Sadece Litres'te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Bir Adım Geriden», sayfa 8

Yazı tipi:

8

István Kecskeméti başarısız bir devrimden sonra ülkelerinden ayrılmaya zorlanan Macar göçmenlerle birlikte 40 yıl önce İsveç’e gelmişti. Üç küçük kardeşi ve ebeveyniyle Trelleborg’a geldiğinde on dört yaşındaydı. Mühendis olan babası 1920’li yılların sonuna doğru Stockholm’ün hemen dışındaki Separatör fabrikalarını ziyaret etmişti. Orada kendine uygun bir iş bulmayı ümit etmişti. Ne var ki Trelleborg’dan öteye gidememişlerdi. Feribot terminalinin dik merdivenlerini tırmanırken kalp krizi geçirmişti. İsveç topraklarıyla ikinci karşılaşmasıysa bedeninin ıslak asfalta düşmesiyle gerçekleşmişti. Trelleborg mezarlığında toprağa verilmişti. Ailesi Skåne’de kalmıştı ve István şimdi 54 yaşındaydı. Ystad’da, Hamn Caddesi’ndeki pizzacılardan birinin hem sahibi hem de müdürüydü.

Wallander, István’ın öyküsünü uzun zaman önce duymuştu. Wallander zaman zaman yemeğini orada yerdi ve içerisi çok kalabalık olmadığında da István yanına gelip otururdu.

İçeri girdiğinde saat altı buçuktu, Ylva Brink’le görüşmesine daha yarım saat vardı. Tahmin ettiği gibi içeride kimse yoktu. Mutfaktan gelen radyonun sesi duyuluyordu. István barın yanındaki telefonda konuşuyordu, köşedeki masaya oturan Wallander’e el salladı. Sonra ciddi bir ifadeyle Wallander’in yanına geldi.

“Duyduklarım doğru mu? Bir polis mi öldürülmüş?”

“Ne yazık ki doğru,” diye karşılık verdi Wallander. “Karl Evert Svedberg. Onu tanır mıydın?”

“Buraya geldiğini sanmıyorum,” dedi István. “Bira ister misin? Benden.” Wallander hayır dercesine başını salladı.

“Acelem var, hazırda ne varsa onu getiriver,” dedi. “Kan şekeri yüksek birine uygun bir şeyler olsun.”

István kaygıyla ona baktı.

“Şeker hastası mı oldun?”

“Hayır, ama şeker düzeyim çok yüksek.”

“O zaman şeker hastasısın.”

“Belki ama kalıcı bir hastalık değil. Çok acelem var.”

“Az yağda bonfile soteyle salataya ne dersin?”

“Güzel.”

István gidince Wallander neden şeker hastalığı utanılacak bir şeymiş gibi davrandığını anlamaya çalıştı. Bunda garip bir şey yoktu ki. Şişmanlığından hiç hoşnut değildi, hatta bundan nefret ediyordu. Böylesi bir sorun yokmuş gibi davranmak istiyordu.

Her zamanki gibi yine bir çırpıda yemeğini bitirdi. István bir grup Polonyalı turistin masalarına oturmasını beklerken Wallander kahvesini içiyordu. István’ın Svedberg’in ölümüne ilişkin sorularına yanıt vermek zorunda kalmadığına seviniyordu. Hesabını ödedikten sonra restorandan çıktı.

Saat yedide emniyete gitti. Ylva Brink henüz gelmemişti. Wallander doğruca Martinson’un odasına gitti. Hansson da oradaydı.

“Nasıl gitti?” diye sordu.

“Yeni bir şey yok.”

“Lund’dan bir haber var mı?”

“Yok,” diye karşılık verdi Hansson. “Pazartesiye kadar beklemek zorundayız.”

“Ölüm saatini öğrenmemiz gerekli,” dedi Wallander. “Bunu öğrenir öğrenmez de bir başlangıç noktamız olacacak.”

“Dosyaları inceledim,” dedi Martinson. “Ne cinayet ne de soyguna benziyor.”

“Soygun amaçlı olup olmadığından emin değiliz,” dedi Wallander.

“Başka ne olabilir ki?”

“Bilmiyorum. Şimdi gidip Ylva Brink’le görüşmeliyim. Yarın sabah dokuzda görüşürüz.”

Odasına gidince kendisiyle hemen görüşmek istediğini belirten Lisa Holgersson’un notunu gördü. Wallander onu aradı ama bulamadı, danışmaya gitti. Ebba gitmişti.

“Lisa eve gitti,” dedi danışmadaki polis.

Wallander akşam daha geç bir saatte onu evden aramaya karar verdi. Danışmanın önünde bekledi, birkaç dakika sonra Ylva Brink geldi. Wallander odasına giderlerken kahve isteyip istemediğini sordu ama kadın istemedi.

Bu görüşmede teyp kaydı almaya karar vermişti. Genelde Wallander konuşmaların banda alınmasından yana değildi, bu ona iki kişi arasındaki konuşmaların üçüncü bir kişi tarafından çaktırılmadan dinlenmesi gibi gelirdi ama bu kez Ylva Brink’le yapacağı görüşmenin her sözcüğünü kaydetmek istiyordu. Ylva Brink’e bir sakıncası olup olmadığını sorunca yok yanıtını aldı.

“Bunu bir sorgulama gibi düşünme,” dedi. “Konuştuklarımızı kelimesi kelimesine hatırlamak istiyorum. Bu cihaz benim belleğimden çok daha iyi.”

Kayıt düğmesine basınca bant dönmeye başladı. Saat yediyi on dokuz geçiyordu.

“9 Ağustos 1996, Cuma,” dedi Wallander. “Komiser Karl Evert Svedberg’in kasten ya da kaza sonucu öldürülmesine ilişkin Ylva Brink’le yapılan görüşme.”

“Başka ne tür olasılıklar söz konusu?” diye sordu Ylva Brink.

“Polis terminolojisinde bu tür ağdalı ifadeler çoktur,” dedi Wallander. Kulağa yapmacık geldiğinin bilincindeydi.

“Birkaç saat geçti, bu arada biraz düşünmüş olabilirsin. Büyük olasılıkla sen de bizler gibi neden diye sorup duruyorsundur kendine. Cinayet, cinayeti işleyen kişinin dışında herkese genellikle anlamsız gelir.”

“Hâlâ onun öldürüldüğüne inanamıyorum. Birkaç saat önce eşimle konuştum, gemilerde uydu telefonları var biliyorsun. Kafayı yediğimi düşündü ama olayı kocama anlatırken kendi sesimi duyunca tüm bunların gerçek olduğunu anladım.”

“Seninle aradan biraz zaman geçtikten sonra konuşmayı yeğlerdim ama ne yazık ki soruşturmaya bir an önce başlamamız için şimdi konuşmak zorundayım. Katili en kısa zamanda yakalamak zorundayız. İçimizde bir yara açıldı ve bu yara her geçen dakika daha da büyüyor.”

Ylva Brink onu dikkatle dinliyordu.

“Şu Louise denen kadın,” dedi Wallander. “Karl Evert’in onunla yıllardan beri görüştüğü anlaşılıyor. Onu hiç gördün mü?”

“Hayır.”

“Svedberg sana ondan söz eder miydi?”

“Hayır.”

“Sana ilk kez ondan söz ettiğimde ilk tepkin ne olmuştu?”

“Doğru olduğuna inanmakta zorlanmıştım.”

“Peki, şimdi ne düşünüyorsun?”

“Doğru olduğu ortada ama anlamakta zorlanıyorum.”

“Mutlaka bir ara sen ve Karl Evert neden hiç evlenmediği konusunda bir şeyler konuşmuş olmalısınız. Neden evlenmedi?”

“Bekâr olmaktan çok mutlu olduğunu her fırsatta söylerdi.”

“Bu sözleri söylerken tavrı nasıldı? Garip miydi?”

“Ne demek istiyorsun?”

“Tedirgin miydi? Buruk muydu? Ya da yalan söylüyor gibi miydi?”

“Son derece inandırıcıydı.”

Wallander, Ylva Brink’in sesinde belli belirsiz bir duraksama olduğunu fark etmişti.

“Şu anda aklına bir şey geldiğini sanıyorum.”

Brink bunu hemen yanıtlamadı. Teyp belli belirsiz bir hışırtıyla çalışıyordu.

“Ara sıra onun bir şekilde farklı olduğunu…”

“Yani eşcinsel olduğunu mu demek istiyorsun?”

“Evet.”

“Neden böyle düşünürdün?”

“İnsan her türlü olasılığı düşünmeli.”

Wallander de zaman zaman Svedberg hakkında böyle düşündüğünü hatırladı.

“Doğru, haklısın.”

“Bir keresinde bu konu açılır gibi olmuştu. Birkaç yıl önce bir Noel yemeğine çağrılmıştı. Onu davet eden kişiyi ikimiz de tanıyorduk ve onun eşcinsel olup olmadığını tartışmıştık. Svedberg’in bu konuya nasıl bir tepki verdiğini dün gibi hatırlıyorum.”

“Arkadaşınızın eşcinsel olmasına mı tepki göstermişti?”

“Genel bağlamda eşcinsellikle ilgili tepki göstermişti. Çok tatsız bir konuşmaydı. Oysa ben onun her zaman anlayışlı ve hoşgörülü biri olduğunu sanırdım.”

“Sonra ne oldu?”

“Hiçbir şey. Bu konuyu bir daha açmadık.”

Wallander bir an düşündü. “Şu Louise’i nasıl bulabiliriz dersin?”

“Hiçbir fikrim yok.”

“Svedberg hiçbir zaman Ystad’dan ayrılmadığına göre Louise de burada ya da buraya çok yakın bir yerde oturuyor olmalı.”

“Öyle anlaşılıyor.”

Ylva Brink saatine baktı.

“Kaçta işbaşı yapman gerekiyor?” diye sordu Wallander.

“Yarım saat sonra. İşe geç kalmaktan hoşlanmam.”

“Aynen Karl Evert gibi. O da çok dakikti.”

“Evet, öyleydi. Nasıl derler, ha, saat gibi.”

“Svedberg nasıl biriydi?”

“Bu soruyu daha önce de sormuştun.”

“Evet, yine soruyorum.”

“İyi bir insandı.”

“Ne demek istiyorsun?”

“İyi. İyi bir insan. Onu daha başka nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum. Zaman zaman öfkelenen iyi bir insandı ama bu çok da sık olmazdı. Biraz da utangaçtı. İşine sadıktı. Bazıları onun sıkıcı biri olduğunu düşünebilir. Soğuk, mesafeli ve yavaş biri olabilirdi ama çok zekiydi.”

Wallander, Ylva Brink’in Svedberg’i çok güzel tanımladığını düşündü, roller değişseydi o da Svedberg için hemen hemen aynı şeyleri söylerdi.

“En iyi arkadaşı kimdi?”

Ylva Brink’in yanıtı Wallander’i çok şaşırtmıştı.

“Sen olduğunu sanıyorum.”

“Ben mi?”

“Her zaman ‘Kurt Wallander benim en iyi arkadaşım,’ derdi.”

Wallander çok şaşırmıştı. Oysa Svedberg onun için her zaman bir iş arkadaşı olmuştu. İş dışında hiç birlikte olmamışlardı. Rydberg’le olduğu gibi asla onunla dost olmamıştı. Aslında Höglund, Rydberg’in yerini alıyordu.

“Bu beni çok şaşırttı,” dedi sonunda Wallander. “Böyle düşündüğünü bilmiyordum.”

“Sen ne düşünürsen düşün o seni en iyi arkadaşı olarak görmüş demek.”

“Evet.”

Wallander birden Svedberg’in ne denli yalnız olduğunu fark etti. Svedberg’in dostluk anlayışı içini burkmuştu. Bakışlarını bir an için teybe çevirdi ama hemen sonra konuşmayı sürdürmesi gerektiğine karar verdi.

“Birlikte zaman geçirdiği başka arkadaşları var mıydı?”

“Kızılderili kültürüyle ilgili çalışmalar yapan bir dernekle bağlantı hâlindeydi. Derneğin adı da yanılmıyorsam ‘Kızılderili Bilimi’ydi ama genelde yazılı iletişim kurarlardı.”

“Başka?”

“Zaman zaman da kasabada oturan emekli bir banka müdüründen söz ederdi. O da astronomiye ilgi duyuyormuş.”

“Adını hatırlıyor musun?”

Ylva Brink bir an düşündü. “Sundelius. Bror Sundelius. Onunla hiç karşılaşmadım.”

Wallander bu adı not defterine yazdı.

“Aklına gelen başka birileri var mı?”

“Ben ve kocam.”

Wallander konuyu değiştirdi.

“Son haftalarda tavırlarında farklı, alışılmışın dışında bir şeyler gördüğünü hatırlıyor musun? Kaygılı mıydı, yoksa dalgın ya da içe kapanık mıydı?”

“Aşırı çalıştığı dışında kayda değer başka bir şey söylememişti.”

“Peki neden çok çalıştığını da söylemiş miydi?”

“Hayır.”

Wallander bir şey sormayı unuttuğunu fark etti. “Aşırı çalıştığını söylemesi seni şaşırtmış mıydı?”

“Hayır.”

“Genelde duygularından söz eder miydi?”

“Bu daha önce aklıma gelmeliydi,” dedi Ylva Brink. “Onu tanımlarken bir şeyi unuttum. Hastalık hastasıydı. Küçük, basit bir ağrı onu perişan edebilirdi. Ayrıca mikroplardan da çok korkardı.”

Wallander ellerini yıkamak için Svedberg’in ne denli sıklıkla lavaboya gittiğini çok iyi hatırlıyordu. Nezle olanlarla konuşmamaya, iletişim kurmamaya özen gösterirdi. Ylva Brink bir kez daha saatine baktı. Zaman daralıyordu.

“Silahı var mıydı?”

“Bildiğim kadarıyla yoktu.”

“Bana söylemek istediğin, önemli olabileceğini düşündüğün bir şey var mı?”

“Onu özleyeceğim. Belki harika biri değildi ama tanıdığım en şerefli insandı. Onu çok özleyeceğim.”

Wallander teybi kapatıp Ylva Brink’in arkasından kalktı. Ylva çaresizlikle ellerini iki yana açtı.

“Cenaze konusunda ne yapacağımı bilmiyorum,” dedi. “Sture küllerinin rahip ve cemaat olmadan rüzgârla birlikte uçuşması gerektiğine inanıyor ama Svedberg’in bu konuda ne düşündüğünü bilmiyorum.”

“Vasiyeti yok mu?”

“Bildiğim kadarıyla yok. Olsaydı mutlaka bana söylerdi.”

“Bankada kasası var mı?”

“Yok.”

“Olsaydı sana söyler miydi?”

“Evet.”

“Polis de cenazeye katılacak,” dedi Wallander. “Lisa Holgersson’a seni aramasını söylerim.”

Ylva Brink cam kapıdan dışarı çıktı. Wallander odasına döndü. Bir isim daha ortaya çıkmıştı: Bror Sundelius. Wallander rehberde numarayı ararken bir yandan da Ylva Brink’le yaptığı konuşmayı düşünüyordu. Kendisinin bilmediği bir şey söylemiş miydi? Şu Louise denilen kadın gerçekten de iyi saklanmış bir sırdı. Hem de çok iyi saklamış, diye geçirdi içinden Wallander. Bazı şeyleri not etti. İnsan bir kadını neden bunca zamandan beri sır gibi saklar? Ylva Brink ona Svedberg’in eşcinsellere karşı abartılı tavrından ve hastalık hastası olduğundan söz etmişti. Ayrıca emekli bir banka müdürüyle zaman zaman bir araya gelip gökyüzünü incelediklerini de söylemişti. Wallander kalemini masaya bırakıp arkasına yaslandı. Svedberg’le ilgili düşünceleri bu konuşmadan sonra pek değişmemişti. Bilmediği ve çok şaşırdığı tek şey Louise olayıydı. Bu söylenenlerin hiçbiri de bu ölümü açıklayamıyordu.

Birden tüm dramın açık seçik gözlerinin önünde canlandığını hissetti. Svedberg o gün işe gelmemişti çünkü ölmüştü. Evine giren hırsız onu ânında öldürmüş ve kolunun altına sıkıştırdığı teleskopla evden kaçıp gitmişti. Bu kasten öldürme değildi, tersine son derece sıradan ve ürkütücü bir cinayetti. Bu olayın başka olası bir açıklaması da yoktu.

Saat sekizi on geçe Wallander, Lisa Holgersson’u evinden aradı. Holgersson cenaze töreniyle ilgili bir şeyler konuşmak istediğini söyleyince Wallander ona Ylva Brink’i aramasını söyledi. Sonra da o gün öğleden sonra öğrendiklerini anlattı. Ayrıca soygun teorisine inanmak üzere olduğunu da sözlerine ekledi.

“Emniyet Genel Müdürü aradı,” dedi Holgersson. “Başsağlığı dileyip üzüntülerini iletti.”

“Bu söylediğin sırayla mı konuştu?”

“Evet.”

Wallander ertesi sabah saat dokuzda toplantı yapılacağı ve herhangi bir gelişme olursa kendisine hemen haber verileceğini söyledi. Wallander telefonu kapattıktan sonra bu kez Sundelius’un numarasını çevirdi ama telefon açılmadı. Telesekreter de yoktu.

Ahizeyi yerine koyarken bir kez daha içinde garip bir duygu hissetti. Bu noktadan nereye gitmesi gerekiyordu? Sabırsızlığının gitgide arttığının farkındaydı ama öncelikle otopsi raporuyla adli tıbbın delillerini beklemesi gerektiğini de biliyordu.

Ylva Brink’le yaptığı konuşmayı banttan bir kez daha dinlemeye hazırlanırken Ylva’nın gitmeden önce Svedberg’in son derece şerefli biri olduğuna ilişkin söyledikleri aklına geldi. Kapı vuruldu ve Martinson içeri girdi.

“Kapıda bir grup sabırsız gazeteci bekleşiyor,” dedi. Wallander yüzünü buruşturdu.

“Onlara söyleyecek yeni bir şeyimiz yok.”

“Bence onlara daha önce söylediklerimizi yinelesek de olur, yeter ki biri çıkıp onlarla konuşsun.”

“Onlardan kurtulamaz mısın? Elimize somut bir şey geçtiğinde basın toplantısıyla bunu açıklayacağımıza söz ver.”

“Basınla iyi geçinmemiz gerektiğine ilişkin yukarıdan gelen emirleri unuttun mu?” dedi Martinson alaycı bir sesle.

Wallander elbette unutmamıştı. Emniyet Genel Müdürlüğü son günlerde bölge emniyet müdürlükleriyle yerel medya arasındaki ilişkinin mutlaka geliştirilmesine ilişkin bir genelge yayınlamıştı. Bundan böyle gazetecilere alabildiğine nazik davranılacaktı.

Wallander istemeye istemeye yerinden kalktı. “Neyse ben konuşayım bari,” dedi.

Gazetecilere, verilecek yeni bir bilgi olmadığını anlatabilmesi tam yirmi dakikasını almıştı. Konuşmanın sonuna doğru gazeteciler onun nazik hâline kuşkuyla yaklaştıklarında az kalsın soğukkanlılığını yitiriyordu ama kendini denetlemeyi başarmış ve gazeteciler de gitmişlerdi. Kantinden bir fincan kahve alıp odasına döndü. Bir kez daha Sundelius’u aradı ama yine bulamadı.

Telefon çaldı. Wallander, gazeteciler arıyor olmalı, diye geçirdi içinden öfkeyle ama arayan Sten Widén’di.

“Nerelerdesin?” diye sordu Widén. “İşlerinizin çok yoğun ve karmaşık olduğunu duydum, başınız sağ olsun ama bir süreden beri burada seni bekleyip duruyorum.”

Wallander içinden küfretti. Sten Widén’i grömeye söz verdiğini tamamıyla unutmuştu. Çocukluk arkadaşıydılar ve ikisi de operadan çok hoşlanırdı. Yaşları ilerledikçe yolları ayrılmıştı. Wallander polis olmuş, Sten Widén de babasının işini devralıp yarış atları yetiştirmeyi sürdürmüştü. Birkaç yıl önce tekrar görüşmeye başlamışlar ve bu akşam için buluşmaya karar vermişlerdi. Ne var ki Wallander’in aklından çıkıp gitmişti.

“Seni aramalıydım,” dedi Wallander. “Unutmuşum.”

“Az önce radyodan duydum. Meslektaşın öldürüldü mü yoksa intihar mı etti?”

“Bilmiyoruz, bir şey söylemek için henüz çok erken ama son yirmi dört saatimiz korkunç geçti.”

“İstersen başka bir zaman buluşalım.”

Wallander kararını vermişti. “Bana yarım saat ver.”

“Baskı yapıyorum sanma.”

“Yapmıyorsun, benim de buradan uzaklaşmam iyi olacak.”

Wallander emniyetten çıktı, evine gidip cep telefonunu aldı ve arabasına atlayıp E65’e çıktı. Kale yıkıntılarını görünce yavaşlayıp Widén’in çiftliğine saptı. At kişnemesi dışında ortalık sessizdi.

Widén onu karşılamak için dışarı çıktı. Wallander onu her zaman kirli giysiler içinde görmeye alışıktı oysa bu kez üstünde tertemiz beyaz bir gömlek vardı, saçlarını taramış, üstelik tıraş da olmuştu. El sıkışırlarken Wallander alkol kokusu aldı. Widén’in çok içtiğini biliyordu ama ona bu konuda hiçbir şey söylemezdi. Nedense bu konu hiç açılmazdı.

“Ne güzel bir akşam,” dedi Widén. “Sonunda ağustosta yaz geldi. Ya da tam tersi mi söylenirdi? Ağustos yazla birlikte geldi. Aslında kim kiminle geldi?”

Wallander bir kıskançlık hissetti. Bu onun hayalini kurduğu şeydi. Kırsalda bir köpekle ve belki Baiba ile yaşamak, ama bu düşü gerçekleşememişti.

“İşler nasıl?” diye sordu.

“İyi değil. Seksenli yıllar altın yumurtlayan yıllardı. O günlerde herkesin cebi para doluydu. Oysa şimdi herkesin cebi bomboş. İnsanlar işlerini yitirmemek için dua ediyorlar.”

“Yarış atı alanlar zaten zenginler değil mi? Onların işsizlik sorununu dert ettiklerini sanmazdım.”

“Hâlâ öyle,” dedi Widén. “Ama sayıları her geçen gün azalıyor.”

Ahırlara doğru yürüdüler. Köşeden bir atla birlikte genç bir kız çıktı.

“Bu Sofia. Burada tek o kaldı. Diğerlerini kovdum,” dedi Widén.

Wallander birkaç yıl önce Widén’in çiftlikteki kızlardan biriyle ilişkiye girdiğine ilişkin bir şeyler duyduğunu hatırlıyordu. Kızın adı neydi? Jenny miydi?

Widén kızla bir şeyler konuşurken Wallander arada atın adının Black Triangle olduğunu duydu. Böylesi sıra dışı adlar Wallander’i her zaman şaşırtırdı.

Ahıra girdiler.

“Bu Dreamgirl Express,” dedi Widén bir başka atı göstererek. “Tek başına bana bakıyor desem yanlış olmaz. Sahipleri bakımının çok masraflı olduğundan şikâyetçi, muhasebecim de sabahın erken saatlerinde beni arayıp duruyor. Bunlara daha ne kadar dayanacağımı ben de bilemiyorum.”

Wallander atın başını yavaşça okşadı.

“Sen hep böyle dersin ama yine de başarırsın,” dedi.

Widén başını iki yana salladı.

“İşler şu anda hiç de iyi değil,” dedi. “Ama burayı iyi bir fiyata elden çıkarabilirsem ben de buralardan gideceğim.”

“Nereye gideceksin?”

“Eşyalarımı toplayacağım, derin bir uyku çekeceğim ve nereye gideceğime sabah karar vereceğim.”

Ahırdan çıkıp eve doğru gittiler. Wallander eskiden evin çok dağınık olduğunu hatırlıyordu ama bu kez her şey son derece düzenliydi.

“Birkaç ay önce temizliğin insanı rahatlattığını keşfettim,” dedi Widén, Wallander’in şaşkın bakışlarını görünce.

“Bende işe yaramıyor. Ne denli yorulduğumu Tanrı bilir.”

Kadehlerin ve şişelerin bulunduğu masayı gösterip oturmalarını söyledi. Wallander bir an için duraksadı, sonra da tamam dercesine başını sallayıp oturdu. Doktoru bundan hoşlanmayacaktı ama o anda bunlara karşı koyacak enerjisi yoktu.

“Wagner dinlemek için Almanya’ya gittiğimizi hatırlıyor musun?” diye sordu Widén gecenin ilerleyen saatlerinde. “Yirmi beş yıl önceydi. Geçen gün, birlikte çekilmiş bazı fotoğraflarımızı buldum. Görmek ister misin?”

“İsterim.”

“Onlara göz bebeğim gibi bakıyorum,” dedi Widén. “Kasada saklıyorum.”

Wallander, Widén’in pencerenin yanındaki tahta oymayı yerinden çıkarışını ve içindeki boşluğa sakladığı metal kutuyu alışını izledi. Fotoğraflar kutunun içindeydi. Widén fotoğrafları uzattı. Wallander gülümseyerek fotoğrafları aldı. Fotoğraflardan biri Lübeck dışındaki bir mola yerinde çekilmişti. Wallander’in elinde bir şişe bira vardı ve makineye gülümsüyordu.

“Ne kadar da eğlenmiştik,” dedi Widén. “Belki bir daha hiç bu kadar eğlenmedik.”

Wallander kadehine viski doldurdu. Widén haklıydı. Bir daha hiç o kadar iyi vakit geçirmemişlerdi.

Saat birde Skurup’taki taksi duraklarından birini arayıp taksi istediler. Widén, Wallander’e arabasını ertesi sabah emniyete getireceğine söz vermişti. Wallander’in başı ağrımaya başlamıştı, midesi de bulanıyordu. Çok ama çok yorgundu.

“Bir ara Almanya’ya yine gitmeliyiz,” dedi Widén taksinin gelmesini beklerken.

“Hayır gitmeyelim,” diye karşılık verdi Wallander. “Yeni bir yere gidelim. Ne var ki artık benim eskisi gibi paraya çevirebileceğim bir şeyim kalmadı elimde.”

Taksi geldi, Wallander arka koltuğa geçip oturdu, başını arkaya dayamasıyla uykuya dalması bir oldu.

Rydsgård’dan geçerlerken içinden bir şey onu uyandırdı. Öncelikle bunun ne olduğunu anlayamadı. Az önce gördüğü düşte bir şey onu harekete geçirmişti. Sonra bunun ne olduğunu hatırladı: Widén tahta oymayı yerinden çıkarıyordu.

Wallander’in uykusu açılmıştı. Svedberg hayatındaki kadını yıllarca bir sır gibi saklamıştı ama Wallander onun odasındaki masanın çekmecelerini karıştırdığında ebeveyninden gelen eski mektuplardan başka bir şey bulamamıştı. Svedberg’in de Sten Widén gibi gizli bir yeri olmalı, diye geçirdi içinden.

Öne doğru uzanıp şoföre Maria Caddesi yerine kent meydanına gitmek istediğini söyledi. Arabadan indiğinde saat bir buçuktu. Svedberg’in evinin anahtarları yanındaydı. Svedberg’in banyosundaki ilaç dolabında bir kutu aspirin gördüğünü anımsıyordu. Evin kapısını açtı, soluğunu tutarak çevreyi dinledi. Sonra kendisine bir bardak su koyup aspirini içti.

Sokaktan geçen sarhoş gençlerin sesi duyuldu, sonra her şey yeniden eski sessizliğine büründü. Bardağı masanın üstüne koyup Svedberg’in gizli yerini aramaya koyuldu. Saat üçe çeyrek kala gizli yeri buldu. Yatak odasındaki komodinin altındaki plastik döşemenin bir köşesi beton zeminden ayrılıyordu. Wallander her şeyi daha iyi görebilmek için komodinin üstündeki lambanın yönünü değiştirdi. Döşemenin altındaki boşlukta kahverengi bir zarf duruyordu. Kapalı değildi. Zarfı alıp mutfağa gidip açtı.

Svedberg de Widén gibi bazı fotoğrafları saklamıştı. Zarfın içinde iki fotoğraf vardı. Bunlardan biri bir kadının fotoğraf stüdyosunda çekildiği belli olan fotoğrafı, diğeriyse bir ağacın altına oturmuş bir grup gencin fotoğrafıydı. Gençler fotoğraflarının çekildiğinin farkında olmadan kadehlerini kaldırmış gülüyorlardı.

Manzara son derece pastoraldi. Wallander’e garip gelen bir tek şey vardı bu fotoğrafta. Gençler sanki kostümlü bir baloya gidecekmişçesine giyinmişlerdi. Üstlerinde eski zamanlara ait kostümler vardı.

Wallander gözlüğünü taktı. Midesi ağrımaya başlamıştı. Svedberg’in çekmecelerinden birinde gördüğü büyüteci hatırlayınca gidip aldı ve fotoğrafı daha yakından incelemeye başladı. Bu gençler ona hiç de yabancı gelmemişti, özellikle en sağda oturan genç kız. Hemen sonra da onun kim olduğunu fark etti. Geçenlerde bu kızın fotoğrafını bir kez daha görmüştü ama o fotoğrafta böyle kostümlü değildi. En sağda oturan genç kız Astrid Hillström’dü.

Wallander fotoğrafı yavaşça masaya bıraktı. Bir yerlerde çalan saat üçü gösteriyordu.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
12+
Litres'teki yayın tarihi:
30 haziran 2023
Hacim:
511 s. 2 illüstrasyon
ISBN:
978-605-70855-9-7
Tercüman:
Editör:
Telif hakkı:
Ayrıksı Kitap
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 4,5 на основе 2 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок