Kitabı oku: «Gülümseyen Adam», sayfa 2
2
Rüzgâr kuzeyden esiyordu.
Dondurucu soğuğun hâkim olduğu sahilin uzak bir köşesinde, buz gibi esen rüzgârda ıstırap çeken bir adam vardı. Sırtını rüzgâra vererek beklemeye devam ediyordu. Orada durur, elleri ceplerinde kımıldamadan kumlara bakardı; sonra amaçsızca yürümeye başlardı, ta ki külrengi alaca karanlıkta kayboluncaya dek.
Köpeğiyle her gün kumsalda yürüyüş yapan kadın, gün doğumundan batımına kadar sahilde devriye gibi gezen adam için endişeleniyordu. Adam birkaç hafta önce kıyıya vurmuş bir gemi enkazı gibi birden çıkagelmişti. Kumsalda karşılaştığı insanlar normalde kadını selamlardı. Güz sonlarıydı, ekim bitmek üzereydi, bu yüzden aslında nadiren birileriyle karşılaşıyordu. Fakat siyah paltolu adam kadınla hiç selamlaşmamıştı. O da önce adamın utangaç olduğunu zannetmiş, sonra kaba veyahut yabancı birisi olabileceğini düşünmüştü. Zaman geçtikçe, adamın derin bir elem içinde olduğunu, kutsal bir yolculuk gibi olan kumsal yürüyüşleriyle kederine yol açan meçhul nedenden uzaklaşmaya çalıştığını anlamıştı. Yürüyüş biçimi kesin olarak değişkendi. Yavaşça, âdeta oyalanır gibi yürürken, birden canlanarak koşarcasına giderdi. Ona öyle geliyordu ki adamın hareketlerini yönlendiren bedeninden çok huzursuz ruhuydu. Cebindeki ellerinin yumruk gibi sıkılı olduğuna emindi.
Bir hafta sonra bu olayın arkasındaki gizemi çözdüğünü düşündü. Bu yabancı adam ciddi bir kişisel krizle yüzleşmek amacıyla, tehlikeli bir nehir yatağında eksik bir haritayla yol almaya çalışan bir gemi gibi bu kumsalda karaya çıkmıştı. İçe dönüklüğünün ve huzursuz yürüyüşünün sebebi bu olmalıydı. Kadın, her akşam romatizmaları nedeniyle erken emekli olan kocasına kumsalda yalnız başına dolaşan adamdan bahsetmişti. Bir defasında –evde durmak kendisini daha mutlu etmesine ve dışarıya çıkması şiddetli ağrılara neden olmasına rağmen– kocası da karısıyla köpeğine eşlik etmişti. Karısına o da hak vermişti ancak adamın davranışlarını o kadar sıra dışı bulmuştu ki Skagen4 emniyetindeki bir arkadaşını arayıp karısıyla kendisinin gözlemlerinden söz etmişti. Muhtemelen adam bir kaçaktı ve bir suçtan dolayı aranıyordu ya da ülkede az sayıda kalan akıl hastanelerinin birinden firar etmişti. Fakat polis yıllar içinde Danimarka’nın en uzak ucuna yolculuk yapan, birçoğu sadece huzur ve sükûnet bulmak isteyen o kadar çok tuhaf karakterli insanla karşılaşmıştı ki arkadaşına bilgece bir öğüt verdi: Adamı kendi hâline bırakın. İki denizin karşılaştığı yerle kum tepeleri arasında bulunan bu sahil, kimin ihtiyacı varsa ona ait bir toprak parçasına dönüşüyordu sürekli.
Köpeğini gezdiren kadın ve siyah paltolu adam sonraki akşamlarda da gemiler gibi birbirlerinin yanından geçip gittiler. Sonra bir gün, tam olarak 20 Ekim 1993’te, kadının daha sonraları adamın kayboluşuyla ilişkilendirdiği bir şey oldu.
Rüzgârın esmediği nadir günlerden biriydi, kara ve denizi tamamen sis kaplamıştı. Her yerde, ortalıkta görünmeyen kayıp bir sığıra aitmişçesine sis sirenleri duyuluyordu. Bütün bu tuhaf ortam sanki nefesini tutmuş bir şey bekliyordu. İşte o zaman kadın, siyah paltolu adamı gördü ve birdenbire olduğu yerde kaldı.
Çünkü yalnız değildi. Yanında açık renkli yağmurluğu ve şapkası olan oldukça kısa boylu birisi vardı. Kadın yeni gelen kısa adamın konuştuğunu ve diğerini bir konu hakkında ikna etmeye çalıştığını fark etti. Kısa adam söylediklerini vurgulamak için cebindeki ellerini ara sıra çıkararak el kol hareketleri yapıyordu. Kadın ne konuştuklarını duyamıyordu fakat kısa adamın tavırlarından üzgün olduğu anlaşılıyordu.
Bir süre sonra ikisi kumsalda yürümeye başlayıp sisin içinde görünmez olmuşlardı.
Ertesi gün adam yine yalnızdı. Beş gün sonra ise ortadan kaybolmuştu. Kadın kasım ayına kadar her sabah siyah paltolu adamla karşılaşmak beklentisiyle kumsalda köpeğini gezdirdi ama adam tekrar ortaya çıkmadı. Kadın onu bir daha hiç görmedi.
Ystad polisinden Komiser Kurt Wallander bir yıldan fazla süredir hastalık iznindeydi ve görevini yürütemiyordu. Bu süre boyunca güçsüzlük hissi hareketlerini etkilemiş ve yaşamında baskın hâle gelmişti. Ystad’da kalmaya katlanamadığında ve biraz para biriktirdiğinde, kendini daha iyi hissetmek, Skåne’den başka bir yerde, yaşama sevincini yeniden kazanmak umuduyla defalarca amaçsız yolculuklara çıkmıştı. Kara-yip Adaları için bir tatil paketi satın almıştı ancak uçuşta aptalca sarhoş olmuştu ve Barbados’ta5 geçirdiği iki hafta boyunca neredeyse hiç tamamen ayık dolaşmamıştı. Genel ruh hâli, artan bir panikle tamamen kayıtsızlık arasında gelip gidiyordu. Palmiye ağaçlarının gölgesinde gizlenmiş, bazı günler diğer insanlarla görüşmekten kaçınma isteğinin üstesinden gelemediği için otelden dışarıya ayak bile basmamıştı. Sadece bir defa yıkanmıştı, o da yanlışlıkla iskelede tökezleyip denize düştüğü gün.
Bir akşam geç saatlerde insanların arasına karışmak, aynı zamanda alkol stokunu takviye etmek amacıyla kendisini dışarıya çıkmaya zorladığında, bir fahişe tarafından baştan çıkarıldı. Onu başından savmak istedi ama aynı zamanda nedense onunla birlikte olmayı arzuladı, ne var ki daha sonra kendinden iğrenme ve mutsuzluk duygularına yenik düştü. Üç gün boyunca –tam olarak hatırlamadığı şekilde– tüm zamanını bu kızla birlikte, pis kokulu bir kulübede, terli yüzünde hamam böceklerinin dolaştığı, küf kokulu çarşaf serili yatakta geçirdi. Kızın adını ya da bunu öğrenip öğrenmediğini bile anımsayamıyordu. Ona ancak önüne geçemediği bir şehvet krizinin içerisindeyken katlanabilmişti. Kız cebindeki son parayı da aldığında birden ortaya çıkan iri yarı iki erkek kardeşi tarafından kapı dışarı edildi. Bunun üzerine otele döndü, fiyata dâhil kahvaltıları yemeye kendisini zorlayarak ayakta kalabildi ve sonunda gidiştekinden daha kötü şartlarda da olsa Sturup Havaalanı’na dönebildi.
Onu düzenli olarak kontrol eden doktoru Wallander’e ölesiye alkol aldığı için gerçek bir risk oluşturan bu tür yolculukları yasakladı. Fakat iki ay sonra, aralık ayı başlarında, moralini düzeltmek için mobilyaları yenilemek bahanesiyle babasından aldığı borç parayla tekrar yolculuğa çıktı. Sorunları başladığından bu yana, evine sosyal hizmetlerden yardım için gelen ve kendisinden otuz yaş daha genç bir kadınla evlenen babasından uzaklaşmıştı. Eline para geçer geçmez dosdoğru Ystad Turizm Acentesi’ne gidip Tayland’a üç haftalık bir tatil satın aldı. Bu defa da Karayip’te yaşadıklarının aynısı tekrar etti, tek fark uçakta Wallander’in yanında oturan ve aynı otelde kalan emekli bir eczacının, Wallander kahvaltıda içmeye başlayıp tuhaf davranışlar gösterdiğinde, ona acıyıp müdahale etmesi sayesinde felaketin güçlükle de olsa önlenmesiydi. Eczacının araya girmesiyle Wallander’in tatili planlanandan bir hafta önce evine gönderilmesiyle sonuçlandı. Bu tatilde de Wallander kendisini, her biri öncekinden daha genç fahişelerin kollarına atmış ve kendinden nefret etme duygusuna boyun eğmişti. Sonrasında sürekli ölümcül bir bulaşıcı hastalığa yakalanma korkusuyla kâbus gibi bir kış geçirdi.
Nisan ayı bittiğinde Wallander işten ayrılalı on ay olmuştu, aslında gittiği tatil yerlerinde bulaşıcı bir hastalık kapmadığı anlaşılmıştı fakat bu güzel habere sevinmiş gibi de görünmüyordu. O günlerde Wallender’in doktoru, onun polis olarak çalıştığı günlerin bitip bitmediğini, tekrar çalışmaya ya da sağlık gerekçesiyle erkenden emekli olmaya hazır olup olmadığını merak etmeye başlamıştı.
Tam da o günlerde Wallander ilk defa Skagen’e gitti, belki de “kaçtı” demek daha doğru olur. Hemen öncesinde kızı Linda’nın İtalya’dan dönüp Wallander ve dairesinin içinde bulunduğu karışıklığı düzeltmesi sayesinde en azından içmeyi bırakmıştı. Linda tam olarak doğru şekilde davranmıştı, eve dağılmış tüm şişeleri boşalttı ve Wallander’i ciddi şekilde uyardı. İki hafta boyunca Maria Caddesi’ndeki evinde babasıyla kaldı, Wallander sonunda konuşabileceği birisini bulmuştu. Birlikte Wallander’in ruhunu eriten apseleri deştiler ve Linda bir süre sonra içkiden uzak kalma sözünü tutması için babasına küçük bir şans verebileceğini hissettiğinde evden ayrıldı. Wallander yeniden kendisiyle baş başa ve boş bir evde oturma ihtimaliyle yüzleşmeye gücü yetmeyecek hâldeyken, gazetede Skagen’deki ucuz bir pansiyonla ilgili bir reklam gördü.
Yıllar önce, Linda doğduktan kısa bir süre sonra, eski eşi Mona’yla Skagen’de birkaç haftalık bir yaz tatili yapmışlardı. Hayatı boyunca yaşadığı en mutlu zamanlardan biriydi. Paraları azdı ve delik bir çadırda kalmışlardı ama sanki bütün evren onlara aitmiş gibi hissetmişlerdi.
Wallander reklamı gördüğü gün pansiyona telefon etti ve mayısın ilk haftasından itibaren kalmak üzere kendisine bir oda ayırttı.
Aslen Polonyalı olan pansiyon sahibi kadın duldu, Wallander’i kendi hâline bıraktı. Bisikletini de ödünç verdi. Wallander her sabah uçsuz bucaksız kumsalda bisikletle gezmeye çıkıyordu. Çantasına öğle için bir paket yemek koyuyor ve gecenin geç saatlerine kadar odasına dönmüyordu. Pansiyon arkadaşları daha yaşlı kimselerdi, bazıları tek, bazılarıysa evliydi ve bir kütüphane kadar sessizdi. Neredeyse bir yıldır ilk defa bir güzel uyuyabildi ve içki alışkanlığının etkilerinin azaldığını hissetti.
Skagen’deki pansiyonda kaldığı süre boyunca üç mektup yazdı. İlki kız kardeşi Kristina içindi. Geçen yıl boyunca kız kardeşi sıklıkla arayıp hâlini hatırını sormuştu. Wallander kardeşinin ilgisinden etkilenmişti ancak kendisini neredeyse hiçbir zaman ona telefon etmeye ya da yazmaya ikna edememişti. Karayip Adaları’nda ayık olmadığı bir anda kardeşine göndermiş olabileceği karmakarışık bir kartpostalla ilgili belli belirsiz bir hatıra, durumu daha da kötüleştiriyordu. Kristina bundan hiç söz etmemiş, Wallander de bu konuyu asla sormamıştı. Sarhoş olduğu için kartpostalı yanlış adrese gönderdiğini ya da pul koymayı unuttuğunu umuyordu. Şimdiyse bir gece vakti yatakta oturmuş ve kız kardeşine yazmıştı, kâğıdı da çantasına koymuştu. Geçen yıl bir adamı öldürdüğünden beri peşini bırakmayan utanç ve suçluluk duygularını, içindeki boşluğu anlatmaya çalıştı. Hiç şüphesiz kendisini korumak için ateş etmişti, en saldırgan ve polislerden nefret eden gazeteciler bile onu ciddi anlamda eleştirmemişlerdi ama yine de üzerine binen suçluluk duygusundan hiç sıyrılamayacağını düşünüyordu. Tek umudu bir gün bununla yaşamayı öğrenebilmekti.
“Ruhumun bir parçasının yapay bir uzuvla yer değiştirdiğini hissediyorum,” diye yazdı. “Hâlâ ondan istediğim şekilde davranmıyor. Bazen en kötü olduğum anlarda ruhuma asla söz dinletemeyeceğimden korkuyorum, yine de ümitvar olmaktan tamamen vazgeçmedim.”
İkinci mektup Ystad Emniyet Müdürlüğü’ndeki iş arkadaşlarınaydı, bu mektubu Skagen postanesinin dışındaki kırmızı mektup kutusuna bıraktığı anda yazdıklarının çoğunun doğru olmadığını biliyordu fakat yine de mektubu göndermek zorunda kaldı. Arkadaşlarının geçen yaz aldıkları müzik seti için onlara teşekkür etti ve bunu daha önce yapmadığı için de kendisini affetmelerini rica etti. Bütün bunları elbette içtenlikle yazmıştı. Fakat mektubu bitirirken söylediği, yakında iyileşip işe dönmeyi umduğuna dair cümleler anlamsızdı, aslında tam tersi daha doğruydu.
Skagen’de kalırken yazdığı üçüncü mektup Baiba Lie-pa’yaydı. Baiba’ya geçen yıl boyunca yaklaşık iki ayda bir mektup yazmış, o da her defasında cevap göndermişti. Baiba’nın onun için bir koruyucu azize olduğunu düşünmeye başlamıştı ve Wallander’in onun için hissettiklerini bastırması için Baiba’nın cevap yazmayı bırakmasından korkuyordu. Ya da en azından böyle olduğunu sanıyordu. Çok uzun süren uyuşukluk süreci Wallander’i artık hiçbir şeyden tam olarak emin olamaz hâle getirmişti. Zaman zaman kumsalda ya da denizden gelen şiddetli soğuk rüzgârdan korunmak için kum tepeleri arasında oturduğunda, kısa da olsa zihninin berraklaştığı zamanlar oluyordu. Bazı zamanlarda ise her şey ona anlamsız görünüyordu. Baiba’yı Riga’da sadece birkaç günlüğüne tanımıştı. Baiba, Letonya polis teşkilatında yüzbaşıyken öldürülen kocası Karlis’e âşıktı. Tanrı aşkına, Baiba mesleğinin gerektirdiği şeyleri, alışılmadık bir biçimde olsa bile, yapmaktan başka bir şey yapmayan İsveçli bir polisi birdenbire neden sevsin ki? Fakat meselenin içyüzünü kavradığı anlardan uzaklaşması hiç zor olmuyordu. İçten içe, aslında sahip olmadığını bildiği bir şeyi kaybetme riskini göze alamıyordu. Çünkü Baiba, Baiba’nın hayali, Wallander’in son savunma hattıydı. Bu hayal sadece bir yanılsama olsa bile onu sonuna kadar koruyacaktı.
Pansiyonda on gün kaldı ve Ystad’a döndüğünde oraya mümkün olduğunca çabuk dönmeye çoktan karar vermişti. Temmuz ortasında tekrar pansiyondaki eski odasındaydı. Dul kadın yine bisikletini verdi ve Wallander günlerini deniz kenarında geçirmeye devam etti. İlk seferin aksine kumsal şimdi tatilcilerle doluydu. Gülen, oynayan ve suda eğlenen insanların arasında kendisini görünmeyen bir gölge gibi başıboş hissetti. İki denizin buluştuğu bu kumsalda, ıstırabından kurtulmak için bir yol bulmaya çalışırken, iç dünyasında olup bitenleri gözlemlemek için kendi kontrolünde, başkalarına görünmeyen bir alan oluşturmuş gibiydi. Doktoru, Skagen’e ilk ziyaretinden sonra onda bazı gelişmeler gözlemlemişti fakat daha iyiye doğru kesin bir değişim olduğunu söylemek için belirtiler henüz yeterince net değildi. Wallander bir yıldan fazladır kullandığı ve kendisini yorgun ve hâlsiz bırakan ilaçları bırakıp bırakamayacağını sormuştu fakat doktoru bir süre daha sabretmesini tavsiye etmişti.
Her sabah acaba yataktan kalkmaya gücü yetecek mi diye merak ediyordu, Skagen’deki pansiyonda kalırken bunu yapabilmek daha kolaydı. Geçen yıl yaşadığı kötü olayları unutabileceğini hissettiği anlar oluyordu ve bütün olup bitene rağmen bir geleceği olabileceğine dair hâlâ umut ışığı vardı.
Saatlerce kumsalda dolaştıktan sonra, yaşadıklarının arkasında gizlenen anlamı fark etmek için duraksıyor, taşıdığı yükten kurtulmanın, hatta belki tekrar polisliğe dönmenin, bir polis ve sağlıklı bir insan olma gücünü bulmanın yollarını arıyordu.
Bu tatil sürecinde bir gün opera dinlemeyi de bıraktı. Kumsalda yürüyüş yaparken sık sık küçük kasetçalarını yanına alırdı fakat bir gün operadan gına gelmiş gibi hissetti. O akşam pansiyona geri döndüğünde bütün opera kasetlerini bavuluna doldurdu ve bavulu da elbise dolabına kaldırdı. Ertesi gün bisikletle Skagen’e gidip daha önce neredeyse hiç duymadığı pop müzik sanatçılarının bazı albümlerini aldı. Onu en çok şaşırtan şey yıllarca kendisini ayakta tutan operayı artık özlememesiydi.
Hiçbir boşluğum kalmadı, diye düşünüyordu. İçimdeki her yer ağzına kadar doldu ve yakında duvarlar çatlayıp yıkılacak.
Ekim ortasında Skagen’e bir kez daha gitti. Bu defa hayatının geri kalanında ne yapacağı konusunu çözmeye kararlıydı. Doktoru Wallander’e iyi geldiği aşikâr olan pansiyona gitmesini tavsiye etmişti. Sağlığına yavaş yavaş kavuştuğuna ve depresyonun şiddetinin azaldığına dair belli belirsiz de olsa işaretler vardı. Doktoru aynı zamanda hasta mahremiyetini ihlal etmemeye özen göstererek Wallander’in şefi Björk’e onun işe geri dönmesi için şansı olabileceğini üstü kapalı olarak söyledi.
Böylece Wallander Danimarka’ya yeniden gitti ve kumsal gezintilerine devam etti. Sonbahar bitmek üzereydi, kumsal terk edilmiş gibi tenhaydı. Nadiren birileriyle karşılaşıyordu, üstü başı ter içinde kalarak koşu yapan birisi dışında çoğu yaşlıydı, bir de düzenli olarak köpeğiyle yürüyüş yapan meraklı bir kadın vardı. Wallander denizin sahille buluştuğu yerden, sadece görünen ve sürekli değişen ufuk çizgisine doğru özgüvenini kazanmış bir şekilde yürüdü, kendisine ait ıssız araziye göz kulak olurcasına kumsal yürüyüşlerine kaldığı yerden devam etti.
Wallander orta yaşlara gelmişti ve dönüm noktası olarak gördüğü ellisine az kalmıştı. Geçen yıl çok fazla kilo vermişti, bu nedenle kendisini elbise dolabında yedi ya da sekiz yıldır giymediği kıyafetleri ararken buluyordu. Şimdi özellikle içmeyi bıraktığından beri dış görünümü yıllardır hiç olmadığı kadar iyiydi. Bu ona geleceğe dair plan yapmak için başlangıç noktası olabilir gibi görünüyordu. Beklenmedik bir olay olmazsa en azından yaşayacak bir yirmi yılı daha vardı. Kafasını en çok kurcalayan şey, polisliğe dönüp dönemeyeceği ya da yapacak başka bir şey bulması gerekip gerekmeyeceğiydi. Sağlık nedenleriyle erken emekli olmayı düşünmekten kaçınıyordu. Bu, başa çıkabileceğini düşünemediği bir olasılıktı.
Zamanını genellikle yoğun sisle kaplı kumsalda geçirdi, nadir de olsa hava açık ve temiz, deniz ışıltılı olur, martılar yukarda süzülürdü. Bazen kendini, arkasında takılı olması gereken anahtarı kaybolmuş, dolayısıyla yeni bir enerji kaynağı bulma ve hareket etme imkânından yoksun kurmalı bir oyuncak gibi hissediyordu. Polislikten ayrılmak zorunda kalması durumunda seçeneklerinin ne olabileceğine kafa yoruyordu. Belki bazı şirketlerde güvenlik görevlisi ya da ona benzer bir şey olabilirdi. Doğrusu polis olarak çalışmasının suçluları kovalamak dışında ona ne gibi nitelikler sağladığını bilemiyordu. Polis olarak çalıştığı yılları geride bırakıp temiz bir sayfa açmaya karar vermedikçe seçenekleri kısıtlıydı. Fakat ellisine merdiven dayamış ve yalnızca karmaşık olay yerlerinin sırrını çözmekte şöyle böyle ustalaşmış eski bir polisi kim işe almak ister ki?
Acıktığında kumsaldan ayrılıp kum tepelerinde kuytu bir köşe buldu. Öğle yemeğini iştahla yedi, soğuk kumlardan korunmak için çantasının üzerine oturdu. Yemeğini yerken yeterince başaramasa da geleceğinden başka şeyler düşünmeye çalıştı. Gerçekçi olmak için çok çaba sarf etti, gerçek dışı hayalleri savuşturmak zorundaydı.
Bütün diğer polisler gibi o da bazen diğer tarafa geçmeye özenmişti. Suçluya dönüşen ve yakayı ele vermelerini engelleyecek temel polis bilgilerini kullanmakta başarısız polisleri gördüğü zaman hayrete düşmekten kendini alamazdı. Onu kısa sürede zengin ve özgür yapacak planlar sıklıkla aklından geçerdi fakat bu tür düşüncelerden ürpertiyle kurtulması ve kendine gelmesi çok sürmezdi. En az istediği şey, zamanının çoğunu neredeyse hiç kazanamadığı at yarışlarına harcayan ve bunu takıntı hâline getirmiş gibi görünen iş arkadaşı Hansson’a benzemekti. Wallander zamanını bu şekilde israf ettiğini hayal bile edemiyordu.
Polislik görevine dönmeye zorunlu olup olmadığı meselesi aklını kurcalamaya devam ediyordu. Yeniden işe başla, bir yıl önce yaşananların hatıralarıyla savaş ve belki bir gün bununla yaşamayı öğrenirsin. Tek gerçek seçenek daha önce olduğu gibi yoluna devam etmesiydi. Hayatta bir anlam parıltısı bulmasının en iyi yolu buydu: İnsanların mümkün olduğunca güvenli bir şekilde yaşamalarına yardım etmek ve en kötü suçluları sokaklardan uzaklaştırmak. Bundan vazgeçmek yalnızca –belki de pek çok meslektaşından– daha iyi yaptığını bildiği bir işe sırtını çevirmek olmayacaktı, aynı zamanda içinde, derinlerde bir yerde var olan, ondan daha büyük bir şeyin parçası olma hissinin ve hayatını yaşamaya değer kılan bir şeylerin kökünü kazımak olacaktı.
Buna rağmen sonunda, Skagen’deki ilk haftasında sonbaharın kışa dönme emareleri gösterdiği günlerde artık işinin başına geçemeyeceğini kabullenmek zorunda kaldı. Polis memuru olarak kariyeri bitmişti, önceki yıl yaşadıklarının açtığı yaralar Wallander’i geri dönülmez bir şekilde değiştirmişti. Kumsalın kesif bir sis tabakasıyla kaplı olduğu bir öğle sonrasında bu konuyla ilgili bütün olumlu ve olumsuz yönleri düşündüğüne karar verdi. Doktoruyla ve Björk’le konuşacak ve görevine geri dönmeyecekti.
Kalbinde belli belirsiz bir rahatlama hissetti. En azından şimdilik skoru biliyordu. Geçen yıl sis nedeniyle hiçbir şeyin net olarak görünmediği, koyunlarla dolu o tarlada öldürdüğü adam rövanşını almıştı.
O akşam bisikletle Skagen’e gitti ve müşterilerin az ve birbirinden uzak, müziğin fazlasıyla gürültülü olduğu, sigara dumanıyla kaplı küçük bir barda içti. Bu kez, sarhoşluğunun diğer günlerde tekrar etmeyeceğini biliyordu. Bu defaki yalnızca farkına vardığı kaçınılmaz sonucun onaylanmasıydı, artık polis olarak yaşadığı hayatın sonuna gelmişti. Gecenin ilerleyen saatlerinde pansiyona bisikletle dönerken yere düştüğünde yanağı çizildi. Pansiyon sahibi yokluğunu fark edip onu beklemişti. Wallander karşı çıkmasına rağmen yüzündeki kanı temizlemek ve kirli elbiselerini yıkamak için ısrar etti. Sonra da odasının kapısını açmasına yardım etti.
“Bu akşam sizi arayan bir adam vardı,” dedi kadın, anahtarı geri verirken.
Wallander boş gözlerle baktı.
“Beni sorabilecek birisi yok,” dedi. “Burada olduğumu kimse bilmiyor.”
“Fakat birisi sordu. Sizi bulmayı çok istiyordu.”
“Herhangi bir isim verdi mi?”
“Hayır. Ama İsveçliydi.”
Wallander kafasını salladı, kadının söylediklerini aklından çıkarmaya çalıştı. Kimseyi görmek istemiyordu, onu görmek isteyecek kimse de yoktu, bundan emindi.
Ertesi gün tekrar içtiği için bin pişman bir hâlde kumsala gitti, pansiyon sahibinin söyledikleri çoktan aklından çıkmıştı. Sis yoğundu ve kendini çok yorgun hissediyordu. İlk defa kendine bu kumsalda ne aradığını sordu. Bir kilometre kadar yürüdükten sonra devam etmeye takati olmadığını düşündü ve ters dönüp yarıya kadar kuma gömülmüş büyük ve hurda bir teknenin gövdesinin üzerine oturdu.
Tam o sırada sisin içinden ona doğru yaklaşan adamı fark etti. Sanki birisi sonsuz sayıdaki kum tanelerinin üzerindeki şahsi odasının mahremiyetini ihlal ediyordu. İlk gördüğü parka giymiş, kafasına küçük gelen bir şapka takmış yabancının bulanık görüntüsüydü. Sonra adam az çok tanıdık gelmeye başladı, ancak iyice yaklaşıp da Wallander ayağa kalkıncaya dek kim olduğunu çıkaramadı. El sıkıştılar ve Wallander nasıl olup da bu sığınağının keşfedildiğini merak etti. Sten Torstensson’u en son ne zaman gördüğünü hatırlamaya çalıştı ve geçen yılki o uğursuz ilkbaharda, bir mahkemede gördüğünü anımsadı.
“Dün gece pansiyona seni görmeye geldim,” dedi Torstensson. “Rahatsız etmek istemem tabii ki, ama seninle konuşmak zorundayım.”
Bir zamanlar ben polistim, o da avukat, hepsi bundan ibaret, diye düşündü Wallander. Eskiden suçluların farklı taraflarında otururduk, sık olmasa da zaman zaman bir tutuklama kararının haklı olup olmadığını tartışırdık. Mona’dan zorlu boşanma sürecimde benim çıkarlarımı gözettiği için birbirimizi biraz daha iyi tanıdık. Bir gün birbirimize kanımızı kaynatan, bir arkadaşlığın başlangıcı olabilecek bir şey oldu. Arkadaşlıklar genellikle kimsenin bir mucize beklemediği görüşmelerde gelişir. Fakat hayattan öğrendiğime göre arkadaşlığın kendisi bir mucizedir. Beni bir hafta sonu tekneyle denize açılmaya davet etmişti. Fırtına vardı ve ben tekrar tekneye binmeyeceğime yemin etmiştim. Sonra sık sık ya da düzenli olmasa da görüşmeye başladık. Şimdi de izimi buldu ve benimle konuşmak istiyor.
“Birisinin beni aradığından haberim var,” dedi Wallander. “Beni burada nasıl bulabildin?”
Kumsaldaki sığınağında rahatsız edilmesinden hoşnut olmadığını belli ettiğinin farkındaydı.
“Beni tanıyorsun,” dedi Torstensson. “Baş belası birisi değilim. Hatta sekreterim bazen rahatsız edici davranmaktan korktuğumu bile iddia ediyor, bununla ne demek istiyorsa. Ama yine de Stockholm’deki kız kardeşini aradım. Daha doğrusu babanla irtibata geçtim ve o da kız kardeşinin numarasını verdi. Kız kardeşin pansiyonun adını ve yerini biliyordu. Ve işte buradayım. Gece sanat müzesinin yanındaki otelde kaldım.”
Rüzgâr arkalarından eserken kumsalda yürümeye başladılar. Daima köpeğiyle dolaşan kadın durmuş onlara bakıyordu. Wallander bir misafiri olduğunu görünce kadının şaşıracağından emindi. Sessizce yürüdüler, Wallander yanında birisinin olmasının ne kadar tuhaf olduğunu hissederek Torstensson’un konuşmasını bekledi.
“Yardımın gerekiyor,” dedi Torstensson sonunda. “Bir arkadaş ve polis olarak…”
“Arkadaşın olarak elimden geleni yapmak isterim ama yapabilir miyim bundan şüpheliyim. Ama bir polis olarak değil.”
“Hâlâ izindesin diye biliyorum.”
“Bununla kalmayacak, işi tamamen bırakacağım. Bunu bilen ilk kişi sen olabilirsin.”
Torstensson olduğu yerde durdu.
“İşte böyle,” dedi Wallander. “Ama yine de niye burada olduğunu söyleyebilirsin.”
“Babam öldü.”
Wallander, Torstensson’un babasını tanıyordu. O da avukattı ancak duruşmalara nadiren katılırdı. Wallander’in hatırladığına göre Torstensson’un babası çoğu vaktini ekonomik konularda danışmanlık yaparak geçirirdi. Kaç yaşında olduğunu tahmin etmeye çalıştı. Yetmişin üzerinde olduğunu varsaydı, çoğu insanın zaten öldüğü yaşlardı.
“Birkaç hafta önce bir trafik kazasında öldü,” dedi Torstensson. “Brösarp Tepeleri’nin güneyinde bir yerde.”
“Bunu duyduğuma üzüldüm,” dedi Wallander. “Nasıl oldu?”
“Bu iyi bir soru. İşte bu yüzden buradayım.”
Wallander ifadesizce baktı.
“Hava soğuk,” dedi Torstensson. “Sanat müzesinde kahve servisi var. Buraya arabamla geldim, onunla gidebiliriz.”
Wallander başıyla onayladı. Wallander’in bisikletini arabanın bagajına koyup kum tepelerinin arasında yol aldılar. Sabahın o saatlerinde sanat müzesindeki kafede fazla müşteri yoktu. Tezgâhın arkasındaki kızın mırıldandığı melodiyi Wallander yeni aldığı kasetlerden birinden hatırladığı için şaşırdı.
“Gece geç bir saatti,” diye anlatmaya başladı Torstensson. “Tam olarak 11 Ekim günüydü. Babam en önemli müvekkillerimizden biriyle görüşmeden dönüyordu. Polise göre arabayı çok hızlı kullanıyormuş, kontrolü kaybetmiş, araba ters dönmüş ve ölmüş.”
“Böylesi kazalar bir anda olabilir,” dedi Wallander. “Sadece bir anlık dikkatsizliğin sonucu felaket olabilir.”
“O akşam hava sisliydi. Babam asla hızlı kullanmazdı. Hava sisliyken neden böyle bir şey yapsın? Üstelik yolda tavşan ezmekten korkacak kadar takıntılıydı.”
Wallander, Torstensson’u inceleyerek baktı. “Kafanda ne var?” diye sordu.
“Martinson soruşturmanın başında.”
“Martinson iyidir. Eğer olayın bu şekilde olduğunu söylüyorsa başka bir şey düşünmek için bir sebep yok.”
Torstensson ciddiyetle baktı. “Martinson’un iyi bir polis olduğundan şüphem yok. Babamı yol kenarındaki tarlada tepetaklak olmuş arabasının içinde ölü olarak bulduklarından da. Fakat açıklanamayan çok fazla şey var. Bir şey olmuş olmalı.”
“Nasıl bir şey?”
“Başka bir şey…”
“Ne gibi?”
“Bilmiyorum.”
Wallander bardağını doldurmak için tezgâha gitti.
Ona doğruyu neden söyleyemiyorum, diye merak etti. Evet, Martinson yaratıcı ve enerjiktir fakat bazı durumlarda dikkatsiz olabilir.
Wallander tekrar oturduğunda, “Polis raporunu okudum,” dedi Torstensson. “Raporu yanıma aldım ve babamın öldüğü yerde tekrar inceledim. Otopsi raporuna baktım, Martinson’la konuştum, bazı başka şeyler yaptım ve kendi kendime sorular sordum. Şimdi de işte buradayım.”
“Ne yapabilirim?” dedi Wallander. “Bir avukat olarak her vakada birbiriyle ilişkilendiremediğimiz ve tam olarak açıklanamayan şeyler olduğunu bilirsin. Olay olduğunda babanın arabada yalnız olduğunu sanıyorum. Eğer seni doğru anladıysam herhangi bir tanık yok. Bu da tam olarak ne olduğunu sadece babanın söyleyebileceği anlamına gelir.”
“Eminim bir şey oldu. Doğru olmayan bir şey ve ben bunun ne olduğunu bilmek istiyorum.”
“Çok isterdim ama sana yardım edemem.”
Torstensson onu duymamış gibiydi. “Anahtarlar. Sana sadece bir örnek vereyim. Anahtarlar kontakta değildi. Arabanın döşemesindeydi.”
“Anahtarlar yerinden çıkmış olabilir. Bir araba kaza yaptığında her şey olabilir.”
“Kontak hasar görmemişti. Kontak anahtarı da kırılmamıştı.”
“Bunun bir açıklaması vardır.”
“Sana başka örnekler de verebilirim,” diye ısrar etti Torstensson. “Bir şey olduğuna eminim. Babam trafik kazası dışında bir sebepten öldü.”
Wallander cevap vermeden önce düşündü. “İntihar etmiş olabilir mi?”
“Bu benim de aklıma geldi ama bu ihtimal çok düşük. Babamı iyi tanırdım.”
“Çoğu intihar olayı beklenmedik şekilde olur. Yine de neye inanmak isteyeceğini sen daha iyi bilirsin.”
“Trafik kazasını neden kabul edemeyeceğimin bir nedeni daha var.”
Wallander dikkatle baktı.
“Babam neşeli ve sempatik birisiydi. Eğer çok iyi tanımasaydım ondaki değişikliği fark edemezdim. Zar zor fark edilen küçük şeylerdi fakat geçen altı ay boyunca ruh hâlinde bariz bir değişim olmuştu.”
“Daha açık konuşabilir misin?”
Torstensson kafasını iki yana salladı. “Tam olarak değil. Bu sadece hissettiğim bir şeydi. Bir şeyler onu tedirgin ediyordu. Benim fark etmemi kesinlikle istemediği bir şeyler vardı.”
“Bu konu hakkında babanla konuşmuş muydun?”
“Hiç konuşmadım.”
Wallander boş bardağı bıraktı. “Sana yardım etmek isterdim ama yapamam. Arkadaşın olarak ne anlatırsan dinlerim. Ama artık polis değilim. Hatta bu kadar yolu benimle konuşmak için gelmiş olman gururumun okşanmasına neden olmalıydı ama olmadı. Kendimi yalnızca uyuşuk, yorgun ve çökmüş hissediyorum.”
Torstensson konuşacak gibi oldu fakat fikrini değiştirdi.
Ayağa kalkıp kafeden çıktılar.
Sanat müzesinin dışında ayakta dururlarken, “Elbette sözlerine saygı duyuyorum,” dedi Torstensson.
Wallander onunla arabaya kadar gidip bisikletini aldı.
Hâlden anladığını ifade etmek istercesine acemice bir teşebbüste bulundu ve “Ölümün üstesinden nasıl geleceğimizi asla bilemiyoruz,” dedi.
“Senden beni teselli etmeni istemiyorum,” dedi Torstensson. “Sadece ne olduğunu bilmek istiyorum. Bu, sıradan bir trafik kazası değildi.”
“Martinson’la bir daha görüş,” diye karşılık verdi Wallander. “Şu var ki bunu benim önerdiğimi bilmemesi daha iyi olur.”
Vedalaştılar ve Wallander kum tepelerine doğru giden arabayı izledi.
Vermesi gereken kararların kendisini sıkıştırdığını hissediyordu. Artık bir şeyleri daha fazla sürüncemede bırakamazdı. O gün öğleden sonra doktorunu ve Björk’ü arayarak polislikten istifa edeceğini söyledi.
Skagen’de on gün daha kaldı. Ruhunun bombardımana uğramış, harap bir mekâna benzediğini düşündü. Yine de, her şeye rağmen kararını verecek güce sahip olduğu için rahatladığını hissetti.
31 Ekim Pazar günü polis olarak kariyerine çizgi çekmek için bazı belgeleri imzalamak amacıyla Ystad’a döndü.
1 Kasım Pazartesi sabahı saat altıda alarm çaldığında Kurt Wallander yatakta gözleri tamamen açık hâlde uzanıyordu. Kısa süreli tedirgin uyuklamalar dışında bütün gece uyanık kalmıştı. Birkaç defa yataktan kalkıp Maria Caddesi’ne bakan pencerenin önünde durmuş, yanlış bir karar verip vermediğini düşünmüştü. Belki de hayatının geri kalanında yürüyeceği aşikâr bir yol yoktu. Buna tatmin edici bir cevap bulamadan oturma odasındaki kanepede radyoyu dinleyerek oturmuştu. Nihayet alarm çalmadan önce başka seçeneği olmadığını kabul etmişti. Hiç şüphe yok ki kaçıyordu fakat herkes er ya da geç kaçar, dedi kendi kendine. Her şey bittiğinde görünmeyen güçler bizi yener ve kimse bundan kurtulamaz.