Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Huzursuz Adam», sayfa 5

Yazı tipi:

6

1970 sonlarında Mona ile beraber Stockholm’e bir yolculuk yapmışlardı. Söder bölgesinde Maritime Oteli’nde kaldıklarını hatırlıyordu; oteli aramış ve birlikte iki geceliğine bir oda tutmuşlardı. Wallander trenden inince otele kadar metroyla mı yoksa taksiyle mi gitsin karar veremedi. Sonunda ağır çantası omuzunda asılı yürümeye başladı. Hava hâlâ soğuktu ama güneş vardı ve ufukta hiç yağmur bulutu yoktu.

Eski Şehir Merkezi’nden yürüyerek geçerken Mona ile yaptıkları bu yolculuğu düşündü. Fikir karısından çıkmıştı. Mona başkente hiç gitmediğini fark etmiş ve böylesi bir ayıbı telafi etmek için en ideal zaman olduğunu düşünmüştü. Orada dört gün kalmışlardı. O yıllar Mona’nın okula yeniden dönüş yaptığı sıralardı, dolayısıyla ne bir geliri vardı ne de ücretli izni. Linda’ya birkaç gün bakmaları için onun bir sınıf arkadaşını ayarlamışlardı; kızı o sonbaharda üçüncü sınıfa geçecekti. Yanlış hatırlamıyorsa ağustos başıydı. Sıcak günlerdi; baskı dolu sıcağı takiben hava bir ara gök gürültülü bir fırtına yapmış, bu hava değişimi de onları dışarı çıkıp parkta yürüyüş yapmaya, ağaç gölgelerinin verdiği serinliğin tadını çıkarmaya teşvik etmişti. Wallander Slussen’e yaklaşırken, üstünden neredeyse otuz yıl geçmiş, diye düşündü ve otele doğru yokuşu tırmanmaya başladı. Otuz yıl. Koca bir jenerasyon; ve işte yine buradayım. Ama bu kez tek başıma.

Lobiye girince içeriyi tanıyamadı. Gerçekten de bu otelde mi kalmışlardı? İçine dolan ani huzursuzluk hissinden silkinip kurtuldu, geçmişi düşünmeyi bıraktı ve asansöre binip birinci kattaki odasına çıktı. Yatağın üst örtüsünü açıp uzandı. Yorucu bir seyahat olmuştu: Çevresi çığlık çığlığa bağrışan bir sürü çocukla dolu bir yolculuk yapmıştı ve daha da kötüsü, sonradan Alvesta’da bir grup sarhoş genç de binmişti trene. Gözlerini kapayıp uyumaya çalıştı. İrkilerek uyandığında saati kontrol edince topu topu on dakika uyumuş olduğunu gördü. Ayağa kalkıp pencereye gitti. Håkan von Enke’ye ne olmuştu? Bu yapbozun bütün parçalarını bir araya getirmeye çalışsa, yani Linda’dan duyduklarıyla kendi tecrübesi sayesinde bildiklerini birleştirse ne sonuç elde ederdi? Çözümün başı bile yoktu daha elinde.

O akşam Louise’lerin evine saat yedide gidecekti. Tekrar yürümeye karar verdi. Kraliyet Sarayı’nın önünden geçerken durdu. Buraya Mona ile gelmişlerdi, buna emindi. Köprünün üstünde şu anda durduğu yerde durmuşlar ve ikisi de ayaklarına kara sular indiğini kabul etmişti. Bu anı hafızasında o kadar tazeydi ki konuşmaları bile hâlâ kulaklarında çınlıyordu. Bazen evliliklerinin nasıl çöktüğünü düşünüp hüzünlendiği oluyordu. Şu an onlardan biriydi. Aşağıda döne döne akan suya baktı ve çok özlediğini fark ettiği geçmiş günleri giderek daha fazla hatırlamaya başladığı bir döneme girdiğini düşündü.

Louise von Enke, seramik çaydanlıkta çay hazırlamıştı. Gözle görünür biçimde uykusuz olduğu belliydi ama buna rağmen hayranlık duyulacak kadar kontrollüydü. Salonun duvarları von Enke ailesine ait portrelerle, donuk renkli, çeşitli savaş manzaraları olan yağlı boya tablolarıyla süslüydü. Kadın resimlere baktığını fark etti.

“Håkan ailedeki ilk denizciydi. Babası, büyükbabası, büyük-büyükbabası hep karacıydılar. Amcalarından biri Kral Oscar’ın nazırıydı, I. Oscar mı II. Oscar mıydı, hatırlamıyorum. Orada, köşede duran kılıç, verdiği hizmet karşılığı XIV. Karl tarafından yine bir başka akrabasına armağan edilmiş. Håkan, adamın işinin krala uygun genç hanımlar bulmak olduğunu söylerdi hep.”

Louise susmuştu. Wallander yanmakta olan şöminenin üstünde duran saatin tik taklarıyla dışarıdaki trafiğin uzaktan uzağa duyulan uğultusunu dinliyordu.

“Ne olduğunu düşünüyorsunuz?”

“Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum.”

“Kaybolduğu gün, garibinize giden bir şey olmuş muydu? Her zamankinden farklı bir davranışı var mıydı?”

“Hayır. Her şey her zamanki gibiydi. Håkan dakikası dakikasına programlı yaşayan biri olmasa da kendine göre bir rutini vardı.”

“Daha önceki günler nasıldı? Geçen hafta?”

“Hastaydı, soğuk almıştı. Bir günlüğüne sabah yürüyüşüne çıkmadı. Hepsi bu.”

“Hiç adına posta geldi mi? Onu telefonla arayan biri oldu mu? Ziyaretine gelen biri?”

“Bir iki defa Sten Nordlander ile konuştu, en yakın arkadaşıdır.”

“Djursholm’deki partide var mıydı arkadaşı?”

“Hayır, o sıralar kendisi uzaklardaydı. Håkan ile Sten aynı denizaltında çalışırken tanışmışlar. Håkan komutanmış, Sten de baş mühendis. Altmışlı yılların sonu olmalı.”

“Håkan’ın kaybolmasına o ne diyor?”

“Sten de herkes gibi endişeli. Onun da aklına bir sebep gelmiyor. Hazır siz buradayken isterseniz görüşmekten memnun olacağını söyledi.”

Louise, Wallander’in karşısında kanepede oturuyordu. Akşam güneşi birden kadının yüzünü aydınlatınca kadın gölgeye kaydı. Wallander onun, güzelliğini sadelik maskesi arkasında saklamayı seven kadınlardan olduğunu düşündü. Sanki kadın onun aklından geçenleri okumuş gibi çekimser bir tavırla bakıp gülümsedi. Wallander not defterini çıkarıp Sten Nordlander’in telefon numarasını kaydetti. Kadının numarayı ezbere bildiğini fark etmişti, cep numarasını da.

Yaklaşık bir saat kadar konuştular ama sohbetleri Wallander’e bilmediği yeni bir şey katmamıştı. Sonra kadın ona kocasının çalışma odasını gösterdi. Wallander masa lambasını inceledi.

“Demek bütün gece açık bıraktığı lamba bu.”

“Size bunu kim söyledi?”

“Linda bahsetmişti. Bu lamba ve diğerleri.”

Kadın yanıt verirken kalın perdeleri çekmeye başladı. Wallander hafif bir tütün kokusu aldı.

Koyu renkli ağır perdelerden birinin üstünde gördüğü tozu silkelerken, “Karanlıktan korkardı,” dedi kadın. “Bundan da utanırdı. Herhâlde denizaltında görev yaptığı sıralar başladı ama gerçek korkusu çok sonraları ortaya çıktı, denize açılmayı bıraktıktan çok daha sonra. Ona bunu hiç kimseye söylemeyeceğime söz vermiştim.”

“Ama oğlunuz biliyor? O da bundan Linda’ya bahsediyor…”

“Hans’a bunu Håkan söylemiş olmalı, benim haberim olmadı.”

Uzakta çalan bir telefon sesi duyuldu.

“Lütfen rahatınıza bakın,” dedi kadın, çift kanatlı yüksek kapıdan çıkıp gözden kaybolurken.

Wallander kendini tıpkı Kristina Magnusson’un arkasından baktığı gibi kadını incelerken buldu. Yazı masasına ait, kızıl kahve ahşap renkli, oturma ve sırt dayama yeri yeşil deri döşemeli koltuğa oturdu. Bakışlarını ağır ağır odada gezdirdi. Masanın üstündeki lambayı açtı. Düğmenin çevresi tozluydu. Wallander parmağını parlak maun masa yüzeyinde gezdirdi, sonra uzanıp günlük not defterini kaldırdı. Rydberg’in yanında staj yaptığı günlerden edindiği bir alışkanlıktı bu. Ne zaman mekânda yazı masası olan bir cinayet mahalline gelseler, Rydberg’in ilk yaptığı şey bu olurdu. Tabii altından bir şey çıkmazdı ama Rydberg gizli bir şey açıklıyormuş edasıyla, bazen boş bir yerin bile önemli bir ipucu olabileceğini söylemişti.

Masanın üstünde birkaç kalemle kurşun kalem vardı, bir büyüteç, kuğu biçiminde seramik bir vazo, küçük bir kaya parçası ve bir kutu dolusu raptiye. Hepsi bu kadardı. Koltuğun üstünde yavaş yavaş dönüp gözlerini odada gezdirdi. Duvarlarda çerçeveler içinde fotoğraflar vardı, denizaltı ve başka gemilerin resimleri, mezun olduklarında İsveçlilerin giydikleri beyaz kep giyme töreni, Håkan’ın resmî üniformalı hâli, düğün günü şeref kıtasının kılıçlarının altından Louise ile birlikte geçişleri, hemen hemen hepsi üniformalı olgun yaştaki insanların fotoğrafları. Duvarlardan birinde bir de tablo vardı. Wallander daha yakından incelemek için yanına gitti. Trafalgar Savaşı’nın romantik bir tasviriydi: Nelson4 ölüyordu; bir topa yaslanmış, çevresi dizleri üstüne çökmüş denizcilerle çevriliydi, hepsi ağlıyordu. Bu tablo Wallander’i şaşırtmıştı. Zevkli döşenmiş bir evde görmeyi beklemediği basitlikte bir parçaydı. Håkan bunu neden asmıştı ki? Wallander resmi dikkatle yerinden çıkardı, çevirip arkasını inceledi. Hiçbir şey yazmıyordu. Odayı tamamen araştırmak için çok geç oldu, diye düşündü. Saat neredeyse sekiz buçuk olmuştu ve bu iş birkaç saat alırdı. Yarın sabah başlamak daha mantıklıydı. Birbirine açılan iki salondan birine geri döndü. Louise de mutfaktan çıkıp geldi. Wallander hafiften alkol kokusu aldığını sandı ama emin değildi. Wallander’in ertesi gün saat dokuzda gelmesi konusunda anlaştılar. Holde ceketini giydi ve gitmeye hazırlandı ama birden aklına bir şey gelmişti.

“Yorgun görünüyorsunuz,” dedi kadına. “Uyuyabiliyor musunuz?

“Bir iki saat dalabiliyorum. Neler olup bittiğini bilmezken nasıl iyi bir uyku çekebilirim?”

“Bu gece burada kalmamı ister misiniz?”

“Bunu düşünmeniz büyük incelik ama gerekli değil. Yalnız kalmaya alışığım. Unutmayın, bir denizci karısıyım.”

Wallander oteline kadar yürüdü; yolda pahalı görünmeyen bir İtalyan restoranında durup yemek yedi. Yemek de dış görünüşünü destekler nitelikteydi. Uykusuz bir gece geçirmeyi göze alamadığı için uyku haplarından birini ortadan kırıp içti. Hayatta sevdiği birkaç şeyden geriye kalan bir zevk işte buydu ne yazık ki: beyaz şişenin kapağını çevirmek suretiyle uykuya gelmesi için işaret göndermek.

* * *

Ertesi günkü ziyareti de dün akşamki gibi başlamıştı: Louise’in ona bir fincan çay ikramıyla. Kadının bütün gece gözünü kırpmadığı yüzünden belliydi.

İletmesi için bir mesaj bırakılmıştı: Von Enke’nin kayboluşuyla ilgili soruşturmadan sorumlu Başkomiser Ytterberg’den. Acaba Wallander kendisini arayabilir miydi? Louise, Wallander’e bir telsiz telefon uzattı, sonra ayağa kalkıp mutfağa gitti. Wallander onun yansımasını duvardaki aynadan görebiliyordu. Kadın mutfağın orta yerinde hareketsiz duruyordu, sırtı kendisine dönüktü.

Ytterberg belirgin bir kuzeyli aksanıyla konuşuyordu.

“Artık geniş çaplı bir soruşturma bu,” diye başladı. “Başına bir şey geldiğine eminiz. Eşinin sözlerinden anladığım kadarıyla siz de orada onun evraklarını gözden geçireceksiniz.”

“Siz bunu çoktan yapmadınız mı?”

“Eşi yapmıştı bunu ve bir şey bulamadı. Sanırım bir de sizin kontrol etmenizi istiyor.”

“Herhangi bir ipucu buldunuz mu? Onu gören birileri olmuş mu?”

“Sadece kendisini Lill-Jansskogen’de gördüğünü iddia eden bir görgü tanığı ama güvenilir değil. Hepsi bu.”

Bir suskunluk olmuştu. Wallander Ytterberg’in birisine şimdi gidip daha sonra gelmesini söylediğini duydu.

Konuşmaya tekrar başladıklarında, “Buna hiç alışamayacağım,” dedi Ytterberg. “İnsanlar sanki kapı vurma denen şeyi unutmuş, içeri dalıveriyorlar.”

“Çok yakında bir gün, emniyet müdürü bize de çalışmada verimliliği artırmak için hepimizin bir arada, açık plan ofis tarzı şeklinde oturmamız gerektiğini söyleyecek,” dedi Wallander. “Birbirimizin şahitlerinin söylediklerini dinleyebilecek ve başkalarının soruşturmalarına yardım edebileceğiz.”

Ytterberg bu sözlere keyifle güldü. Wallander, Stockholm polis teşkilatında kendine mükemmel bir bağlantı bulduğunu düşünüyordu.

“Bir şey daha,” dedi Ytterberg. “Emekli olmadan önce Håkan von Enke üst rütbeli bir deniz subayıymış. Dolayısıyla Säpo5’dakiler bu işe burunlarını sokacaklardır. Bizim güvenlik servisindeki arkadaşlar bir casus yakalayabilme ihtimaline karşı hep tetiktedirler.”

Wallander şaşırmıştı.

“Yani von Enke’den şüphenildiğini mi söylemeye çalışıyorsunuz?”

“Tabii ki hayır. Ama seneye bütçe görüşmeleri başlayınca ellerinde çalıştıklarını gösterecek bir şeyler olması lazım.”

Wallander mutfaktan biraz uzaklaştı.

“İkimizin arasında kalsın ama,” dedi alçak sesle, “siz neler olduğunu düşünüyorsunuz? Eldeki bütün gerçekleri unutun, tecrübeleriniz size ne diyor?”

“Durum oldukça ciddiye benziyor. Ormanda saldırıya uğrayıp kaçırılmış olmalı. Şu anda en olası şey olarak düşündüğüm bu.”

Ytterberg telefonu kapatmadan önce Wallander’den cep numarasını istedi. Wallander çayını içmek için yeniden salona döndü, bir yandan da kahveyi tercih edeceğini düşünüyordu. Louise mutfaktan gelmiş soran gözlerle ona bakıyordu. Wallander başını iki yana salladı.

“Yeni bir şey yok. Ama kayboluşunu oldukça ciddiye alıyorlar.”

Kadın kanepenin yanında ayakta dikilmeye devam etti.

“Öldüğünü biliyorum,” dedi, durup dururken. “Şu ana kadar en kötüsünü düşünmeyi hep reddettim ama artık daha fazla engelleyemiyorum.”

“Bu yargıya varabilmenizin temelleri olmalı,” dedi Wallander dikkatle. “Şu anda böyle düşünmenize neden olacak sebepler var mı?”

“Onunla kırk yıldır yaşıyorum,” dedi. “Bana böyle bir şeyi bilerek asla yapmazdı. Ne bana ne de aileden bir başkasına.”

Kadın aceleyle salondan çıktı. Wallander yatak odası kapısının kapandığını duydu. Bir süre bekledi, sonra ayağa kalkıp parmaklarının ucunda hole çıkıp dışarısını oradan dinledi. Kadının ağladığını duyabiliyordu. Gerçekte pek duygusal tiplerden sayılmasa da boğazının düğümlendiğini hissetti. Çayının geri kalanını bitirdi, ardından dün gece gidip baktığı, von Enke’nin çalışma odasına geçti. Perdeler hâlâ çekiliydi, onları açtı ve ışığın içeri girmesini sağladı. Sonra yazı masasını araştırmaya başladı, birer birer bütün çekmeceleri. Hepsi çok düzgündü, her şeyin bir yeri vardı. Gözlerden birinde eski pipolar, pipo temizleme gereçleri ve toz bezine benzer bir şey duruyordu. Dikkatini yazı masasının diğer çekmeceli dolabına çevirdi. İçindeki her şey güzelce dosyalanmıştı: Eski okul karneleri, sertifikalar ve bir pilot lisansı. 1958 Mart’ında Håkan von Enke, Bromma Havaalanı’n-da, tek motorlu uçak kullanma izni veren bir sınavdan geçmişti. Demek ömrünü denizin diplerinde harcamamış, diye düşündü Wallander. Sadece balıkları değil, kuşları da taklit etmiş anlaşılan.

Wallander, von Enke’nin Norra Latin Ortaokulu’ndan aldığı karneleri eline aldı. Tarih ile İsveççeden en yüksek notları almıştı ve de coğrafyadan ama Almanca ile din derslerinden sadece geçer not alabilmişti. Diğer çekmecede bir fotoğraf makinesiyle bir çift kulaklık vardı. Leica’nın eski bir modeli olan kamerayı daha yakından inceleyince içinde hâlâ film olduğunu gördü. Ya on iki poz çekilmişti ya da on iki pozluk yer hâlâ vardı. Makineyi yazı masasının üstüne bıraktı. Kulaklıklar da eskiydi. Wallander onların belki elli yıl önce en iyi kalite kulaklıklar olduklarını tahmin etti. Acaba von Enke bunları neden hâlâ elinde tutuyordu? En alttaki çekmecede içi renkli resimler ve konuşma baloncuklarıyla Son Mohikan hikâyesinin bir çizgi romanı vardı sadece. Çizgi roman çok okunmaktan Wallander’in elinde dağıldı dağılacak hâldeydi. Bir ara Rydberg’in kendisine söylediği bir şey aklına geldi: Her zaman diğerleriyle bağdaşmayan şeyi ara. 1962 basımı klasik bir çizgi roman Håkan von Enke’nin dolabının en alt çekmecesinde ne arıyordu?

Louise’in yaklaştığını duymamış, kadın birdenbire kapının girişinde belirivermişti. Yaşadığı duygu boşalmasının bütün izleri gitmiş, yüzü yeni pudralanmıştı. Elindeki çizgi romanı havaya kaldırdı.

“Bunu neden tutuyordu?”

“Sanırım ona bir arkadaşı tarafından özel bir günde verilmişti. Bana ayrıntılarını hiç anlatmadı.”

Kadın onu yine kendi işiyle baş başa bırakmıştı. Wallander kalan son büyük çekmeceyi açtı: Bel hizasında, kaide görevi gören yanlardaki iki büyük dolabın arasında kalan orta çekmeceyi. Bunun içindekiler düzenli olmaktan çok uzaktı. Mektuplar, fotoğraflar, eski uçak biletleri, bir doktor raporu, birkaç fatura. Neden her şey burada karmakarışıktı da diğer yerler düzgündü? Bu çekmecenin içindekilere şimdilik dokunmamaya karar verip açık bıraktı. İçinden aldığı tek şey doktor raporuydu.

İzini bulmaya çalıştığı adam pek çok kez aşı olmuştu. Daha üç hafta önce sarı humma aşısı olmuştu, ayrıca tetanoz ile sarılık aşısı da yaptırmıştı. Doktor raporuna zımbalanmış sıtmaya karşı ilaç reçeteleri vardı. Wallander’in kaşları çatıldı. Sarı humma mı? İnsanın buna karşı aşı olmasının gerekmesi için nereye yolculuk yapıyor olmalıydı? Bir cevap bulmadan evrakı yeniden çekmeceye bıraktı.

Wallander ayağa kalkıp dikkatini kitaplığa çevirdi. Kitaplara bakılırsa Håkan von Enke, İngiltere tarihi ve yirminci yüzyılda denizcilik alanında yaşanan gelişmelere büyük ilgi duyuyordu. Aralarında genel dünya tarihi ve bir sürü siyasi anı kitabı da vardı. Tage Erlander’in anı kitabının Stig Wennerström’ün otobiyografisinin hemen yanında durduğunu fark etti. Von Enke’nin İsveç şiir edebiyatına da ilgi duyduğunu görünce daha da şaşırdı. Aralarında Wallander’in tanımadığı isimler vardı, bazı şairleri ise biraz biliyordu, örneğin Sonnevi, Tranströmer gibi. Kitapların bir ikisini eline alıp inceleyince okunmuş olduklarını belli eden işaretler gördü. Tranströmer’in kitaplarından birinde, sayfa kenarına birisi notlar almıştı, bir yerine de ‘mükemmel bir şiir’ diye not düşülmüştü. Wallander şiiri okuyunca hak verdi. Çam ormanlarının iç çekişini anlatan bir şiirdi. Ivar Lo-Johansson’un bütün eserleri var gibiydi ve Vilhelm Moberg’in de öyle. Ortadan kaybolan adam hakkında Wallander’in sahip olduğu fikir giderek değişiyor, derinleşiyordu. Komutanın gösterişçi ve sanata ilgi duyduğunu dünyaya ispatlamaya çalışan bir insan olduğu kanısına varmasına neden olacak hiçbir şey yoktu ortada. Wallander böyle tiplerden nefret ederdi.

Kitaplığı bırakıp bu kez uzun dosya dolabına geçti ve çekmeceleri birer birer açmaya başladı. Dosyalar, mektuplar, raporlar, birkaç özel günlük ve “komuta ettiğim türler” diye etiketlenmiş denizaltı çizimleri vardı. Her şey düzgün, yerli yerindeydi, ortadaki o çekmece dışında. Durumda ismini koyamadığı, kendisini huzursuz eden bir şeyler vardı. Tekrar masaya geçip oturdu ve açık duran dosya dolabına bakıp düşünmeye başladı. Odanın bir köşesinde kahverengi deri bir koltuk, bir sehpa ve kırmızı bir abajur duruyordu. Wallander yazı masasındaki koltuktan okuma köşesindeki koltuğa geçti. Sehpanın üstünde iki kitap vardı, ikisi de açıktı. Biri eski bir şeydi, Rachel Carson’ın Silent Spring’i. Wallander bunun Batı uygarlığının ilerleyişinin, yeryüzünün geleceği açısından ileride bir tehdit oluşturacağı konusunda uyarıda bulunan ilk kitaplardan biri olduğunu biliyordu. Diğer kitapsa İsveç’te görülen kelebeklerle ilgiliydi; kısa bilgi aktaran paragraflarla renkli resimlerden oluşan bir kitaptı. Kelebekler ve tehdit altında bir gezegen, diye düşündü Wallander; ve karmakarışık bir masa çekmecesi. Bu birbirinden farklı verilerin birbiriyle nasıl bağdaştığını göremiyordu.

Sonra koltuğun altından bir derginin köşesini fark etti. Eğilip aldı; donanma gemileriyle ilgili İngiliz veya belki Amerikan basımı bir dergiydi. Wallander sayfalarını karıştırmaya başladı. Uçak gemisi Ronald Reagan hakkında yazılmış makalelerden, hâlâ çizim aşamasında olan denizaltı eskizlerine kadar içinde her şey vardı. Wallander dergiyi elinden bırakıp yeniden dosya dolabına baktı. Görmeden bakmak. Rydberg’in kendisine yaptığı bir uyarıydı bu: Gerçekte aradığın bir şeyi fark edememek. Dosya dolabını bir kez daha araştırdı ve çekmecelerden birinde bir toz bezi buldu. Demek burada her şeyi tertemiz tutuyor, diye düşündü Wallander. Kâğıtlardan hiçbirisinde tek bir toz zerreciği bile yok, her şey pırıl pırıl. Tekrar yazı masasının koltuğuna oturup, açık duran, öteki yerlere hiç benzemeyen karman çorman hâldeki yazı masasının gözüne baktı. Dikkatle içindekileri elden geçirmeye başladı ama şaşırtıcı hiçbir şey bulamıyordu. Kendisini tek huzursuz eden şey çekmecenin karışıklığıydı. Acıyan bir parmak gibi rahatsız ediyordu bu durum onu, Håkan von Enke’nin eşyalarını düzenleyiş tarzına uymuyordu. Yoksa kendisine normal gelen şey karışıklıktı da düzeni bozan bu intizam mıydı?

Ayağa kalktı, gidip sıra dışı yükseklikteki dosya dolabının en üstünde elini gezdirdi; bakınca görülemeyen bir yerinde eline bir klasör geldi, alıp aşağı indirdi. Kamboçya’daki siyasi durum üzerine yazılmış bir rapor vardı içinde. Robert Jackson ve Evelyn Harrison tarafından hazırlanmıştı, artık her kimlerse. Wallander raporun ABD Savunma Bakanlığı tarafından gönderilmiş olduğunu görünce şaşırdı. Mart 2008 tarihliydi, henüz yeni yayımlanmıştı. Raporu okuyan her kimse, kendini konuya kaptırdığı belliydi: Bazı cümlelerin altını çizmiş, sayfa kenarına büyük belirgin ünlem işaretleri dolu notlar almıştı. Raporun başlığı, Kamboçya’daki Sorunlar Üzerine, Pol Pot Rejimi’nin Bıraktıkları Hakkında idi.

Tekrar salona geri döndü. Çay fincanları toplanmıştı. Louise pencerelerden birinin yanında durmuş caddeyi seyrediyordu. Wallander hafifçe öksürünce, kadın sanki korkmuş gibi irkilip hızla arkasına döndü ve bu durum Wallander’in aklına Djursholm’deki partide kocasının yaptığı şeyi getirdi; o da aynı tepkiyi vermişti, diye düşündü. Her ikisi de tedirgin, korkuyorlar ve sanki bir tür tehlike içindeler.

Bu soruyu sormayı planlamamıştı ama Djursholm’ü hatırlayınca kendiliğinden ağzından döküldü.

“Bir silahı var mıydı?”

“Hayır. Artık yoktu. Håkan görevli olduğu zamanlarda mutlaka bir tane kullanmıştır. Ama burada evde, hayır, burada hiç silahı olmadı.”

“Bir yazlığınız var mı?”

“Bir yer almaktan hep söz ederdik ama bunu gerçekleştirme imkânı hiç bulamadık. Hans küçükken yaz mevsimini Utö Adası’nda geçirirdik. Son yıllarda ise Riviera’ya gitmeye ve orada bir daire kiralamaya başlamıştık.”

“Silah saklayabileceği başka yerler var mı?”

“Hayır. Neden soruyorsunuz?”

“Belki depo gibi bir yeri olabilir diye. Bu evde tavanarası var mı veya bodrum katı?”

“Eski eşyaları ve çocukluk hatırası olan şeyleri sakladığımız bir oda var bodrumda. Ama orada bir silah olabileceğini sanmıyorum.”

Kadın odadan çıkıp bir anahtarla geri döndü. Wallander onu cebine koydu. Louise ona biraz daha çay isteyip istemediğini sordu ama Wallander istemedi; yerine bir fincan kahve istediğini ise söyleyememişti.

Çalışma odasına geri dönüp Kamboçya ile ilgili raporu karıştırmaya devam etti. Neden bu dosya dolabının en tepesinde duruyordu? Koltuğun yanında ayak dayamak için bir puf vardı. Wallander pufu dosya dolabının önüne çekerek üstünü görmek için parmak uçlarında tepesine çıktı. Klasörü aldığı yer hariç üstü toz kaplıydı. Wallander pufu yerine itti ve dikilip çevreyi süzmeye devam etti. Birdenbire dikkatini neyin çektiğini kavrayıverdi. Sanki bazı evraklar kayıp gibiydi, özellikle dosya dolabında. Emin olmak için bir kez daha gözden geçirdi, hem masanın gözlerini hem de dosya dolabındaki çekmecenin içindekileri. Her yerde, yerinden alınmış evrakların izine rastlıyordu. Bunu Håkan’ın kendisi yapmış olabilir miydi? Bu mümkündü veya Louise de yapmış olabilirdi.

Wallander salona yine geri döndü. Louise oldukça eskiymiş gibi görünen bir sandalyede oturmuş, gözlerini ellerine dikmişti. Wallander’in geldiğini görünce ayağa kalkıp ona tekrar bir fincan çay isteyip istemediğini sordu. Wallander bu kez kabul etti. Sonra kadının çayı koyması bitene kadar bekledi; kendisine de bir tane doldurmadığını fark etmişti.

“Bir şey bulamadım,” dedi Wallander. “Acaba evraklarını biri elden geçirmiş olabilir mi?”

Kadın soran gözlerle kendisine baktı. Yüzü yorgunluktan neredeyse gri bir renk almıştı.

“Onları ben inceledim elbette. Ama başka kim yapmış olabilir?”

“Bilmiyorum, ama sanki bazı kâğıtlar eksikmiş gibi gözüküyor, sanki bütün düzenli ve tertemiz dosyaların düzeni bozulmuş gibi. Yanılıyor da olabilirim.”

“Kaybolduğu günden beri onun çalışma odasına giren olmadı. Benim dışımda, tabii.”

“Bunu daha önce de konuştuğumuzu biliyorum ama bir daha sorayım: Çok titiz bir insan mıydı?”

“Düzensizlikten nefret ederdi.”

“Ama kılı kırk yaran tiplerden olmadığını söylediğinizi de hatırlıyorum.”

“Yemeğe misafirlerimiz olduğu zaman bana sofrayı kurmakta hep yardım ederdi. Çatal bıçaklarla kadehlerin her zaman olması gerektiği yerde durup durmadıklarını kontrol ederdi fakat bunun için de cetvel kullanmazdı. Bu, sorunuzu cevaplıyor mu?”

“Kesinlikle cevaplıyor,” dedi Wallander kibarca.

Sonra çayını içti ve ardından ailenin depo olarak kullandığı odaya bakmak için bodrum katına indi. Burada birkaç eski valiz, salıncaklı oyuncak at, sadece Hans tarafından olmayıp farklı jenerasyonlarca kullanılmış ve sonunda plastik kutulara yerleştirilmiş oyuncaklar vardı. Duvara kayaklar dayanmıştı ve bir de fotoğraf negatifleri basmak için parçalarına ayrılmış bir makine vardı.

Wallander yavaşça oyuncak atın üstüne oturdu. Biraz düşünce, birkaç gün önce üstüne saldıran gençler gibi aklına bir fikir hücum etti: Håkan von Enke ölmüştü. Başka mümkün bir açıklaması yoktu. Ölmüştü.

Bunu idrak etmek kendisini sadece üzmemiş, aynı zamanda rahatsız da etmişti.

Håkan von Enke bana bir şeyler söylemeye çalışıyordu, diye düşündü. Ama ne yazık ki o gün Djursholm’deki o sığınakta ben bunun ne olduğunu anlayamadım.

4.Ç. N. Amiral Vikont Lord Nelson.
5.Ç. N. Säkerhetspolisen. İsveç Gizli Polisi.
₺65,92

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
12+
Litres'teki yayın tarihi:
30 haziran 2023
ISBN:
978-625-99813-1-4
Tercüman:
Editör:
Telif hakkı:
Ayrıksı Kitap
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre