Kitabı oku: «Bir Adım Geriden», sayfa 7
7
Wallander bodruma indi. Yüksek basamaklar onda sıradan bir bodrum katından çok daha derin bir yere iniyormuş gibi bir duygu yaratmıştı, sanki yeraltı dünyasına giriyormuş gibi hissetti. Mavi çelik kapının önüne gelince Nyberg’in verdiği anahtarlar arasından bodrum katının anahtarını bulup kapıyı açtı. İçerisi karanlıktı ve rutubet kokuyordu. Arabadan aldığı el fenerini yakıp duvarlara doğru tuttu. Sonunda elektrik düğmesini buldu. Odanın tavanı sanki kısa boylular için yapılmışçasına alçaktı. Dar koridorda ilerleyip her iki yanında da ızgaralar olan depo alanına geldi. İsveç’teki bodrum katlarında bulunan depoların, içinde tutuklu yerine eski kanepelerin, kayakların ve bir dizi valizlerin bulunduğu hücrelere benzediğini unutmuştu. Svedberg’in deposu koridorun ucundaydı. Deponun kapısında çelik kol demiri vardı. Kol demirinin iki ucuna da asma kilit takılmıştı. Bu kilitleri Svedberg koymuş olmalı, diye geçirdi içinden. İçeride yitirmekten korktuğu bir şey mi var acaba?
Wallander plastik eldivenleri eline geçirip kilidi dikkatle açtı, sonra da depo bölümünün ışığını yakıp çevresine bakındı. Bir depoda olabilecek her türlü eşya Svedberg’in deposunda da vardı. Depoyu baştan sona incelemesi bir saatini almıştı. Olağan dışı bir şey bulamadı. Sonunda yerinde doğrulup bir kez daha baktı. Pahalı bir teleskop gibi orada mutlaka olması gerektiğine inandığı bir şeyi arıyordu gözleri ama ne yazık ki yoktu. Bodrum katından dışarı çıkıp kapıyı kilitledi.
Gün ışığına geri dönmüştü. Çok susadığından ana meydanın güneyindeki kafeye gidip maden suyuyla kahve içti. Çörek almamak için elinden geleni yaptı ama iradesine yenilip bir de çörek yedi.
Yarım saatten daha kısa bir süre içinde Svedberg’in evinin kapısına geri gelmişti. İçeride ölümcül bir sessizlik vardı. Wallander içeri girmeden önce soluğunu tuttu. Her zamanki gibi kapı polis kordonu altına alınmıştı. Kordonu hafifçe kaldırdı, cebinden evin anahtarını çıkarıp kapıyı açtı ve içeri girdi. Girer girmez de caddeden gelen beton karıştırıcının sesini duydu. Oturma odasına gitti, istemeyerek Svedberg’in cesedinin yattığı noktaya baktı, sonra da penceyere yaklaştı. Beton karıştırıcı binaların arasındaydı. İnşaat malzemeleri büyük bir kamyondan yere indiriliyordu. Birden aklına bir şey geldi. Evden dışarı çıkıp sokağa çıktı. Gömleğini çıkarmış orta yaşlı bir adam karıştırıcının içine su katıyordu. Başıyla Wallander’i selamladı. Wallander onun ânında kendisinin polis olduğunu anladığını fark etti.
“Orada olanlar korkunç,” diye bağırdı adam karıştırıcının sesini bastırmak istercesine.
“Konuşmalıyız,” diye bağırdı Wallander.
Adam gölgede sigara içen daha genç bir işçiye seslendi. Genç yanlarına gelip adamın elinden hortumu aldı. Sonra Wallander’le birlikte daha sessiz olan yan köşeye gittiler.
“Neler olduğunu biliyor musun?” diye sordu Wallander işçiye.
“Svedberg adında bir polis öldürülmüş.”
“Evet doğru. Burada ne zamandan beri çalışıyorsun? İnşaat yeni başlamış gibi?”
“Pazartesi başladık. Binanın girişini yeniliyoruz.”
“Karıştırıcıyı kullanmaya ne zaman başladınız?”
İşçi düşündü. “Salı olmalı,” dedi. “Sabah on bir sularında.”
“O günden beri de çalışıyor mu?”
“Çalışıyor sayılır. Sabah yediden beşe dek çalıştırıyoruz. Bazen biraz daha fazla da çalışabiliyor.”
“İnşaat başladığından beri karıştırıcı hep burada mı?”
“Evet.”
“O hâlde binaya giren ve çıkanları net olarak gördün demek.”
İşçi birden Wallander’in sorusunun ciddiyetini kavrayınca yüzünde çok ciddi bir ifade oluştu.
“Burada oturanları herhâlde tanımıyorsun,” dedi Wallander. “Ama bazılarını bir kereden fazla görmüş olmalısın.”
“Polis memurunun nasıl biri olduğunu bilmiyorum, eğer bunu sormak istiyorsanız.”
Bu Wallander’in aklına gelmemişti.
“Şimdi bir arkadaşımı arayıp onun fotoğrafını getirmesini söyleyeceğim,” dedi. “Adın ne senin?”
“Nils Linnman, televizyonda şu belgesel programları yapan adamın adı gibi.”
Wallander elbette Nils Linnman’ı çok iyi tanıyordu. Aslında onu herkes tanırdı.
“Burada çalıştığın süre içinde olağan dışı bir şey gözüne ilişti mi?” diye sordu Wallander, bir an önce bir ipucu bulma umuduyla.
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Oldukça tedirgin görünen biri ya da çok acelesi varmış gibi koşar adımlarla yürüyen biri gibi. Bazen insan gördüğü bir şey karşısında tedirgin olur ya, onun gibi bir şey işte.”
Linnman düşünceye daldı. Wallander bekledi. Yine tuvalete gitmesi gerekiyordu.
“Hayır,” dedi sonunda Linnman. “Hatırlamıyorum ama Robban bir şeyler görmüş olabilir.”
“Robban mı?”
“Benim yerime karıştırıcının başına geçen genç, ama pek sanmıyorum. Onun için varsa yoksa motosiklet, başka bir şeyle ilgilendiği yok.”
“Bir de ona soralım,” dedi Wallander. “Bu arada aklına bir şey gelirse lütfen hemen beni ara.”
Wallander cebinden kartını çıkarıp uzattı, Linnman kartı iş tulumunun cebine attı.
“Robban’ı göndereyim.”
Robban’la görüşmesi kısa sürmüştü. Gerçek adı Robert Tarn-berg’di ve o binada birinin öldürüldüğünü laf arasında duymuştu. Garip bir şey dikkatini çekmemişti. Wallander karşıdan karşıya bir fil geçse onun da farkında olmayacak, diye içinden geçirdiği için ona kartını vermeye gerek duymadı. En azından kimsenin silah sesini neden duymadığına ilişkin tatmin edici bir yanıt vardı artık elinde.
Mutfağa gidip emniyeti aradı. Emniyette yalnızca Höglund vardı. Wallander inşaat işçilerine göstermek için Svedberg’in bir fotoğrafını alıp gelmesini istedi ondan.
“Orada elinde Svedberg’in fotoğrafı kapı kapı dolaşan polislerimiz var,” dedi Höglund.
“Ama işçilerle görüşmedikleri anlaşılıyor.”
Wallander hole çıktı, sonra durup, konuyla ilgisi olmayan düşüncelerden kendini arındırmaya çalıştı. Yıllar önce Wallander, Malmö’den Ystad’a taşındığında Rydberg ona şu öğüdü vermişti: Tüm dış etkenlerden kendini yavaş yavaş soyutla. Katil her zaman arkasında ipucu bırakır, bir şekilde görmeye çalış.
Wallander ön kapıyı açar açmaz en azından bir ayrıntının doğru olmadığını gördü. Holdeki aynanın hemen altındaki sepette bir yığın gazete vardı, Svedberg’in abone olduğu yerel gazetelerden Ystad Allehanda’ydı bunlar. Ancak en azından birinin orada olması gerektiği hâlde, posta deliğinin altında tek bir gazete bile yoktu. Aradan iki ya da üç gün geçmişti. Belki de biri yerdeki gazeteleri toplamıştı. Mutfağa gidince çarşamba ve perşembe günlerinin gazetelerinin tezgâhın üstünde olduğunu gördü. Cumanın gazetesiyse masanın üstünde duruyordu.
Wallander cep telefonundan Nyberg’i aradı. Nyberg hemen telefona yanıt verdi, Wallander konuşmasına beton karıştırıcıdan başladı. Nyberg’in sesi kuşku doluydu.
“Ses içeri doğru geliyor,” dedi. “Beton karıştırıcı çalıştığında sokaktaki insanların içeriden gelen silah seslerini duymaları pek olası değil ama binanın içi dersen o ayrı bir konu. Ses binalarda farklı şekillerde yansır. Bunu bir yerde okumuştum.”
“O zaman belki de ses deneyleri yapsak iyi olacak,” dedi Wallander. “Beton karıştırıcıyla ve onsuz. Tabii bu deneyleri yaparken de komşulara kesinlikle bir şey söylemeyeceğiz.”
Nyberg karşı çıkmadı.
“Ama ben seni aslında gazete için aramıştım,” dedi Wallander. “Ystad Allehanda.”
“Mutfak masasının üstüne ben koydum,” dedi Nyberg. “Ama tezgâhın üstündekilerden başkası sorumlu.”
“Parmak izlerini almalıyız,” dedi Wallander. “Gazeteleri oraya kimin koyduğunu bilmiyoruz.”
Nyberg bir an için konuşmadı. “Haklısın,” dedi sonra da. “Nasıl oldu da ben bunu atladım?”
“Onlara dokunmam,” dedi Wallander.
“Orada ne kadar kalacaksın?”
“En azından iki ya da üç saat.”
“Beni bekle.”
Wallander mutfaktaki çekmecelerden birini açtı, çekmedeki kalemlerle not defterlerini görünce bunları daha önce de gördüğünü anımsadı. Nils Linnman’la Robert Tarnberg’in adlarını yazdıktan sonra birinin gazeteleri getiren kişiyle konuşması gerektiğini not etti. Sonra da hole döndü. İpuçları, izler ve gölgeler demişti Rydberg ona. Gözleri holü tararken soluğunu tuttu. Svedberg’in yaz kış üstünden çıkarmadığı deri ceketi kapının yanında asılı duruyordu. Wallander ceketin ceplerini karıştırınca Svedberg’in cüzdanını buldu.
Nyberg amma da dikkatsizmiş, diye geçirdi içinden.
Mutfağa geri gidip cüzdanı masanın üstüne boşalttı. Cüzdandan 847 kron, bir banka kartı, benzincinin kartı ve bazı kartvizitler çıkmıştı. Komiser Svedberg, yazıyordu tüm kimliklerin üstünde. Polis kimliğiyle ehliyeti karşılaştırdı. Ehliyetteki fotoğraf daha eskiydi. Svedberg kameraya sıkıntılı bir ifadeyle bakmıştı. Fotoğraf yazın çekilmişe benziyordu çünkü Svedberg’in keli güneşten yanmıştı.
Louise sana şapka takmanı söylemeliydi, diye geçirdi içinden Wallander. Louise. Onun varlığından yalnızca iki kişi söz etmişti. Svedberg ve canavarcı profesör kuzeni. Ama onu görmemişti, yalnızca lavaboya dökülen saçlarını biliyordu. Wallander yüzünü buruşturdu. Mantıklı değildi.
Telefona uzanıp hastaneden Ylva Brink’i aradı. Telefonu açan görevli Ylva’nın hastaneye akşam geleceğini söyledi. Wallander bir kez de evden denedi ama telesekreter çıktı.
Yeniden cüzdandakilere döndü. Polis kimliğindeki fotoğraf daha yeni çekilmişe benziyordu. Svedberg’in yüzünde yine bir öncekine benzeyen sıkıntılı bir ifade vardı. Wallander cüzdanın içinde birkaç tane de pul buldu. Hepsi bu kadardı. Bir poşet alıp hepsini içine attı. Sonra üçüncü kez hole çıktı. İzleri bul, tüm gizemi çöz, demişti Rydberg ona.
Wallander banyoya gitti. Rahatlamıştı. Sture Björklund’un farklı saç renklerine ilişkin söylediklerini hatırladı. Svedberg’in yaşamındaki kadınla ilgili olarak yalnızca saçlarını boyadığını biliyordu. Oturma odasına gidip yere düşmüş sandalyenin yanında durdu. Sonra fikrini değiştirdi. Rydberg olsaydı, Acele ediyorsun, derdi. Cinayet izlerinin özenle aranması gerekir, aceleyle değil.
Mutfağa gidip bir kez daha Ylva Brink’i aradı. Bu kez ona ulaşabilmişti.
“Seni rahatsız etmiyorum umarım,” dedi. “Gece nöbette olduğunu biliyorum.”
“Geç saatlere dek uyuyamıyorum ki,” diye karşılık verdi.
“Aklıma birçok soru takıldı ve bazılarını sana hemen şimdi sormak istiyorum.”
Wallander ona Sture Björklund’la yaptığı konuşmayı ve Björklund’un Svedberg’in Louise adında bir kadınla ilişkisi olduğunu söylediğini anlattı.
“Bana bunlardan hiç söz etmemişti,” diye karşılık verdi Ylva Brink, Wallander sözlerini tamamladığında.
Wallander bu bilginin onu biraz tedirgin ettiğini hissetmişti.
“Hangisi sana bunlardan söz etmemişti? Kalle mi yoksa Sture mi?”
“İkisi de.”
“İşe Sture’yle başlayalım. Aranız nasıl? Sana bu ilişkiden söz etmemesine şaşırdın mı?”
“Pek inandığımı söyleyemem.”
“Peki ama neden yalan söylesin?”
“Bilmiyorum.”
Wallander bu konuşmanın yüz yüze yapılması gerektiğini hissediyordu. Saatine baktı. Altıya yirmi vardı. Evde daha bir saatlik işi vardı.
“Galiba en iyisi yüz yüze konuşmamız,” dedi. “Saat yediden sonra serbestim.”
“Emniyette buluşalım mı? Hastaneye de yakın. İşe giderken emniyete uğrarım.”
Wallander telefonu kapatıp oturma odasına gitti. Yere yuvarlanmış kırık sandalyeye yaklaştı, olanları gözünün önünde canlandırmaya çalışıp çevresine bakındı. Svedberg hemen burada vurulmuştu. Nyberg katil silahı kalça ya da göğüs seviyesinde tuttuğundan kurşunun başın biraz altından girebileceğinden söz etmişti. Duvardaki kan izleri bu mermi yolunun yukarıya doğru olduğunu onaylıyordu. Svedberg sol tarafa düşmüş olmalıydı, düşerken de sandalyeyi beraberinde sürüklemişti. Zaten bu yüzden de sandalyenin ayaklarından biri kırılmıştı. Peki ama o anda Svedberg oturuyor muydu yoksa ayakta mıydı?
Wallander bunun ne denli önemli olduğunun farkındaydı. Svedberg sandalyede oturuyorduysa katilini mutlaka tanıyordu. Yok eğer içeri giren kişi hırsızsa ne oturabilir ne de oturduğu yerde sakin kalabilirdi.
Wallander av tüfeğinin bulunduğu noktaya gitti. Arkasını dönüp bulunduğu açıdan odaya baktı. Bu noktadan ateş edilmiş olmayabilirdi ama kurbana yeterince yakındı. Kıpırdamadan Rydberg’in dediği gibi gölgeleri gizlendikleri yerden özenle çıkarmaya çalıştı. Bu olayla ilgili içini kemiren o garip his yeniden yoğunlaşmıştı. Svedberg hole gelip hırsızı gafil mi avlamıştı? Öyle olsaydı cesedi de holde olmalıydı. Hırsızın elinde silah hazır bir şekilde kurbanını beklemesi mantık dışıydı. Svedberg hiç zaman yitirmeden ona saldırırdı. Karanlıktan korkuyor olabilirdi ama gerektiğinde harekete geçmekten hiç korkmazdı.
Beton karıştırıcı birden durdu. Wallander çevreyi dinledi. Trafiğin sesi yoğun değildi.
Bu da bir diğer seçenek, diye geçirdi içinden. Eve gelen kişiyi Svedberg tanıyordu. O denli iyi tanıyordu ki elindeki silah bile onu tedirgin etmemişti. Sonra bir şey oldu, Svedberg öldürüldü ve kimliği bilinmeyen saldırgan evde kavga dövüş olmuşçasına eşyaları kırıp yere attı.
Belki de olaya hırsızlık süsü vermek istedi. Wallander’in aklına yine teleskop gelmişti. Evde yoktu ama başka şeylerin de olmadığını kim bilebilirdi? Belki Ylva Brink bu konuda yardımcı olabilirdi.
Wallander pencereye yaklaşıp sokağa baktı. Nils Linnman aletleri topluyordu. Robert Tarnberg gitmiş olmalıydı. Birkaç dakika önce bir motosiklet sesi duymuştu.
Kapı çaldı. Wallander boş bulunup yerinden sıçradı. Kapıyı açınca karşısında Ann-Britt Höglund’u gördü.
“İşçiler paydos etti,” dedi Wallander. “Geciktin.”
“Onlara Svedberg’in fotoğrafını gösterdim,” diye karşılık verdi. “Kimse onu görmemiş ya da en azından hatırlamıyor.”
Mutfağa geçip oturdular ve Wallander ona Sture Björklund’la yaptığı görüşmeyi anlattı. Höglund dikkatle onu dinliyordu.
“Eğer söyledikleri doğruysa Svedberg’le ilgili tüm düşüncelerimiz feci şekilde değişecek,” dedi Höglund, Wallander sözlerini tamamladıktan sonra.
“O kadını neden bunca zaman saklamış dersin?”
“Belki kadın evliydi.”
“Kaçamak bir ilişki mi? Yalnızca Björklund’un evinde buluştuklarını mı düşünüyorsun? Bu bana pek olası gelmiyor. Björklund bir yerlere gittiğinde onun evinde yılda yalnızca birkaç kez kalıyorlardı. Kimseye görünmeden buraya gelmesi olanaksız.”
“Ne olursa olsun onu mutlaka bulmalıyız,” diye karşılık verdi Höglund.
“Ben başka bir şey daha düşünüyorum,” dedi Wallander yavaşça. “Bu kadını bir sır gibi sakladığına göre acaba bizden daha başka neleri gizliyordu?”
Wallander, genç kadının, düşüncelerini algıladığını görüyordu.
“Sence bu bir hırsızlık olayı değil, öyle mi?”
“Değil gibi. Teleskop kayıp. Ylva Brink belki bize daha başka nelerin kaybolduğunu söyleyebilir. Ortada garip şeyler dönüyor.”
“Banka hesaplarına baktık,” dedi Höglund. “En azından bulabildiklerimize. Önemli bir şey yok. Ne borcu var ne de alacağı. Arabası için 25.000 kron borç almış bankadan ama banka müdürü Svedberg’in taksitleri her zaman gününde ödediğini söyledi.”
“Ölünün arkasından kötü konuşulmaması gerektiğini biliyorum ama doğruyu söylemem gerekirse ben onun çok cimri biri olduğunu sanıyordum.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Dışarı çıktığımızda hesabı her zaman paylaşırdık ama bahşiş bırakan hep ben olurdum.”
Höglund yavaşça başını salladı. “İnsanları olduklarından farklı değerlendirmemiz çok ilginç. Svedberg’in böyle biri olduğunu bilmiyordum.”
Wallander ona beton karıştırıcıdan söz etti. Sözlerini bitirdiğindeyse kapının anahtarla açıldığını duydular. Nyberg boğazını temizleyinceye dek ikisi de taş kesilmiş, heyecan içinde bekleşiyordu.
“Şu lanet olasıca gazeteler,” dedi. “Nasıl görmediğime hâlâ inanamıyorum.”
Gazeteleri poşete koyup ağzını kapattı.
“Parmak izlerine ilişkin bilgiyi ne zaman alabiliriz?” diye sordu Wallander.
“En erken pazartesi.”
“Ya otopsi raporunu?”
“Onunla Hansson ilgileniyor,” dedi Höglund. “Ama kısa zamanda elimizde olacağını sanıyorum.”
Wallander, Nyberg’e oturmasını söyledikten sonra ona da Louise’i anlattı.
“İnanamıyorum,” dedi Nyberg. “Ben Svedberg’in her zaman yalnız biri olduğunu sanırdım. Peki ya cuma akşamları hiç sektirmeden gittiği sauna? Onunla ilgili bir bilgi var mı?”
“Kopenhag Üniversitesi profesörlerinden birinin bize yalan söylemesi çok da iyi olmaz,” dedi Wallander. “Onun için doğruyu söylediğine inanmalıyız.”
“Ya Svedberg bu Louise olayını uydurmuşsa? Seni doğru anladıysam kimse Louise’i görmemiş.”
Wallander bir an düşündü. Louise, Svedberg’in yarattığı bir hayal ürünü olabilir miydi?
“Peki ama Björklund’un lavabosuyla banyo küvetindeki saçlara ne demeli? Bunların uydurma olmadığı ortada.”
“İnsan neden böyle bir şey uydurur ki?” diye sordu Nyberg.
“Yalnızlıktan,” diye karşılık verdi Höglund. “İnsanlar yalnızlıktan ötürü birçok şeyin özlemini duyduklarından gerçekmiş gibi hayal kurmaktan kendilerini alamaz.”
“Banyoda hiç saç teli gözüne ilişti mi?” diye sordu Wallander.
“Hayır,” diye yanıtladı Nyberg. “Ama istersen bir kez daha bakarım.”
Wallander yerinden kalktı. “Benimle gelin,” dedi.
Oturma odasına gittiler ve Wallander aklına gelen düşünceleri onlara anlattı.
“Bu olayda bir şekilde kesin olmasa da bir başlangıç noktası yakalamaya çalışıyorum,” dedi. “Eğer burada gerçekleşen bir hırsızlık olayıysa o zaman birçok konunun açıklığa kavuşması gerekiyor. Katil içeri nasıl girdi? Elinde neden silah vardı? Svedberg hangi noktada ortaya çıktı? Teleskobun yanı sıra daha başka neler çalındı? Peki Svedberg neden vuruldu? Kavga olduğuna ilişkin herhangi bir delil yok. Hemen hemen her oda darmadağınık ama katilin Svedberg’i evde kovaladığını hiç sanmıyorum. Bulmacanın birçok parçası eksik olduğundan hırsız tezini bir kenara bıraktığımızda acaba neler oldu diye sorup duruyorum kendime. O zaman karşımıza çıkan manzara ne? Bu bir intikam meselesi mi? Bir anlık bir kendini kaybetme sonucu mu? Artık elimizde bir de kadın olduğuna göre kıskançlık konusunu da göz ardı etmemeliyiz ama bir kadın Svedberg’i yüzünden vurabilir mi? Sanmıyorum. Başka ne olasılıklar söz konusu dersiniz?”
Kimse konuşmadı. Onların sessizliği Wallander’in bu olayda somut bir mantık olmadığına ilişkin izlenimini güçlendirmişti. Bu cinayeti adi bir hırsızlık, tutku veya aşk cinayeti ya da başka bir şey olarak sınıflandırmak kolay değildi. Svedberg’in öldürülmesi için somut bir neden yoktu.
“Artık gidebilir miyim?” diye sordu Nyberg sonunda. “Bu akşam bitirmem gereken bazı raporlar var.”
“Yarın sabah toplantımız var.”
“Kaçta?”
“Dokuzda başlamayı düşünüyoruz.”
Nyberg onları oturma odasında bırakıp gitti.
“Her bir yanı sıkıca örtülmüş bir dramı ortaya çıkarmaya çalıştım az önce,” dedi Wallander. “Ne görüyorsun?”
Höglund’un keskin görüşlü olduğunu ve analitik düşünebilme becerisini biliyordu.
“Evin durumuyla başlayalım.”
“Peki.”
“Evdeki karmaşanın olası üç açıklaması var. Telaşlı ya da son derece tedirgin bir hırsız. Ne aradığını bilmemesine karşın bir şeyler arayan biri. Ya da etrafı dağıtmaktan hoşlanan vahşi ve yıkıcı biri. Vandalizm.”
Wallander, genç kadını dikkatle dinlemişti.
“Dördüncü bir olasılık daha var,” dedi. “Öfkesine hâkim olamayan biri.”
Bakıştılar, ikisi de birbirinin ne düşündüğünü biliyordu. Svedberg zaman zaman kontrolünü yitirebilecek kadar öfkelenirdi. Neden öfkelendiğini de anlamak olanaksızdı. Bir keresinde öfkeden odasını darmadağın etmişti.
“Bunu Svedberg de yapmış olabilir,” dedi Wallander. “Bunu da olasılıklarımıza katmalıyız. Daha önce benzeri bir olay yaşadığımızı unutmayalım. Bu da bizi çok önemli bir soruyla karşı karşıya bırakıyor?”
“Neden?”
“Evet. Neden?”
“Svedberg odasını darmadağın ettiğinde yanındaydım ama neden o şekilde davrandığını bir türlü anlamamıştım.”
“O zaman Björk emniyet müdürüydü. Svedberg’i bazı çok önemli eşyalara el koymakla suçlamıştı.”
“Ne tür eşyalara?”
“Çok değerli ikona ve başka şeylere,” diye yanıtladı Wallander. “Büyük bir kaçakçılık olayından ele geçirilen şeylerdi bunlar.”
“Demek Svedberg bunları çalmakla suçlandı?”
“Hayır, görevini tam olarak yerine getirmemekten aslında ama ona güvenilmediği belliydi.”
“Sonra ne olmuştu?”
“Svedberg buna çok içerlemiş ve odasındaki her şeyi paramparça etmişti.”
“İkonalar bulundu mu?” diye sordu Höglund.
“Hayır ama kimse Svedberg’in çaldığını da kanıtlayamadı. Soyguncular da içeri atıldılar.”
“Ama Svedberg buna çok içerledi, öyle mi?”
“Evet.”
“Ne yazık ki bu bir işimize yaramaz. Svedberg kendi evini darmadağın ediyor ama sonra ne oluyor?”
“Bilmiyoruz,” dedi Wallander.
Oturma odasından çıktılar.
“Svedberg’in tehdit aldığını duydun mu hiç?” diye sordu hole geldiklerinde Wallander.
“Hayır.”
“Tehdit edilen var mı?”
“Bunun nasıl olduğunu bilirsin, garip ve imzasız mektuplar ve kimliği belirlenemeyen telefonlar işimizin bir parçası oldu artık,” diye karşılık verdi. “Ama bunlar doğal olarak kayıtlarda var zaten.”
“Son zamanlardaki kayıtlara bir baksana,” diye önerdi Wallander. “Ayrıca Svedberg’e gazete getiren kişiyle de konuşmanı istiyorum.”
Höglund, Wallander’in söylediklerini not defterine yazdı.
“Şu lanet teleskop nerede?” dedi Wallander.
“Louise adındaki kadını nasıl bulacağız?” diye sordu Höglund merakla.
Wallander sokak kapısını açtı.
“Silahın Svedberg’e ait olmadığından emin olabiliriz,” dedi Höglund. “Kayıtlı silahı yoktu.”
“Bunu bilmek iyi oldu.”
Höglund basamakları inmeye başladı. Wallander mutfağa döndü. Bir bardak su içtikten sonra bir şeyler yemesi gerektiğini düşündü. Yorulmuştu. Başını duvara dayadı, gözlerini kapatıp uykuya daldı.
Düşünde kendini karla kaplı dağlarla çevrili bir yerde gördü. Güneş pırıl pırıldı. Kayak takımı, Svedberg’in bodrum katında gördüklerine benziyordu. Gittikçe daha hızlı gidiyordu ve dümdüz kalın bir sis tabakasına doğru ilerliyordu. Aniden önünde bir uçurum açıldı.
Wallander şaşkınlıkla uyandı. Mutfak saatine bakınca topu topu on bir dakika uyuduğunu fark etti.
Kıpırdamadan durarak sessizliği dinledi. Birden telefon sesiyle irkildi. Martinson arıyordu.
“Orada olacağını tahmin etmiştim.”
“Bir şey mi oldu?”
“Eva Hillström beni yine görmeye geldi.”
“Ne istiyormuş?”
“Bir şey yapmazsak olayı basına taşıyacağını söyledi.”
Wallander bu sözleri yanıtlamadan önce bir an durdu. “Ben galiba bu sabah olayı yanlış yönlendirdim,” dedi. “Bunu yarın sabah toplantıda gündeme getirmeyi düşünüyordum.”
“Neyi?”
“Doğal olarak Svedberg önceliğimiz, ama kayboldukları söylenen o gençleri de göz ardı edemeyiz. Bir şekilde her iki mesele için de zaman ayırmalıyız.”
“Bunu nasıl yapacağız?”
“Bilmiyorum, ama işlerimizin bu denli yoğun olması ilk kez başımıza gelmiyor.”
“Bayan Hillström’e seninle konuştuktan sonra onu arayacağıma söz vermiştim.”
“Güzel. Onu sakinleştirmeye çalış. Meseleyle ilgileneceğiz.”
“Buraya gelecek misin?”
“Biraz sonra. Önce Ylva Brink’i görmeliyim.”
“Svedberg cinayetini çözebilecek miyiz dersin?”
Wallander, Martinson’un kaygılarını anlayabiliyordu.
“Evet,” dedi. “Elbette çözeceğiz, ama çok karmaşık şeyler çıkabilir karşımıza.”
Telefonu kapattı. Pencerenin önünden birkaç güvercin uçarak geçti. Birden Wallander’in aklına bir şey geldi.
Höglund cinayette kullanılan silahın Svedberg adına kayıtlı olmadığını söylemişti. Bu da Svedberg’in silahı olmadığı anlamına geliyordu ama gerçek böylesine mantıklı olmayabilirdi. İsveç’te ruhsatsız birçok silah vardı. Bu da polisin çaresini bulamadığı sorunlardan biriydi. Bir polisin de sıradan bir vatandaş gibi ruhsatsız bir silaha sahip olması olası değil miydi? Bunun anlamı neydi? Silah ya gerçekten Svedberg’e aitse? Wallander içindeki yoğun tedirginlik duygusunu yeniden hissetti. Telaşla yerinden kalkıp dışarı çıktı.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.