karşısında oturan bu adamın deli olup olmadığını düşünürken adam ona masadaki bir resmi uzattı.
“Ystad’da yedi yaşındaki çocuklarla canavarlar hakkında konuştum. Onların canavarlara ilişkin düşüncelerini kendiminkilerle birleştirince ortaya bu şekil çıktı. Amerikalılar buna bayılıyor. Yedi ve sekiz yaşındaki çocukları korkutmayı amaçlayan bir dizi çizgi filmde başrolü oynayacak.”
Wallander kendisine uzatılan resme baktı. Son derece tedirgin ediciydi. Masaya bıraktı.
“Ee, ne düşünüyorsunuz, Komiserim?”
“Bana Kurt diyebilirsiniz.”
“Ne düşünüyorsunuz?”
“Tatsız. Tedirgin edici.”
“Bizler de tatsız ve tedirgin edici bir dünyada yaşıyoruz.”
Şapkasını çıkarıp masaya bıraktı. Wallander birden odaya yayılan ter kokusuyla irkildi.
“Geçenlerde telefonumu kapattırmaya karar verdim,” dedi Björklund. “Beş yıl önce de televizyonumdan kurtulmuştum. Şimdi de telefondan kurtulacağım.”
“Bu size sorun yaratmayacak mı?”
Björklund ona ciddi bir tavırla baktı. “Dış dünyayla nasıl ve ne zaman ilişki kuracağıma karar verme hakkımı kullanacağım. Bilgisayarımı atmıyorum ama telefonu atıyorum.”
Wallander başını onaylarcasına sallayarak konuyu değiştirdi.
“Kuzeniniz Karl Evert Svedberg öldürüldü. Ylva Brink dışında onun tek akrabası sizsiniz. Onu en son ne zaman görmüştünüz?”
“Yaklaşık üç hafta önce.”
“Kesin bir tarih verebilir misiniz?”
“19 Temmuz Cuma günü saat 16.30’da.”
Yanıtın bu denli çabuk gelmesine Wallander çok şaşırmıştı. “Günü ve saati nasıl oldu da bu kadar çabuk hatırladınız?”
“Çünkü o zaman buluşmayı kararlaştırmıştık. Ben bazı arkadaşlarımı görmek için İskoçya’ya gidiyordum, Kalle de her zamanki gibi ben yokken burada kalacaktı. Ben yolculuğa çıkarken ve bu yolculuklardan döndüğümde birbirimizi görebiliyorduk.”
“Neden bu evde kaldı?”
“Burada oturuyordu.”
Yanıt Wallander’i çok şaşırtmıştı ama Björklund’dan kuşkulanmasını gerektiren bir şey de yoktu ortada.
“Bu hep böyle miydi? Yani siz yolculuğa çıktığınızda o gelip sizin evinizde mi kalıyordu?”
“En aşağı on yıldan beri böyleydi. Harika bir düzen kurmuştuk.”
Wallander kısa bir an düşündü. “Ne zaman döndünüz?”
“27 Temmuz’da. Kalle beni havaalanında karşıladı. Arabasıyla buraya geldik. Bir süre sohbet ettik, sonra o Ystad’a döndü.”
“İşlerinin çok yoğun olduğu hissine kapıldınız mı?”
Björklund başını arkaya atıp insanın tüylerini ürperten kahkahasını patlattı.
“Sanırım dalga geçiyorsunuz, ama ölünün arkasından dalga geçmek saygısızlık değil midir?”
“Dalga geçmiyordum. Son derece ciddiyim.”
Björklund gülümsedi. “Kadınlarla yoğun ve tutkulu bir ilişkiye girdiğimizde galiba hepimiz biraz aşırı yoğun çalışıyor gibi görünürüz?”
Wallander şaşkınlıkla Björklund’a baktı.
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Ben İskoçya’dayken Kalle sevgilisiyle burada buluşuyordu. Aslında bu da planın bir parçasıydı. Ben İskoçya’ya ya da başka bir yere gittiğimde onlar burada kalırdı.”
Wallander iç çekti.
“Şaşırmış gibisiniz,” dedi Björklund.
“Her zaman aynı kadınla mı birlikte oluyordu? Kadının adı ne?”
“Louise.”
“Soyadı?”
“Bilmiyorum. Onunla hiç karşılaşmadım. Kalle onun hakkında konuşmazdı.”
Wallander şaşkınlık içindeydi. Svedberg’in bir kadınla ilişkisi olduğunu bilmiyordu, hele uzun süreli bir ilişkisi olduğu doğrusu hiç aklına gelmezdi.
“Bu kadınla ilgili başka neler biliyorsunuz?”
“Hiçbir şey.”
“Ama Kalle mutlaka bir şeyler söylemiş olmalı.”
“Söylemedi. Ben de sormadım. Bizler galiba alışılmışın dışında meraksız bir aileyiz.”
Wallander’in başka sorusu yoktu. Şu anda tek gereksinimi az önce duyduklarını hazmedebilmek için gerekli zamandı. Ayağa kalkınca Björklund kaşlarını çattı.
“Hepsi bu kadar mı?”
“Şimdilik, ama yine görüşeceğiz.”
Björklund onu kapıya kadar götürdü. Hava sıcaktı. Rüzgâr yoktu.
“Onu kimin öldürmüş olabileceğini düşünüyorsunuz?” diye sordu Wallander arabasına yaklaştığında.
“Hırsızlık olayı değil mi? Köşe başında kimin kimleri beklediğini nereden bileceksiniz?”
El sıkıştılar, Wallander arabasına bindi. Arabasını çalıştırırken Björklund cama doğru eğildi.
“Bir şey daha var,” dedi. “Louise saçlarının rengini sıklıkla değiştirir.”
“Bunu nereden biliyorsunuz?”
“Lavabonun içi saçla dolu olurdu da ondan. Bir yıl kızıl, ertesi yıl siyah, sonra da sarı. Her zaman farklıydı.”
“Ancak siz onun aynı kişi olduğunu düşünüyorsunuz, değil mi?”
“Ben Kalle’nin ona sırılsıklam âşık olduğunu düşünüyorum.”
Wallander onaylarcasına başını salladı. Sonra da arabayı sürdü. Saat üç olmuştu. Bir tek şey kesin, diye geçirdi içinden Wallander, birkaç gün önce öldürülen arkadaşımız ve meslektaşımız Svedberg’i meğerse hiçbirimiz tanımıyormuş.
Saat üçü on geçe Wallander arabasını kent meydanına park ettikten sonra Lilla Norre Caddesi’ne doğru yürüdü. Nedenini bilmeden adımlarını hızlandırdı. Birden çok önemli bir şey oluyormuş gibi bir hisse kapılmıştı.