Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Gülümseyen Adam», sayfa 5

Yazı tipi:

4

1 Kasım öğleden sonra, Skåne’li çiftçi Olof Jönsson garip bir an yaşadı. Tarlasında ilkbaharda yapacağı ekimi planlayarak yürürken, ayak bileklerine kadar çamura batmış, yarım daire şeklinde dizilmiş bir grup insanın sanki bir mezara bakarmış gibi dikildiklerini gördü. Arazisini kontrol edeceği zamanlarda her zaman yanına dürbün alırdı. Bazen tarlaları ayıran çalılıklardan birinin kenarında geyik gördüğü olurdu. Dürbünü yanında olduğundan onları net görebiliyordu. Bir tanesini –yüzü aşina geldiğinden– tanıdığını zannetti fakat kim olduğunu çıkaramadı. Sonra dört erkek ve bir kadından oluşan grubun önceki haftalarda arabasında ölen adamın bulunduğu yerde durduklarını fark etti. İşlerine burnunu sokmak istemediğinden dürbününü indirdi. Muhtemelen saygılarını sunmak için adamın öldüğü yeri ziyaret eden akrabalarıydı. Arkasını dönerek oradan uzaklaştı.

Kurt Wallander kaza yerine geldiklerinde sadece bir anlığına her şeyi hayal edip etmediğini sorguladı. Belki de çamurda bulup sonra yere attığı şey sandalye bacağı değildi. Tarlada uzun adımlarla yürürken diğerleri yolda kalıp bekledi. Seslerini duyabiliyor ancak ne dediklerini anlayamıyordu.

Muhakememi yitirdiğimi düşünüyor olmalılar, diye düşündü sandalye bacağını ararken. Ne de olsa eski görevime dönmeye uygun olup olmadığımı sorguluyorlar.

Fakat işte ayaklarının dibinde bir sandalye bacağı vardı. Hızlıca incelediğinde artık emin oldu. Dönüp arkadaşlarına eliyle işaret etti. Birkaç dakika sonra hepsi de çamurun içindeki sandalye bacağının etrafında toplanmışlardı.

“Haklı olabilirsin,” dedi Martinson tereddütle. “Bagajda kırık bir sandalye olduğunu hatırlıyorum. Bu onun parçası olmalı.”

“Yine de çok tuhaf olduğunu düşünüyorum,” dedi Björk. “Nasıl akıl yürüttüğünü bir daha anlatabilir misin, Kurt?”

“Basit,” dedi Wallander. “Martinson’un raporunu okudum. Bagajın kilitli olduğu yazıyordu. Bagajın kaza sırasında esneyerek açılıp sonra kapanması ve kendi kendine kilitlenmesi imkânsız. Eğer öyle olsaydı arabanın arkasının bir yere çarparak hasar görmüş olması gerekirdi, oysa böyle bir hasar yok.”

“Arabayı mı inceledin?” dedi Martinson şaşkınlıkla.

“Soruşturmada size yetişmeye çalışıyorum,” dedi Wallander, sanki Niklasson’un yerine gittiğini söylemekle Martinson’a basit bir kaza soruşturmasını yürütmede güvenmediğini ima etmişti ve bu yüzden de bahaneler üretiyordu. Gerçi aslında bu ima doğruydu ama şimdilik bir önemi yoktu. “Arabasında tek başına olan bir adamın birkaç defa takla atıp tarlada durduktan sonra arabadan çıkıp bagajı açarak, kırık bir sandalye bacağını dışarıya atması, sonra bagajı kapatıp tekrar arabaya binmesi, emniyet kemerini takması ve sonunda kafasına aldığı darbe nedeniyle ölmesi bana mümkün görünmüyor.”

Kimse konuşmadı. Wallander bunu daha önce de pek çok defa görmüştü. Örtü kaldırılır ve ortaya kimsenin görmeyi beklemediği bir şey çıkıverir.

Svedberg paltosunun cebinden plastik bir torba çıkardı ve sandalye bacağını dikkatlice içine koydu.

“Sandalye bacağını buradan beş metre ötede buldum,” dedi Wallander eliyle göstererek. “Yerden aldım ve sonra tekrar fırlattım.”

“Bir delil parçasına karşı garip bir tutum,” dedi Björk.

“Bulduğumda bunun Gustaf Torstensson’un ölümüyle bağlantısını bilmiyordum,” dedi Wallander. “Ve hâlâ sandalye parçasının ne anlama geldiğini bilmiyorum.”

“Eğer seni doğru anladıysam,” dedi Björk, Wallander’in yorumunu görmezden gelerek, “Kırık sandalye bacağı, Torstensson’un kaza yaptığı sırada başka birisinin de orada olduğu anlamına gelir. Ancak yine de onun kesin olarak öldürüldüğü anlamına gelmez. Birisi tesadüfen kaza yapan arabayı bulmuş ve çalmaya değer bir şey var mı diye bagaja bakmış olabilir. Bu durumda, bu kişinin polisle temasa geçmemesi ya da kırık sandalye parçasını bagajdan alıp fırlatması o kadar da mantıksız değil. Ölüleri soyan insanlar yaptıklarını çok nadiren başkalarına duyururlar.”

“Bu doğru,” dedi Wallander.

“Fakat sen bunun bir cinayet olduğunu ispatlayacağını söylemiştin,” dedi Björk.

“İspatlayacağım derken abartıyordum,” dedi Wallander. “Tek demek istediğim, bulduğum sandalye bacağının durumu değiştirebileceğiydi.”

Yola doğru yürümeye başladılar.

“Arabayı bir daha iyice incelememiz lazım,” dedi Martinson. “Adli tıp teknisyenleri kırık bir sandalye gönderdiğimize çok şaşıracaklar, gerçi bu pek bir işe yaramayacak.”

Björk yol kenarında süren tartışmaya son vermek istediğini belli etti. Çünkü yağmur yağmaya devam ediyordu ve rüzgâr daha da şiddetlenmişti.

“Ne yapacağımıza yarın karar verelim,” dedi Björk. “Elimizdeki farklı ipuçlarını araştıracağız. Ne yazık ki çok fazla ipucu yok. Şu an daha fazla ilerleyebileceğimizi zannetmiyorum.”

Arabalarına döndüklerinde Höglund duraksadı. “Seninle gelmemin sakıncası var mı?” diye sordu Wallander’e. “Ystad’da oturuyorum, Martinson’un arabasında çocuk koltukları var ve Björk’ün arabası da balık oltalarıyla dolu.”

Wallander başını sallayarak onayladı. En son onlar ayrıldı. Birkaç kilometre boyunca konuşmadan yol aldılar. Yanında birisinin oturması Wallander’e tuhaf gelmişti. On sekiz ay önce uzun bir sessizliğe hapsolduğundan beri kızı dışında kimseyle doğru dürüst konuşmadığını fark etti.

Sonunda konuşmaya başlayan Höglund oldu. “Bence haklısın,” dedi. “İki ölüm arasında bir bağlantı olmalı.”

“Bu sadece aklımızda bulundurmamız gereken bir ihtimal,” diye karşılık verdi Wallander.

Sol tarafta denizin bir kısmını görebiliyorlardı. Dalgaların üzerinde beyaz köpükler vardı.

“İnsan neden polis olur ki?” diye konuştu Wallander.

“Başkalarını bilmem,” dedi Höglund, “Ama neden polis olduğumu iyi biliyorum. Polis Akademisi’ndeyken herkesin birbirinden farklı hayalleri olduğunu hatırlıyorum.”

“Polislerin hayalleri var mıdır?” dedi Wallander şaşırarak.

Höglund, Wallander’e doğru döndü. “Herkesin vardır, polislerin bile. Senin yok mu?”

Wallander nasıl cevap vereceğini bilemedi fakat Höglund’un sorusu elbette iyi bir soruydu. Hayallerim nereye gitti, diye düşündü. Gençken cesaret veren ya da zamanla sönüp kaybolan hayalleri vardır insanın. Bütün tutkularımdan geriye elimde ne kaldı?

“Polis oldum çünkü rahibe olmak istemiyordum,” diye devam etti Höglund. “Uzun süre Tanrı’ya inandım. Ailem Pentekostal6 Kilisesi’ne mensup. Ama bir gün sabah uyandım ve her şey uçup gitti. Birkaç yılım ne yapacağımı düşünmekle geçti, sonra bir şey karar vermemi sağladı ve polis olmak için kendime söz verdim.”

“Anlatsana,” dedi Wallander. “Neden polis olmak istediğini bilmek istiyorum.”

“Başka zaman,” dedi Höglund. “Şimdi değil.”

Ystad’a yaklaşıyorlardı. Höglund, Wallander’e yaşadığı yere, kasabanın batısındaki deniz manzaralı yeni inşa edilen tuğla evlerden birine nasıl gideceğini tarif etti.

“Bir ailen olup olmadığını bilmiyorum,” dedi Wallander, yapımı tam olarak bitmemiş bir yola dönerlerken.

“İki çocuğum var,” dedi Höglund. “Kocam makine teknisyeni… Bütün dünyada su pompası kurup tamir eder ve çok nadir evde olur. Ama bu evi almamıza yetecek kadar kazanıyor.”

“Güzel bir işe benziyor,” dedi Wallander.

“Kocamın evde olduğu bir akşam seni davet edeceğim. Nasıl bir iş olduğunu ondan dinlersin.”

Wallander, Höglund’un evinin önünde arabayı durdurdu.

“Bence geri döndüğün için herkes sevindi,” dedi Höglund, giderayak.

Wallander o anda bunun doğru olmayıp moralini düzeltmek için yapılan bir girişim olduğunu hissetti fakat yarım ağız da olsa teşekkür etti.

Sonra doğruca Maria Caddesi’ndeki evine gitti, ıslak ceketini sandalyeye asıp kirli ayakkabılarıyla yatağa uzandı. Hemen içi geçti ve rüyasında Skagen’deki kum tepelerinde uyuduğunu gördü.

Bir saat sonra uyandığında önce nerede olduğunu anlayamadı. Sonra ayakkabılarını çıkarıp kahve yapmak için mutfağa gitti. Pencereden sokak lambalarının kuvvetli esen rüzgârda sallanışını görebiliyordu.

Kış kapıda, diye düşündü. Kar, fırtına ve kargaşa. Ve ben yine polisim. Hayat bizi bir o yana, bir bu yana savurup duruyor. Kararını yalnızca kendimizin verebildiği bir şey sahiden var mı hayatta?

Uzun süre kahve fincanına bakarak oturdu. Mutfak çekmecesinden bir not defteri ve kalem getirdiğinde kahvesi soğumuştu.

Artık tekrar polis gibi hareket etmeliyim, dedi kendi kendine. Kendi küçük sorunlarıma üzülmek için değil de olayları araştırıp çözmek ve yaratıcı fikirler bulmak için maaş alıyorum.

Kalemi bırakıp esneyerek gerindiğinde gece yarısı olmuştu. Sonra not defterine yazdığı özeti tekrar inceledi. Ayaklarının altı buruşturulup atılmış kâğıt parçalarıyla doluydu.

Hiçbir bağlantı göremiyorum, diye itiraf etti. Trafik kazası görünümündeki olayla birkaç hafta sonra Sten Torstensson’un ofisinde vurularak öldürülmesi arasında bariz bir ilişki yok. Hatta Sten’in ölümü babasının başına gelen olayların doğrudan bir sonucu olmayabilir. Ama tersi de olabilir.

Yıllar önce Wallander kundakçılık olaylarıyla ilgili soruşturmada çözümsüzlüğe saplandığında, ömrünün son zamanlarında olan Rydberg’in söylediği bir şeyi hatırladı. “Bazen sonuç sebepten önce gelir. Bir polis olarak her zaman sondan başa doğru düşünmeye hazır olmalısın.”

Oturma odasındaki koltuğa uzandı.

Yaşlı bir adam, ekim ayında bir sabah tarlada arabasının içinde ölü bulunur, diye düşündü. Bir müvekkiliyle yaptığı toplantıdan evine dönmektedir. Rutin bir incelemeden sonra olay trafik kazası olarak kayıtlara geçer. Fakat ölen adamın oğlu kazayı sorgulamaya başlar. İki önemli nedenden dolayı: Birincisi babası asla sis varken arabayı hızlı kullanmazdı, ikincisi babasının bir süredir kendisine sakladığı bir sebepten ötürü üzgün ya da kaygılı olmasıydı.

Wallander doğruldu. İçgüdüleri bir bağlantı bulduğunu söylüyordu, daha ziyade bir bağlantısızlık ya da gerçekler ortaya çıkmasın diye hazırlanan düzmece bir bağlantı.

Düşünmeye devam etti. Sten Torstensson, babasının ölümünün basit bir trafik kazası olmadığını kanıtlayamamıştı. Çünkü ne tarladaki sandalye bacağını görmüştü ne de arabanın bagajındaki kırık sandalye hakkında düşünme fırsatı olmuştu. Tam da bu nedenle, hiçbir delil bulamadığından, Wallander’in yardımına ihtiyaç duymuştu. Böylece Wallander’le görüşmek için izini bulma zahmetine girmişti.

Aynı zamanda Sten sahte bir iz bırakmıştı. Finlandiya’dan gelen kartpostal… Beş gün sonra da vurulmuştu. Cinayet olduğundan kimse şüphe edemezdi.

Wallander ipin ucunu kaçırdı. Sezdiğini sandığı şey –diğerini örtmek için oluşturulmuş bir bağlantı– düşüncelerinin arasında kaybolmuştu.

Yorulduğunu hissetti. Bu gece daha fazla ilerleme kaydedemeyecekti. Eğer şüphelerinin gerçek bir temeli varsa tekrar ortaya çıkacaklarını tecrübelerinden biliyordu.

Mutfağa gidip bulaşıkları yıkadı ve yerdeki tüm kâğıtları topladı. Her şeye yeniden başlamalıyım, diye düşündü. Ama başlangıç neresi? Sten mi yoksa Gustaf Torstensson mu?

Yatak odasına gidip yattı ama çok yorgun olmasına rağmen uyuyamadı. Farkında olmadan, Ann-Britt Höglund’un polis olmaya karar vermesine neyin yol açtığını düşünüyordu.

Saate en son baktığında iki buçuğu gösteriyordu.

Kurt Wallander sabah altı sıralarında uyandı, hâlâ yorgun hissediyordu; ama geç kaldığını sanarak yataktan çıktı. Emniyetin kapısından içeri girdiğinde saat neredeyse yedi buçuktu ve Ebba’yı santralde her zamanki koltuğunda görünce sevindi. Ebba, Wallander’i fark ettiğinde karşılamak istedi. Wallander onun yerinden kalktığını görünce boğazı düğümlendi.

“İnanamıyorum!” dedi Ebba. “Gerçekten döndün mü?”

“Korkarım öyle,” dedi Wallander.

“Sanırım ağlayacağım,” dedi Ebba.

“Sakın ağlama,” dedi Wallander. “Sonra ayrıntılı konuşuruz.”

Wallander aceleyle yoluna devam etti ve koridorda hızla yürüdü. Odasına girdiğinde her yerin tamamen temizlendiğini fark etti. Ayrıca masasında babasını aramasını söyleyen bir not vardı. El yazısının karmaşıklığını dikkate alınca önceki akşam notu yazanın Svedberg olduğunu anladı. Tam telefonu eline almışken fikrini değiştirdi. Hazırladığı özeti cebinden çıkarıp hepsini okudu. İki olayın bağlantısıyla ilgili geçen akşam keşfettiği ama yine de kesinleştiremediği belli belirsiz düşünce hâlâ ortaya çıkmamıştı. Kâğıtları bir kenara koydu. Henüz çok erken, diye düşündü. On sekiz ay sonra geri döndüm ve hiç olmadığı kadar sabırsızım. Kızgın bir hâlde not defterini alıp temiz bir sayfa buldu.

Tekrar en baştan başlaması gerektiği açıktı. Görünen o ki kimse başlangıcın neresi olduğunu kesin bir şekilde söyleyemezdi, bu nedenle soruşturmaya önyargısız yaklaşmak zorunda kalacaklardı. Yarım saatini ne yapılması gerektiğini genel hatlarıyla tasvir etmeye harcadı fakat bu süre boyunca soruşturmaya liderlik etmesi gereken kişinin Martinson olduğu düşüncesi başının etini yedi durdu. Görevine yeniden dönmüş olsa da hemen bütün sorumluluğu üzerine almak istemiyordu.

Telefon çaldı. Cevap vermeden önce tereddüt etti.

“Harika haberler duydum,” dedi Per Åkeson. “Memnun olduğumu söylemeliyim.” Åkeson, Wallander’in yıllardır çok iyi bir ilişki kurduğu savcıydı. Sıklıkla olayların nasıl yorumlanacağı konusunda hararetli tartışmalara girerlerdi, Wallander tutuklama için yeterli dayanağı olduğu hâlde taleplerinden birini reddettiğinde Åkeson’a darılırdı. Yine de hemen hemen çoğu zaman aynı fikirde olurlardı. İkisi de soruşturmaların dikkatsizce yürütülmesine asla tahammül edemezdi.

“Her şeyin biraz tuhaf göründüğünü itiraf etmeliyim,” dedi Wallander.

“Sağlık sorunları nedeniyle erken emekli olacağına dair söylentiler vardı,” dedi Åkeson. “Birileri Björk’e daha fazla yayılmaması için bu söylentilere bir son vermesini söylemeli.”

“Söylentiden ibaret değildi,” dedi Wallander. “Kararımı sonradan değiştirdim.”

“Kararını neden değiştirdiğini sorabilir miyim?”

“Bir şeyler oldu,” diye kaçamak bir yanıt verdi Wallander. Åkeson, Wallander’in daha açık konuşmasını bekliyor gibiydi ama ısrarcı olmadı.

“Her neyse, geri döndüğüne çok sevindim,” dedi Åkeson yeterince bekledikten sonra. “Ayrıca bunu söylerken meslektaşlarım adına da konuşuyorum.”

Wallander kendisi için söylenen ancak inanmakta zorlandığı bunca iyi sözden rahatsız olmaya başladı. Hayatımızı bir ayağımız gül bahçesinde diğeriyse bataklıkta geçiriyoruz, diye düşündü.

“Torstensson soruşturmasının sorumluluğunu devralacağını zannediyorum,” dedi Åkeson. “Belki bugün öğleden sonra bir araya gelip ne durumda olduğumuzu konuşabiliriz.”

“‘Devralma’ konusunu bilmiyorum,” dedi Wallander. “Soruşturmaya dâhil olacağım, olmak istedim. Ama sanırım soruşturmayı diğerlerinden biri yönetecek.”

“Hımm, benim işim değil zaten,” dedi Åkeson. “Sadece döndüğüne sevindiğimi söylemek istedim. Olayın ayrıntılarını öğrenecek zamanın oldu mu?”

“Tam olarak değil.”

“Duyduklarıma bakılırsa önemli bir gelişme yok gibi.”

“Björk’e göre uzun sürecek bir soruşturma olacak.”

“Sen ne düşünüyorsun?”

Wallander yanıt vermeden önce duraksadı. “Şimdilik hiçbir şey…”

“Güvensizlik gittikçe artıyor,” dedi Åkeson. “İmzasız mektuplarla yapılan tehditler çok yaygınlaştı. Eskiden kapısı herkese açık olan hükümet binaları kale gibi barikatlar kurmaya başladı. Bu yüzden ölen adamın müvekkillerini ince eleyip sık dokuyarak araştırmanız gerekiyor. Onların içinde bir ipucu bulabilirsiniz. Müvekkillerinden birinin maktule karşı özel bir kini olabilir.”

“Biz de zaten öyle yapmaya başladık,” dedi Wallander.

Öğleden sonra Åkeson’un odasında buluşmaya karar verdiler.

Wallander tasarlamaya başladığı soruşturma planına dönmeye çalıştı ancak konsantrasyonu kaybolmuştu. Sinirlenerek kalemini bıraktı, kahve almaya gitti. Kimseyle karşılaşmamak için hızla odasına döndü. Saat sekizi çeyrek geçiyordu. Kahvesini içerken insanlarla birlikte olma korkusunu ne zaman yeneceğini merak etti. Saat sekiz buçukta notlarını yanına alarak toplantı odasına gitti. Yoldayken Sten Torstensson’un öldürülmesinden bu yana geçen beş ya da altı gün boyunca alışılmadık derecede çok az ilerleme kaydedildiğini fark etti. Bütün cinayet soruşturmaları farklıydı ama her zaman işin içindeki polislerde yoğun bir baskı duygusu olurdu. Wallander yokken burada bir şeyler değişmişti. Fakat değişen neydi?

Hepsi toplandığında saat sekizi kırk geçiyordu, Björk toplantının başladığının işareti olarak masaya hafifçe vurdu. Önce Wallander’e döndü.

“Kurt, sen bu vakaya yeni katıldın, bu nedenle her şeyi taze bir bakışla değerlendirebilirsin. Ne yapmamız gerektiği konusunda ne düşünüyorsun?”

“Buna karar verecek kişinin ben olduğumu düşünmüyorum,” dedi Wallander. “Her şeyi iyice öğrenmeye zamanım olmadı.”

“Yine de şimdiye dek işe yarar bir şey bulan tek kişi sensin,” dedi Martinson. “Eğer seni tanıyorsam gece oturup bir soruşturma planı hazırlamışsındır. Haksız mıyım?”

Wallander evet dercesine başını salladı. Artık soruşturmanın sorumluluğunu almaktan başka çaresi olmadığını anlıyordu.

“Bir özet hazırlamaya çalıştım,” dedi Wallander. “Ama önce size bir hafta önce Danimarka’da yaşadığım bir şeyden bahsetmeliyim. Bunu dün söylemem gerekirdi ama ilk iş günüm benim için en hafif deyimle fazla heyecanlıydı.”

Wallander, Sten Torstensson’un Skagen’e yaptığı yolculuğu kendisini şaşkınlık içinde dinleyen arkadaşlarına anlattı. Hiçbir detayı atlamamaya çalıştı. Konuşmasını bitirdiğinde odaya sessizlik hâkimdi. Sonunda Björk bozulduğunu gizlemeye gerek görmeden konuştu.

“Çok garip,” dedi Björk. “Neden her zaman normal prosedürlerin dışına çıkıyorsun bilmiyorum.”

“Onu tanıdığımdan bahsettim,” diye karşı çıktı Wallander ve sinirlerinin gerildiğini hissetti.

“Şu anda gerilmemize gerek yok,” dedi Björk sakin bir şekilde. “Ama bu durumun biraz tuhaf olduğunu kabul etmelisin. Bu durumda Gustaf Torstensson’un dosyasını yeniden açmamız gerekeceği aşikâr.”

“Bana göre iki cephede ilerlememiz hem doğal hem de gerekli,” dedi Wallander. “Bir değil iki kişi öldürüldüğünü varsaymalıyız. Dahası bunlar baba ve oğul. İki ihtimali aynı anda düşünmeliyiz. Cinayetlerin sırrı iki kişinin özel hayatında gizli olabileceği gibi, Torstensson’lar aynı şirkette avukat olarak çalıştıklarından, işleriyle de ilgili olabilir. Gerçek şu ki Sten benimle konuşmaya geldiğinde babasının ölmeden önce endişeli olduğunu söylediğinden kilit adam Gustaf Torstensson olabilir. Ama bu kaçınılmaz bir sonuç değil, ayrıca Danimarka’da bulunduğu sırada Sten’in Finlandiya’dan Bayan Dunér’e gönderdiği bir kartpostal söz konusu.”

“Bu kartpostalın bize anlattığı başka bir şey olmalı,” dedi Höglund.

Wallander başıyla onayladı. “O da şu, Sten tehdit altında olduğunu düşünüyor olmalıydı. Senin kastettiğin de bu mu?”

“Evet,” dedi Höglund. “Yanlış bir iz bırakmasının nedeni başka ne olabilir ki?”

Martinson bir şey söylemek ister gibi elini kaldırdı. “İki gruba ayrılırsak araştırmamız daha kolay olabilir,” dedi. “Bir grup babanın ölümüne, diğer grup ise oğlun ölümüne yoğunlaşabilir. Daha sonra aynı sonuca varan bir şeyler bulabilecek miyiz bakarız.”

“Katılıyorum,” dedi Wallander. “Bununla beraber iki olayda da garip bir şey olduğunu düşünmeden edemiyorum. Çoktan keşfetmemiz gereken bir şey.”

“Bütün cinayetler gariptir,” dedi Svedberg.

“Evet, ama daha fazlası var,” dedi Wallander. “Ve ne olduğunu tam olarak anlayamıyorum.”

Björk toplantıyı bitirmesi gerektiğini belirtti.

“Gustaf Torstensson’a ne olduğunu araştırmaya başladığım için devam etsem iyi olur,” dedi Wallander. “Eğer itiraz eden yoksa.”

“O zaman kalanlarımız da Sten Torstensson dosyasına kendimizi verelim,” dedi Martinson. “Her zaman olduğu gibi kendi başına çalışmak istediğini farz edebilir miyim?”

“Şart değil. Anladığım kadarıyla Sten cinayeti daha karmaşık gibi. Babasının ise pek fazla müvekkili yok ve özel hayatı daha şeffaf.”

“O zaman başlayalım,” dedi Björk not defterini gürültüyle kapatırken. “Her gün öğleden sonra dörtte ne kadar ilerlediğimizi görmek için toplanacağız. Bir de bugün geç saatlerde yapılacak bir basın toplantısı için yardıma ihtiyacım var.”

“Ben yapamam,” dedi Wallander. “Gücüm yok.”

“Bence Ann-Britt yardım edebilir,” dedi Björk. “Hem artık bizimle çalıştığının bilinmesi iyi olur.”

“Benim için sorun yok,” dedi Höglund herkesi şaşırtarak. “Böyle şeyleri öğrenmem gerekir.”

Toplantıdan sonra Wallander, Martinson’un beklemesini istedi. Herkes gittiğinde kapıyı kapattı.

“Biraz konuşmamız lazım,” dedi Wallander. “İstifa etmem gerekirken, içeri dalıp sorumluluğu alıyormuşum gibi geliyor.”

“Elbette hepimiz biraz şaşırdık,” dedi Martinson. “Kabul etmelisin. Neler olup bitiğini kestiremeyen sadece sen değilsin.”

“Kimsenin ayağına basmak istemem.”

Martinson kahkahayla güldü. Sonra burnunu sildi. “İsveç polisi, ayak parmakları ve topukları ağrıyan memurlarla dolu,” dedi. “Polis teşkilatı ne kadar bürokratikleşirse, o kadar çok insan kariyerleri konusunda takıntılı hâle gelir. Tüm düzenlemeler ve evrak işleri her geçen gün daha da kötüye giderek yanlış anlaşılmalara ve karmaşaya neden olur. Bu yüzden insanların birbirinin ayaklarına basıp topuklarına vurmaları hiç de garip değil. Bazen Björk’ün gidişattan neden endişelendiğini anlayabiliyorum. Sıradan, basit polislik ne hâle geldi?”

“Polis teşkilatı daima bütünüyle toplumu yansıtmıştır,” dedi Wallander. “Fakat ne demek istediğini anlıyorum. Rydberg de hep aynı şeyleri söylerdi. Bu arada Höglund basın toplantısının altından nasıl kalkacak?”

“O yetenekli biri,” dedi Martinson. “Hansson ve Svedberg ondan korkuyorlar çünkü çok yetenekli. Özellikle Hansson arka planda kalacağından endişeli. Bu yüzden bugünlerde bütün vaktini kurslarda geçiriyor. Yeni yetenekler kazanmaya çalışıyor.”

“Yeni nesil polis,” dedi Wallander ayağa kalkarken. “Höglund tam olarak bu.” Kapının eşiğinde durdu. “Dün toplantıda bana çağrışım yapan bir şey söylemiştin. Sten Torstensson hakkında bir şey. Ne olduğundan emin değilim ama düşündüğümden daha önemli bir şey gibi gelmişti.”

“Notlarımı okuyordum,” dedi Martinson. “Bir kopyasını alabilirsin.”

“Herhâlde bana öyle geldi,” dedi Wallander.

Odasına gidip kapıyı kapattığında, varlığını neredeyse unutmuş olduğu bir şeyi yeniden deneyimlediğini anladı. Bu sanki araba kullanmayı yeniden keşfetmek gibiydi. Görünüşe göre uzakta olduğu süre boyunca yetenekleri kaybolmamıştı.

Masaya oturup kendisine uzaktan bakarak yaşadıklarını düşünmeye başladı: Karayip Adaları’nda sendeleyerek yürüyen bir adam, Tayland’a yaptığı acınası yolculuk, otomatik bedensel işlevlerin haricindeki her şeyin durma noktasına geldiği bütün o gün ve geceler. Kendine bakıyordu ama o kişinin artık tanımadığı biri olduğunu fark etti. O başka biriydi.

Bazı davranışlarının neden olabileceği feci sonuçları gözünde canlandığında tüyleri ürperdi. Bir süre kızı Linda’yı düşündü. Martinson’un kapıyı çalıp geçen güne ait notlarının fotokopisini teslim etmesiyle tüm kötü hatıralarını aklından kovmayı başardı. Herkesin içinde bütün hatıraların birbirine karıştığı gizli bir odanın olduğunu düşünüyordu Wallander. Artık gizli odasının kapısını sürgüleyip üzerine de sağlam bir asma kilit takmıştı. Sonra tuvalete gidip bir kutu içinde taşıdığı antidepresanları dökerek üzerine sifonu çekti.

Odasına dönüp tekrar çalışmaya başladı. Saat ondu. Martinson’un notlarını özenle okudu ama geçen gün yaptıkları toplantıda dikkatini çeken şeyi yine belirleyemedi. Henüz çok erken, diye düşündü. Rydberg olsa sabırlı olmayı öğütlerdi. Artık kendi kendime tavsiye vermem gerektiğini aklımdan çıkarmamalıyım.

Nereden başlayacağını düşündü. Sonra Gustaf Torstensson’un soruşturma dosyasındaki ev adresine baktı. Timmermans Caddesi 12. Burası ordu kışlasının ilerisinde, Sandskogen yakınlarında, Ystad’ın en eski ve en varlıklı yerleşim bölgelerinden birindeydi. Hukuk bürosuna telefon etti, konuştuğu Sonja Lundin, evin anahtarlarının ofiste olduğunu söyledi. Emniyetten çıktığında yağmur bulutlarının dağıldığını, gökyüzünün açıldığını fark etti. Yaklaşan soğuk kış havasını ilk defa içine çektiğini hissetti. Hukuk bürosunun önünde arabasını durdurduğunda Lundin dışarı çıkıp anahtarları verdi.

Adresi ararken önce iki defa yanlış yöne saptı. Büyük, kahverengi ahşap ev geniş bir bahçenin içindeydi. Bahçe kapısı gıcırdayarak açıldı, çakıllı yol boyunca yürüdü. Ortalık çok sessizdi, şehir çok uzakta kalmış gibiydi. Dünyanın içinde başka bir dünya, diye düşündü Wallander. Torstensson Hukuk Bürosu çok kazançlı bir şirket olmalıydı. Ystad’da bundan daha pahalı bir ev olduğundan şüpheliydi. Bahçe bakımlıydı ancak tuhaf bir şekilde cansız görünüyordu. Yaprakları dökülmüş birkaç ağaç, düzgünce budanmış çalılar ve solmuş çiçeklerle dolu tarhlar vardı. Belki de yaşlı avukat etrafını hiçbir sürprizi ve yeniliği olmayan geleneksel bir bahçeyle çevirmek istemişti. Birisi Wallander’e, bir avukat olarak Torstensson’un mahkeme işlemlerini emsali görülmemiş bir sıkıcılıkla yürütme konusunda hayli meşhur olduğunu anlatmıştı. Kindar bir hasmı, Torstensson’un tekdüze ve hantal bir savunmayla savcının dikkatini dağıtıp müvekkilini kurtarabileceğini iddia etmişti. Bu nedenle, Per Åkeson’a Gustaf Torstensson hakkında ne düşündüğünü sormalıydı. İkisi geçmiş yıllarda pek çok defa karşı karşıya gelmiş olmalıydı.

Ön kapıya çıkan merdivenleri adımlayıp doğru anahtarı buldu. Bu daha önce karşılaşmadığı türden ileri düzey bir kilitti. Kapıyı açınca arka tarafında üst katlara çıkan geniş bir merdivenin olduğu büyük bir hole girdi. Pencerelerde kalın perdeler vardı. Perdelerden birini açtığında pencerelerin parmaklıklı olduğunu gördü. Yaşlandıkça kaçınılmaz olarak korkuya kapılan, yalnız yaşayan yaşlı bir adam. Burada kendisinden başka koruması gereken bir şey var mıydı? Ya da korkusu bu duvarların dışındaki bir şeyden mi kaynaklanıyordu? Evi dolaşmaya giriş katından başladı, aile büyüklerinin kasvetli portrelerinin sıralandığı kütüphaneyi ve açık plan yemek ve oturma odasını gezdi. Duvarlardan başlayarak mobilyalara kadar her şey koyu renkliydi, insana melankoli ve sessizlik hissi veriyordu. Hiçbir yerde insanı neşelendirebilecek açık renkli küçük bir parça ya da parlak bir detay yoktu.

Üst kata çıktı. Yatakları özenle yapılmış misafir odaları, kışın kapalı kalan bir otel gibi terk edilmiş görünüyordu. Torstensson’un kendisine ait yatak odasında demir parmaklıklı bir iç kapı vardı. Wallander kasvetten içi bunalarak aşağıya indi. Mutfak masasına oturup ellerini çenesine dayadı. Tek duyduğu saatin tiktaklarıydı.

Torstensson öldüğünde altmış dokuz yaşındaydı. Karısı öldüğünden beri son on beş yıldır yalnız yaşıyordu. Sten tek çocuklarıydı. Kütüphanedeki portrelerden birine bakılırsa aile Mareşal Lennart Torstensson’un soyundan geliyordu. Wallander’in okul günlerinden aklında kaldığına göre bu adam Otuz Yıl Savaşları boyunca ordusunun ayak bastığı yerlerde köylülere karşı acımasızlığıyla biliniyordu.

Wallander ayağa kalkıp bodrum katına indi. Burada da her şey fazlasıyla düzenliydi. Kazan dairesinin hemen arkasında kilitli bir çelik kapı olduğunu fark etti. Doğru anahtarı buluncaya kadar birkaç anahtar denedi. Karanlıkta el yordamıyla lamba düğmesinin yerini bulup ışığı açtı.

Oda beklemediği kadar büyüktü. Duvarlar raflarla kaplıydı, raflar ise Doğu Avrupa’dan gelen ikonalarla doluydu. Hiçbirine dokunmadan ikonaları yakından inceledi. Daha önce antika eşyalarla hiç ilgilenmemesine ve bu konuda uzman olmamasına rağmen koleksiyonun son derece kıymetli olduğu hükmüne vardı. Bu durum yatak odasındaki demir korumalı kapıyı olmasa da pencerelerdeki parmaklıkları ve kapıdaki kilidi açıklıyordu. Wallander’in tedirginliği arttı. Doymak bilmez bir iştahla tüm bu Meryem Ana heykellerini toplayan, huzuru kaçmış, evini hapishaneye çevirmiş, yaşlı ve zengin bir adamın özel dünyasına davetsiz olarak girdiğini hissetti.

Wallander kulak kabarttı. Üst katta ayak sesleri vardı, sonra bir köpek havladı. Hızla odadan ayrıldı, merdivenlerden çıkıp mutfağa girdi.

Mutfakta elindeki tabancasını kendisine doğrultan meslektaşı Peters’le yüz yüze gelince şaşırdı. Peters’in arkasında, hırlayan bir köpeği tasmasından zorlukla tutmaya çalışan bir güvenlik görevlisi vardı. Peters silahını indirdi. Wallander kalbinin hızlandığını hissetti. Tabancanın görünüşü bir anlığına da olsa uzun süredir aklından çıkarmaya çalıştığı anılarını canlandırmıştı.

Derken tepesi attı. “Burada neler oluyor?” diye söylendi.

“Güvenlik şirketinin alarmı çalmış, onlar da polisi aramışlar,” dedi Peters aşikâr bir endişeyle. “Biz de aceleyle geldik. Senin burada olduğunu bilmiyordum.”

Tam o sırada Peters’in ekip arkadaşı Norén de elinde tabancayla çıkageldi.

“Soruşturma yürütüyorum,” dedi Wallander, birden patlayan öfkesinin hızla azaldığını hissederek. “Trafik kazasında hayatını kaybeden Avukat Torstensson burada yaşıyordu.”

“Alarm çalarsa biz de geliriz,” dedi güvenlik şirketinden gelen adam sözünü sakınmadan.

“Hemen alarmı kapatın,” dedi Wallander. “Birkaç saat içinde yeniden açabilirsiniz. Ama önce buradaki işimizi bitirelim.”

“Bu Komiser Wallander,” diye açıklama yaptı Peters. “Tanıyor olmalısın.”

Güvenlik görevlisi çok gençti. Başını salladı fakat Wallander onun kendisini tanımadığını düşündü.

“Artık burada yapacağın bir şey kalmadı. Lütfen giderken köpeği de götür,” dedi Wallander.

Güvenlik görevlisi gitmeye isteksiz görünen Alman kurt köpeğiyle birlikte uzaklaştı. Wallander, Peters ve Norén’in elini sıktı.

“Görevine döndüğünü duydum,” dedi Norén. “Seni tekrar gördüğüme sevindim.”

“Teşekkür ederim.”

“Sen hastalık iznine çıktığından beri hiçbir şey eskisi gibi değil,” dedi Peters.

“Şimdi yine iş başındayım,” dedi Wallander, konuşmayı soruşturmaya yönlendirmeyi umarak.

“Aldığımız haberler inanılır gibi değildi,” dedi Norén. “Bize emekli olacağın söylendi. Bu yüzden alarm çaldığında seni bu evde bulmayı beklemiyorduk.”

“Hayat sürprizlerle dolu,” dedi Wallander.

“Neyse, tekrar hoş geldin,” dedi Peters.

Wallander ilk defa bu arkadaşlığın içten olduğunu hissetti. Peters’in yapmacık bir yanı yoktu, sözleri açık ve netti.

“Benim için zor zamanlardı,” dedi Wallander. “Fakat artık geride kaldı. En azından öyle umuyorum.”

İki polis memuruyla arabalarına kadar yürüdü ve giderlerken el salladı. Sonra bahçede dolaşırken düşüncelerini toparlamaya çalıştı. Kişisel duygularıyla iki avukata ne olduğuna dair düşünceleri birbirine karışıyordu. Sonunda Berta Dunér’le tekrar konuşmaya karar verdi. Ona sorması gereken sorular vardı.

Kapı zilini çalarak içeri girdiğinde neredeyse öğlen olmuştu. Bu defaki gelişinde Berta Dunér’in bir bardak çay teklifini kabul etti.

“Bu kadar kısa süre içinde yeniden rahatsız ettiğim için üzgünüm,” dedi Wallander. “Fakat baba ve oğul Torstensson’ların kafamdaki resmini tamamlamam gerekiyor. Kimdi onlar? Gustaf Torstensson’la otuz yıldan fazla zamandır çalışıyordunuz.”

6.Ç.N. Pentekostalizm, Protestan Hristiyanlığın bir koludur ve Tanrı ile kişisel bir deneyime vurgu yapar.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
12+
Litres'teki yayın tarihi:
30 haziran 2023
ISBN:
978-605-71714-5-0
Tercüman:
Editör:
Telif hakkı:
Ayrıksı Kitap