Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Huzursuz Adam», sayfa 7

Yazı tipi:

8

Ertesi gün Linda telefon edip Stockholm’ün nasıl geçtiğini sordu. Wallander sözü fazla dolandırmayarak Håkan’ın artık hayatta olmadığına Louise’in inandığını söyledi.

“Hans buna inanmak istemiyor,” dedi kızı. “Babasının ölmediğine emin.”

“Ama bence içinden, o da durumun Louise’in düşündüğü kadar kötü olduğunu biliyor.”

“Sen ne düşünüyorsun?”

“Pek iyi görünmüyor.”

Wallander kızına Ystad’da kimseyle konuşup konuşmadığını sordu. Linda’nın bazen Kristina Magnusson ile özel görüştüğünü biliyordu.

“İç işlerinden gelen ekip Malmö’ye geri döndü,” dedi. “Bu da herhâlde senin durumunla ilgili yakın bir zamanda karar verecekler anlamına geliyor.”

“Kıçıma tekmeyi yiyebilirim,” dedi Wallander.

Kızı cevap verirken neredeyse kızgın gibiydi.

“Silahı restorana yanında götürmen inanılmaz bir aptallıktı ama kovulmana bu sebep olacaksa o zaman yüzlerce diğer İsveç polisine de yol verileceğini düşünebiliriz. Çok daha kötü disiplin ihlalleri yüzünden.”

“Ben sadece en kötü olasılığı düşünüyorum,” dedi Wallander karamsar bir tavırla.

“Kendine acımayı bıraktığında yeniden konuşuruz,” dedi kızı ve telefonu kapadı.

Wallander Linda’nın haklı olduğunu biliyordu. Büyük olasılıkla uyarı alacaktı, bir ihtimal para cezası olacaktı bu. Onu aramak için yeniden telefonu eline aldı ama sonra vazgeçti. Tartışmaya yeniden başlama riski büyüktü. Giyindi, kahvaltı etti, sonra da kendisine saat dokuzda görüşme sözü veren Ytterberg’i aradı. Wallander ona herhangi bir ipucu bulup bulmadıklarını sordu ama bulamamışlardı.

“Håkan von Enke’nin Södertälje’de görüldüğüne dair duyumlar aldık,” dedi Ytterberg. “Oraya neden gitmek istediğini Tanrı bilir. Ama bir şey çıkmadı. Öğrendiğimize göre üniformalı bir adammış oysa dostumuzun uzun yürüyüşüne çıktığında üstünde üniforma yoktu.”

“Hep aynı şey, kimsenin onu görmemiş olması çok tuhaf,” dedi Wallander. “Oysa bildiğim kadarıyla Lill-Jansskogen’de birçok insan koşuya ya da köpeğini gezdirmeye çıkıyor.”

“Katılıyorum,” dedi Ytterberg. “Bu bizi de rahatsız ediyor. Ama onu gören hiç kimse yok gibi. Saat dokuzda gelin de konuşalım. Sizi resepsiyonda bekleyeceğim.”

* * *

Ytterberg uzun boylu ve güçlü kuvvetli bir yapıdaydı, Wallander’e ünlü, İsveçli bir güreşçiyi hatırlatmıştı. Gözleri Ytterberg’in kulaklarına takıldı; güreşçiler arasında sık görülen karnabahar tipi şekil bozukluğunun onda da olup olmadığını görmek istemişti ama güreşle geçirilen eski günlerin bir izini göremedi. İri yarı vücuduna rağmen Ytterberg’in hareketleri seriydi. Wallander koridorda arkasından onu takip ederken hızından ayakları yere değmiyordu sanki. Nihayet orta yerde kocaman şişme bir yunus duran, dağınık bir ofise geldiler.

“Torunlarımdan biri için,” diye açıkladı Ytterberg. “Anna-Laura Constance’ın cuma günü dokuzuncu yaş günü hediyesi. Sizin de torunlarınız var mı?”

“Benim ilk torunum yeni doğdu. Bir kız.”

“İsim koydular mı?”

“Henüz değil. İsminin kendi kendine belirmesini bekliyorlar.”

Ytterberg anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı ve kendini sandalyesine güm diye bıraktı. Pencere kenarında duran kahve makinesini işaret etti ama Wallander başını iki yana salladı.

“Onun çok kötü bir suça kurban gittiğini düşünüyoruz,” dedi Ytterberg. “Çok uzun zamandır kayıp. Bütün bu iş çok tuhaf. Hiç ipucu yok. Ormanda o kadar kişiden onu gören kimse olmamış. Akla gelen en mantıklı olasılık uçup buhar olduğu. Anlaşılır gibi değil.”

“Yani her zamanki düzeninden saptı ve oraya hiç gitmedi, bunu mu demek istiyorsunuz?”

“Ya da ormana giderken başına bir şey geldi. Her ne olduysa durum çok garip ve kimse bir şey görmemiş. Valhallavägen’de kimseyi biri fark etmeden öldüremez veya çaktırmadan bir arabaya sokup kaçıramazsınız.”

“Kendi arzusuyla ortadan kaybolmuş olabilir mi, yani her şeye rağmen?”

“En uygun olasılık bu görünüyor. Ama bunu da destekleyen bir belirti yok.”

Wallander başını salladı.

“Säpo’nun kaybolmasıyla ilgilendiğini söylemiştiniz. Onlar bir şey buldu mu?”

Ytterberg gözlerini devirip Wallander’e baktı ve arkasına yaslandı.

“Säpo’nun bu ülkede hangi işe doğru dürüst bir katkısı oldu ki? Tek söyledikleri, yıllar önce emekli olmuş olsa da yüksek rütbeli bir subayın kayboluşuna ilgi göstermelerinin rutin bir iş olduğu.”

Ytterberg kendisine bir fincan kahve koydu. Wallander yine başını iki yana salladı. “Von Enke yetmiş beşinci doğum günü partisinde biraz endişeli görünüyordu,” dedi.

Wallander Ytterberg’in güvenilir biri olduğuna kanaat getirmişti; ona kış bahçesinde von Enke’nin korkmuş gibi göründüğü kısmı ayrıntılarıyla anlattı.

“Ayrıca sanki,” diye devam etti Wallander, “bana söylemek istediği bir şey varmış gibi geldi. Yine de anlattığı hiçbir şey sıkıntısına açıklık getirmedi, belirgin bir önemi varmış gibi görünmüyordu.”

“Ama korkuyordu?”

“Öyleydi sanırım. Bir denizaltı kaptanının hayalî tehlikelerden öyle kolay kolay tırsacak bir tip olmadığını düşündüğümü hatırlıyorum. Denizin altında geçirilen onca zaman onu bu tip şeylere karşı dayanıklı kılmış olmalıydı.”

“Ne demek istediğinizi anlıyorum,” dedi Ytterberg düşünceli bir şekilde.

O sırada bir kadının koridorda bağırıp çağırdığı duyuldu. Wallander onun öfkeyle “bir öküz tarafından sorguya çekilmeye” itiraz ettiğini anladı. Derken ortalık yine sakinleşti.

“Bir konu beni çok düşündürdü,” dedi Wallander. “Grev Caddesi’ndeki apartmanında çalışma odasını araştırdım ve bana sanki birisi dosyalarını karıştırmış gibi geldi. Emin olmak güç ama nasıl olduğunu bilirsiniz. Bir insanın eşyalarını, özellikle de yıllar içinde biriken evraklarını saklayış tarzında bir düzen fark edersiniz, hayatımızın ıvır zıvırları, eski bir polis şefi arkadaşımın bana bir zamanlar dediği gibi. Ama sonra o düzen bir yerinde birden bozuluyor. Tuhaf bir uyuşmazlık vardı. Her şey yerli yerindeydi ama bir masa çekmecesi gerçekten karman çormandı.”

“Karısı ne dedi?”

“Oraya kimsenin girmediğini.”

“Bu durumda iki olasılık var: Ya karısı kendisi o eşyaları karıştırdı ama bir nedenden ötürü kabul etmek istemiyor. Meraklı görünmek istemiyor olabilir, belki de bunu utanç verici buluyordur, kim bilir? Ya da adam kendisi yaptı.”

Wallander Ytterberg’in söylediklerini iyice düşündü. Sözleri arasında dikkatini bir şey çekmişti, bir anda bağlantı kurmasına neden olan bir şey ama düşünce aklına geldiği hızda uçup gitmiş, fark ettiği anda saptamayı başaramamıştı.

“Gizli servisteki çocuklar ne diyor? Säpo’dakiler yani?” diye sordu Wallander. “Onunla ilgili bir şeyler bulabilmişler mi? Tozlu çekmecelerden birinde unutulmuş, son zamanlarda yeniden gündeme gelen eski bir şeye dair bir ipucu?”

“Aynı soruyu ben de sordum. Çok da belirsiz bir yanıt aldım. Her anlama çekilebilir türden. Hatta adamlarından bana yolladıkları kişinin bile bir şey bilmiyor olması mümkün. Bu olmayacak bir şey değil. Säpo’nun kendilerine sakladıkları epey sırları olduğunu biliyoruz, her ne kadar bildikleri şeyleri saklamada o kadar başarılı olamasalar da.”

“Evet de, von Enke ile ilgili bir şey bulmuşlar mı?”

Ytterberg ani bir hareketle kollarını iki yana açınca kazara kahve kabına çarpmış, bardak devrilip içindeki masaya dökülmüştü. Adam sinirle bardağı alıp çöpe fırlattı, sonra da masasının arkasında, çekmece dolabının üstünde duran bir bezle ıslanan bütün evrakları ve masayı silip temizledi. Wallander kahveyi devirme olayının bir ilk olmadığını tahmin etti.

“Hiçbir şey yoktu,” dedi Ytterberg silmeyi bitirdikten sonra. “Håkan von Enke İsveç ordusunun son derece dürüst ve saygın bir ferdi. Deniz subaylarının kayıtlarına bakabilen adını şu an hatırlamadığım biriyle konuştum. Håkan von Enke orduda hızla yükselmiş ve çok kısa bir sürede komutan olmuş ama sonrasında her şey bir durma noktasına gelmiş. Yükselişi durdurulmuş, diyebilirsiniz.”

Wallander çenesini eline dayayıp bir süre düşündü, von Enke’nin kariyerini tehlikeye atmasıyla ilgili Sten Nordlander’in sözlerini hatırlamıştı. Ytterberg bir mektup açacağıyla tırnaklarını temizliyordu. Koridorda önlerinden ıslık çalarak birisi geçti. Wallander şaşırarak melodiyi tanıdığını fark etti. II. Dünya Savaşı’ndan kalma eski ünlü bir parçaydı. “Yeniden karşılaşacağız, nerede bilmem, ne zaman bilmem…” Parçayı kendi kendine sessizce mırıldandı.

“Stockholm’de ne kadar kalacaksınız?” diye sordu Ytterberg, sessizliği bozarak.

“Bu öğleden sonra eve dönüyorum.”

“Bana ev numaranızı verin, sizi gelişmelerden haberdar ederim.”

Ytterberg onu Bergs Caddesi’ne çıkan kapıya kadar geçirdi. Wallander Kungsholmstorg’a doğru yürüyüp bir taksi durdurdu ve oteline döndü. Odasına çıkıp “Rahatsız Etmeyiniz” işaretini kapı kulpuna astı ve yatağa uzandı. Düşünceleri yeniden Djorsholm’deki doğum günü partisine kaydı. Håkan von Enke’nin nasıl davrandığı, neler söylediğiyle ilgili anlara, sessizce parmak ucunda yaklaşır gibi özenle yaklaştı hafızasında. Aklında kalanları yeniden gözden geçirirken doğru gelmeyen bir şeyler arıyordu. Belki de yanılmıştı. Belki onun korku olarak gözlemlediği şey korku falan değildi. Bir insanın yüz ifadesi pek çok farklı anlamda yorumlandırılabilirdi. Gözleri bozuk olup yakını iyi göremeyen insanlar, bazen kaba ve karşısındaki küçümseyen biriymiş gibi görüntü verebilirlerdi. İzini bulmaya çalıştığı adam artık altı gündür kayıptı. Wallander kaybolan birçok kişinin yeniden ortaya çıktığı dönemi artık geride bıraktıklarının farkındaydı. Bu kadar uzun bir zaman sonra kaybolanlar genelde geri dönerlerdi ya da hayatta olduklarına dair bir işaret verirlerdi. Oysa Håkan von Enke’den hiç iz yoktu.

Basbayağı yok oldu, dedi Wallander kendi kendine. Adam yürüyüşe çıktı ve bir daha geri dönmedi. Pasaportu evdeydi; yanında para yoktu, hatta cep telefonunu bile almamıştı. Telefon konusu Wallander’i düşündüren noktalardan biriydi. Çözüm isteyen bir bilmeceydi, bir cevap gerekiyordu. Håkan telefonunu elbette unutmuş olabilirdi ama böyle bir şeyi neden kaybolduğu sabah yapmış olsundu? Akla mantığa sığmıyordu ve ortadan kaybolmasının kendi arzusuyla olmadığıyla ilgili teoriyi de bu yüzden güçlendiriyordu.

Wallander yeniden Ystad’a dönmek için hazırlanmaya başladı. Trenin kalkmasına bir saat kala gara yakın bir restoranda öğle yemeği yedi. Trende birkaç kare bulmacayla zaman geçirdi. Her zamanki gibi bilemediği birkaç sözcük çıkmış, o da sözcükleri bulmak için kendini zorlamıştı. Saat dokuzda eve vardı. Jussi’yi geri aldığında, sahibini yeniden gördüğü için sevinçten deliye dönen köpeğin üstüne atlayışıyla neredeyse yere devrilecekti.

Wallander emniyetteki özel hattından Martinson’u aradı.

Martinson’un telesekretere kaydettiği mesajından onun bütün gün yasa dışı göç konulu bir seminer için Lund’da olacağını öğrendi. Wallander bunun üzerine Kristina Magnusson’u arasa mı acaba diye düşündü ama sonra aramamaya karar verdi. Birkaç bulmaca daha çözdü, buzluğu çözüp temizledi, ardından da Jussi ile birlikte uzun bir yürüyüşe çıktı. Çalışamadığı için sıkılıyor ve kendisini huzursuz hissediyordu. Telefon çalınca bir hamlede ahizeyi kaptı. Genç bir kadın cıvıl cıvıl bir sesle ona dolaba kaldırılabilen, kullanıldığında da fazla yer tutmayan bir masaj aletiyle ilgilenip ilgilenmediğini soruyordu. Wallander ahizeyi hırsla çarparak telefonu kapattı ama sonra bunu hak edecek hiçbir şey yapmamış olan kıza çıkıştığına pişman oldu.

Sonra telefon yine çaldı. Cevap verip vermemekte kararsızdı, biraz bekledikten sonra açtı. Karşı tarafın hattında arka plandan çıtırtılı sesler geliyordu, sanki arama uzak bir yerden yapılıyormuş gibiydi. Sonunda sesi de duyabildi.

İngilizce konuşuyordu.

Doğru kişiyle mi görüştüğünü soran bir erkekti arayan, Kurt ile görüşmek istiyordu, Kurt Wallander ile.

Gürültüyü bastırıp kendini duyurmak için, “Benim,” diye bağırdı Wallander. “Kimsiniz?”

Sanki bağlantı kesilmiş gibiydi. Wallander tam ahizeyi yerine koymak üzereydi ki ses yeniden duyuldu, üstelik bu kez daha anlaşılır şekildeydi ve daha yakın.

“Wallander mi?” dedi adam. “Kurt siz misiniz?”

“Evet, benim.”

“Ben Steven Atkins. Kim olduğumu biliyor musunuz?”

“Evet, biliyorum,” diye bağırdı Wallander. “Håkan’ın arkadaşısınız.”

“Bulunabildi mi?”

“Hayır.”

“Efendim? ‘Hayır’ mı dediniz?”

“Evet, ‘hayır’ dedim.”

“O hâlde bir haftadır kayıp neredeyse?”

“Evet, aşağı yukarı.”

Hatta yine çıtırtılar duyulmaya başlamıştı. Wallander Atkins’in cep telefonu kullandığını tahmin etti.

“Endişelenmeye başlıyorum,” diye bağırdı Atkins. “O öyle durup dururken ortadan kaybolacak biri değildir.”

“Kendisiyle en son ne zaman konuştunuz?”

“Geçen hafta, pazar günü. Öğleden sonraydı. İsveç saatiyle.”

Kayboluşundan bir gün önce, diye düşündü Wallander.

“Onu siz mi aramıştınız, yoksa arayan o muydu?”

“O beni aramıştı. Bana bir yargıya vardığını söylemişti.”

“Ne hakkında?”

“Bilmiyorum. Söylemedi ki.”

“Hepsi bu kadar mı? Bir yargıya varmış? Mutlaka başka şeyler de söylemiştir?”

“Kesinlikle hayır. Telefonda konuştuğu zaman hep çok dikkatliydi. Bazen telefon kulübesinden arardı.”

Hat cızırdadı ve yine gitti. Wallander nefesini tutuyordu; görüşmeyi kaçırmak istemiyordu.

“Neler olduğunu bilmek istiyorum,” dedi Atkins. “Çok endişeleniyorum.”

“Bir yere gideceğini söylemiş miydi?”

“Uzun bir süreden beri daha mutlu gibiydi. Håkan bazen çok karamsarlaşabiliyordu, yaşlanmayı sevmiyordu, ömrünü doldurmuş olmaktan korkardı. Sizin yaşınız kaç, Kurt?”

“Ben altmış yaşındayım.”

“Ah, bu bir şey değil. E-posta adresiniz var mı, Kurt?”

Wallander güç de olsa adresini heceledi ama interneti çok nadiren kullandığından hiç bahsetmedi.

“Size mesaj göndereceğim,” diye bağırdı Atkins. “Neden çıkıp buraya gelmiyorsunuz? Ama önce Håkan’ı bulun!”

Sesi yine giderek uzaklaşıyordu ve sonra bağlantı tamamen koptu. Wallander orada elinde ahizeyle öylece kalakalmıştı. Neden çıkıp buraya gelmiyorsunuz? Ahizeyi yerine koydu, elinde not defteri ve kalemle mutfak masasına çöktü. Steven Atkins kendisine yeni bir adres vermişti, doğrudan kulağına fısıldamıştı, ta uzaklardaki Kaliforniya’dan. Atkins’le görüşmelerini tekrardan düşündü, satır satır, cümle cümle. Kaybolmasından bir gün önce Håkan von Enke Kaliforniya’yı aramıştı, Sten Nordlander’i veya kendi oğlunu değil. Bu bilinçli bir seçim miydi? O görüşmeyi bir telefon kulübesinden mi yapmıştı? Von Enke o görüşmeyi yapmak için Stockholm sokaklarına mı çıkmıştı? Cevabı olmayan bir soruydu bu. Tamamını gözden geçirdiğine emin olana dek bütün konuşmalarını bir bir yazarak uğraştı. Sonra ayağa kalktı, masadan iki metre kadar uzakta durup, tıpkı uzaktan ressam sehpasında çalışmasını inceleyen bir ressam gibi gözlerini not defterine dikti. Atkins’e Wallander’in numarasını veren elbette ki Sten Nordlander olmalıydı, bunda bir tuhaflık yoktu. Atkins de herkes gibi çok endişeliydi. Yoksa değil miydi? Wallander bir an, Atkins İsveç’i telefonla arayıp kendisiyle görüşürken Håkan von Enke’nin yanında durduğu gibi bir hisse kapıldı ama sonra bu düşünceyi kafasından kovdu.

Wallander bu olaydan sıkılmaya başlamıştı. Kayıp kişiyi bulmak ya da çeşitli senaryolar üretmek kendi işi değildi. İşsiz güçsüz geçen günlerini böyle kuruntularla dolduruyordu sadece. Belki de bu, emekli olduğu zaman katlanmak zorunda kalacağı zor geçecek günler için bir ön denemeydi?

Yemeğini hazırladı, biraz temizlik yaptı, sonra Linda’nın verdiği bir kitabı okumaya çalıştı, İsveç polis teşkilatının tarihçesiyle ilgili bir kitaptı. Çalan telefonun sesi ile irkildiğinde kitabın üstünde uyukluyordu.

Arayan Ytterberg’di.

“Umarım seni rahatsız etmiyorumdur,” diye başladı.

“Kesinlikle hayır. Kitap okuyordum.”

“Bir şey bulduk,” dedi Ytterberg. “Bilmeniz gerek diye düşündüm.”

“Bir ceset mi?”

“Yanmaktan kömür olmuş. Lidingö Adası’nda yangın çıkan bir pansiyonda birkaç saat önce bulduk. Lill-Jansskogen’den çok fazla uzakta değil. Yaşı aşağı yukarı aynı ama kesinlikle o olduğunu gösteren bir kanıt yok. Şimdilik karısına veya bir başkasına bir şey söylemiyoruz.”

“Ya basın ne olacak?”

“Onlara hiçbir şey söylemiyoruz.”

Wallander o gece yine kötü uyudu. Sürekli yataktan kalkıp durdu, kitabını okumaya başladı ama sonra yine hemen elinden bıraktı. Jussi şöminenin önünde uzanmış onu izliyordu. Wallander onun bazen içeride uyumasına izin verirdi.

Ertesi sabah saat altıyı biraz geçiyordu ki Ytterberg yeniden aradı. Bulunan ceset Håkan von Enke’ye ait değildi. Kömür hâline gelmiş bir parmaktaki yüzük sayesinde kimlik tespit edilebilmişti. Wallander rahatlamıştı, saat dokuza kadar uyudu. Lennart Mattson aradığında kahvaltısını ediyordu.

“Artık bitti,” dedi. “Personel İdare Kurulu silahını unuttuğun için seni beş günlük yevmiye cezasına çarptırmaya karar verdi.”

“Hepsi bu kadar mı?”

“Memnun olmadın mı?”

“Elbette memnun oldum. O hâlde bu, artık işe dönebilirim demek. Pazartesi.”

Ve döndü. Pazartesi günü erkenden Wallander yeniden işinin başındaydı.

Ama Håkan von Enke’den hâlâ bir iz yoktu.

9

Kayıp olan hâlâ kayıptı. Wallander işe dönmüş ve hafif ceza ile durumu atlattığını öğrenip sevinen arkadaşları çevresini sarmıştı. Hatta ceza tutarını kendi aralarında toplamak için öneriler olmuş ama bunun arkası gelmemişti. Wallander kollarını açıp kendisini karşılayanlar arasında bir iki kişinin aslında başına gelen talihsizliğe için için sevindiğini tahmin etti ama buna aldırmamaya karar verdi. İşi gücü bırakıp kimlerin ikiyüzlülük yaptığını anlamaya çalışmakla uğraşmayacaktı, buna harcayacak zamanı yoktu. Arkasından konuşan iş arkadaşlarına kafayı takacak olsa geceleri artık hiç uyuyamazdı.

Üstlendiği ilk ciddi olay, Ystad ile Polonya arasında gidip gelen bir feribotta çıkan saldırı olayıydı ve işe sıra dışı sayılacak oranda şiddet karışmıştı; her zamanki gibi, doğru dürüst bir görgü tanığı yoktu, herkes birbirini suçluyordu. Olay kalabalık bir kabinde meydana gelmişti. Kurban, Skurup’tan yanında kıskanç ve içerken durmasını bilmeyen erkek arkadaşıyla beraber bu talihsiz yolculuğa çıkmış genç bir kadındı. Yolculukları sırasında, Malmö’den binen ve sarhoş olana dek içip eğlenmekten başka bir şey düşünmeyen genç bir grup erkekle ahbap olmuşlardı.

Wallander soruşturmayı ara sıra Martinson’dan aldığı yardımla kendisi yürütüyordu. Çok fazla yol yordama ihtiyacı yoktu. Saldırgan büyük olasılıkla kadının yolculukta tanıştığı gençlerden biriydi. Aralarından biri veya daha fazlası, kadını feci şekilde dövmüşlerdi; kadının sol kulağının kopmasına ramak kalmıştı.

Håkan von Enke olayıyla ilgili yeni bir gelişme yoktu. Wallander hemen her gün Ytterberg ile konuşuyordu. Ytterberg hâlâ komutanın kaçmış olabileceğine inanamıyordu. Von Enke’nin pasaportunu evde bırakmış olması ve kredi kartını hiç kullanmamış olması onun bu inancını besleyen faktörlerdi. Ytterberg esas olan şeyin burada adamın karakteri olduğunu düşünüyordu. Håkan von Enke durup dururken ortadan kaybolacak bir insan değildi. Asla eşini bu şekilde bırakıp gitmezdi. Ona bu yaptığı hiç uymuyordu.

Wallander sık sık Louise ile görüşüyordu. Hep kadın arıyordu, genellikle akşamları saat yedi civarında, kendi kendine üstünkörü hazırladığı yemeğini yerken. Wallander onun kendisini kocasının ölmüş olduğu fikrine alıştırdığını anlıyordu. Açıkça sorduğu bir soruya kadın artık uyku haplarının yardımıyla geceleri iyi uyuduğunu söylemişti ona. Herkes bekliyor, diye düşündü Wallander ahizeyi yerine bırakırken. İz bırakmadan kayboldu, aramızdan buhar olup uçtu sanki. İyi de, cesedi bir yerlerde öylece çürüyor bir hâlde miydi acaba, yoksa şu anda başka bir yerde akşam yemeğini mi yiyordu, başka bir isimle, kim olduğunu bilmediğimiz ünlü biriyle?

Wallander ne düşünüyordu? Tecrübeleri kendisine emekli denizaltı komutanının ölü olduğunu söylüyordu ama ölümünün bir gün adi bir suç sebebiyle olduğunu öğrenmekten korkuyordu, sonu kötü giden bir yankesicilik olayı gibi; emin değildi tabii. Håkan von En-ke’nin kaçmış olması için hâlâ küçük de olsa bir ihtimal vardı, sebebini şu anda kendileri göremiyor olsalar bile.

Von Enke’nin öldürüldüğü fikrine ayak direyip inanmayı reddeden biri varsa o da Linda idi. Kolay kolay öldürülecek biri değil, diye ısrar ediyordu kızgınlıkla, babasıyla her zaman buluştukları kafedeydiler, bebeği yanında bebek arabasında uyuyordu. Öte yandan von Enke’nin neden kaçmış olabileceğini kendisi de bilmiyordu. Hans hiç aramamıştı ama Linda’nın varsayımlarını ve sorularını dinleyince Wallander ikisinin de aynı görüşte olduklarını anladı ama sormadı; karışmak istemiyordu, bu onların ikisinin hayatıydı, başkasının değil.

Steven Atkins Wallander’e elektronik postayla sayfa sayfa uzun iletiler göndermeye başlamıştı. Atkins’in iletileri uzadıkça Wallander’in yanıtları kısalmaya başladı. Daha uzun yazabilmeyi o da isterdi ama İngilizcesi çok iyi olmadığından karmaşık cümle yapıları kurmaya cesaret edemiyordu. Bu arada Steven Atkins’in artık Kaliforniya’da San Diego’nun hemen dışında, Point Loma’daki ana deniz üssüne yakın oturduğunu öğrenmişti. Neredeyse tamamının emekli askerlerin oluşturduğu bir sitede küçük bir evi vardı. Atkins, öteki binada oturanlar için ‘en alt kademeden en üst kademeye bir değil, birkaç denizaltıyı dolduracak sayıda emekli denizci yaşıyor’ diyordu. Wallander emekli polislerle dolu bir yerde yaşamanın nasıl bir şey olacağını düşündü, ürperdi birden.

Atkins iletilerinde yaşantısından, ailesinden, çocuklarından ve torunlarından bahsediyor ve ekte fotoğraflar gönderiyordu. Wallander onları açabilmek için Linda’dan yardım istemek zorunda kalmıştı. Açık havada çekilmiş fotoğraflardı, arka planda deniz kuvvetlerine ait gemiler vardı. Atkins üniforması içinde, büyük ailesiyle birlikte Wallander’e gülümsüyorlardı. Atkins’in başı kel ve zayıftı; kendisi gibi zayıf ama kel olmayan eşine sarılmıştı. Wallander fotoğrafın bulaşık deterjanı ya da kahvaltı gevreği gibi bir reklam karesini hatırlattığını düşündü. Bilgisayarın ekranında kendisine tebessüm edip el sallayan ideal ve mutlu bir Amerikan ailesi duruyordu.

* * *

Wallander takvime bakınca Håkan von Enke’nin Grev Caddesi’ndeki dairesinin kapısını çekip giderek bir daha dönmeyişinin üstünden tam bir ay geçmiş olduğunu gördü. Az önce Ytterberg’le uzun bir telefon görüşmesi yapmıştı. 11 Mayıs’tı ve Stockholm’de bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Ytterberg sıkıntılı görünüyordu, kapalı havadan mı yoksa soruşturmanın aldığı vaziyetten mi, söylemek zordu. Wallander ise feribottaki üzücü olaydan sorumlu doğru kişiyi nasıl tespit edeceğini kara kara düşünüyordu. Dolayısıyla ikisi arasındaki konuşma bezgin, bariz biçimde aksi ve huysuz iki polis arasında geçen bir görüşme olmuştu. Wallander Säpo’nun hâlâ kaybolma olayıyla ilgilenip ilgilenmediğini merak ediyordu.

“Ara sıra William adında biri beni görmeye geliyor,” dedi Ytterberg. “Doğruyu söylemek gerekirse bu onun adı mı, yoksa soyadı mı onu bile bilmiyorum. İlgilendiğimi de söyleyemem. Buraya son geldiğinde içimden onu boğmak gelmişti. İşimizi biraz daha kolaylaştıracak, ellerinde herhangi bir bilgi olup olmadığını sormuştum. Bir profesyonelden diğerine uzatılan bir yardım eli yani; İsveç gibi demokratik, modern bir ülkede bunun normal bir nezaket uygulaması olduğunu düşünürsün. Ama söylemeye bile gerek yok, yardım etmediler. Ya da en azından William’ın bana söylediği bu. Onun pozisyonundaki insanların doğruyu söyleyip söylemediğini asla bilemezsin. İşlerini yapış şekilleri yalan dolan, dalavere üzerine kurulu bir oyun. Senin benim gibi sıradan polislerin bazen insanları kandırdığımız doğru ama bunun bizim profesyonel işleyişimizin esasını oluşturduğu söylenemez.”

Telefon görüşmesinden sonra Wallander önündeki yazı masasının üstünde açık duran soruşturma notlarının olduğu dosyanın başına döndü. Dosyanın yanında kötü biçimde darp görmüş bir kadın resmi vardı. Bu işi işte bu yüzden yapıyorum, dedi kendi kendine. Çünkü onun yüzü bu hâlde, çünkü birisi onu öldüresiye dövmüş.

Wallander o akşam eve döndüğünde Jussi’yi hasta buldu. Köpek bir şey yememiş, içmemiş, kulübesinde yatıyordu. Wallander bir an soğuk terler döktü ve hemen bir zamanlar Ystad civarındaki çayırlarda otlayan taylara saldıran birini yakalamasında kendisine yardım etmiş bir veteriner hekimi aradı. Adam Kåseberga’da oturuyordu ve geleceğine söz verdi. Muayene sonrası Jussi’nin yediği bir şeyin onu bozduğu ortaya çıkmıştı, kısa zaman sonra iyileşeceğini söyledi. Jussi o geceyi paspasın üstünde, ateşin önünde geçirdi. Wallander kontrol edip iyi olup olmadığına sık sık baktı. Ertesi gün Jussi sarsak bir hâlde olsa da yeniden ayağa kalktı.

Wallander rahatlamıştı. Ofise gelip bilgisayarını açarken aklından Steven Atkins’in kendisine son beş gündür bir şey yollamadığı geçti. Belki artık söyleyecek bir şeyi kalmamıştı veya gönderecek fotoğrafı. Ama tam öğle üzeri, Wallander dışarı çıkıp bir yerlerde öğle yemeği düşünmeye başladığı sırada resepsiyondan bir telefon geldi. Ziyaretçisi vardı.

“Kim?” diye sordu Wallander. “Ne istiyormuş?”

“Yabancı biri,” dedi resepsiyonist. “Polis memuru galiba.”

Wallander aşağı inip ön büroya gitti. Gelen yabancıyı hemen tanımıştı. Adamın üstünde polis üniforması değil, Amerikan Deniz Kuvvetleri’nin üniforması vardı. Kolunun altına sıkıştırdığı şapkasıyla karşısında Steven Atkins duruyordu.

“Böyle habersiz gelmek istemezdim,” dedi. “Ama Kopenhag’da iken, buraya varış saatini yanlış hesaplamışım. Sizi evden de aradım, cebinizden de ama cevap alamadım, ben de çıkıp geldim.”

“Bu ne sürpriz,” dedi Wallander. “Ama hoş geldiniz elbette, bunun İsveç’e yaptığınız ilk ziyaret olduğunu düşünmekle yanılıyor muyum?”

“Evet. Arkadaşım Håkan kendisini ziyaret etmem için hep davet ederdi ama hiç fırsat bulamamıştım.”

Şehir merkezinde Wallander’in yemeklerini güzel bulduğu bir restoranda öğle yemeği yediler. Atkins etrafıyla ilgili dost canlısı bir insandı. Sorduğu sorular sadece nezaket icabı değil, samimiydi; verilen yanıtları can kulağıyla dinliyordu. İlk başlarda Wallander Atkins’in bir denizaltı komutanı olduğuna inanmakta güçlük çekmişti, hem de Amerikan Deniz Kuvvetleri’nin en büyük nükleer güce sahip türlerinden birinin. Bunun için fazlasıyla neşeli bir tipti. Ama elbette, iyi bir denizaltı komutanı nasıl olur, bir fikri de yoktu.

Atkins’i İsveç’e gelmeye iten şey tamamıyla ve sadece arkadaşının başına ne geldiğini merak etmesiydi. Wallander Atkins’in ne kadar endişeli olduğunu görünce çok duygulanmıştı. Yaşlı bir adam, kayıp başka bir yaşlı arkadaşını merak ediyordu, gösterdiği yakınlık çok bariz bir dostluk örneğiydi.

Atkins, Kastrup Havaalanı’nda bulunan Hilton’a giriş yapmış, sonra da bir araba kiralayıp Ystad’a gelmişti.

“İnanılmaz derecede uzun o köprü üstünde araba sürmek nasıl bir şey denemem gerekiyordu,” dedi bir kahkaha atarak.

Wallander adamın bembeyaz dişlerine gıpta etti. Yemekten sonra emniyeti arayıp öğleden sonra işe dönmeyeceğini bildirdi. Sonra beraberce Wallander’in evine doğru yola koyuldular. Atkins’in köpeklere çok düşkün olduğu ortaya çıktı. Jussi ile kısa zamanda birbirlerine kaynaştılar. Jussi’ye tasmasını takıp birlikte uzun bir yürüyüşe çıktılar; açık arazide yürüyüş için ayrılan patika yollarda bazen mola verip, kimi zaman deniz, kimi zaman da engebeli bir kır manzarasını içlerine çekerek seyrediyorlardı. Atkins birden Wallander’e dönüp baktı; dudağını ısırarak, “Håkan öldü mü?” diye sordu.

Wallander onun niyetini biliyordu. Atkins sorusunu Wallander’in baştan savma veya tam gerçekleri yansıtmayan bir cevabın arkasında saklayamayacağı şekilde sormuştu. Açık ve kesin bir yanıt istiyordu. Gemisinin kaybolup kaybolmadığını bilmek isteyen bir denizaltı komutanı gibiydi.

“Bilmiyoruz. Hiçbir iz bırakmadan kayboldu.”

Atkins bir süre onu süzdü, sonra ağır ağır başını salladı. Yürümeye devam ettiler ve yarım saat kadar sonra da eve döndüler. Wallander kahve yaptı. Birlikte mutfaktaki masada oturdular.

“Bana Håkan ile aranızda geçen son telefon görüşmesinden bahsetmiştiniz,” dedi Wallander. “Görüştüğü kişi neden bahsettiğini bilmiyor olsa neden bir sonuca vardığını söylemiş olsun?”

“Bazen insanlar kendi aklından geçenlerin karşısındaki tarafından bilindiğini sanır,” dedi Atkins. “Belki de Håkan onun neyi kastettiğini bildiğimi sanıyordu.”

“Pek çok kere görüşmüş olmalısınız. Sürekli gündeme gelen belli bir konu var mıydı? Bahsettiğiniz pek çok şeyin yanında, daha önemli olan?”

Wallander sorularını hazırlamamıştı. Sanki sorulması kaçınılmazmış gibi sorular kendiliğinden ağzından dökülüyordu.

“Aşağı yukarı aynı yaşlardaydık,” dedi Atkins. “İkimiz de Soğuk Savaş dönemi çocuklarıydık. Ruslar Sputnik’i fırlattıklarında ben daha yirmi üç yaşındaydım. Korkudan neredeyse ölecektim, onu bizim üstümüze yönlendirmelerinden korkuyordum. Håkan da bana benzer şekilde hissettiğini söylemişti bir keresinde ama daha masumca, tüyleri diken diken eden türden değildi onun düşünceleri: Ruslar oradaydı ama bana göründükleri kadar canavarca görünmüyorlardı Håkan’a. O zamanlar bizler her şeyden etkilenirdik. NATO üyesi olmadıklarına Håkan’ın canının sıkıldığını hatırlıyorum. Bunun feci şekilde yanlış bir karar olduğunu düşünüyordu. Ona göre tarafsız bir siyaset izlemek sadece yanlış ve tehlikeli değil aynı zamanda hipokrasinin de ta kendisiydi. Bizler onlarla aynı taraftaydık. Siyasetçiler neyi savunursa savunsun, İsveç sahipsiz bir ülke değildi. Wennerström’ün maskesi düşürülüp gerçek kişiliği ortaya çıktığında Håkan beni aramıştı; o günü hâlâ dün gibi hatırlıyorum. 1963 Haziran’ı idi. Pasifik Okyanus’una yollanmak üzere olan bir denizaltıda ikinci kaptandım. Wernerström’ün vatan hainliğiyle suçlanıp Ruslar lehine casusluk yapıyor olması gerçeğine içerlemiş değildi. Buna bayram etmişti! Håkan, sonunda İsveçlilerin ortada neler döndüğünü anlayacaklarını düşünüyordu. Ruslar, İsveç savunma sisteminin tamamına sızmışlardı. Nereye baksanız taraf değiştirmiş bir ajan görüyordunuz ve Ruslar bir gün ülkesine girip işgal ettiği zaman, İsveç’i kurtaracak tek şey NATO üyeliği olacaktı. Bana konuşmamızda sürekli gündeme gelen bir şey olup olmadığını sormuştunuz. Evet, hep siyaset konuşurduk. Buna siyasetçilerin Ruslarla aramızdaki güç dengesini sağlama imkânını nasıl zayıflattığı da dâhildi. İçinde politika konusu geçmeyen tek bir görüşmemizi bile hatırlamıyorum.”

“Madem hep siyasetten konuşuyordunuz,” diye öğrenmek istedi Wallander, “vardığı yargı ne olabilirdi? Daha önce de onu böyle çok sevindiren durumlar olmuş muydu?”

“Hatırladığım kadarıyla yok ama biz birbirimizi neredeyse elli yıldır tanıyoruz. Şimdi unuttuğum pek çok anımız var.”

“Nasıl tanışmıştınız?”

“Bütün önemli tanışmalar nasıl olursa öyle: tamamıyla tesadüf eseri.”

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
12+
Litres'teki yayın tarihi:
30 haziran 2023
ISBN:
978-625-99813-1-4
Tercüman:
Editör:
Telif hakkı:
Ayrıksı Kitap