Kitabı oku: «Bir Adım Geriden», sayfa 5
5
Hemşirelerin dinlenme odasına geçip oturdular. Saat gecenin üçüydü. Wallander her şeyi anlattı. Svedberg ölmüştü. Bir av tüfeğiyle öldürülmüştü. Katilin kim olduğunu, bu cinayeti neden ve ne zaman işlediğini henüz bilmiyorlardı. Daha ayrıntılı bilgi vermekten kaçınmıştı Wallander.
Sözlerini tamamladığında gece nöbetçisi hemşirelerden biri odadan içeri girip Ylva Brink’e bir şey sormak istediğini söyledi.
“Daha sonra soramaz mısınız?” dedi Wallander. “Ben az önce ona yakın bir akrabasının ölüm haberini verdim.”
Hemşire odadan çıkarken Wallander ondan bir bardak su getirmesini rica etti. Ağzı o denli kurumuştu ki güçlükle konuşuyordu.
“Hepimiz şoktayız,” dedi Wallander hemşire çıktıktan sonra. “Olanları kimsenin aklı almıyor.”
Ylva Brink karşılık vermedi. Yüzü kireç gibi olmuştu ama kendini kaybetmemişti. Hemşire elinde bir bardak suyla geri geldi.
“Başka bir şey ister misiniz?” dedi.
“Hayır, teşekkür ederim,” diye karşılık verdi Wallander.
Suyu bir dikişte bitirdi ama susuzluğu hâlâ geçmemişti.
“Anlamakta zorlanıyorum,” dedi Ylva Brink. “Neden Svedberg?”
“Ben de aynı soruyu kendime sorup duruyorum,” diye karşılık verdi Wallander.
Ceketinin cebindeki kalemi aldı ama her zaman olduğu gibi bu kez elinde not defteri yoktu. Sandalyenin hemen yanında bir çöp kutusu duruyordu. Birinin üstüne bir dizi rakam karaladığı buruşuk kâğıt parçasını aldı, düzeltti, sonra masadaki dergilerden birinin üstüne koydu.
“Sana bazı sorular sormam gerekiyor,” dedi. “Svedberg’in en yakın akrabası kim? Doğrusunu söylemem gerekirse ben onun tek akrabası sen olduğunu düşünüyorum.”
“Annesiyle babası öldü, kardeşi de yok. Tek çocuktu. Benim dışımda bir kuzeni daha var. Ben onun baba tarafından kuzeni oluyorum, diğeri de anne tarafından. Adı Sture Björklund.”
Wallander ismi kâğıda yazdı.
“Ystad’da mı oturuyor?”
“Hedeskoga’nın dışında bir çiftliği var.”
“Demek çiftçi?”
“Kopenhag Üniversitesi’nde profesör.”
Wallander şaşırmıştı. “Svedberg’in ondan söz ettiğini hiç hatırlamıyorum.”
“Pek görüşmezlerdi. Eğer Svedberg’in hangi akrabasıyla görüştüğünü soracak olursan yalnızca benimle görüşürdü.”
“Yine de bu profesöre haber vermemiz gerek,” dedi Wallander. “Senin de tahmin edebileceğin gibi bu olay basında geniş yankı uyandıracak. Bir polisin vahşi bir cinayete kurban gitmesi oldukça ilginç bir haber.”
Ylva Brink ona dikkatle baktı. “Vahşi bir cinayet mi? Ne demek istiyorsun?”
“Yani öldürüldü demek istemiştim.”
“Evet, zaten başka ne olabilir ki?”
“Bu da benim ikinci sorum olacaktı,” dedi Wallander. “Sence intihar etmiş olabilir mi?”
“İntihar her zaman bir olasılık değil mi? Tabii geçerli koşullar altında demek istiyorum.”
“Evet.”
“Cesede bakarak bunun bir intihar mı yoksa cinayet mi olduğunu anlayamaz mısınız?”
“Evet genellikle anlarız ama bazı soruların da rutin gereği mutlaka sorulması gerekiyor.”
Ylva Brink karşılık vermeden bir süre düşündü.
“Zor zamanlar geçirdiğimde bunu ben de düşündüm. Neler yaşadığımı sadece Tanrı bilir. Ancak Karl’ın böylesi bir şey yapacağını asla düşünmezdim. İntihar etmiş olabileceğini sanmıyorum.”
“İntihar etmesi için hiçbir nedeni olmadığını mı söylemek istiyorsun?”
“Svedberg bence hiç de mutsuz biri değildi.”
“Ondan en son ne zaman haber almıştın?”
“Geçen pazar telefon etmişti bana.”
“Nasıldı?”
“Son derece olağandı.”
“Neden aramıştı?”
“Haftada bir mutlaka konuşurduk. O aramazsa ben arardım, ben aramazsam o arardı. Bazen de bana yemeğe gelirdi. Zaman zaman ben de ona giderdim. Belki hatırlarsın, kocam bir petrol gemisinde çalıştığı için genellikle evde olmaz. Çocuklar da büyüdü.”
“Svedberg yemek pişirir miydi?”
“Neden pişirmesin ki?”
“Onu mutfakta yemek pişirirken gözümün önüne getiremiyorum.”
“Hem de çok iyi bir aşçıydı, özellikle balık konusunda uzmandı.”
Wallander biraz gerilere döndü. “Demek pazar günü seni aradı. O gün 4 Ağustos’tu ve her şey yolundaydı, değil mi?”
“Evet.”
“Nelerden söz ettiniz?”
“Havadan sudan. Bana ne denli yorgun olduğunu söylediğini hatırlıyorum. İşlerin çok yoğun olduğunu söylemişti.”
Wallander ona dikkatle baktı. “İşlerin çok yoğun olduğunu mu söylemişti?”
“Evet.”
“Ama izinden daha yeni dönmüştü.”
“Doğru, haklısın.”
Wallander bir sonraki sorusunu sormadan önce kısa bir an duraksadı. “Tatilde ne yaptığını biliyor musun?”
“Ystad’dan uzaklaşmaktan hiç hoşlanmadığını bilmem biliyor musun. Genellikle evde otururdu. Ya da birkaç günlüğüne Polonya’ya giderdi.”
“Peki ama evde ne yapardı? Hiç dışarı çıkmaz mıydı?”
“Kendince bazı hobileri vardı.”
“Ne gibi?”
Ylva Brink başını iki yana salladı. “Herhâlde sen de benim gibi Svedberg’in iki büyük tutkusu olduğunu biliyorsun. Amatör astronomi ve Kızılderili tarihçesi.”
“Kızılderili konusunu ve ara sıra Falsterbo’ya kuşları izlemeye gittiğini biliyorum ama astronomiyi doğrusu bilmiyordum.”
“Bir de çok pahalı bir teleskobu vardı.”
Wallander evde teleskop gördüğünü hatırlamıyordu.
“Teleskobu evde nerede?”
“Çalışma odasında.”
“Demek tatillerinde bu hobileriyle zaman geçiriyordu? Yıldızlara bakarak ve Kızılderililerle ilgili kitaplar okuyarak.”
“Öyle sanıyorum ama bu yaz biraz daha farklı geçmişti.”
“Ne gibi?”
“Yazları genellikle kışlara oranla daha sık görüşürdük ama bu yaz onun pek zamanı olmadı. Defalarca yemeğe çağırmama karşın işi olduğu için gelemedi.”
“Nedenini söylemiş miydi?”
Ylva Brink yanıt vermeden önce kısa bir an duraksadı. “Galiba zamanı yoktu.”
Wallander çok önemli bir noktaya yaklaştığını hissediyordu.
“Nedenini açıklamadı?”
“Evet.”
“Bu da seni şaşırtmış olmalı.”
“Pek şaşırtmamıştı doğrusu.”
“Davranışlarında bir değişiklik fark etmiş miydin? Kendisini tedirgin eden bir şeyler var mıydı?”
“Hayır, her zamanki gibiydi. Tek şey zamanın yetmediğinden şikâyetçi olmasıydı.”
“Bunu ne zaman fark ettin?”
Bir an düşündü. “Yaz Dönümü’nden kısa süre sonra, tatile çıkmak üzereyken.”
Az önceki hemşire başını içeri uzattı. Ylva Brink ayağa kalktı.
“Hemen geleceğim,” dedi.
Wallander tuvalete gitti. İki bardak su daha içti, artık daha iyi hissediyordu. Odaya geri geldiğinde Ylva onu bekliyordu.
“Gitsem iyi olacak,” dedi. “Diğer soruların acelesi yok.”
“İstersen Sture’yi ben arayıp haber veririm. Cenaze hazırlıklarına başlamamız gerek.”
“Bu birkaç saat içinde ararsan iyi edersin,” dedi Wallander. “Basın açıklamasını saat on birde yapacağız.”
“Hâlâ inanamıyorum,” dedi Ylva.
Gözleri dolu dolu olmuştu. Wallander de ağlamamak için kendini güç tutuyordu. Bir süre ağlamamaya çalışarak oturdular. Wallander duvardaki saatin tik taklarına odaklanmaya çalışarak saniyeleri saymaya başladı.
“Son bir soru daha,” dedi Wallander kısa süre sonra. “Svedberg bekârdı. Yaşamında bir kadın olduğundan söz ettiğini hiç anımsamıyorum.”
“Öyle biri olduğunu sanmıyorum,” diye karşılık verdi Ylva.
“Bu yaz bir aşk yaşamış olabilir mi?”
“Bir kadınla tanıştığını mı söylüyorsun?”
“Evet.”
“Bu yüzden mi yoğun çalışıp duruyordu?”
Wallander sorusunun ne denli saçma olduğunu yeni fark etmişti. “Bunlar rutin gereği sormak zorunda olduğum sorular,” dedi bir kez daha. “Aksi hâlde bir arpa boyu yol alamayız.”
Ylva Brink cam kapıya kadar onunla geldi.
“Svedberg’i öldüren kişiyi mutlaka bulmalısınız,” diyerek Wallander’in kolunu hafifçe sıktı.
“Bulacağımıza söz veriyorum,” diye karşılık verdi Wallander. “Svedberg bizdendi. Onu öldüren kişiyi buluncaya dek aramayı sürdüreceğiz.”
El sıkıştılar.
“Evinde büyük miktarda para bulundurup bulundurmadığını biliyor musun?”
Ylva Brink ona hayretle baktı. “Büyük miktarda parası yoktu ki. Her zaman maaşının düşük olmasından şikâyet ederdi.”
“Bu konuda yerden göğe kadar haklı.”
“Bir hemşirenin ayda ne kadar kazandığından haberiniz var mı?”
“Yok.”
“Söylemesem daha iyi.”
Wallander hastaneden çıkınca derin bir soluk aldı. Dışarıda kuşlar cıvıldaşıyordu. Saat gecenin dördü olmuştu. Hafif bir rüzgâr dışında hava sıcak sayılırdı. Lilla Norre Caddesi’ne doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Sorulardan biri diğerlerinden çok daha önemli gibiydi. Tatilden yeni dönen Svedberg neden çok fazla çalıştığını söylemişti? Bu sözlerin cinayetle bir ilgisi olabilir miydi?
Wallander dar sokakta birden durdu. Kafasında Svedberg’in evine ilk girdiği, bu felakete ilk tanık olduğu ânı yeniden canlandırdı. Martinson hemen arkasında duruyordu. Yerde bir cesetle bir av tüfeği görmüştü ama öncelikle bir şeylerin yolunda gitmediği duygusunu yoğun hissetmişti. Acaba bu duygunun kaynağı neydi? Bir kez daha gördüklerini yeniden gözünün önüne getirmeye çalıştı ama başarılı olamadı.
Sabırlı olmalıyım, dedi kendi kendine. Uzun bir gece olmuştu ve henüz bitmemişti.
Tekrar yürümeye koyuldu. Bir yandan da ne zaman uyuyabileceğini ve doktorun verdiği perhize ne zaman başlayabileceğini düşünüyordu. Bir kez daha durdu. Birden aklına bir şey gelmişti.
Ya kendisi de Svedberg gibi aniden ölürse? Beni kim arar, kim sorar? İnsanlar acaba arkamdan neler der? İyi bir polis olduğumu söylerler mi? Beni ben olarak özleyecek biri çıkar mı? Ann-Britt? Belki Martinson?
Bir güvercin başının hemen üstünden uçup gitti. Birbirimizle ilgili hiçbir şey bilmiyoruz, dedi kendi kendine. Svedberg hakkında ne düşünüyorum? Onu gerçekten de özleyecek miyim? İnsan tanımadığı birini özler mi?
Yeniden yürümeye başladı ama bu soruların yakasını bırakmayacağını da biliyordu.
Svedberg’in evine yeniden gitmek bir karabasana dönmekle eş değerdi. Yazın, güneşin ve kuş cıvıltılarının verdiği o hafiflik ve mutluluk duyguları çoktan uçup gitmişti. Evde flaş ve spotların aydınlattığı oturma odasında yalnızca ölüm vardı.
Lisa Holgersson emniyete dönmüştü. Wallander, Höglund ile Martinson’a mutfağa gelmelerini söyledi. Az kalsın Svedberg’i görüp görmediklerini soracaktı. Tümü de bembeyaz bir yüzle mutfak masasının çevresine geçip oturdular. Wallander nasıl göründüğünü merak ediyordu.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu.
“Hırsızlıktan başka bir şey olabilir mi?” diye sordu Höglund.
“Birçok şey olabilir,” diye karşılık verdi Wallander. “İntikam olabilir, bir akıl hastası, iki akıl hastası, üç akıl hastası bir araya gelip kendilerince bir nedenden ötürü intikam almak istemiş olabilirler. Bilmiyoruz ve bilmediğimiz sürece de görebildiğimiz, algılayabildiğimiz her şeyi sonuna dek incelemek zorundayız.”
“Bir şey daha var,” dedi Martinson yavaşça.
Wallander, Martinson’un ne söyleyeceğini sezerek başını onaylarcasına salladı.
“Svedberg’in polis olduğu gerçeği,” dedi Martinson.
“Herhangi bir ipucu buldunuz mu?” diye sordu Wallander. “Nyberg’in çalışmaları nasıl gidiyor? Tıbbi rapor ne diyor?”
İkisi de tuttuğu notları karıştırdı. İlk olarak Höglund söze başladı.
“İki saçma da kullanılmış,” diye okudu notlarından Höglund. “Patologla Nyberg peş peşe ateş edildiği konusunda görüş birliği içinde. Svedberg’in başına çok yakından ateş edilmiş.”
Höglund’un sesi titriyordu. Derin bir soluk alıp konuşmasını sürdürdü. “Ateş edildiğinde Svedberg’in koltukta oturup oturmadığına ve silaha olan uzaklığına karar vermek mümkün değil. Mobilyaların yerinden ve oturma odasının boyutundan olaya baktığımızda dört metreden fazla olmaması gerekiyor ama çok daha yakından da ateş edilmiş olabilir.”
Martinson ayağa kalktı, bir şeyler mırıldanıp banyoya gitti. Dönmesini beklediler. Beş dakika sonra da döndü.
“İşten iki yıl önce ayrılmalıydım,” dedi.
“Bize eskisinden çok daha fazla gerek duyuluyor,” dedi Wallander sert bir sesle ama Martinson’un ne demek istediğini de çok iyi anlamıştı.
“Svedberg giyinikti,” diye sürdürdü konuşmasını Höglund. “Bu da yataktan zorla kaldırılmadığı anlamına geliyor ama saat kaçta ateş edildiğini hâlâ bilmiyoruz.”
Wallander, Martinson’a baktı.
“Bu noktayı defalarca vurgulamama karşın komşulardan hiçbiri hiçbir şey duymadığını söyleyip duruyor,” dedi Martinson.
“Peki ya sokaktan gelen sesler silah sesini bastırmışsa?” diye sordu Wallander.
“Sokaktan gelen seslerin silah sesini bastırabileceğini sanmıyorum. Hem de iki kez.”
“Demek ki cinayet saatini saptayamıyoruz. Svedberg’in giyinik olduğunu biliyoruz, bu da bize cinayetin çok geç saatlerde işlenmediğini gösteriyor. Ben nedense Svedberg’in her zaman erkenden yatan biri olduğunu düşünmüşümdür.”
Martinson da bu görüşe karşı çıkmadı.
“Katil eve nasıl girdi? Bunu biliyor muyuz?”
“Kapıda zorlandığına ilişkin herhangi bir şey yok.”
“Hatırlarsan biz de çok kolay içeri girdik,” dedi Wallander.
“Peki ama katil neden silahı evde bıraktı? Paniğe kapılıp kaçtı mı?”
İkisinin de Martinson’un bu sorularına verecek yanıtları yoktu. Wallander alabildiğine yorgun ve sinirli görünen arkadaşlarına baktı.
“Ne düşündüğümü söyleyeyim size,” dedi. “Evin önüne geldiğimde garip bir şeyler olduğuna ilişkin bir hisse kapılmıştım. Bunun ne olduğunu bilmiyorum. Hırsızlıktan ötürü işlenmiş olabilecek bir cinayet söz konusu ama ya hırsızlık değilse, o zaman ne? İntikam mı? Biri buraya bir şeyler çalmak için değil de bir şeyler bulmak için gelmiş olabilir mi?”
Ayağa kalktı, mutfak tezgâhının üstündeki bardaklardan birini alıp su doldurdu.
“Ylva Brink’le konuşmak için hastaneye gittim,” dedi. “Svedberg’in pek bir yakını yokmuş. İki kuzeni varmış, bunlardan biri de Ylva. Birbirlerine yakın oldukları anlaşılıyor. Ylva benim oldukça garibime giden bir şey söyledi. Geçen pazar Svedberg’le telefonda konuştuğunda Svedberg’in çok çalıştığından ötürü yakındığını söyledi ama daha yeni tatilden dönmüştü. Bu bana bir hayli garip ve saçma geldi.”
Höglund ve Martinson konuşmasını tamamlamasını beklediler.
“Bunun bir anlama gelip gelmediğini bilmiyorum ama neden bu şekilde konuştuğunu mutlaka öğrenmemiz gerek,” dedi Wallander.
“Bunun Svedberg’in üstünde çalıştığı soruşturmayla bir ilgisi olabilir mi?” diye sordu Höglund.
“Şu kaybolan gençler konusu mu?” dedi Martinson.
“Başka bir şey olmalı,” dedi Wallander. “Çünkü o gençlerin olayı henüz yasal bir şekle bürünmedi. Svedberg tatile çıktıktan birkaç gün sonra gençlerin ailesi bizlerle bağlantı kurmuştu.”
Kimse bir şey söylemedi. Söyleyecek bir şeyleri yoktu.
“İkinizden biri Svedberg’in ne üstünde çalıştığını öğrensin,” dedi Wallander.
“Sence bir sırrı falan olabilir mi?” diye sordu Martinson.
“Herkesin bir sırrı yok mudur?”
“Bunu mu araştıracağız? Svedberg’in sırrını mı?”
“Onu öldüren kişiyi arayacağız. Hepsi bu.”
Sabah sekizde emniyette buluşmaya karar verdiler. Martinson hiç zaman yitirmeden komşularla görüşmesini sürdürmek için yandaki daireye geri gitti. Höglund mutfakta kalmıştı. Wallander, genç kadının yorgun ve bitkin yüzüne baktı.
“Telefon ettiğimde uyanık mıydın?”
Bu soruyu sorar sormaz da pişman oldu. Uyanık olup olmaması onu hiçbir şekilde ilgilendirmezdi ama Höglund bu soru karşısında kızmamıştı.
“Evet,” diye karşılık verdi. “Uyanıktım.”
“Buraya o kadar çabuk geldin ki kocanın evde çocuklarla kaldığını düşündüm.”
“Sen aradığında tartışıyorduk. Öylesine aptalca bir konuydu ki anlatmaya bile değmez.”
Bir süre konuşmadan oturdular. Ara sıra Nyberg’in sesi içeriden geliyordu.
“Anlayamıyorum,” dedi Höglund. “Kim Svedberg’i öldürmek ister?”
“Ona en yakın kişi kimdi?” diye sordu Wallander.
Höglund şaşırmışa benziyordu. “Ben sen olduğunu sanıyordum.”
“Hayır. Ben onu o kadar iyi tanımazdım.”
“Ama sana çok güvenir ve saygı duyardı.”
“Buna inanamıyorum.”
“Sen inanmayabilirsin ama ben bunu biliyorum. Belki diğerleri de bunu fark etmişti. Haksız olduğunda bile hep senin tarafını tutardı.”
“Bu yine de bizim sorumuzu yanıtlamıyor,” dedi Wallander ve sorusunu bir kez daha yineledi. “Ona en yakın kimdi?”
“Kimse ona yakın değildi.”
“Öyleyse şimdi ona yakınlaşmamız gerekiyor. Ölmüş olsa bile.”
Nyberg elinde bir fincan kahveyle mutfağa geldi. Wallander onun, gece yarısı çağrılabileceği düşüncesiyle elinin altında her zaman bir termos dolusu kahve hazır bulundurduğunu çok iyi bilirdi.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu.
“Hırsızlık gibi geliyor,” dedi Nyberg. “Yalnızca katilin, silahını neden burada bıraktığını çözemedik.”
“Ölüm saatini biliyor musun?” diye sordu Wallander.
“Bu patoloğun işi.”
“Ben yine de senin görüşünü almak istiyorum.”
“Tahminde bulunmaktan hoşlanmam.”
“Biliyorum ama bu tür konularda çok deneyimlisin. Söyleyeceklerine bel bağlamayacağıma söz veriyorum.”
Nyberg tıraşsız yüzünü sıvazladı. Gözleri kan çanağına dönmüştü.
“Belki yirmi dört saat olmuştur,” dedi. “Daha kısa bir zaman olacağını sanmıyorum.”
Sözlerini sindirmeye çalıştılar. Demek çarşamba akşamı ya da perşembe sabahı oldu, diye geçirdi içinden Wallander. Nyberg esneyerek mutfaktan çıktı.
“Evine gitsen iyi olacak,” dedi Wallander, Höglund’a. “Saat sekizde soruşturmayı toparlamak için hepimizin emniyette olması gerekiyor.”
Duvardaki saat beşi çeyrek geçiyordu. Höglund ceketini giyip çıktı. Wallander mutfakta kaldı. Pencere kenarında bir dizi fatura duruyordu. Faturaları karıştırdı. İşe bir yerden başlamak zorundayız, diye geçirdi içinden. Daha sonra da Nyberg’in yanına gidip lastik eldiven istedi. Mutfağa dönüp çevresini incelemeye başladı. Mutfak çekmeceleriyle dolapları düzenli bir şekilde incelemeye koyulduğunda Svedberg’in evinin de iş yeri gibi düzenli olduğunu gördü. Mutfaktan çıkıp çalışma odasına gitti. Teleskop neredeydi? Masanın arkasındaki koltuğa oturup çevresine bakındı. Nyberg içeri girip Svedberg’in cesedini götürmek üzere olduklarını haber verdi. Cesede bir kez daha bakmak ister miydi? Wallander hayır dercesine başını salladı. Kafasının yarısı uçmuş Svedberg’in bu korkunç görüntüsü kafasına zaten iyice kazınmıştı. Bu görüntüyü yaşamının sonuna dek unutmayacağını biliyordu. Çevresine bakındı. Telesekreter, kalem kutusu, birkaç tane eskimiş oyuncak asker ve bir cep takvimi vardı masanın üstünde. Takvimi alıp sayfalarını teker teker çevirmeye başladı. 11 Ocak günü saat 09.30’da Svedberg’in dişçi randevusu vardı. 7 Mart Ylva Brink’in doğum günüydü. Svedberg 18 Nisan’a “Adamsson” adını yazmıştı. Aynı isme 5 ve 12 Mayıs’ta da rastlanılıyordu. Haziran ve temmuz aylarınaysa hiçbir şey yazılmamıştı. Svedberg yıllık iznini kullanmıştı. İzinden döner dönmez de çok çalıştığından şikâyet etmişti. Wallander artık takvimin sayfalarını daha yavaş çevirmeye başlamıştı ama sayfalar boştu. Svedberg’in yaşamının son günlerine hiçbir şey yazılmamıştı. 18 Ekim Sture Björklund’un doğum günüydü ve Adamsson adı 14 Aralık’ta bir kez daha ortaya çıkmıştı. Hepsi bu kadardı. Wallander cep takvimini aldığı yere bıraktı, sonra da son derece rahat olan koltukta arkasına yaslandı. Yorgun hissediyordu, susamıştı. Gözlerini kapatıp Adamsson’un kim olduğunu düşündü. Daha sonra masanın ucuna doğru uzanıp kahverengi not defterinin arasındaki kartları aldı. Göteborg’daki Boman’ın Sahafı’nın, Malmö’deki bir Audi galerisinin kartı vardı. Svedberg sadık bir müşteriydi, her zaman Audi kullanmıştı. Wallander de Peugeot’su eskidiğinde bunu mutlaka yenisiyle değiştirir, başka bir markayı denemezdi bile. Wallander not defterini bir kenara koyup mektuplarla kartpostalları incelemeye koyuldu. Mektupların çoğu on yıllıktı ve hemen hemen hepsi de Svedberg’in annesinden gelmişti. Mektupları bir kenara koyup kartpostallara baktı. Kartlardan birini Skagen’den kendisinin yolladığını şaşkınlıkla fark etti. Buradaki kumsallar olağanüstü, diye yazıyordu kartta. Wallander bir süre karta bakakaldı.
Üç yıl önceydi. Wallander o sırada bir daha polisliğe dönemeyeceğini düşünerek doktor raporu almıştı. Uzun bir süreyi Skagen’in sonbahar manzarasında ve terk edilmiş kumsallarında geçirmişti ama kart attığını hiç hatırlamıyordu. Yaşamının o dönemine ilişkin pek bir anısı yoktu. Bir süre sonra Ystad’a dönmüş, işinin başına geçmişti. Tatilden işe ilk döndüğü günü anımsıyordu. Björk, Wallander’e hoş geldin demiş ve toplantı odasında derin bir sessizlik olmuştu. Kimse onu beklemiyordu. Odadaki sessizliği ilk bozan Svedberg olmuştu. Wallander onun neler söylediğini hâlâ çok iyi anımsıyordu. “Sensiz bir lanet gün daha idare edemezdik.”
Wallander bu sözleri hiç unutmamış ve Svedberg’i daha yakından tanımaya çalışmıştı. Svedberg oldukça içine kapanık biriydi ama gergin ortamlarda havayı ilk yumuşatan da yine o olurdu. İyi bir polisti, olağanüstü yetenekleri yoktu, yine de oldukça iyiydi. İnatçı ve vicdanlı biriydi. Müthiş bir hayal gücü yoktu, başarılı bir yazar da değildi. Raporlarını genellikle çok kötü yazardı, savcılar da buna çok sinirlenirdi ama ekibin çok önemli bir parçasıydı.
Wallander yerinden kalkıp Svedberg’in yatak odasına gitti. Teleskop orada da yoktu. Yatağa oturup komodinin üstündeki kitabı eline aldı. Siyu Kızılderililerinin Tarihçesi adında İngilizce bir kitaptı bu. Svedberg İngilizce konuşmakta iyi sayılmazdı ama okumasının daha iyi olduğu anlaşılıyordu.
Wallander boş bakışlarla kitabı karıştırdı. Bir süre sonra yerinden kalkıp banyoya gitti. Aynalı dolabı açtı ama şaşırmasına neden olabilecek herhangi bir şey bulamadı. Kendi banyo dolabı da bunun bir benzeriydi.
Şimdi geriye yalnızca oturma odası kalmıştı. Oraya bakmamayı yeğlerdi ama bunu yapamazdı. Mutfağa gidip bir bardak su içti. Saat sabahın altısına geliyordu ve çok yorgundu.
Sonunda oturma odasına gitti. Nyberg ve adamları duvara dayalı siyah deri kanepenin arkasına çömelmiş çalışıyorlardı. Sandalyeyi düzeltmemişlerdi, av tüfeği de olduğu yerde duruyordu. Oturma odasında artık olmayan tek şey Svedberg’in cansız bedeniydi.
Wallander çevresine bakınarak olayları yeniden gözünün önünde canlandırmaya çalıştı. Tetik çekilmeden önce, o çok önemli anda neler olmuştu? Hiçbir şey göremiyordu. Birden çok önemli bir şeyi göz ardı ettiği hissine kapıldı. Kıpırdamadan durup düşüncelerini bu önemli şeyin üstünde yoğunlaştırmaya çalıştı ama somut bir şey yakalayamadı.
Nyberg yanına yaklaşıp ona baktı.
“Olanları anlayabiliyor musun?” diye sordu Wallander.
“Hayır,” diye karşılık verdi Nyberg. “Garip bir tablo gibi.”
Wallander, ona dikkatle baktı. “Tablo gibi derken ne demek istedin?”
Nyberg burnunu sildikten sonra mendilini özenle katlayıp cebine koydu.
“Her şey karmakarışık,” dedi. “Sandalyeler yere devrilmiş, perdeler çekilmiş, kâğıtlar ve porselenler etrafa dağılmış. Sanki bu karışıklık biraz abartılmış gibi.”
Wallander onun ne demek istediğini anlamıştı, yine de ne tür bir sonuca ulaşacağını kestiremiyordu.
“Sence tüm bunlar bilerek mi yapıldı?”
“Bu elbette yalnızca bir varsayım. Bu varsayımımı destekleyecek somut bir şey yok elimde.”
“Bu hisse neden kapıldın?”
Nyberg yerde duran küçük bir porselen horozu gösterdi.
“Bence bu horoz şu rafta duruyordu,” diyerek eliyle rafı gösterdi. “Başka nerede olabilir ki? Yere düştü çünkü biri perdeleri hızla çekmiş ve horozu da yere düşürmüş. Başka bir nedenden ötürü onun yerde olması olanaksız gibi geliyor bana.”
Wallander onaylarcasına başını salladı.
“Belki de bunun çok daha mantıklı bir açıklaması vardır,” dedi Nyberg. “Eğer varsa bunu açıklayacak kişi de sensin, ben değil.” Wallander bir şey söylemedi. Birkaç dakika daha oturma odasında kaldıktan sonra evden çıktı. Sokağa çıktığında hava aydınlanmıştı. Binanın hemen dışında bir polis aracı duruyordu ama kimse etrafına toplanmamıştı. Wallander polislere basına herhangi bir açıklama yapmamaları emri verildiğini düşündü.
Kıpırdamadan durarak derin derin soluk aldı. Hava güzel olacaktı. Hava dışında her şey çok kötü ve acımasızdı. Svedberg’in ölümü nedense ona kendi ölümünü düşündürtmüştü. Ölüm bu kez çok yakına gelmişti. Babası öldüğünde böyle hissetmemişti. Bu da onu çok ürkütüyordu.
9 Ağustos Cuma günü saat altı buçuktu. Wallander ağır adımlarla arabasına doğru yürürken uzaklardan gelen beton karıştırıcının sesini duydu.
On dakika sonra emniyetin kapısından içeri giriyordu.