Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Huzursuz Adam», sayfa 6

Yazı tipi:

7

Wallander sabaha karşı yan odada kavga eden genç bir çiftin gürültüsüyle uyandı. Duvarlar öyle inceydi ki birbirlerine söyledikleri kötü sözleri açıkça duyabiliyordu. Yataktan kalktı, tuvalet takımlarını koyduğu çantanın içinde kulak tıkaçlarını aradı ama herhâlde onları evde bırakmıştı. Duvara vurdu. İki kuvvetli vuruştan sonra, sanki ettiği küfrü yumruğuyla iletmek istercesine son bir tane daha indirdi. Tartışma anında kesilmişti veya artık duyulmayacak şekilde tartışmaya alçak sesle aralarında devam ettiler. Uyumadan önce başkente gezmeye geldikleri zaman otelde Mona ile kendisinin de böyle kavga edip etmediklerini düşündü. Ara sıra kızdıkları bir konuyu anlamsız tartışmalarla onların da büyüttüğü olmuştu ama eften püften şeyler yüzündendi. Bizim tartışmalarımız hiç böyle renkli değildi, diye düşündü, bizimki hep kurşuni renkteydi. Biz mutsuz olurduk veya hayal kırıklığı hissederdik ya da ikisini birden ama kısa bir süre sonra geçeceğini bilirdik. Yine de nedense tartışırdık ve ikimiz de aynı derece aptaldık, anında pişman olduğumuz şeyler söylerdik. Kendimizi tutamaz, ağzımızdan bir araba dolusu söz çıkardı.

Uyuyakaldı ve rüyasında birini gördü. Rydberg’di galiba, ya da babası mıydı, yağmurun altında durmuş kendisini bekliyordu. Ama geç kalıyordu, arabası mı bozuluyordu ne; ve geç kaldığı için azarlanacağını biliyordu.

Kahvaltıdan sonra lobide oturdu ve Sten Nordlander’i aradı. Wallander önce ev telefonunu çevirdi. Cevap yoktu. Cep telefonu da cevap vermiyordu ama bir mesaj bıraktı. Adını ve ne iş yaptığını söyledi. Fakat işi neydi gerçekten? Kayıp Håkan von Enke’yi bulmak Stockholm polisinin işiydi, kendisinin değil. Belki olayla ilgilenen bir ‘özel dedektif’ olduğu söylenebilirdi; Olof Palme’nin öldürülmesinin ardından itibarı zedelenen bir sıfattı bu.

Birbiri ardına aklından geçen düşünceler çalan cep telefonunun sesiyle bozuldu. Arayan Sten Nordlander’di. Sesi kalın ve boğuktu.

“Kim olduğunuzu biliyorum,” dedi. “Hem Håkan hem de Louise sizden bahsetmişti. Sizi nereden alabilirim?”

Sten Nordlander arabasıyla yanaştığında Wallander kaldırımda bekliyordu. Arabası ellilerin ortalarından kalma, parlak krom kaplama, jantlarının lastik yanağı beyaz olan bir Dodge’du. Nordlander gençken, 50’lili yılların “Teddy Boy”larından olduğuna hiç şüphe yoktu. Şu anda bile deri ceket, Amerikan tarzı çizmeler, kot ve soğuk havaya rağmen ince bir gömlek giymişti. Wallander, elinde olmadan Nordlander ile von Enke’nin nereden ve nasıl arkadaş olduklarını merak etti. İlk bakışta birbirinden bu kadar farklı olan iki insanı bir arada düşünmek imkânsız geliyordu. Fakat dışarıdan görünümüyle bir insanı değerlendirmek çok yanlıştı. Bu durum Rydberg’in sık sık söylediği bir şeyi hatırlatmıştı: Dış görünüme hiçbir zaman takılma.

“Atla,” dedi Sten Nordlander.

Wallander nereye gittiklerini sormayıp, orijinal olduğu belli olan kırmızı deri koltuğa gömüldü. Arabayla ilgili birkaç nezaket sorusu sordu ve aynı nezaketle yanıt aldı. Sonra sessizce oturdular. Arka pencerenin önünde, yünden bir çift büyük zar sallanıyordu. Wallander gençlik yıllarında buna benzer çok araba görmüştü. Direksiyonun arkasında her zaman en az arabanın krom parçaları kadar parlak takım elbiseler içinde orta yaşlı adamlar olurdu. Babasının yağlı boya resimlerini düzinelerle almaya gelirler, bedelini kalın bir para tomarı arasından çıkarıp verdikleri paralarla öderlerdi. Onlara “İpek Giyen Şövalyeler” derdi Wallander. Yağlı boya resimleri çok az bir para karşılığı aldıkları için aslında babasını aşağıladıklarını sonradan anlamıştı.

Bunu hatırlamak üzdü onu. Artık geçmişte kalmıştı, o günleri geri getirmek mümkün değildi.

Arabada emniyet kemeri yoktu. Nordlander onun bağlanmak için kemer aradığını gördü.

“Bu klasik bir araba,” dedi. “Zorunlu kemer takma kuralından muaf tutuluyor.”

Värmdö Adası’nda bir yere gelmişlerdi. Wallander mesafe ve yön duygusunu çoktan yitirmişti. Nordlander kahverengi boyalı, altında kafe olan bir binanın önüne park etti.

“Kafenin sahibi kadın Håkan ile benim ortak bir arkadaşımızın eşiydi,” dedi Nordlander. “Artık dul. Adı Matilda. Kocası, Claes Hornvig, Håkan’la birlikte görev yaptığımız Yılan’da ikinci kaptandı.”

Wallander başını salladı. Håkan von Enke’nin o denizaltından bahsettiğini hatırlıyordu.

“Fırsat oldukça buraya gelip kafenin iş yapmasını sağlıyoruz. Paraya ihtiyacı var. Ayrıca kahvesi çok iyi.”

İçeri girer girmez Wallander’in gözüne ilk çarpan şey, orta yerde duran bir periskop olmuştu. Nordlander onun emekliye çıkarılan hangi denizaltıdan alındığını anlattı ve Wallander aslında denizaltı müzesi gibi bir yerde olduğunu fark etti.

“Bir alışkanlık hâline geldi,” diye açıkladı Nordlander. “İsveç denizaltısında hizmet eden herkes en az bir kere Matilda’nın kafesine uğrar ve gelirken de mutlaka bir şeyler getirirler, bunun aksi düşünülemez bile. Çalıntı tabak çanak veya bir battaniye, hatta kontrol malzemeleri bile. Tabii en bereketli dönem, denizaltıların emekli edilip hurdaya çıkarıldıkları zamanlardı. Pek çok emekli denizci hatırat toplamaya başlamıştı. Matilda’nın koleksiyonuna katkıda bulunmak isteyen birileri mutlaka olurdu. Parası önemli değildi, önemli olan hurda denizaltıdan bir şeyler kurtarabilmekti.”

Açılır kapanır mutfak kapısından yirmilerinde genç bir kız çıktı.

“Matilda ile Claes’in torunu, Marie,” dedi Nordlander. “Matilda da hâlâ ara sıra gelip yüzünü gösterir ama artık doksan yaşını geçti. Annesinin yüz bir, büyükannesinin de yüz üç yaşına kadar yaşadığını söyler hep.”

“Bu doğru,” dedi genç kız. “Annem elli yaşında. Ömrünün sadece yarısını yaşadığını söyler durur.”

Kendilerine tepsiyle kahve ve pasta ikram edildi. Nordlander kendisine ayrıca bir dilim de cheesecake koydu. Diğer masalarda başka müşteriler de vardı, çoğu yaşlıydı.

Caddeden uzak, boş olan dipteki bölüme geçerlerken Wallander içeridekileri kastederek, “Eski denizaltı mürettebatı mı?” diye sordu.

“Hepsi değil,” dedi Nordlander. “Ama bazılarını tanıyorum.”

Kafenin orta kısımdaki duvarlarda eski üniformalar ve işaret flamaları asılıydı. Wallander kendini savaş filmleri için malzemelerin saklandığı bir sahne deposundaymış gibi hissetti. Köşedeki bir masaya geçip oturdular. Yanlarındaki duvarda çerçeveli siyah beyaz bir fotoğraf vardı. Sten Nordlander onu gösterdi.

“İşte bizim Deniz Yılanları’ndan bir tanesi. İkinci sırada, baştan ikincisi benim. Dördüncü de Håkan. Claes Hornvig o seferde bizimle değildi.”

Wallander daha iyi görebilmek için öne eğildi. Bir sürü insanın içinde yüzlerini seçmek kolay değildi. Nordlander ona resmin, uzun bir sefere çıkmadan önce Karlskrona’da çekildiğini söyledi.

“Ne yazık ki çıktığımız en güzel seferlerden biri değildi,” dedi. “Karlskrona’dan Kvarken Boğazı’na gitmek, oradan Kalix’e uğrayıp sonra eve dönmeliydik. Kasım ayıydı, hava buz gibiydi. Sürekli fırtına estiğini hatırlıyorum. Gemi sallanıyor, savruluyordu. Baltık Denizi çok sığ olduğundan yeterince derine dalamıyorduk. Baltık Denizi tıpkı bir havuz gibidir.”

Nordlander büyük işhatla pastalara girişmişti. Tatlarının nasıl olduğu önemli değil gibiydi ama sonra birden çatalını bıraktı.

“Neler oldu?” diye sordu Wallander.

“Ben de sizden ve Louise’den daha fazlasını bilmiyorum.”

Nordlander kahve fincanını sertçe kenara itti. Wallander onun da tıpkı Louise gibi çok yorgun olduğunu görebiliyordu. Uyuyamayan biri daha, diye düşündü.

“Siz onu tanıyorsunuz,” dedi Wallander, “çoğu kişiden daha iyi. Louise bana sizin Håkan’la çok yakın olduğunuzu söyledi. Eğer bu doğruysa o zaman sizin görüşleriniz herkesten daha önemli.”

“Siz de Bergs Caddesi’ndeki polis gibi konuşuyorsunuz.”

“Ben zaten bir polisim!

Sten Nordlander başını salladı. Çok gergindi. Sabit bakan gözlerinden ve sımsıkı kapadığı dudaklarından endişesi okunabiliyordu.

“Yetmiş beşinci doğum günü partisinde siz neden yoktunuz?” diye sordu Wallander.

“Bergen’de oturan bir kız kardeşim var. Kocası beklenmedik bir şekilde aramızdan ayrıldı. Yardımıma ihtiyacı vardı. Ayrıca ben büyük partileri sevmem. Håkan ile ben doğum gününü aramızda kutlamıştık. Bir hafta öncesinde.”

“Nerede?”

“Burada. Kahve ve kurabiyelerle.”

Nordlander duvarda asılı bir denizci şapkasını gösterdi.

“Bu Håkan’ın. Küçük kutlamamızı yaptığı gün buraya hediye etti.”

“Neler konuştunuz?”

“Her zaman nelerden konuşuyorsak onu. Ekim 1982’de olanları. Ben o sıralar Halland destroyerinde görevdeydim. Destroyer emekli edilmek üzereydi. Şimdi Göteborg müzesinin bir parçası.”

“O hâlde sadece denizaltılarında baş mühendislik yapmadınız?”

“Hizmet hayatıma bir mayın gemisinde başladım, sonra korvette6 görev yaptım, ardından denizaltılara geçtim ve en son yine muhrip gemisine (destroyere) döndüm. Baltık Denizi’nde denizaltılar görünmeye başlayınca, biz batı kıyısında konuşlandırıldık. 2 Ekim günü öğle saatlerinde, Komutan Nyman bizim tam hız Stockholm Adalar Denizi’ne gitmemizi istedi; orada destek olarak yardımımıza ihtiyaç vardı.”

“Durumların karışık olduğu o günlerde Håkan ile bağlantınız var mıydı?”

“Beni aradı.”

“Evden mi, gemiden mi?”

“Muhripteyken. O sıralar hiç evde değildim. Bütün izinler iptal edilmişti. Kırmızı alarmdaydık denebilir. Cep telefonlarının bu kadar sık kullanılmadığı o güzel günler olduğunu unutmayın. Muhripin telefon görüşmelerine bakan denizciler aşağı gelip bize haber geldiğini bildirirlerdi. Håkan genellikle geceleri arardı. Kendisinden gelen telefonlara kamaramdan cevap vermemi isterdi.”

“Neden?”

“Sanırım konuştuğumuz şeyleri kimsenin duymasını istemezdi.”

Sten Nordlander soruları yanıtlarken kaba ve isteksiz bir tavrı vardı. Konuşurken bir yandan pastasından kalanları çatalıyla eziyordu.

“Ekim ayının biri ile on beşi arasında hemen hemen her gece görüştük. Bana anlattığı şeyleri bir başkasıyla paylaşabileceğini sanmıyorum ama biz birbirimize güvenirdik. Omuzlarındaki sorumluluk çok ağırdı. Attığı su altı bombası rotasını şaşırırsa denizaltıyı su yüzüne çıkarmak yerine batmasına sebep olabilirdi.”

Nordlander’in pasta artıkları iştah kaçırıcı bir görünüm almıştı. Çatalını bıraktı ve kâğıt peçeteyi buruşturup tabağının içine attı.

“O son gece beni tam üç kez aradı. Çok geç bir saatti ya da çok erken demeli. Aradığında tanyeri yeni ağırıyordu.”

“Siz hâlâ muhripte miydiniz?”

“Hårsfjjärden’nin güneydoğusunda bir milden daha az bir uzaklıktaydık. Hava rüzgârlıydı ama çok kötü değildi. Tam teyakkuz hâlindeydik. Subaylar elbette olup bitenler hakkında uyarılmışlardı ama mürettebatın geri kalanı sadece eyleme geçmeye hazır olduğumuzu biliyor, sebebini ise bilmiyorlardı.”

“Gerçekten de size denizaltıyı avlamaya başlama emri verilecek miydi?”

“Denizaltılardan birini su üstüne çıkmaya zorladığımız takdirde Rusların nasıl tepki vereceğini bilmiyorduk. Belki onu kurtarmaya çalışabilirlerdi. Gotland’ın kuzeyinde Rus gemileri vardı ve yavaş yavaş bizim bulunduğumuz yere doğru geliyorlardı. Telsiz subaylarımızdan biri daha önce hiç bu kadar çok telsiz trafiği görmediğini söylemişti, hatta Baltık kıyılarında yaptıkları büyük tatbikatlar sırasında bile. Rahatsız oldukları belliydi.”

Marie biraz daha kahve isteyip istemediklerini sormak için içeri girince konuşmalarına ara verdiler. İkisi de hayır dedi.

“En önemli şey hakkında kafa yoralım biraz,” dedi Wallander. “Sıkıştırdığınız denizaltıyı salıverme emrine nasıl tepki verdiniz?”

“Kulaklarıma inanamamıştım.”

“Bunu nasıl haber almıştınız?”

“Nyman aniden geri durma, Landsort’a gitme ve orada bekleme emri almıştı. Açıklama yapılmamıştı, Nyman da gereksiz sorular soracak bir tip değildi. Bana telefon geldiğini söylediği sırada ben makine dairesindeydim. Kamarama koştum. Arayan Håkan’dı. Yalnız olup olmadığımı sordu.”

“Sık sık böyle yapar mıydı?”

“Pek yapmazdı, hayır. Ben de ona yalnız olduğumu söyledim. Bana gerçeği söylüyor olmamın çok önemli olduğunu söyledi. Buna kızdığımı hatırlıyorum. Sonra onun kumanda odasından çıkmış olduğunu ve beni bir telefon kulübesinden aradığını anladım.”

“Bunu nereden bilebilirsiniz ki? Size o mu söyledi?”

Nordlander soran gözlerle Wallander’e baktı.

“Burada polis siz misiniz, ben mi? Nefes nefese kaldığını duyabiliyordum!”

Wallander provoke edilmeye izin vermeyecekti. Sadece başını sallayarak Nordlander’den devam etmesini istedi.

“Huzursuzdu, hem öfkeli hem de korkmuştu diyebiliriz sanırım. Bunun vatana ihanet olduğunu söyleyip duruyordu; emirlere karşı geleceğini, ne emir verirlerse versinler o Tanrı’nın belası denizaltıyı bombalayıp su üstüne çıkaracağını söylüyordu. Sonra parası bitti sanırım. Sanki biri hattı kesmiş gibi gelmişti bana.”

Wallander gözlerini dikip devamını anlatması için bekledi ama devamı gelmedi.

“Bu çok ciddi bir itham. Vatana ihanet mi?”

“Ama durum tam tamına buydu! Bizim karasularımızı işgal eden bir denizaltıyı salıverdiler.”

“Kim sorumluydu?”

“Genelkurmay başkanlığından biri; yapılması gerekeni yapmaktan birdenbire çok korkan biri, büyük olasılıkla tek bir kişi değil. Bir Rus denizaltısının su yüzüne çıkarılmasını istemediler.”

Elinde kahve fincanı olan bir müşteri, bulundukları yere gelmişti ama Nordlander öyle dik dik baktı ki adam diğer bölümde başka bir masa aramak üzere hemen yeniden dışarı çıktı.

“Sorumluluk kimdeydi, bilmiyorum. ‘Neden’ sorusunu cevaplamak daha kolay olabilir ama böyle bile olsa, bir spekülasyon olmaktan öteye gitmez. Bilmiyorsan bilmiyorsundur.”

“Bazen yüksek sesli düşünmek gerekir, polisler bile yapar bunu.”

“Diyelim ki o denizaltında İsveç otoritelerinin el süremeyeceği bir şey vardı.”

“Bu ne olabilir?”

Sten Nordlander sesini alçalttı, çok fazla değil ama yine de Wallander’in dikkatini çekmişti.

“Belki yaptığımız tahmin oyununu biraz genişletebilir ve bunun ‘bir şey’ değil, ‘birisi’ olduğunu düşünebiliriz. Ya gemide İsveçli bir subay olduğu ortaya çıksa neler olurdu, örnek bu ya!”

“Bu nereden aklınıza geldi?”

“Benim gelmedi. Håkan’ın varsayımlarından biriydi. Böyle bir sürü teorisi vardı.”

Wallander konuşmaya devam etmeden önce bir süre düşündü. Nordlander’in söylediği her şeyi not etmediğine pişman oluyordu.

“Sonrasında neler oldu?”

“Neyin sonrasında?”

Nordlander sinirlenmeye başlamıştı ama sebebi bütün bu sorular yüzünden miydi, yoksa arkadaşının kaybolmasıyla mı ilgiliydi, Wallander karar veremedi.

“Håkan bana çevreye sorular sormaya başladığını söyledi,” dedi Wallander.

“Neler olup bittiğini bulmaya çalışıyordu ama tabii her şey çok gizliydi. Hatta bazı dokümanlar ultra-gizli olarak sınıflandırılmıştı; bu, yetmiş seneliğine kilit altına alındıkları anlamına gelir. İsveç’te bir şeyin gizli olarak saklanabildiği en uzun süredir bu. Normal sınır kırk yıldır. Fakat bu işte bazı belgelere yetmiş yıl ambargosu konmuştu. Herhâlde bize kahve ile kurabiye getiren küçük Marie’nın bile onları okumaya ömrü yetmeyecek.”

“Evet ama, Maria iyi genlere sahip bir aileden geliyormuş,” dedi Wallander.

Sten Nordlander bu espriye karşılık vermedi.

“Håkan bir şeyi kafasına takarsa inatçı bir insan olabilirdi,” diye devam etti Nordlander. “Kendini tıpkı İsveç karasuları gibi hakkına tecavüz edilmiş olarak görüyordu. Birileri görevini yapamadı ve bunu açıkça dile getiremedi. Pek çok gazeteci denizaltı olayını deşmeye başlamıştı ama bu Håkan’a yetmiyordu. Hakikaten gerçeği bilmek istiyordu. Bu yüzden kariyer hayatını tehlikeye attı.”

“Kiminle konuştu?”

Nordlander’in cevabı çok çabuk gelmişti, sanki görünmez bir atı hizaya getirmek için şaklatılan kırbaç gibi.

“Herkesle. Aklınıza gelebilecek herkese sordu. Belki bir krala sormamıştır ama belli de olmaz tabii. Başbakan’la bir görüşme istedi, bu biliniyor. Thage G. Peterson’u aradı, şu bakanlar kurulundaki yaşlı kurdu; ve ondan Palme ile bir görüşme ayarlamasını istedi. Peterson, başbakanın ajandasının yoğun olduğunu söylediyse de Håkan’ı isteğinden caydırabilmek mümkün değildi. ‘O hâlde zaman ayrılabilecek yeri bulun,’ diye ısrar etmişti. ‘Hani, acil toplantılar için her zaman ayrılabilecek olan zamanı.’ Ve ona bir randevu gerçekten de ayarladılar. 1983 yılında, Noel’den birkaç gün önce.”

“Size bundan kendisi mi bahsetti?”

“Onunla birlikteydim o gün.”

“Palme ile buluştuğu zaman mı?”

“O gün onun şoförüydüm, diyebiliriz. Dışarıda arabada oturup onu bekledim; üniforması içinde, üstünde koyu renk bir paltoyla, saraydan sonra ülkedeki en üst düzey işlerin görüldüğü binanın ana kapısından içeri girip gözden kayboluşunu izledim. Görüşmeleri yaklaşık yarım saat sürdü. On dakika sonra polisin biri camımı tıklatıp, indirme bindirme yapılabileceğini ama park etmenin yasak olduğunu söyledi. Camı indirip ona içeride başbakanla önemli görüşmesi olan birisini beklediğimi ve hiçbir yere gitmeye niyetli olmadığımı söyledim. Bunun üzerine beni rahat bıraktılar. Håkan nihayet geldiğinde alnı boncuk boncuk ter içindeydi.”

Hiçbir şey konuşmadan oradan uzaklaşmışlardı.

“Buraya geldik,” dedi Sten Nordlander. “Tam da bu masaya oturmuştuk. Arabadan indiğimizde kar yağmaya başlamıştı. O sene Stockholm’de beyaz bir Noel yaşamıştık. Yeni yıl akşamına kadar kar kalkmamıştı. Sonra yağmur yağdı.”

Marie elinde kahve demliğiyle geri geldi. Bu kez ikisi de fincanlarını doldurdu. Sten Nordlander İsveç’te yaygın olan usulle bir yudum kahve almadan önce ağzına bir küp şeker atarken Wallander onun dişlerinin takma olduğunu fark etti. Bunu görmek onun birkaç saniye kendisini kötü hissetmesine neden olmuştu, kendisi de diş hekimine daha sık gitmeliydi.

Sten Nordlander’in anlattıklarına bakılırsa von Enke ona Olof Palme ile toplantısını bütün ayrıntılarıyla anlatmıştı. İyi karşılanmıştı. Palme onun askerlik kariyeriyle ilgili birkaç soru sormuş, sonra da kendi yedek subaylık günlerine dair kara mizah bir iki espri yapmıştı. Palme, von Enke’nin söylediklerini ilgiyle dinlemişti ve dinlediklerinin anlamı çok açıktı. Von Enke’nin kendi üsleriyle, yani İsveç Genelkurmay Başkanlığı ile olan ilişkisine gelince, von Enke var olan hiyerarşiyi bozmuş oluyor, Başbakan’la kendi inisiyatifiyle görüşmekle, genelkurmay başkanlığı ve personeliyle arasındaki bütün köprüleri atmış oluyordu. Artık geri dönüş yoktu. Bütün bu olanlar hakkında neler düşündüğünü birilerine anlatmak zorunda hissediyordu kendini. “Asıl konuya girmeden, yaklaşık on dakika kadar konuşmuşlar, Palme de anlattıklarını dinlemiş,” dedi Nordlander, “Ağzı bir karış açık, başından sonuna kadar gözünü kendisinden hiç ayırmadan. Sonunda von Enke eleştirilerini sıralayıp bitirdikten sonra, Palme kendi sorularını yöneltmeden önce biraz düşünmüş. İlk olarak denizaltının Varşova Paktı ülkelerinden birine ait olduğunun, ordu tarafından kesin olarak tespit edilip edilmediğini bilmek istemiş.” Nordlander anlatmaya devam ediyordu. “Bu soruya Håkan yine bir soruyla cevap vererek, ‘Başka nereden gelmiş olabileceğini’ sormuş. Palme cevap vermeyip sadece ciddi bir ifadeyle başını iki yana sallamış. Håkan, vatan hainliğinden, durumun askerî ve siyasi bir skandal olduğundan dem vurmaya başlayınca Palme onun sözünü kesmiş ve bu konunun Başbakan ile özel bir görüşme sırasında değil çok başka şekilde irdelenmesi gerektiğini belirtmiş. Görüşme buraya kadardı. Bir sekreter usulca başını içeri uzatmış ve ona diğer randevusunun başlamak üzere olduğunu hatırlatmış. Håkan dışarı çıktığında terlemiş bir hâldeydi ama aynı zamanda rahatlamıştı. Palme’nin kendisini dinlediğini söylüyordu. İçine umut dolmuş ve işlerin artık yoluna girmeye başlayacağına inanmıştı. Håkan’ın vatan hainliğinden neyi kastettiğini başbakan mutlaka anlamıştı. Savunma bakanını ve genelkurmay başkanını sıkıştıracak ve onlardan bir açıklama isteyecekti. Kafesin kapısını açıp denizaltının kaçmasına kim sebep olmuştu? Hepsinden önemlisi, neden böyle yapmıştı?”

Sten Nordlander saatine göz attı.

Wallander kısa bir sessizlikten sonra sordu. “Ondan sonra neler oldu?”

“Noel zamanıydı. Birkaç gün hiçbir şey olmadı ama Yeni Yıl arifesinde Håkan apar topar genelkurmay başkanlığına çağrıldı. Üslerini hiçe sayıp Olof Palme ile buluşma konusunda kendi başına hareket ettiği için sert bir fırça yedi ama kendi başına hareket eden bir deniz subayıyla asla görüşmemesi gerektiği için asıl fırçayı başbakanın yediğini anlayacak kadar zekiydi Håkan.”

“Fakat Håkan araştırmalarına devam etmiş olmalı? Herhâlde pes etmemiştir, fırça yemiş olmasına rağmen?”

“Araştırmaya hiç son vermedi. Yirmi beş yıldır.”

“Siz onun en yakın arkadaşısınız. Aldığı tehditlerden size bahsetmiş olmalı.”

Nordlander başını salladı ama cevap vermedi.

“Ve şimdi de kayboldu.”

“Öldü. Biri onu öldürdü.”

Karşılık birden ve kesin bir ifadeyle gelmişti. Nordlander Håkan’ın ölmüş olduğu sanki belliymiş gibi konuşuyordu.

“Nasıl böyle emin olabiliyorsunuz?”

“Bunda tereddüde düşecek ne var?”

“Kim öldürdü peki? Ve neden?”

“Bilmiyorum; ama belki de çok tehlikeli olmaya başlayan bir şeyler biliyordu.”

“O denizaltılar İsveç sularına gireli neredeyse yirmi beş yıl oluyor. Bunca yıl sonra tehlikeli ne olabilir? Tanrım. Sovyetler Birliği artık yok. Berlin Duvarı yıkıldı. Ya Doğu Almanya? Hepsi geride kalmış bir döneme ait artık. Birdenbire ortaya nasıl korkunç bir şey çıkmış olabilir ki?”

“Bizler her şeyin bittiğini, son perdenin indiğini düşünüyoruz ama belki de sadece birileri kulise geçip kostüm değiştirmiştir. Repetuar belki farklıdır ama hepsi yine aynı sahnede oynanır.”

Sten Nordlander ayağa kalktı.

“Bir başka gün devam ederiz artık. Eşim evde beni bekliyor.”

Arabasıyla Wallander’i oteline bıraktı. Ayrılmadan önce Wallander bir şey daha sormak istediğini fark etti.

“Håkan’a gerçekten çok yakın olan başka biri daha var mıydı?”

“Håkan’a kimse çok yakın değildi. Louise dışında, belki. Yaşlı deniz kurtları genellikle mesafeli insanlardır. İçe dönüktürler. Aslında ben de ona çok yakın değildim. Yakın-gibi olduğumuz söylenebilirdi.”

Wallander Nordlander’in bir sebepten dolayı tereddüt içinde olduğunu görebiliyordu. Söyleyecek miydi, yoksa söylemeyecek miydi?

“Steven Atkins,” dedi Nordlander. “Amerikalı bir denizaltı kaptanı. Ondan bir yaş veya daha küçük. Sanırım seneye yetmiş beş olacak.”

Wallander not defterini çıkarıp ismi yazdı.

“Bir adres var mı?”

“Kaliforniya’da yaşıyor, San Diego’dan fazla uzak değil. Eskiden Groton’da görev yapardı, büyük deniz üssünde.”

Wallander Louise’in neden Steven Atkins’ten bahsetmediğini merak etti ama şimdi bu konuyla Nordlander’i oyalamak istemiyordu; adamın acelesi var gibiydi, motora gaz verip duruyordu.

Wallander pırıl pırıl parlayan arabanın yokuşta gözden kayboluşunu izledi.

Sonra da odasına çıkıp dinlediklerini düşünmeye başladı. Håkan von Enke’den hâlâ bir iz yoktu ve problemi çözmeye bir adım bile yaklaşmış gibi hissetmiyordu kendini.

6.Ç. N. Korvet. Denizaltılara karşı silahlandırılmış hafif savaş gemisi.
₺65,92

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
12+
Litres'teki yayın tarihi:
30 haziran 2023
ISBN:
978-625-99813-1-4
Tercüman:
Editör:
Telif hakkı:
Ayrıksı Kitap
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre