Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Yanlış Yol», sayfa 4

Yazı tipi:

5

Wallander arabasına binip evine doğru giderken eğer mantıklı düşünmek istiyorsa mutlaka yatıp dinlenmesi gerektiğini düşünüyordu. Yaşlı çiftçinin ölümünden ne kendisi ne de başka birisi sorumluydu. Sorumlu tutulacak biri varsa o da kolza tarlasında yangın çıkararak hem kendi hem de Salomonsson’un ölümüne neden olan genç kızdı. Tüm bu olaylar Wallander’i oldukça tedirgin ediyordu. Oturma odasındaki telefonu fişten çekerek kanepeye uzandı. Ne var ki bir türlü uyuyamadı. Yarım saat sonra da uyumaktan vazgeçti. Telefonu fişe takarak ahizeyi kaldırdı ve Stockholm’e, Linda’ya telefon etti. Telefonun yanındaki kâğıtta üstü çizilmiş bir sürü telefon numarası vardı. Linda bir yerde uzun süre kalmadığı için telefon numarası sürekli değişirdi. Telefon karşı tarafta uzun uzun çaldı ama açılmadı. Wallander bu kez kız kardeşini aradı. Telefon birinci çalıştan hemen sonra açıldı. Birbirleriyle öyle sıklıkla görüşmezlerdi, görüştüklerindeyse konuştukları tek konu babalarıydı. Wallander bazen babaları öldüğünde kız kardeşiyle olan bu telefon ilişkisinin de sona ereceğini düşünürdü.

Yanıtlarla aslında ikisi de ilgilenmeden karşılıklı bir iki kibar cümle söylediler.

“Aramışsın,” dedi Wallander.

“Babamı merak ediyorum,” diye karşılık verdi kız kardeşi.

“Bir şey mi oldu? Hasta mı?”

“Bilmiyorum. Onu en son ne zaman gördün?”

Wallander hatırlamaya çalıştı.

“Bir hafta önce,” dedi yüreğindeki suçluluk duygusunu bastırmaya çalışarak.

“Onu daha sık görme olasılığın yok mu?”

Wallander kendini savunma ihtiyacı duydu.

“Deliler gibi çalışıyorum. İşler çok yoğun. Elimizde yeterli eleman yok. Elimden geldiğince sık görmeye gidiyorum onu.”

Kız kardeşinin suskunluğu az önce söylediklerine inanmadığını gösterir gibiydi.

“Dün Gertrud’la konuştum,” dedi kız kardeşi, Wallander’in az önce söylediklerinin üstünde durmayarak. “Babamın nasıl olduğunu sorduğumda sanki bana baştan savma bir yanıt verdi gibi geldi.”

“Neden böyle yapsın ki?” diye sordu Wallander şaşkınlıkla.

“Bilmiyorum. Bu yüzden seni aradım ya.”

“Bir hafta önce yine her zamanki gibiydi,” dedi Wallander. “Acelem olduğu ve yanında daha fazla kalamadığım için bana ateş püskürdü. Ama orada olduğum süre boyunca da resim yapmayı sürdürerek sanki benimle konuşacak zamanı yokmuş gibi davrandı. Gertrud her zamanki gibi yaşantısından hoşnuttu. Ama babama nasıl dayandığını doğrusu anlayamıyorum.”

“Gertrud ondan çok hoşlanıyor,” dedi kız kardeşi. “Aşk söz konusu olunca insanlar birçok şeye dayanabiliyor.”

Wallander bu konuşmayı bir an önce bitirmek istiyordu. Kız kardeşi yaşlandıkça ona annelerini hatırlatıyordu. Wallander’in annesiyle hiçbir zaman iyi bir ilişkisi olmamıştı. Çocukluk ve delikanlılık yıllarında annesiyle kız kardeşi birlik olmuş ve babasıyla kendisine cephe almıştı. Aile gözle görünmez iki kampa ayrılmıştı. Wallander o günlerden beri babasına çok yakındı. On sekiz yaşına gelmeden kısa bir süre önce polis olmaya karar vermiş, bu da babasıyla olan ilişkisini olumsuz etkilemeye başlamıştı. Babası oğlunun verdiği bu kararı hiçbir zaman benimsememişti. Ama oğluna, seçtiği bu mesleğe neden karşı çıktığını ya da hangi mesleği seçmesi gerektiğini de açıklamamıştı. Wallander eğitimini tamamladıktan ve Malmö’de devriye polisi olarak göreve başladıktan sonra ilişkilerinde açılan yarık büyümeye başlamıştı. Birkaç yıl sonra da annesinin kanser olduğu ortaya çıkmıştı. Hastalık hızla ilerlemişti. Ocak ayında annesine kanser teşhisi konulmuş, mayıs ayında da ölmüştü. Kız kardeşi Kristina o yaz evden ayrılıp L.M. Ericsson adındaki bir firmada çalışmak üzere Stockholm‘e taşınmıştı. Orada evlenmiş, boşanmış ve sonra bir kez daha evlenmişti. Wallander kız kardeşinin ilk kocasıyla tanışmıştı ama şimdiki kocasını hiç görmemişti. Linda’nın halasını Kärrtorp’taki evlerinde bir iki kez ziyaret ettiğini biliyordu ama kızının anlattıklarından bu ziyaretlerin pek de iyi geçmediği izlenimine kapılmıştı. Wallander ilişkilerindeki eski soğukluğun hâlâ sürdüğünü hissediyordu. Babası ölünce bu soğukluk daha da artacaktı.

“Bu akşam onu görmeye gideceğim,” dedi Wallander salonun ortasında yerde duran kirli çamaşırlarını düşünerek.

“Dönüşte beni ararsan sevinirim,” dedi Kristina.

Wallander arayacağına söz verdi.

Sonra da Riga’ya telefon etti. Telefon açıldığında Baiba’nın sesini duyacağını sanmıştı. Sonra telefona yanıt verenin İsveççe bilmeyen Baiba’nın Litvanyalı ev sahibi olduğunu fark etti. Hiç konuşmadan telefonu kapattı. Telefon kapanır kapanmaz çalınca birden boş bulunup korkuyla sıçradı.

Ahizeyi kaldırınca Martinson’un sesini duydu.

“Umarım, seni rahatsız etmiyorumdur,” dedi Martinson.

“Gömleğimi değiştirmek için eve gelmiştim.” Wallander evde oluşuna ilişkin neden her zaman bir bahane bulmak zorunda hissettiğini anlayamıyordu. “Bir şey mi oldu?”

“Kayıp insanlara ilişkin birkaç telefon geldi,” dedi Martinson. “Gelen bilgilerle Ann-Britt ilgileniyor.”

“Doğrusunu istersen ben bilgisayarda neler bulduğunu daha çok merak ediyorum.”

“Tüm sabah programı yükledik,” diye karşılık verdi Martinson sıkıntılı bir sesle. “Az önce Stockholm’ü aradım. Sistemin bir saat içerisinde çalışacağını söylediler. Ama adamın sesi bana bunun mümkün olamayacağını söylüyor gibiydi.”

“Acelemiz yok,” dedi Wallander. “Bekleyebiliriz.”

“Malmö’lü doktor aradı,” diye sürdürdü konuşmasını Martinson. “Kadın doktor. Adı Malmström. Senden telefon bekliyor.”

“Neden seninle konuşmadı?”

“Seninle konuşmak istedi. Genç kız ölmeden önce onu en son sen gördüğün için galiba seninle konuşmak istiyor.”

Wallander bir kalem alarak doktorun telefon numarasını yazdı.

“Bugün olay yerine gittim,” dedi Wallander. “Nyberg kan ter içinde çamurların arasında çalışıyordu. Polis köpeklerini bekliyordu.”

“Kendisi de polis köpeği gibidir,” dedi Martinson, Nyberg‘den hoşlanmadığını gizlemeye bile gerek görmüyordu.

“Hırçın ve aksi olabilir ama işini de çok iyi bilir.”

Tam telefonu kapatmak üzereyken birden aklına Salomonsson geldi.

“Çiftçi ölmüş.”

“Kim?”

“Dün mutfağında kahve içtiğimiz adam. Kalp krizi geçirip öldü.”

Telefonu kapattıktan sonra Wallander mutfağa giderek bir bardak su içti. Uzunca bir süre hiçbir şey yapmadan mutfak masasında oturdu. Malmö’ye telefon ettiğinde saat iki olmuştu. Malmström adındaki doktorun telefona gelmesini bekledi. Doktorun ses tonundan çok genç biri olduğunu anlamıştı. Wallander kendisini tanıttıktan sonra hemen arayamadığı için doktordan özür diledi.

“Genç kızın kendini neden öldürdüğüne ilişkin yeni bir bilgi var mı elinizde?” diye sordu doktor.

“Hayır.”

“O zaman otopsi yapmamıza gerek yok,” diye karşılık verdi doktor. “Bu, işleri daha da kolaylaştırır. Kurşunlu benzin kullanarak kendini yakmış.”

Wallander midesinin bulandığını hissetti. Genç kızın yanıp kül olmuş bedenini doktorun hemen yanındaymış gibi düşününce bulantısı daha da arttı.

“Kızın kim olduğunu bilmiyoruz,” dedi. “Hakkında net bir şey çıkarabilmemiz için onunla ilgili her şeyi öğrenmemiz gerekiyor.”

“Yanmış bir cesette bu sanıldığı kadar kolay değil,” dedi doktor sıradan bir sesle. “Kızın tüm derisi yanmış. Diş inceleme sonuçları henüz hazır değil. Ama dişleri sağlammış. Dolgu falan yoktu. Boyu bir metre altmış üç santim, bedeninde tek bir kırık kemik de yoktu.”

“Yaşını öğrenmem gerek. Bence bu en önemli unsurlardan biri.”

“Bunu öğrenmemiz birkaç gün daha sürebilir. Dişlerinden öğreneceğiz.”

“Bir tahmin yapabilir misiniz?”

“Yapmamayı yeğlerim.”

“Ben onu yirmi beş metre uzaktan gördüm,” dedi Wallander. “Bana kalırsa on yedi yaşındaydı. Yoksa yanılıyor muyum?”

Kadın doktor karşılık vermeden bir an düşündü.

“Tahminde bulunmaktan hoşlanmam,” dedi sonunda. “Ama bana sorarsanız daha gençti.”

“Neden?”

“Bunu tam olarak öğrendiğimde size de söylerim. Ama on beş yaşında çıkarsa sakın şaşırmayın.”

“On beş yaşında bir çocuk neden kendini yakmak istesin?” dedi Wallander. “Buna inanmakta zorlanıyorum.”

“Kendisini paramparça eden yedi yaşındaki bir kızın parçalarını daha geçen hafta bir araya getirmek zorunda kaldım,” diye karşılık verdi doktor. “Küçük kız her şeyi planlamış. Kendisinden başka kimseye zarar vermemek için özen göstermişti. Doğru dürüst yazamadığından da veda mektubu olarak bir resim çizmişti. Ayrıca dört yaşındaki bir oğlan çocuğunun babasından çok korktuğu için gözlerini oymaya çalıştığını duydum.”

“İnanılır gibi değil,” dedi Wallander. “Bu tür şeyler burada, İsveç’te olmaz sanırdım.”

“Ne yazık ki bu anlattıklarımın tümü de burada oldu. İsveç’te. Evrenin ortasında. Hem de bu güzel yaz günlerinde.”

Wallander gözlerinin yaşardığını fark etti.

“Kızın kim olduğunu öğrenemezseniz onu burada gömeriz,” diye sürdürdü sözlerini doktor.

“Bir şey sormak istiyorum,” dedi Wallander. “İnsanın kendisini yakması çok acı verici bir şey olmalı, değil mi?”

“İnsanlar bunun böyle olduğunu yüzyıllardan beri biliyor,” diye karşılık verdi doktor. “İşte bu yüzden de en kötü ceza ya da işkence unsuru olarak ateşi kullandılar. Jeanne d’Arc’ı yaktılar, büyücüleri yaktılar. Bu acının ne denli korkunç olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Ayrıca umduğunuz kadar çabuk da bilincinizi yitirmezsiniz. Alevlerin arasından kaçma içgüdüsü, acıdan kaçma isteğinden çok daha fazladır. İşte bu yüzden de bilincinizi yitirmemek için zorlarsınız kendinizi. Sonra da sınıra gelirsiniz. Yanan sinirler bir süre için uyuşur. Bedenlerinin yüzde doksanı yanan kişilerin kısa bir süre acı hissetmediklerine ilişkin birçok örnek vardır. Ama bu uyuşukluk geçmeye başladığında…”

Doktor cümlesini tamamlamadı.

“Bir meşale gibi yandı,” dedi Wallander.

“Artık bunu düşünmemeye çalışın,” dedi doktor. “Ölümün bazen kurtarıcı bir özelliği vardır. Bunu kabul etmek istemesek bile bu böyledir.”

Telefon konuşması bittiğinde Wallander ceketini alıp evden çıktı. Rüzgâr çıkmıştı. Kuzeyden gelen kara bulutlar gökyüzünü kaplamaya başlamıştı. Emniyete giderken araç servis istasyonuna uğrayarak arabasının bakımı için randevu aldı. Emniyete gittiğinde saat üçü biraz geçiyordu. Danışmada durdu. Ebba birkaç gün önce banyoda düşerek elini kırmıştı. Wallander ona nasıl olduğunu sordu.

“Bu olay bana yaşlandığımı hatırlattı,” dedi Ebba.

“Sen asla yaşlanmayacaksın,” diye karşılık verdi Wallander.

“Teşekkür ederim, ama bu doğru değil.”

Wallander odasına giderken bilgisayarda çalışan Martinson’u görünce konuşmak için durdu.

“Yirmi dakika önce çalışmaya başladı. Ben de şimdi bize verilen kayıp listesindekilerden birine uyup uymadığına bakıyordum.”

“Kızın boyunun 1.63 olduğunu da ekle bu bilgilere,” dedi Wallander. “Ve yaşının da on beşle on yedi arasında olduğunu.”

Martinson ona hayretle baktı.

“On beş mi? Böyle bir şey olamaz, değil mi?”

“Doğru olmamasını dilerim. Ama şimdilik bunu bir olasılık olarak değerlendirmeliyiz. Harflere ilişkin çalışmalar nasıl gidiyor?”

“Henüz başlamadım. Ama bu akşam geç saatlere kadar kalıp çalışmayı düşünüyorum.”

“Kimliğini tespit etmeye çalışıyoruz,” diye hatırlatmada bulundu Wallander. “Bir kaçak aramıyoruz.”

“Bu akşam evde kimse yok zaten. Boş bir eve gitmeyi hiç sevmiyorum.”

Wallander, Martinson’un yanından ayrılarak Höglund’un odasının açık kapısından içeri başını uzattı. Ama oda boştu. Acil olayların ve tüm telefonların yanıtlandığı hole geri döndü. Höglund bir polisle oturmuş bir dosyayı inceliyordu.

“Bir şeyler bulabildin mi?” diye sordu Wallander.

“Daha dikkatle incelememiz gereken bir iki şey var,” dedi. “Bunlardan biri iki günden beri kayıp olan Tomelilla Üniversitesi’nde okuyan bir genç kız.”

“Bizim kızımızın boyu 1.63,” dedi Wallander. “Dişlerinde tek bir çürük bile yok. Yaşı da on beşle on yedi arasında.”

“O kadar genç mi?” diye sordu Höglund şaşkınlıkla.

“Evet,” diye karşılık verdi Wallander. “O kadar genç.”

“O zaman üniversitede okuyan kayıp kız olamaz,” dedi Höglund elini dosyanın üstüne koyarak. “Söz konusu olan bu kız yirmi üç yaşında ve uzun boylu.”

Dosyayı karıştırdı.

“Bir tane daha var,” diyerek ekledi. “Mari Lippmansson adında on altı yaşında bir kız. Burada Ystad’da yaşıyor ve bir fırında çalışıyor. Üç günden beri işe gitmemiş. Bizi fırının sahibi aradı. Kızı çok merak ettiğini söyledi. Kızın ebeveyniyse buna aldırmıyormuş.”

“Bu kızı biraz daha incele,” dedi Wallander arkadaşını yüreklendirmek istercesine.

Ama aradıklarının bu kız olmadığını biliyordu.

Bir fincan kahve alarak odasına gitti. Araba hırsızlarına ilişkin dosya yerde duruyordu. Bu evrakı zaman yitirmeden Svedberg’e vermesinin iyi olacağını düşündü. Aynı anda da tatile çıkmadan önce önemli bir suçun işlenmemesi için içinden dua etti.

Saat dörtte toplantı odasında buluştular. Nyberg araştırmasını tamamlamış, olay yerinden yeni dönmüştü. Toplantı uzun sürmedi. Emniyet müdürlüğünden yanıtlaması gereken bir yazı geldiği için Hansson toplantıya katılmayacağını söylemişti.

“Uzun bir toplantı olmayacak,” dedi Wallander. “Yarın acil konuları bir kez daha gözden geçireceğiz.”

Masanın bir ucunda oturan Nyberg’e döndü.

“Polis köpeği bir şey bulabildi mi?”

“Köpek bir şey bulamadı,” diye karşılık verdi Nyberg. “Her yere benzin kokusu sinmiş, köpek koku alamadı.”

Wallander bir süre sonra konuşmaya başladı.

“Beş ya da altı benzin şişesi bulundu. Bu da genç kızın Salomonsson’un kolza tarlasına bir araçla geldiğini gösteriyor. O kadar şişeyi elinde taşıyamaz. Tabii oraya birkaç kez gidip gelmemişse. Göz önünde bulundurmamız gereken bir başka olasılık daha var. O da kızın oraya tek başına gelmediği. Ama bu olasılık pek mantıklı değil. Kendisini yakmak isteyen genç bir kıza kim yardım etmek ister ki?”

“Benzin şişelerini inceleyebiliriz,” dedi Nyberg kuşku dolu bir sesle. “Ama bunun gerekli olduğundan emin değilim.”

“Kızın kim olduğunu bilmediğimiz sürece bizi kıza götürebilecek her ipucunu sonuna kadar değerlendirmeliyiz,” diye karşılık verdi Wallander. “Başka bir yerden gelmiş de olabilir.”

“Salomonsson’un ahırına bakan oldu mu?” diye sordu Höglund. “Benzin şişeleri orada depolanmış olabilir.”

Wallander onaylarcasına başını salladı.

“Biri gidip bir baksın,” dedi.

Bu işi Höglund üstlendi.

“Martinson’un elde edeceği sonuçları beklememiz gerek,” dedi Wallander toplantıyı kapatmaya hazırlanarak. “Ve Malmö’deki pataloğun raporunu. Yarın bize kızın tam yaşını bildirecekler.”

“Altın kolye ne olacak?” dedi Svedberg.

“Kolyenin üzerindeki harfleri çözünceye ya da bir ipucu yakalayıncaya kadar bekleyeceğiz,” dedi Wallander.

Birden ta başından beri bir şeyi gözden kaçırdığını fark etti. Kızın arkada bıraktığı mutlaka birileri olmalıydı. Onun için yas tutan birileri. Onun yanan bir meşale gibi koştuğunu asla unutmayacak, olayı kendisinden çok daha farklı değerlendiren birileri mutlaka olmalıydı.

Toplantıdan sonra herkes işinin başına döndü. Svedberg araba hırsızlarına ilişkin soruşturma belgelerini almak için Wallander’in odasına gitti. Wallander ona dosyayla ilgili kısa ama öz açıklamada bulundu. İşleri bittiğinde Svedberg yerinden kalkmadı. Wallander onun konuşmak istediği bir şey olduğunu hissediyordu.

“Bir ara mutlaka bir araya gelmeli ve konuşmalıyız,” dedi Svedberg duraksayarak. “Teşkilatta olan bitenlerle ilgili.”

“Eleman sıkıntısından mı, yoksa zanlıların gözaltına alınması işini güvenlik şirketlerinin üstlenmesinden mi söz etmek istiyorsun?”

Svedberg asık bir yüzle başını evet dercesine salladı.

“Eğer işlerimizi eskisi gibi yapamazsak yeni üniformaların bize ne gibi bir yararı dokunur?”

“Bu konuyu konuşmakla bir yere varabileceğimizi sanmıyorum,” dedi Wallander baştan savma bir şekilde. “Bu konularla ilgilenmesi gereken bir sendikamız var.”

“Hiçbir şey yapmasak bile karşı çıkmalıyız,” dedi Svedberg. “Olacakları sokakta halkla konuşmalıyız.”

“Bence herkesin yeterince sorunu var,” diye karşılık verdi Wallander ama aynı zamanda da Svedberg’in haklı olduğunu biliyordu. Emniyetteki eleman kesintisinden kamuoyunun da haberdar edilmesi gerektiğini düşünüyordu.

Svedberg ayağa kalktı. “Hepsi bu kadardı.”

“Bir toplantı düzenle,” dedi Wallander. “Toplantıya katılacağıma söz veriyorum. Ama bu toplantıyı yapmak için yazın bitmesini bekle.”

“Düşünürüm,” dedikten sonra Svedberg kolunun altına araba hırsızlığı dosyalarını sıkıştırarak odadan çıktı.

Saat beşe çeyrek vardı. Wallander pencereden dışarı bakınca yağmur yağdığını gördü.

Löderup’ta yaşayan babasını görmeye gitmeden önce pizza yemeye karar verdi. Bu kez haber vermeden gitmek istiyordu.

Emniyetten çıkmadan önce bilgisayarının başında çalışan Martinson’u görmeye gitti.

“Geç saatlere kadar çalışma.”

“Ama hâlâ bir şey bulamadım,” diye karşılık verdi Martinson.

“Yarın görüşürüz.”

Wallander yağmurun altında arabasına doğru gitti.

Tam otoparktan çıkarken Martinson’un ellerini sallayarak arabaya doğru koştuğunu gördü. Kızın kim olduğunu bulduk, dedi içinden. Camı açtı.

“Kızı buldun mu?”

“Hayır,” dedi Martinson.

Ancak o zaman Wallander, Martinson’un yüzündeki ciddi ifadeyi gördü. Önemli bir şey olmalıydı. Arabadan inerek, “Ne oldu?” diye sordu.

“Bir telefon geldi,” dedi Martinson. “Sandskogen dışındaki kumsalda bir ceset bulunmuş.”

Lanet olsun, diye geçirdi içinden Wallander. İzne çıkmamı bekleyemez miydi?

“Cinayet galiba,” diye sürdürdü konuşmasını Martinson. “Arayan adam böyle söyledi. Adam alışılmışın dışında çok sakindi ama ben onun şok geçirdiğini sanıyorum.”

“Oraya gitmeliyiz,” dedi Wallander. “Ceketini al, yağmur yağıyor.”

Martinson kıpırdamadı.

“Arayan adam kurbanın kim olduğunu biliyordu.”

Wallander, Martinson’un söyleyeceklerinin korkunç bir şeyler olduğunu iliklerinde hissetti.

“Kurbanın Wetterstedt olduğunu söyledi. Eski adalet bakanı.”

Wallander, Martinson’a baktı.

“Bir daha söyle.”

“Kurbanın Gustaf Wetterstedt olduğunu söyledi. Eski adalet bakanı. Başka bir şey daha söyledi. Adamın kafasının derisinin yüzülmüş gibi durduğunu.”

Şaşkınlıkla bakıştılar.

22 Haziran Çarşamba günü saat beşe iki dakika vardı.

6

Kumsala ulaştıklarında yağmur daha da hızlanmıştı. Wallander, Martinson’un koşarak gidip ceketini almasını beklemişti. Kumsala giderlerken yol boyunca çok az konuşmuşlardı. Adres Martinson’daydı. Tenis kortlarını geçtikten sonra soldaki dar sokağa saptılar. Wallander kendilerini neyin beklediğini merak ediyordu. Korktuğu başına gelmişti. Emniyeti arayan adam eğer haklı çıkarsa tatilinin tehlikede olduğunu düşündü. Hansson tatilini ertelemesi için baskı yapacak, sonunda da bu baskılara dayanamayıp pes edecekti. Haziran sonuna kadar masasının üstündeki tüm acil işlerin temizlenmesini umarken şimdi umutlarının suya düşmesinden korkuyordu.

Rüzgârın yığdığı kum tepeciklerini görünce durdular. Bir adam yanlarına yaklaştı. Wallander adamın otuz yaşından fazla olmadığını görünce şaşırdı. Eğer öldürülen kişi gerçekten de Wetterstedt’se adalet bakanı emekli olup köşesine çekildiğinde bu adam on yaşından büyük olmamalıydı. Wallander de o günlerde genç bir polisti. Arabada kumsala doğru gelirlerken Wetterstedt’in yüzünü gözlerinin önüne getirmeye çalışmıştı. Saçlarını her zaman kısacık kestirirdi ve çerçevesiz gözlükler takardı. Wallander eski adalet bakanının her zaman güven dolu, hata kabul etmeyen, hoşgörüsüz sesini hayal meyal hatırlıyordu.

Onlara haber veren adamın adı Göran Lindgren’di. Üstünde şort ve ince bir kazak vardı. Çok heyecanlıydı. Adamın peşinden, boş kumsala doğru yürüdüler. Göran Lindgren onları ters dönmüş bir kayığın yanına götürdü. Kayığın altında derin bir çukur kazılmıştı. “Burada,” dedi Lindgren tedirgin bir sesle.

Wallander’le Martinson tüm bunların yanlarındaki adamın hayal gücünün bir ürünü olmasını ümit edercesine birbirlerine, sonra da yere çömelerek kayığın altına baktılar. Pek aydınlık değildi ama kayığın altındaki çukurda bir cesedin yattığını görebiliyorlardı.

“Kayığı kaldırmalıyız,” dedi Martinson, cesedin kendisini duymasından korkar gibi fısıltıyla konuşmuştu.

“Hayır,” dedi Wallander. “Hiçbir şeye dokunmayacağız.” Sonra hızla yerinde doğrularak Göran Lindgren’e döndü.

“Yanınızda bir el feneri olduğuna eminim. Aksi hâlde o kadar ayrıntıdan haberiniz olmazdı.”

Genç adam şaşkınlıkla başını sallayarak kayığın yanında duran bir poşeti açarak el fenerini çıkardı. Wallander feneri yakıp kayığın altına baktı.

“Lanet olsun,” dedi yanı başındaki Martinson.

Cesedin yüzü kan içindeydi. Ama yine de kafa derisinin yüzüldüğünü görebiliyorlardı ve Lindgren haklı çıkmıştı. Kayığın altındaki çukurda yatan gerçekten de Wetterstedt’di. Yerlerinde doğruldular. Wallander el fenerini uzattı.

“Onun Wetterstedt olduğunu nereden anladınız?” diye sordu.

“Evi burada,” dedi Lindgren, kayığın hemen solundaki yamacın tepesindeki villayı göstererek. “Ayrıca onu herkes tanır. Sürekli televizyona çıkan bir bakandı.”

Wallander kuşkuyla başını salladı.

“Ekibin buraya gelmesi gerek,” dedi Martinson’a. “Git ve onları buraya çağır. Ben burada bekleyeceğim.”

Martinson koşar adımlarla uzaklaştı. Yağmur artmıştı.

“Onu ne zaman buldunuz?” diye sordu Wallander.

“Saatimi takmamışım,” dedi Lindgren. “Ama yarım saatten fazla olduğunu sanmıyorum.”

“Bizi nereden aradınız?”

Lindgren poşeti işaret etti.

“Cep telefonum yanımdaydı.”

Wallander ona ilgiyle baktı.

“Ters dönmüş bir kayığın altında yatıyor,” dedi. “Dışarıdan görülmesi olanaksız. Onu görmek için eğilmiş olmalısınız, değil mi?”

“Bu benim kayığım,” dedi Lindgren sıradan bir sesle. “Daha doğrusu babamın kayığı. İşten gelince genellikle kumsalda yürüyüş yaparım. Yağmur yağmaya başlayınca da torbayı kayığın altına koymak istemiştim. Elim bir şeye takılınca eğilip baktım. Önce bunun bir tahta olduğunu sandım. Sonra ne olduğunu gördüm.”

“Biliyorum bu beni hiç ilgilendirmez ama,” dedi Wallander. “Yine de yanınızda neden el feneri taşıdığınızı merak ettim doğrusu?”

“Sandskogen ormanlarında yazlık evimiz var,” diye karşılık verdi Lindgren. “Myrgången’de. Yeni elektrik hattı çekmeye çalıştığımızdan orada şu anda elektrik yok. Babamla ben elektrikçiyiz.”

Wallander başını evet dercesine salladı.

“Burada beklemek zorundayız,” dedi. “Bir süre sonra bu soruları size yeniden soracağız. Herhangi bir şeye dokundunuz mu?”

Lindgren hayır dercesine başını salladı.

“Cesedi sizden başka gören oldu mu?”

“Hayır.”

“Bu kayığı siz ya da babanız en son ne zaman ters çevirmiştiniz?”

Göran Lindgren belleğini yokladı.

“Bir hafta önce,” dedi.

Wallander’in başka sorusu yoktu. Orada öylece ayakta durmuş düşünüyordu. Bir süre sonra kayığın yanından ayrılarak Wetterstedt’in villasına doğru yürüdü. Bahçe kapısını açmaya çalıştı. Kilitliydi. Bunun üzerine dönerek Göran Lindgren’e doğru gitti.

“Bu civarda mı oturuyorsunuz?” diye sordu.

“Hayır,” diye karşılık verdi. “Åkesholm’de. Arabamı yolun başına park ettim.”

“Burada oturmamanıza karşın yine de Wetterstedt’in bu evde oturduğunu biliyorsunuz ama?”

“Kumsalda uzun yürüyüşlere çıkardı. Ara sıra da babamla birlikte kayığı onarırken durup bizi izlemişti. Ama bizimle hiçbir zaman konuşmazdı. Bana kalırsa burnu havadaydı, bizleri beğenmezdi.”

“Evli miydi?”

“Babam boşandığını söylemişti bir keresinde. O da galiba bir dergide okumuş.”

Wallander evet dercesine başını salladı.

“Tamam,” dedi. “Poşette sizi yağmurdan koruyacak bir şeyler var mı?”

“Hayır, ama arabada var.”

“O zaman gidin ve onları alıp buraya dönün lütfen,” dedi Wallander. “Polis dışında başkalarını da aradınız mı?”

“Babamı aramam gerektiğini düşündüm. Ne de olsa bu onun kayığı.”

“Şimdilik kimseyi aramayın,” dedi Wallander. “Telefonu burada bırakın ve arabadan eşyalarınızı alıp buraya gelin.”

Göran Lindgren kendisine söylenilenleri yerine getirdi. Wallander kayığın yanına döndü. Orada öylece durarak burada neler olduğunu algılamaya çalıştı. Olay yerindeki ilk izlenimlerin genellikle yaşamsal önem taşıdığını biliyordu. Daha sonraları, uzun ve sıkıntılı soruşturma sırasında her zaman o ilk izlenimlerine geri dönerdi.

Bazı şeylerden şimdiden emindi. Örneğin Wetterstedt’in kayığın altında öldürülmesi söz konusu bile değildi. Biri onu oraya saklamıştı. Wetterstedt’in villası kumsala çok yakın olduğundan villada öldürülmüş olma olasılığı çok kuvvetliydi. Wallander ayrıca katilin tek başına bu cinayeti işlemediğini de hissediyordu. Cesedi kayığın altına koyabilmek için kaldırmaları gerekmişti. Bu da bir kişinin yapabileceği bir iş değildi. Çünkü kayık eski model ve ahşaptı. Oldukça ağırdı.

Sonra yüzülen kafa derisini düşünmeye başladı. Martinson ne demişti? Göran Lindgren telefonda adamın kafa derisinin yüzüldüğünü mü söylemişti? Wallander kafadaki yaranın başka nedenlerden de olabileceğini aklından geçirdi. Wetterstedt’in nasıl öldürüldüğünü henüz kimse bilmiyordu. Buna karşın cesedi bulan kişinin katilin kurbanın kafa derisini yüzdüğünü düşünmesi hiç de doğal bir yaklaşım değildi.

Wallander’in kafasında çizdiği tabloya uymayan bir şey vardı. Kendini çok tedirgin hissediyordu. Kafa derisinin yüzülmesine ilişkin bir şey onu işkillendiriyordu.

Wallander bunları düşünürken polis arabaları geldi. Martinson polislere sirenlerini çalıp mavi ışıklarını yakmamalarını söylemekle akıllılık etmişti. Polislerin kumdaki olası izleri bozmamaları için Wallander kayıktan yaklaşık on metre kadar uzaklaştı.

“Kayığın altında bir erkek cesedi var,” dedi Wallander polisler yanına gelince. “Bir zamanlar hepimizin amiri olan Gustaf Wetterstedt’in cesedi. Benim yaşımda olanlar onun adalet bakanı olduğu günleri hatırlar. Emekli olunca buraya yerleşmiş. Şimdi de öldü. Öldürüldüğünü varsayıyoruz. Onun için de bölgeyi kordon altına alarak işe başlamalıyız.”

“Neyse ki bu akşam maç yok,” dedi Martinson.

“Bu cinayeti işleyen her kimse onun da futbol hastası olduğu ortada.”

Dünya Kupası turnuvasından söz edilmesi yüzünden sinirlenmişti. Ama yine de duygularına hâkim oldu.

“Nyberg de az sonra burada olur.” Martinson arkadaşının kızmaya başladığını hissetti.

“Bu cinayet üstünde tüm gece çalışmak zorunda kalabiliriz. Bir an önce başlasak iyi olacak.”

Svedberg’le Ann-Britt Höglund ilk arabalarla, Hansson da onların hemen arkasından olay yerine ulaştı. Göran Lindgren üstünde sarı bir yağmurlukla geri geldi. Svedberg not alırken bir kez daha cesedi nasıl bulduğunu anlattı. Yağmur iyice hızlandığından kum tepeciğinin üstündeki bir ağacın altında duruyorlardı. Daha sonra Wallander, Lindgren’e beklemesini söyledi. Kayığı düzeltmek istemediğinden doktorun kayığın altına girip Wetterstedt’in gerçekten öldüğünü onaylaması gerekiyordu.

“Evli değilmiş galiba, boşanmış,” dedi Wallander. “Ama bunu onaylatmamız gerek. Birkaçınız burada kalın. Ann-Britt’le ben eve gidip bakacağız.”

“Anahtarlar,” dedi Svedberg.

Martinson kayığın yanına yaklaştı, yüzükoyun yere uzandı ve elini uzattı. Bir iki dakika sonra da elinde Wetterstedt’in ceketinin cebinden çıkardığı bir anahtarlık vardı. Martinson anahtarı Wallander’e uzatırken üstü başı kum içindeydi.

“Üstünü örtmeliyiz. Nyberg neden hâlâ gelmedi? Neden her şey bu denli ağır işliyor?” Wallander sinirlerini güçlükle kontrol ediyordu.

“Yolda,” dedi Svedberg. “Bugün çarşamba. Hatırlarsan çarşambaları saunaya gider.”

Höglund’la birlikte Wetterstedt’in villasına doğru gittiler.

“Onu polis akademisinden tanıyorum,” dedi Höglund birdenbire. “Biri onun resmini duvara yapıştırmıştı, sonra da resmi dart tahtası olarak kullanmışlardı.”

“Polis teşkilatında hiç de popüler biri değildi. Onun bakanlığı sırasında yeni bir uygulamanın başlamak üzere olduğunu fark etmiştik. Sinsi bir değişiklikti yapmaya çalıştığı. Kendimizi başımıza bir çuval geçirmişler gibi hissetmiştik. O günlerde polis olmak neredeyse utanç duyulacak bir meslekti. İnsanlar da artan suç oranından endişeye kapılmak yerine tutukluların hapiste nasıl yaşadıklarından endişeye kapılıyordu.”

“O dönemi net olarak hatırlamıyorum. Adı galiba bir skandala karışmıştı, değil mi?”

“O skandalla ilgili birçok söylenti vardı. Birileri bir şeyler söylerken başkaları da tam tersini söylüyordu. Ne var ki hiçbir şey kanıtlanmadı. O günlerde Stockholm’deki polislerin çoğunun canı sıkkındı.”

“Belki de adalet yerini buldu,” dedi Höglund.

Wallander ona şaşkınlıkla baktı ama bir şey söylemedi.

Kumsalı Wetterstedt’in arazisinden ayıran duvardaki bahçe kapısının önüne gelmişlerdi.

“Buraya daha önce gelmiştim,” dedi Höglund birden. “Sıklıkla polise telefon eder ve yaz akşamları kumsalda oturup şarkı söyleyen gençleri şikâyet ederdi. Bu gençlerden biri de Ystad’s Allehanda gazetesinin editörüne bir şikâyet mektubu yazmıştı. Björk de buraya gelip etrafa bir göz atmamı istemişti.”

“Neye göz atmanı?”

“Bilmiyorum,” diye karşılık verdi. “Ama Björk’ün şikâyetler konusunda ne denli duyarlı olduğunu sen de bilirsin.”

“Bu onun en iyi özelliklerinden biriydi,” dedi Wallander. “Ne olursa olsun hep bizi savundu. Bu, her zaman olmaz.”

Anahtarı bularak bahçe kapısını açtılar. Wallander bahçe kapısının üstündeki lambanın ampulünün yanmadığını fark etti. Çimlerin üstünde tek bir yaprak bile yoktu, bu da bahçeye çok özen verildiğini gösteriyordu. Bahçede, ortasında birbirlerine ağızlarından su püskürten iki çıplak çocuk heykeli olan küçük bir havuzla bir salıncak vardı. İri ve yassı kaldırım taşlarıyla döşeli terastaysa mermer bir masayla birkaç tane sandalye duruyordu.

“Oldukça bakımlı ve pahalı görünüyor,” dedi Höglund. “Böylesi bir mermer masa sence kaç paradır?”

Wallander sorunun yanıtını bilmediği için karşılık vermedi. Villaya doğru yürüdüler. Wallander villanın yüzyılın başlarında inşa edilmiş olabileceğini düşünüyordu. Kaldırım taşlı yolda ilerlediler ve evin ön kapısına geldiler. Wallander zili çaldı. Bir kez daha çalmadan önce kısa süre bekledi. Sonra da anahtarlıktaki anahtarları deneyerek kapıyı açtı. Işıkları yanan antreye girdiler. Wallander seslendi. Ama evde kimse yoktu.

“Wetterstedt kayığın altında öldürülmedi,” dedi Wallander. “Kumsalda da saldırıya uğramış olabilir ama ben hâlâ cinayetin burada işlendiğini düşünüyorum.”

“Neden?” diye sordu Höglund.

“Bilmiyorum. Yalnızca öyle hissediyorum.”

Elektrik düğmelerinin dışında hiçbir şeye el sürmemeye özen göstererek evi baştan sona araştırdılar. Bu yarım yamalak bir araştırmaydı fakat Wallander için yine de önemliydi. Özellikle somut bir şeyin peşinde olmadıklarından ne aradıklarını bilmiyorlardı. Ama birkaç gün öncesine kadar, şimdi kumsalda cesedi yatan adam bu evde yaşamıştı. Bu ani ölümün izlerini araştırmaktan başka yapacak bir şeyleri yoktu. Ne var ki evin hiçbir tarafında bir karışıklık yoktu. Wallander cinayetin işlenmiş olabileceği yeri arayıp durdu. Bunun bir hırsızlık olayı olabileceğini bile düşünerek ön kapının kilidini inceledi. Antrede durmuş, evin sessizliğini dinlerlerken Wallander, Höglund’a ayakkabılarını çıkarmasını söyledi. Bir kez de villayı baştan sona ayakkabısız dolaştılar. Wallander odaları izleyen arkadaşının bir yandan da kendisine merakla baktığını fark etti. Aynı deneyimi genç ve deneyimsiz bir polisken Rydberg’le yaşadığını hatırlamıştı. Bu gurur verici bir şey olması gerekirken Wallander içinin karardığını hissetti. Nöbet değişimi devam ediyor, diye geçirdi içinden. Aynı evde olmalarına karşın Höglund evin içinde, Wallander’se dışındaymış gibi bir duyguya kapılmıştı.

₺63,19

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
12+
Litres'teki yayın tarihi:
30 haziran 2023
ISBN:
978-625-99813-4-5
Tercüman:
Editör:
Telif hakkı:
Ayrıksı Kitap
Metin
Ortalama puan 2, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 5, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre