Kitabı oku: «Gülümseyen Adam», sayfa 3
Kalkıp giyindi, gazete almak için dışarı çıktı, eve döndüğünde kahve için su kaynatıp duş aldı. Bir günlüğüne de olsa eski alışkanlıklarına dönmesi tuhaf hissettirdi. Kurulanırken on sekiz ay öncesindeki son iş gününü hatırlamaya çalıştı. Masasını temizleyip limandaki kafeye Baiba’ya hüzünlü bir mektup yazmak için gittiği bir yaz günüydü. Bir asır önce mi yoksa daha dün mü olduğuna karar vermekte zorlandı.
Mutfak masasına oturup kahvesini karıştırdı.
O yaz günü, kim bilir ne kadar zamandır onun işteki son günüydü. Bundan sonra, işteki son günü bugün olacaktı.
Yirmi beş yıldan fazla süredir polisti. Gelecek yıllarda ne yaşarsa yaşasın, polis olarak geçen yılları onun yaşamının omurgası olacaktı ve hiçbir şey bunu değiştiremeyecekti. Kimse sahip olduğu hayatın hükümsüz sayılmasını ya da zarların yeniden atılmasını isteyemezdi. Geriye dönmenin hiçbir yolu yoktu. Asıl soru ileriye giden bir yol olup olmadığıydı.
Bu soğuk sabah saatlerinde duygularını kendi kendine tarif etmeye çalıştı fakat tek hissettiği şey boşluktu. Sanki sonbaharın sisli havası bilincine nüfuz etmişti.
İç çekerek gazeteyi eline aldı. Gazeteye göz gezdirirken daha önce tüm fotoğrafları görmüş ve tüm yazıları okumuş gibi bir izlenime kapıldı.
Neredeyse gazeteyi bırakmak üzereyken bir ölüm duyurusu gördü. Sten Torstensson, Avukat, doğum 3 Mart 1947, ölüm 26 Ekim 1993.
Gözlerini duyurudan ayıramadı. Ölen kişi Sten’in babası Gustaf Torstensson değil miydi? Sten’le Skagen’de kumsalda görüşeli bir haftadan biraz daha uzun bir süre olmuştu.
Bunun ne anlama geldiğini çözmeye çalıştı. Ölen başka biri olmalıydı. Ya da belki isimler karışmıştı. Duyuruyu tekrar okudu ama hata yoktu. On gün önce Danimarka’ya Wallander’le görüşmeye gelen Sten Torstensson ölmüştü.
Hareketsiz bir hâlde olduğu yerde kalakaldı.
Sonra kalkıp telefon defterini alarak bir numarayı çevirdi. Aradığı kişi erkenci birisiydi.
“Martinson.”
Wallander ahizeyi kapatma dürtüsüne direndi. “Ben Kurt,” dedi. “Umarım seni uyandırmamışımdır.”
Martinson cevap vermeden önce uzun bir sessizlik oldu. “Gerçekten sen misin? Araman çok sürpriz oldu.”
“Tahmin edebiliyorum. Sana sormak istediğim bir şey var.”
“Mesleği bırakacağın doğru olamaz değil mi?”
“Gidişat öyle gözüküyor. Fakat arama sebebim bu değil. Avukat Sten Torstensson’a ne oldu bilmek istiyorum?”
“Duymadın mı?”
“Ystad’a daha dün geldim. Hiçbir şey duymadım.”
Bir süre suskunluk oldu. “Öldürüldü,” dedi sonunda Martinson.
Wallander şaşırmadı. Gazetedeki duyuruyu gördüğü an bunun normal bir ölüm olmadığını anlamıştı.
“Geçen salı gecesi ofisinde vuruldu,” dedi Martinson. “İnanılır gibi değil. Ve aynı zamanda üzücü… Babası trafik kazasında öleli sadece bir hafta olmuştu. Ama belki senin bundan da haberin yoktur.”
“Evet, haberim yoktu,” diyerek yalan söyledi Wallander.
“Görevine geri dönmelisin. Bu olayı çözmek için sana ihtiyacımız var ve pek çok başka şey için de.”
“Göreve dönemem. Kararımı verdim. Görüştüğümüzde açıklarım. Ystad er ya da geç herkesle karşılaşabileceğin kadar küçük bir yer.”
Wallander hoşça kal deyip kapattı.
Telefonu kapatırken Martinson’a söylediklerinin artık doğru olmadığının farkına vardı. Sadece birkaç saniye içinde her şey değişmişti.
Beş dakikadan fazla telefonun yanında bekledi. Sonra kahvesini içti, giyinip arabasına gitti. Saat yedi buçukta on sekiz aydan sonra ilk defa emniyetin kapısından girdi. Danışmadaki görevliye başıyla selam verdi, sonra doğruca Björk’ün odasına yöneldi ve kapıyı çaldı. İçeri girdiğinde Björk ayağa kalktı. Wallander onun zayıfladığını fark etti. Björk de nasıl davranması gerektiğini kestiremiyor gibi görünüyordu.
Wallander bunu onun için kolaylaştırmalıyım, diye düşündü. Ne olduğunu anlayamayacak, ben de öyle.
“Elbette daha iyi olduğunu duyduğumuz için sevindik,” diyerek konuşmaya başladı Björk. “Bununla birlikte ayrılman yerine görevine geri dönmeni tercih ederiz. Sana ihtiyacımız var.” Kâğıtlarla dolu masayı işaret etti. “Bugün yeni tasarlanan polis üniformalarıyla ilgili önerilere ve ilçe polis teşkilatıyla polis müdürleri arasındaki ilişkiyi düzenleyen sistemde değişiklik yapan anlaşılmaz bir tasarıya yanıt vermem gerekiyor. Bunlardan haberin var mıydı?”
Wallander hayır dercesine kafasını salladı.
“Nereye gidiyoruz böyle?” dedi Björk suratını asarak. “Eğer yeni üniformalar bu şekilde hazırlanırsa, bence gelecekteki polisler marangozla biletçi karışımı bir şeye benzeyecekler.”
Wallander’e bakarak bir şey söylemesini bekledi ama Wallander ağzını açmadı.
“Polis teşkilatı 1960’larda merkezileştirildi,” diye devam etti Björk. “Şimdi her şeyi yeniden yapacaklar. Meclis, yerel polis teşkilatlarını ortadan kaldırarak tamamen yeni bir şey oluşturmak ve buna Ulusal Polis Gücü adını vermek istiyor. Ama polis zaten hep ulusal bir güç olmuştur. Başka ne olabilir ki? Bağımsız eyaletlerin egemen sistemleri Orta Çağ’da kaldı. Nasıl olur da çığ gibi karman çorman bilgi notlarının altında kalmış birisinin günlük işlerini yürütebileceğini düşünebilirler? Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de vize alamayan yabancıların otobüslere ve feribotlara doldurulup herhangi bir karışıklık veya itiraz olmadan sınır dışı edilmesi için yapılacak işlemlerle ilgili ‘ülkeye girişin engellenmesi teknikleri’ dedikleri tamamen gereksiz bir konferans için hazırlık yapmalıyım.”
“Ne kadar meşgul olduğunu tahmin edebiliyorum,” dedi Wallander, Björk’ün zerre değişmeyeceğini düşünerek. Polis şefi olarak görevini kontrolü altına asla alamamıştı. Aksine görevi onu hapsetmişti.
“Bütün evraklar burada,” diye devam etti Björk. “Tek eksik olan imzan, onu da hallettin mi artık eski bir polis olacaksın. Kararından memnun olmasam da talebini kabul etmek zorundayım. Bu arada umarım mahzuru yoktur ama saat dokuzda senin için bir basın toplantısı ayarladım. Son birkaç yılda ünlü bir polis olmuştun, Kurt. Zaman zaman aykırı davranışların olsa da itibarımızın yükselmesi için yaptıkların inkâr edilemez. Senden ilham aldığını söyleyen polis öğrencileri olduğundan bahsediliyor.”
“Bunun doğru olmadığına eminim,” dedi Wallander. “Ve sen de basın toplantısını iptal edebilirsin.”
Sözlerinin Björk’ü rahatsız ettiğini görebiliyordu.
“Söz konusu bile olamaz,” dedi Björk. “En azından iş arkadaşların için bunu yapmalısın. Ayrıca Svensk Polis dergisi de seninle ilgili bir yazı yayınlayacak.”
Wallander, Björk’ün masasına doğru yürüdü.
“Görevi bırakmıyorum,” dedi. “Buraya tekrar çalışmaya başlamak için geldim.”
Björk şaşkınlıkla baktı.
“Basın toplantısı olmayacak,” diye ekledi Wallander. “Şu andan itibaren tekrar işe başlıyorum. İyi olduğumu gösteren bir doktor raporu getireceğim. Kendimi iyi hissediyorum. Ve çalışmak istiyorum.”
“Benimle dalga geçmiyorsundur umarım,” dedi Björk huzursuzca.
“Hayır. Bir şeyler fikrimi değiştirdi.”
“Bu çok ani oldu.”
“Benim için de öyle. Dürüst olmak gerekirse düşüncemi değiştireli sadece bir saat oluyor. Fakat tek şartım var. Daha çok bir istek…”
Björk söylemesini bekledi.
“Sten Torstensson soruşturmasının başında olmak istiyorum,” dedi Wallander. “Şu anda soruşturmadan kim sorumlu?”
“Herkes olayın içinde, Svedberg ve Martinson benimle birlikte asıl ekipteler. Åkeson ise sorumlu savcı.”
“Sten Torstensson arkadaşımdı.”
Björk başıyla onayladı ve ayağa kalktı. “Bu doğru mu?” diye sordu. “Gerçekten fikrini değiştirdin mi?”
“Ne dediğimi duydun.”
Björk masanın etrafını dolaşıp Wallander’le yüz yüze geldi. “Bu, uzun zamandır duyduğum en iyi haber,” dedi. “Hadi şu istifa belgelerini yok edelim. Herkes çok şaşıracak.”
“Eski odamı kim aldı?”
“Hansson.”
“Mümkünse geri almak istiyorum.”
“Tabii ki. Hansson bu hafta Halmstad’da kursta. Hemen kullanmaya başlayabilirsin.”
Wallander’in eski odasına kadar koridorda birlikte yürüdüler. Tabeladaki ismi kaldırılmıştı. Bu bir anlığına onu afallattı.
“Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var,” dedi Wallander.
“Sekiz buçukta Torstensson cinayetiyle ilgili toplantı yapacağız,” dedi Björk. “Küçük toplantı odasında… Bu konuda ciddi olduğuna emin misin?”
“Neden olmayayım?”
Björk konuşmaya devam etmeden önce tereddüt etti. “Biraz, öngörülemeyen, hatta mantıksız biri olarak biliniyorsun,” dedi. “Unutma, bu kararından geri dönüş yok.”
“Sen de basın toplantısını iptal etmeyi unutma.”
Björk elini uzattı ve “Yeniden hoş geldin,” dedi.
“Teşekkürler.”
Wallander, Björk’ün ardından kapıyı kapattı ve hemen ahizeyi kaldırarak telefonu meşgule aldı. Odaya göz gezdirdi. Masa yenilenmişti. Hansson kendisininkini getirmişti. Fakat sandalye Wallander’in eski sandalyesiydi.
Ceketini çıkarıp oturdu.
Aynı eski koku, diye düşündü. Aynı mobilya cilası, aynı kuru hava ve bu binada içtiği yüzlerce fincan kahvenin belli belirsiz eskimeyen kokusu.
Uzun süre hareketsiz oturdu.
Bir yıldan fazladır kendisine ve geleceğine dair doğru olanı bulmak için ıstırap çekiyordu. Sonunda tereddütlerinden kurtulup yavaş yavaş şekillenen bir karar vermişti. Fakat bu sabah okuduğu gazete her şeyi değiştirmişti.
Uzun zamandır ilk defa içi huzurla doldu.
Şimdi doğru olup olmadığını henüz söyleyemeyeceği yeni bir karar vermişti. Fakat bu artık önemli değildi.
Bir kâğıt çıkardı ve Sten Torstensson yazdı. Görevine geri dönmüştü.
3
Björk saat sekiz buçukta toplantı odasının kapısını kapattığında, Kurt Wallander buradan hiç ayrılmamış gibi hissetti. Sanki son yaptıkları soruşturma toplantısının üzerinden geçen bir buçuk yıl hiç yaşanmamıştı. Zamanın durduğu uzun bir uykudan uyanmaya benziyordu.
Daha önce olduğu gibi yuvarlak masanın etrafına oturmuşlardı. Björk henüz hiçbir şey söylemediği için Wallander, iş arkadaşlarının kendisinin küçük bir konuşma yaparak geçen yıllar boyunca arkadaşlıkları ve destekleri için teşekkür etmesini beklediklerini farz ediyordu. Sonra vedalaşacaklar ve kalanlar notlarına yoğunlaşıp Sten Torstensson’un katilini aramaya devam edeceklerdi.
Wallander içgüdüsel olarak her zamanki yeri olan Björk’ün soluna oturduğunu fark etti. Yan tarafındaki sandalye boştu. İş arkadaşları artık buraya ait olmayan birisine çok yakın olmak istemiyorlarmış gibiydi. Martinson tam karşısına oturmuş, yüksek sesle burnunu çekiyordu. Wallander onun nezle olmadığı bir zamana şahit olup olmadığını hatırlamaya çalıştı. Martinson’un yanında oturan Svedberg çoğu zaman olduğu gibi sandalyesinde öne arkaya sallanarak kalemle kel kafasını kaşıyordu.
Masanın öbür ucunda oturan kot pantolonlu ve mavi gömlekli kadın dışında her şey Wallander’e eskiden olduğu gibi göründü. Onunla hiç tanışmamıştı fakat kim olduğunu, hatta ismini bile biliyordu. Ystad Emniyet Müdürlüğü’nü güçlendirme çalışmalarına başlayalı yaklaşık iki sene olmuştu ve Ann-Britt Höglund ismi ilk defa o zaman gündeme gelmişti. Polis Akademisi’nden mezun olalı ancak üç sene olmuş genç bir kadındı fakat çoktan adından iyi bir şekilde söz ettirmişti. Akademideki emsalleri arasında yapılan değerlendirmede final sınavlarına ve genel başarılarına göre verilen iki ödülden birini almıştı. Aslen Svarte’liydi fakat Stockholm civarında büyümüştü. Ülkedeki bütün emniyet birimleri onu bünyelerine katmak istemiş fakat o doğduğu eyalet olan Skåne’ye dönüp Ystad Emniyet Müdürlüğü’nde çalışmayı tercih etmişti.
Wallander onunla göz göze geldi. Höglund, Wallander’e hafifçe gülümsedi.
Aslında her şey eskisinin aynısı değil, diye düşündü Wallander. Aramıza bir kadının katılmasıyla hiçbir şey eskiden olduğu gibi kalamaz.
Kısa sürede bunlar geçti aklından. Björk ayağa kalktı. Wallander onun gergin olduğunu hissetti. Belki de artık çok geçti. Belki de sözleşmesi onun haberi olmadan çoktan feshedilmişti.
“Pazartesi sabahları genelde zordur,” dedi Björk. “Özellikle de aynı camiadan biri olan Bay Torstensson’un öldürülmesi gibi çetrefilli ve nahoş bir olayla uğraşmak zorunda kaldığımızda. Fakat bugün toplantıya bazı güzel haberlerle başlayabilirim. Kurt, sağlığına kavuştuğunu ve bugünden itibaren tekrar çalışmaya başlayacağını söyledi. Tabii ki ona memnuniyetimi ilk ifade eden ben oldum. Daha önce tanışmasanız da Ann-Britt Höglund ve diğer herkesin aynı sevinci paylaşacağından eminim.”
Martinson, Björk’e kuşkuyla bakıyordu. Svedberg kulaklarına inanamamış gibi ağzı açık Wallander’e bakakaldı. Ann-Britt Höglund, Björk’ün az önce söylediklerini anlamamış gibiydi.
Wallander bir açıklama yapması gerektiğini fark etti. “Bu doğru,” dedi. “Bugün yeniden çalışmaya başlıyorum.”
Svedberg ileri geri sallanmayı bırakarak ellerini masaya pat diye vurdu. “Bu müthiş bir haber, Kurt… Sensiz bir lanet gün daha idare edemezdik.”
Svedberg’in içten gelen bu sözleri bütün odada kahkahalara neden oldu. Hepsi de Wallander’in elini sıkmak için art arda sıraya girdiler. Björk kahve ve pasta söyledi. Wallander duygulandığını gizlemekte zorlandı.
Birkaç dakika içinde her şey bitti. En azından şimdilik, olanlardan memnun olan Wallander için daha fazla duygusal sahneye zaman yoktu. Wallander odasından getirdiği ve Sten Torstensson’un adından başka bir şey yazılı olmayan not defterini açtı.
“Kurt bana cinayet soruşturmasına hemen katılıp katılamayacağını sordu,” dedi Björk. “Tabii ki katılabilir. Bence neler olduğunu özetleyerek iyi bir başlangıç yapabiliriz. Sonra da Kurt’e ayrıntıları öğrenmesi için zaman tanırız.”
Björk, Wallander’in ekip lideri görevini yürüttüğünü tahmin ettiği Martinson’a işaret etti.
“Hâlâ kafam karışık,” dedi Martinson notlarını çevirirken. “Ama basitçe şöyle görünüyor. 27 Ekim Çarşamba sabahı, yani beş gün önce, hukuk bürosunun sekreteri Berta Dunér her zaman olduğu gibi saat sekizden kısa bir süre önce iş yerine gelmiş. Sten Torstensson’u ofisinde ölü olarak bulmuş. Torstensson masa ile kapı arasında yerde yatıyormuş. Vücuduna her biri öldürücü olan üç kurşun isabet etmiş. Ana caddede bulunan, kalın duvarlı eski taş binada kimse yaşamadığı için silah seslerini duyan olmamış. En azından kimse henüz gelip silah seslerini duyduğunu söylemedi. İlk otopsi bulguları gece on bir sularında vurulduğunu gösteriyor. Bu da Bayan Dunér’in, özellikle babası trajik bir şekilde öldükten sonra Sten Torstensson’un geç saatlere kadar çalıştığını söylemesiyle tutarlı görünüyor.”
Martinson bu noktada durdu ve Wallander’e soru sorarcasına baktı.
“Babasının trafik kazasında öldüğünü biliyorum,” dedi Wallander.
Martinson başını salladı ve devam etti. “Az çok bildiklerimiz bunlar. Diğer bir deyişle fazla bir şey bilmiyoruz. Cinayet sebebini bilmiyoruz. Kullanılan silah ya da herhangi bir tanık yok.”
Wallander, Sten’in Skagen’e yaptığı ziyaretten söz etmeli miydi emin olamadı. Sık sık bir polis memuru için büyük günah sayılabilecek şeyler yapmış ve arkadaşlarına söylemesi gereken bazı bilgileri saklı tutmuştu. Her seferinde bir şeyleri gizlemek için haklı nedenleri olduğunu varsaymıştı fakat itiraf etmeliydi ki çoğu zaman gerekçeleri inandırıcı değildi.
Hata yapıyorum, diye düşündü. İkinci polis hayatıma, önceki tecrübelerimden öğrendiklerimi görmezden gelerek başlıyorum. Ne var ki içinden bir ses bu özel vakada böyle davranması gerektiğini söylüyordu. O da sezgilerine göre davrandı. Oysa sezgileri en güvenilir bilgi kaynağı olabileceği gibi en büyük düşmanı da olabilirdi. Her şeye rağmen bu defa doğru olanı yaptığından emindi.
Martinson’un söylediği bir şey kulak kabartmasına neden oldu. Ya da belki de dikkatini çeken şey Martinson’un söylemediği bir şeydi.
Björk’ün masaya elini vurmasıyla düşünceleri bölündü. Bu genelde polis şefinin sinirlendiği ya da sabırsızlandığı anlamına gelirdi.
“Pasta söylemiştim,” dedi Björk. “Ama anlaşılan gelmeyecek. Şimdi ara vermeyi öneriyorum, siz de detaylar hakkında Kurt’e bilgi verirsiniz. Öğleden sonra tekrar toplanacağız. O zaman kahveyle birlikte bir şeyler yiyebiliriz.”
Björk odadan ayrıldığında geride kalanlar ondan boşalan masanın kenarında toplandılar. Wallander bir şeyler söylemesi gerektiğini hissetti. Ekibe birden dâhil olup hiçbir şey olmamış gibi davranmaya hakkı yoktu.
“Yeni bir başlangıç yapmaya çalışacağım,” dedi Wallander. “Zor zamanlar geçirdim. Dürüst olmak gerekirse geri dönebileceğimi zannetmiyordum. Bir adamı öldürmek, nefsi müdafaa olsa bile, beni derinden yaraladı. Ama elimden geleni yapacağım.”
Kimse bir şey söylemedi.
“Seni anlamadığımızı sakın düşünme,” dedi Martinson sonunda. “Polis olmak, bu hayatın korkunç yüzünün sonu olmadığını, en kötü şeylere alışmayı öğretse bile iyi tanıdığın birinin başına bir bela geldiğinde insan derinden etkileniyor. Eğer daha iyi hissettirecekse seni, birkaç yıl önce kaybettiğimiz Rydberg kadar özlediğimizi bilmelisin.”
1991 baharında ölen, Komiser Rydberg onların koruyucu aziziydi. Polis olarak eşsiz yetenekleri, herkese dürüst ve özel davranmadaki samimiyetiyle Rydberg her zaman bütün soruşturmaların merkezinde olmuştu.
Wallander, Martinson’un ne demek istediğini anlıyordu.
Wallander, Rydberg’in yanında yetişen tek polisti ve ikisi çok yakın dost olmuşlardı. Rydberg, soğuk dış görünüşünün yanında, birlikte soruşturdukları davaları aşan bilgi ve tecrübeye sahip birisiydi.
Rydberg’in konumunu miras aldım, diye düşündü Wallander. Martinson’un kastettiği şey, Rydberg’in sahip olduğu ancak hiçbir zaman açıkça söylenmeyen rolünü üstlenmem gerektiğiydi. Hayatta görünürde olmayan roller vardır her zaman.
Svedberg ayağa kalktı.
“Kimsenin itirazı yoksa Torstensson’un ofisine gideceğim,” dedi. “Baro’dan birkaç kişi Torstensson’un evraklarını inceliyor, polisin de orada olmasını istiyorlar.”
Martinson olayla ilgili tomar tomar belgeyi Wallander’e uzattı.
“Bunlar elimizdekiler,” dedi. “İncelemek için biraz sessiz ve sakin bir yer istersin, sanırım.”
Wallander başını salladı. “Peki, trafik kazası? Gustaf Torstensson.”
Martinson, Wallander’e şaşkınlıkla baktı. “O olay kapandı ve bitti,” dedi. “Yaşlı adam tarlada kaza yaptı.”
“Eğer senin için mahzuru yoksa raporları görmek istiyorum,” dedi Wallander çekinerek.
Martinson omuz silkti. “Raporları Hansson’un odasına bırakırım.”
“Orası artık Hansson’un odası değil,” dedi Wallander. “Eski odama tekrar geçtim.”
Martinson ayağa kalktı. “Uzun zamandır yoktun ve şimdi aniden çıkageldin. Karıştırdığım için kusura bakma.”
Martinson toplantı odasından ayrıldı. İçeride sadece Wallander ve Ann-Britt Höglund kalmıştı.
“Senin hakkında çok şey duydum,” dedi Höglund.
“Ne yazık ki duydukların tamamen doğru…”
“Senden çok şey öğrenebileceğimi düşünüyorum.”
“Bundan şüpheliyim.”
Wallander konuşmayı kısa kesmek için Martinson’un verdiği kâğıtları toplayarak aceleyle ayağa kalktı. Höglund geçmesi için kapıyı açık tuttu.
Wallander odasına gidip kapıyı kapattığında ter içinde kaldığını fark etti. Ceketini ve gömleğini çıkardı, perdelerden biriyle kurulanmaya başladı. O sırada Martinson kapıyı çalmadan açtı. Wallander’i yarı çıplak görünce duraksadı.
“Gustaf Torstensson’un trafik kazasıyla ilgili raporları getirmiştim,” dedi Martinson. “Bu odanın artık Hansson’un odası olmadığını unutmuşum.”
“Belki eski kafalı olabilirim,” dedi Wallander. “Ama lütfen bir dahaki sefere kapıyı çal.”
Martinson dosyayı masaya bıraktı ve aceleyle tüydü. Wallander kurulanmayı bitirip gömleğini giydi, sonra da masaya oturup okumaya başladı.
Raporları okumayı bitirdiğinde saat on buçuk olmuştu.
Her şey yabancı geliyordu. Nereden başlamalıydı? Danimarka yarımadasında kumsalda sisin içinden ortaya çıkan Sten Torstensson’u hatırladı. Benden yardım istemişti, diye düşündü. Babasına ne olduğunu bulmamı istemişti. Trafik kazası gibi görünen olayın gerçekte neden olduğunu araştırmamı. İntihar da değildi. Bana babasının ruh hâlinin nasıl değiştiğini anlattı. Kısa süre sonra kendisi de gece vakti ofisinde vuruldu. Babasının endişeli olduğundan bahsetmişti ama kendisi için hiç de kaygılanıyor gibi görünmüyordu.
Düşüncelere dalan Wallander, daha önce Sten Torstensson’un adını yazdığı not defterini açtı ve Gustaf Torstensson’un ismini ekledi. Sonra bunları ters sırada tekrar yazdı.
Telefonu alıp Martinson’u aradı. Cevap yoktu. Tekrar denedi, yine ulaşamadı. Derken burada yokken numaraların değişmiş olabileceği aklına geldi. Martinson’un odasına doğru koridorda yürüdü. Kapısı açıktı.
“Soruşturma raporlarını okudum,” dedi Martinson’un yıpranmış sandalyesine otururken.
“Senin de gördüğün gibi araştırılacak pek bir şey yok,” dedi Martinson. “Bir ya da birkaç kişi Torstensson’un ofisine girip adamı vurmuş. Görünüşe göre çalınan bir şey yok. Cüzdanı iç cebinde bulundu. Bayan Dunér otuz yıldan fazladır orada çalışıyor ve hiçbir şeyin kaybolmadığından emin görünüyor.”
Wallander başını salladı. Toplantıda, dikkatini çeken, Martinson’un söylediği ya da söylemediği şeyi hâlâ gün ışığına çıkaramamıştı.
“Olay yerine ilk sen gittin, öyle değil mi?” dedi Wallander.
“Aslında ilk olarak Peters ve Norén gitmişlerdi,” dedi Martinson. “Bana haber veren onlardı.”
“İnsanın bu gibi durumlarda ilk izlenimleri olur,” dedi Wallander. “Sen ne düşündün?”
“Hırsızlık amacıyla cinayet,” dedi Martinson hiç tereddüt etmeden.
“Kaç kişi olabilirler?”
“Bir kişi mi yoksa daha fazla mı oldukları konusunda tahminde bulunmak için yeterli delilimiz yok ama teknik incelemeler henüz tamamlanmamış olsa da tek bir silah kullanıldığından eminiz.”
“Sence içeriye giren bir erkek miydi?”
“Bence öyle olmalı,” dedi Martinson. “Fakat bu sadece içgüdüsel bir his, destekleyecek ya da reddedecek kanıtım yok.”
“Torstensson üç kurşunla vuruldu,” dedi Wallander. “Bir tanesi kalbinden, ikincisi karın bölgesinde göbeğinin altından ve diğeri de kafasından. Yani olayın ne yaptığını iyi bilen bir suikastçının işi olduğunu düşünmekte haklı mıyım?”
“Bu benim de aklıma geldi,” dedi Martinson. “Ama bu tamamen tesadüf de olabilir. Rastgele atışlarla gerçekleşen ölümler, yetenekli bir suikastçının yaptığı atışlardan kaynaklanan ölümler kadar sık görülüyor. Bunu bir Amerikan raporunda okumuştum.”
Wallander ayağa kalktı. “Neden birisi bir avukatın ofisine girmek istesin ki?” diye sordu. “Avukatların fazla para kazandığı söylenebilir. Ama ofiste yığın yığın para bulmayı gerçekten kim düşünür ki?”
“Bu soruyu cevaplayabilecek yalnızca bir veya belki iki kişi var,” dedi Martinson.
“Onları yakalayacağız,” dedi Wallander. “Sanırım olay yerine gidip bir göz atsam iyi olacak.”
“Bayan Dunér doğal olarak çok sarsılmış,” dedi Martinson. “Bir ay içinde iş yaşamının bütün temeli çöktü. Önce yaşlı Torstensson öldü. Cenaze işlemlerinin üstesinden gelemeden bu defa Torstensson’un oğlu öldürüldü. Şu anda şok içinde olmalı, bununla birlikte onunla konuşmak şaşırtıcı derecede kolay oldu. Adresi daha önce Svedberg’le yaptığı görüşmenin tutanağında yazılı.”
“Stick Caddesi 26,” diye adresi okudu Wallander. “Burası Continental Oteli’nin hemen yakınında. Bazen oraya arabamı park ederdim.”
“Oraya park etmen yasak değil mi?” dedi Martinson.
Wallander ceketini aldı ve emniyetten ayrılmak üzere odadan çıktı. Santraldeki kızı daha önce görmemişti. Belki de kendisini tanıtması gerekirdi, özellikle yıllardır orada çalışan Ebba’nın akşamları çalışmayı bırakıp bırakmadığını öğrenmek için. Fakat bu düşünceyi kafasından attı. Bugün emniyette geçirdiği süre görünüşte dramatik değildi ama iç dünyası gerilimden kaynıyordu. Tek başına kalmaya ihtiyacı olduğunu hissetti. Uzun süredir günlerinin çoğunu yalnız geçirmişti. Bu değişime alışması için zamana ihtiyacı vardı. Arabasını hastaneye doğru yokuş aşağı sürdü ve bir anlığına Skagen’deki yalnızlığına, rahatsız edilmesi imkânsız, yalıtılmış kumsal yürüyüşlerine belli belirsiz bir özlem duydu.
Yine de bütün bunlar geçmişte kalmıştı. Şimdi artık görevine dönmüştü.
Yalnızlığa bağımlı kalmayacağım, diye düşündü. Ne kadar zaman alırsa alsın bu alışkanlığı bırakacağım.
Avukatların bürosu, Sjömans Caddesi’ndeki restore edilmiş eski tiyatroya yakın bir yerde, sarı boyalı binadaydı. Dışarıda bir devriye arabası bekliyordu ve karşı kaldırımda toplanmış bir avuç insan kendi aralarında konuşuyordu. Rüzgâr denizden esiyordu, Wallander arabadan inerken titredi. Binanın ağır giriş kapısını açtığında neredeyse Svedberg’le çarpışacaktı.
“Bir şeyler atıştıracaktım,” dedi Svedberg.
“Tamam,” dedi Wallander. “Ben bir süre burada olacağım.”
Genç bir büro elemanı ofisin önünde boş boş oturuyordu. Gergin görünüyordu. Wallander okuduğu raporlardan onun burada birkaç aydır çalışan Sonja Lundin olduğunu anladı. Soruşturmayla ilgili işe yarar bir bilgi vermemişti.
Wallander kızın elini sıkıp kendisini tanıttı.
“Biraz etrafa göz gezdireceğim,” dedi. “Bayan Dunér burada değil sanırım?”
“Evinde, yas tutuyor,” dedi kız.
Wallander ne diyeceğini bilemedi.
“Bütün bunlara dayanabileceğini sanmıyorum,” dedi Lundin. “Bu gidişle o da ölecek.”
“Öyle olmaz,” dedi Wallander, cevabının kulağa ne kadar boş geldiğinin farkında olarak.
Torstensson Hukuk Bürosu yalnız yaşayanların çalıştığı bir yermiş, diye düşündü. Gustaf Torstensson on beş yıldan fazla süredir duldu, oğlu da annesiz ve üstelik bekârdı. Berta Dunér ise yetmişli yılların başında boşanmıştı. Her gün birbiriyle temas eden üç yalnız insan… Ve şimdi ikisi, Berta Dunér’i hiç olmadığı kadar yalnız bırakarak gitti.
Wallander, Berta Dunér’in evde yas tutmasını anlamakta hiç zorlanmadı.
Toplantı odasının kapısı kapalıydı. Wallander içeriden gelen sesleri duyabiliyordu. Avukatların gösterişli pirinç levhalara süslü biçimde yazılmış isim tabelaları toplantı odasının iki tarafındaki kapılarda asılıydı.
Hiç düşünmeden ilk olarak Gustaf Torstensson’un odasına girdi. Perdeler çekildiğinden oda karanlıktı. İçeride hafif bir puro dumanı kokusu vardı. Etrafı incelediğinde eski zamanlara gittiğini zannetti. Ağır deri kanepeler, mermerden yapılmış bir masa, duvarlarda tablolar. Sten Torstensson’u öldüren kişinin buradaki sanat eserlerini çalmak için gelmiş olabileceği ihtimalini göz ardı ettiğini fark etti. Tablolardan birine yaklaşıp ressamın imzasını çözmeye ve resmin kopya mı gerçek mi olduğunu anlamaya çalıştı. İki amacında da başarısız olarak odada dolaşmaya devam etti. Sağlam görünümlü masada birkaç kalem, bir telefon ve diktafon dışında içi boş, büyük bir küre vardı. Konforlu masa sandalyesine oturup etrafı incelemeye devam etti ve Sten Torstensson’un Skagen’deki sanat müzesinin kafesinde söylediklerini tekrar düşündü.
Kaza olmayan bir trafik kazası. Hayatının son aylarını kendisini tedirgin eden bir şeyleri gizleyerek geçiren bir adam…
Kendine bir avukatın hayatının karakteristik özelliklerinin neler olabileceğini sordu. Yasal danışmanlık yapmak. Savcının soruşturma açtığı kişileri savunmak. Yani bir avukat her zaman gizli bilgiler alıyordu. Bu nedenle avukatlar mutlak bir gizlilik yemininin sorumluluğu altındadır. Avukatların saklamaları gereken birçok sırrı olduğunu kavradı. Bunu daha önce düşünememişti.
Bir süre sonra ayağa kalktı. Herhangi bir sonuca varmak için henüz çok erkendi.
Lundin hâlâ sandalyesinde kımıldamadan oturuyordu. Wallander, Sten Torstensson’un odasına girdi. Olay yeri fotoğraflarında gördüğü gibi ölü adamı yerde yatmış hâlde bulacağını zannederek bir anlığına tereddüt etti fakat yerde sadece plastik bir şerit kalmıştı. Teknik ekip koyu yeşil halıyı yanlarında götürmüşlerdi.
Oda, az önce çıktığı odaya benziyordu. Tek belirgin fark masanın önündeki bir çift ziyaretçi koltuğuydu. Wallander bu defa oturmaktan kaçındı. Masada hiç kâğıt yoktu.
Henüz sadece yüzeyi kazıyorum, diye düşündü. Sanki yönümü sadece bakarak değil dinleyerek de bulmaya çalışıyorum.
Odadan çıkarak kapıyı kapattı ve danışmaya gitti. Svedberg dönmüştü, sandviçlerinden birini alması için kızı ikna etmeye çalışıyordu. Wallander kendisine teklif edilen bir sandviçi başını iki yana sallayarak reddetti. Toplantı odasını işaret etti.
“İçeride Baro’dan değerli iki bey var,” dedi Svedberg. “Buradaki bütün belgeleri inceliyorlar. Her şeyi kayıt altına alıp mühürlüyorlar, ne yapacaklarına sonra karar verecekler. Avukatların müvekkilleriyle irtibat kurulacak ve başka avukatlar işleri üstlenecek. Aslında Torstensson Hukuk Bürosu diye bir şey artık yok sayılır.”
“Bizim de bütün belgelere ulaşabilmemiz lazım,” dedi Wallander. “Esas şey, ikisinin de müvekkilleriyle ilişkilerinde gizleniyor olabilir.”
Svedberg şaşırarak Wallander’e baktı ve “İkisinin mi?” dedi. “Sadece oğlunun müvekkillerini kastediyor olmalısın.”
“Haklısın. Sten Torstensson’un müvekkilleri demek istedim.”
“Keşke tam tersi olsaydı.”
Wallander neredeyse Svedberg’in yorumunu kaçırıyordu. “Neden, ne demek istedin?”
“Yaşlı Torstensson’un çok az müvekkili olduğu ortaya çıktı,” dedi Svedberg. “Buna karşılık Sten Torstensson her türlü işle ilgilenmiş.” Toplantı odasını işaret ederek, “İçeridekiler her şeyin üstesinden gelmek için bir hafta veya daha fazla zamana ihtiyaç olacağını düşünüyor,” dedi.
“O hâlde çalışmalarını bölmesem daha iyi olur,” dedi Wallander. “Bayan Dunér’le görüşmeyi tercih ederim.”
“Benim de gelmemi ister misin?”
“Gerek yok, nerede yaşadığını biliyorum.”
Wallander arabasına gidip motoru çalıştırdı. Şimdi ne yapacağıyla ilgili ikilem içindeydi. Kendisini bir karar vermeye zorladı. İlk olarak onun dışında kimsenin bilmediği bir görevi yerine getirecekti. Bu görevi ona Skagen’deyken Sten Torstensson vermişti.
Doğu yönüne doğru arabasını yavaşça sürerken, iki ölüm arasında bir bağlantı olmalı, diye düşündü. Adliye Sarayı’nı ve Sandskogen’i geçti ve kısa süre sonra şehir geride kaldı. Bu iki ölüm birbiriyle bağlantılı olmalı. Başka mantıklı bir açıklama olamaz.
Kül rengi manzarayı seyrederek yola devam etti. Yağmur çiseliyordu. Kaloriferi açtı.
İnsan nasıl olur da bu çamur deryasına gönül kaptırabilir ki, diye merak etti. Ama benim yaptığım da tam olarak bu. Ben bütün hayatı sonsuza dek çamurla sarmalanmış bir polis memuruyum ve bu kırsal bölgeyi Çin’deki bütün çayları verseler bile değişmem.
Gustaf Torstensson’un 11 Ekim gecesi öldüğü yere gitmesi yarım saati buldu. Kaza raporu yanındaydı, raporu cebine koyup rüzgârlı yola çıktı. Bagajdan lastik çizmelerini çıkarıp çevreyi araştırmaya başlamadan önce giydi. Rüzgâr ve yağmur şiddetleniyordu, üşümeye başladı. Eğri büğrü bir sırığa tünemiş bir şahin onu izliyordu.
Kaza mahalli Skåne için bile alışılmadık derecede ıssızdı. Göz alabildiğine uzanan engebeli tarlalardan başka herhangi bir çiftlik evine ait hiçbir işaret yoktu. Yol düzdü, yüz metre sonra yokuş başlıyordu, daha ileride sola keskin bir dönüş vardı. Wallander kaza yerinin krokisini çıkardı ve bulunduğu yerle haritayı karşılaştırdı. Arabanın enkazı yolun solundaki tarlanın yirmi metre kadar içinde, tepetaklak olmuş hâlde bulunmuştu. Yolda fren izi yoktu. Kaza ânında yoğun sis vardı.