Kitabı oku: «Erken Uyanan Adam», sayfa 2
İkinci Bölüm
1
Ağustos ayları, Turfan vadisinin bulutsuz berrak semasında gezinen parlak güneş bu vadiye sınırsız merhametiyle nur serpiyordu. Sanki elekten geçen ak un gibi dökülüp duran gün ışığı bu vadiyi nur denizine döndürüyordu.
İşte burası!
Cami avlusundaki kazığa bağlı duran boz atı gören, atlı iki adam konuşup birlikte attan indi. Atlarını sağlamca bağladıktan sonra, minare içindeki döner merdiven vasıtasıyla yukarı çıktı.
Bu sırada şair minareye çıkmış güneşin nuruyla altın gibi parıldayıp duran uçsuz bucaksız Turfan vadisini seyrediyordu.
“-Ey güneşin lütfuna en çok erişen sevimli diyar, bilgelikte zengin Turfan ana, senin büyüklüğün, bütün güzelliğin sana dökülüp duran işte şu altın nurda!… Ana yurdu Turfan’a güneşten de fazla muhabbet besleyen şair heyecanını bastıramayarak konuşmaya devam etti, -ey sevgisi ateş, zemini inci, uzun tarih, kitaplarda zikredilen medeniyetin, altın beşiği, sevgili Turfan! Sen tarihte gerçekten yaşayıp medeniyet-i insaniyeye unutulmaz armağanlar bırakan, altın devirleri yaşayan sen değil misin?! İdikut, Yargol, Karahoca, Astane, gibi gaip şehirler, Uva –Turlar… Senin altın devirlerinin canlı şahidi değil mi?
… Ah tarih!… Yaşanan altın devirler!… Kaza –bela, afetlerle dolu kara asırlar!… Koca koca ırmakları kurutup kuru dereye, çıplak çöllere çeviren afet yılları!… İşte bu minare önündeki alanda gayet büyük sular kabarıp akıyordu, şimdi o sular hani? Bu vadide mamur olan yemyeşil yerler, ormanlar hani? Gelişmiş payitaht şehirler nerede? Şimdi bu yerlerde yüksek yüksek uçurumlar, nice gaip şehirlerin yarım izleri kalmış… Bu uçurumları, geçmişte kabarıp akan nehir suları tıpkı dev arısı gibi hareket edip yapmamışsa, daha başka nasıl bir güçle meydana çıkabilirdi! Gaip şehirleri ata-babalarımız kendi eliyle yapmış, bu yerlerde hüküm sürmüş olmasa, onlar nasıl meydana gelirdi?..
Bu kadar çok harabe, yine mamur olan şehirler, bu kadar geniş nehir yatağı, orman, yine yeşerip duran bağ bahçeler… Bu tıpkı öndekinin yürüyüp, arkadakinin iz sürüp yürümesine benziyor.
Çalışkan halkın bir yer harap olsa, yine bir yeri mamur kılıp, hayati gücünden bir gün dahi mahrum kalmayan dayanıklı ana vatan, sevimli Turfan sen değil misin?!
Nehirler kuruyup, bağların solduğu afet dolu yıllarda akıl –feraset sahibi halkın yer altı sularını arayıp bularak, geçirimsiz tabakanın temelindeki suları yeryüzüne çıkarıp, karizi6 keşfeden meşhur Turfan sen değil misin?
Ağır bir yorgunlukla çıkan iki dost, şairin dikkatini dağıttı:
–Şükür, nihayet bulduk, dedi Latif Efendi şairi bulmanın sevinciyle, -atını görmesek bulamayacaktık.
–Yalnız başına minareye çıkmak da neyin nesi! dedi Ekberhan nefesini düzeltip.
–Gelin dostlar, işte şimdi yalnız değilim, dedi şair onlarla tokalaşarak. –Bakın, ana yurdumuz Turfan sanki nur denizi. İşte Boġda Dağları bize hami olup boy gösterip durmakta. Bakın, Yalkundağ kızıl altın gibi tavlanıp alevleniyor. İşte o taraf, uçsuz bucaksız mümbit zemin, bitmez tükenmez zenginlik. Bakın karizlere onlar için ince hesaplar gerek. Onlar ata –babalarımızın akıl –ferasetinin cevheri…
Latif Efendi’yle Ekberhan göz göze gelip şairin sözlerinden aldıkları tesiratı ifade ettikten sonra acayip şirin duygulara gark olmuşçasına uzaklara nazar saldı. Bu ana yurt onların gözlerine yemyeşil ağaçlar ve zirai yeşilliklerle bezenen gülistana benzer görünüyordu, nehir boyunca sıra sıra dizilen yer altı karizlerinden ecdatlarının akıl –feraseti, yiğitliği, çalışkanlığı anlaşılıyordu…
–Nur denizine eğer ilim –marifet nurları katılsa, cehaletin, hurafeciliğin yerine ilim çıraları yakılsa, o anda bu mekân öyle acayip özellikleri olan bir yere dönüşürdü ki, bunu ifade etmeye dilimiz aciz kalır…
Üçü birlikte Turfan minaresi üstünden ana yurdun güzel manzarasına derin bir muhabbetle uzun zaman bakıp durdular. Onlar hiçbir zaman bakmaya doyamadılar, baktıkça bu ana yurdun tarihi yaşam gücüne meftun oluyorlardı.
Yüzü açık sarıya mail, yassı yüzlü, orta boylu Latif Efendi ilk defa Astane’de açılan yeni okulda okumuş aydınlardandı.
Genç olup yüzünü koyu sakal bürüyen Ekberhan da okumuş bir kişi olup, Törehan isimli Özbek ailesinde dünyaya gelmişti. Bugün Ekberhan’ın Yargol’daki evinin bahçesinde yapılacak olan ziyafete Abdülhaluk Uygur’u davet etmişti. Hayli uzun vakitten sonra üçü birlikte minareden inip atlarına bindiler. Onlar yakıcı güneşe aldırmadan, tabiat manzaralarını, mahalle evlerini, tarlalardaki ziraatları temaşa ederek yavaş yavaş yürüyorlardı. Sohbetin hararetinden kale dibine geldiklerini anlamamışlardı.
Turfan Eskişehir kalesi aslında yüksek idi. Çevresinde derin hendek olduğundan, bu kale oldukça yüksek görünüyordu. Hendeğin çevresi ağaçlarla kuşatılmış olup, içi eski püskü nesneler ve kemiklerle dolup taşıyordu. Atlılar iki şehir arasındaki toprak yolun iki yakasındaki evleri, çömlekçi ocaklarını, meyve bahçelerini, bulut gibi açılıp giden pamuk tarlalarını huzurla seyrederek yürüyüp, Yenişehir’in doğu kapısı altına gelerek durdular.
Yenişehir biraz daha mamur olup, Turfan’ın ticaret merkezi olarak adlandırılıyordu. Şehir içinde meşhur hanlar, kumaş dükkânları çoktu. Pazar sokaklarının üstü kapalı olup güneş düşmüyordu. Şehir merkezindeki meşhur iki katlı lokantanın etrafında bakkallar, ayran –şurup satıcıları çoktu.
Atlıların şehrin içine girişi tüm dükkâncıların dikkatini çekti.
–Boz renk ata binen Abdülhaluk Uygur mu? –dedi bir dükkâncı yan dükkândaki kumaş tüccarına bakıp.
Atlılar yaklaşıp geldiler, onlar hangi dükkânın karşısına gelse, o yerdekiler onlara selam veriyordu. Atlılar da selama karşılık verip onlara hürmet gösteriyordu. Abdülhaluk Uygur insanlara selam verip vücudunu eğdiğinde altındaki atın beli eğilmiş gibi görünüp insanları hayran bırakıyordu.
–Hakikaten yiğit adam ha! dedi. Biraz önceki dükkâncı karşısından geçip giden Abdülhaluk Uygur’un arkasından bakıp.
–Çince okuyan otuz çocuğun içinde Abdülhaluk Uygur birinciliği kazandı diyorlar, dedi tüccar onun iyi okumasına hayran olarak.
–Medresede okuduğu zamanlarda derslerde iyi olduğunu duyuyorduk, dedi dükkâncı söz sırasını elden bırakmadan.
–Şimdi onun şairliği hepsini aştı, -tüccar kendi bulduğu bazı delilleri ortaya koyarak devam etti, onun yazdığı şiirleri Urumçi, Kumul, Manas, Guçun taraflarından gelen öğrenciler, tüccarlar taşıyorlar, diyorlar. Güzel yazılmış olmasa, başkaları özellikle gelip, alır götürür mü?
Atlılar pazarı uzunlamasına geçip batı kapısından çıkıp gitmişti.
–Bu sıcakta nereye yürüyorlar?
–Ekberhan’la birlikte gitmelerine bakılırsa, Yargol’a gitseler gerek, dedi tüccar çıkarım yaparak.
2
Ekberhan’ın babası Törehan o yıllarda Özbekistan’dan gelip Turfan’a yerleşen, ticaretle meşgul olup, bağ bahçe yetiştiren, hali vakti yerinde, misafirperver ve belli bir medeniyet seviyesine sahip bir kişi olup, bugünlerde Yargol’daki bağ evinde yaşıyordu.
Misafirler tertemiz döşenmiş büyük misafirhaneye yerleşti. Misafirhaneye meşale gibi kilimler yayılmış, onların üstüne ipekli kumaşlarla kaplı uzun pamuk döşekler serilmişti. Kuzeydeki duvara koyulan bir çift pencereden bağdaki elma kokularına doymuş serin rüzgâr doluyordu. Abdülhaluk Uygur’la Latif Efendi nişlerdeki şişelere üstünkörü bakıp otururken, Ekberhan çay alıp geldi. On-lar havadan sudan konuşup dururken, Ekberhan’ın babası Törehan asasını tıkırdatarak geldi.
Törehan hayli önceden Abdülhaluk’un zekiliğini, şairliğini bilhassa Çinceyi iyi derecede okuyup yazdığını duymuş, onunla tanışmayı arzu etmişti. Onun içindir ki, o şairin geldiğini duyunca biraz sohbet edip çıkayım diye içeriye girmişti. Evdekiler hep birlikte yerlerinden kalkıp selam verip görüştükten sonra, ona başköşeye oturmasını teklif ettiler. Fakat Törehan bacağının ağrımasını bahane ederek kapının yanındaki koltuğa oturdu ve hepiniz hoş geldiniz deyip hal hatır sordu. Sonra Abdülhaluk’a bakıp:
–Evet, oğlum Abdülhaluk, seni büyük şair oldu diye duydum, diye söze başladı yarım yerleşmiş Özbek telaffuzuyla, Çinceyi herkesten iyi derecede okudu diye duydum, memnun oldum, tebrik edeyim diye girdim, sizlere zahmet vermedim değil mi?
–Yok, hiç öyle olur mu, dedi konuklar bir ağızdan, biz de sizi iyi gördüğümüz için memnun olduk.
–İnşallah, iyi mi duruyorum, dedi ihtiyar minnettarlıkla bakıp, biraz durduktan sonra sözünü devam ettirdi, -yaşlılıkta bacağımın ağrısı cefa vermese, sağlığım oldukça iyiydi.
–Şimdi de iyisiniz, dedi Latif Efendi gönül alarak, -yazın altıncı ayın kumu şifa verir. Gömülseniz bacağınız iyileşirdi.
–Kuma diyorsunuz? Birkaç yıldır işimiz bu, dedi ihtiyar cevap verip. Öyle de desek böyle de desek, Allah’a şükür yetmiş bu kadar yıldan beri bu iki bacağım iyi hizmet etti. Ağır gövdemi zahmet görmeden ne yana desem o yana alıp götürdü. Kazan, Petrograt’lara birçok defa götürdü. Semerkant, Buhara şehirlerini temaşa ettirdi. Harezmî çöllerini gezdirdi, en sonunda da Taşkent’ten kaldırıp kadim başkent Eski Turfan’a alıp getirdi. Yine de ağrımaz bacaklarmış… Velhasıl kelam, kuma gömsem de, gömmesem de ağrır. Eğer dili olsa, yetmiş bu kadar yıl ağır gövdeni taşıdım, bende daha ne hakkın kaldı dese yeridir. Allah’a şükür, şimdi de beni kaldırıp götürüyor.
İhtiyar kendi sözünden hoşnut kalıp güldü. Diğerleri de gülüşüp, başlarını sallayarak ihtiyarın sözünü tasdik ettiler.
–Ekber’den duyduğumda çok memnun oldum, diye sözünü devam ettirdi ihtiyar Abdülhaluk Uygur’a bakıp, -niçin dersen, Çince denen de bir çeşit dil, dil dediğin ilim ama kolayca öğrenilecek bir ilim değil. Nasıl, bu sözüm doğru mu?
–Doğru, doğru söz, dedi misafirler bir ağızdan, dedenin sözünü kabul ederek.
–Bir zamanlar ben de Çince öğreniyordum, dedi ihtiyar yeniden söze başlayıp, misafirler dikkat kesilip oturdular. Boş oturacağıma kendime bir meşgale edineyim dedim. O zamanlar Çince öğreneyim diye hoca buldum. Ona aylık beş ser gümüş vermek için anlaştıktan sonra, ders almaya başladım. Dilimin esnekliğini kaybetmiş olmalıyım, fazla ilerleyemedim. Öyle de olsa birkaç ay çalışıp bazı şeyleri öğrendim. Öğrendiğim kelimeler gittikçe çoğalıyordu, yazı sayısı fazlaydı. Bugün bakınca, önceden bildiklerimi şimdi bilmiyorum, yazdıklarımı şimdi okuyamıyorum. Aca-yip iş. Çincede satmaya “mey” denirken, satın almaya da “mey” deniliyor. Hepsinden ilginci, On’a “şiga” denirken karpuza da “şiga” deniliyor. Böyle olunca nasıl öğreneceğim diye aklım karıştı. Kısacası, Çinceyi öğrenmek kolay değil deyip bıraktım. Şimdi benim bilmek istediğim, böyle müşkül bir işi sen nasıl başardın, oğlum? Eğer gerçekten bu dili iyi öğrendiysen ben seni tebrik ederim!
İhtiyarın ilgi çekici sözlerine misafirler gülüştü. İhtiyarsa gülmeden sözüne devam etti:
–Çin dediğin kalabalık bir halk, tarihi eski, medeniyet zenginliği çok bir millet. Çinceyi öğrenmezsek, bu milletin tarihi, medeniyeti, coğrafyası ve başka ilim ve hikmetlerinden haberdar olamayız. Onun için Çinceyi iyi öğrenmek gerek.
İhtiyarın sözü, hitap şeklinde duyuldu. O evdekilere tek tek bakıp devam etti:
–Sen de böyle yaparak, sonunda bu dili öğrendin. Bunun için Barekallah! Sen şimdi bana cevap ver, bir zamanlar birileri Çince harf sayısı beş bine yakın diyorken, yine birileri sekiz bine yakın diyor. Şimdi senden öğrenelim, bunun hangisi doğru?
Duyduklarınız doğru. Herkes kendi bilgisi ölçüsünde söylüyor dedi. Abdülhaluk Uygur cevap verip. Ama ihtiyar onun sözünü keserek sordu:
–Hadi senden duyalım, Çince harflerin tümünün sayısı kaç?
–Çin dilinin özel lügatleri var, onlara göre, harflerin toplam sayısı on beş bine yakın.
–Ne dedin? On beş bin mi?! Abdülhaluk Uygur’un sözüne şaşıran ve afallayan ihtiyar tereddütle onun bunun gözüne baktıktan sonra devam etti, -bu kadar çok harfi bu halk biliyor mu?
–Ben bizi okutan hocaya sordum, onun söylemesine göre, hepsini bilenler çok olmasa gerek, dedi Abdülhaluk Uygur anlatıp, -bin harf bilen yarım yamalak okuryazar sayılıyor, üç binden beş bine kadar bilenler orta seviyede olanlar. Âlim olanlar da kalan dört beş bin harfi çeşitli lügatlerden faydalanarak kullanıyor.
–Bu dediğin… Bu çok karmaşık değil mi? Bir insanın aklına on beş bin harf nasıl sığsın?! –İhtiyar biraz düşündükten sonra, aniden başını kaldırıp Abdülhaluk Uygur’a bakıp şöyle dedi, -öyleyse sana soralım bakalım, sen kaç harf biliyorsun?
Abdülhaluk Uygur zor duruma düşmüş gibi alnını silip, yanında oturanlara baktıktan sonra cevap verdi:
–Tahminimce üç dört bin vardır.
–Üç dört bin! Bu da az değil, çokmuş, iyi öğrenmişsin. Dünyada birçok kişi mektepte temel atıp, sonra çalışmasına dayanarak kemal buluyor. Sen de öyle yap, oğlum. Çalış olgunlaş.
Söz sona ermeden bir anda avluya iki atlı girip, misafirhanedekilerin dikkatini dağıttı. Ekberhan avluya çıktığında ihtiyar da yerinden kalkıp:
Ben de çıkayım, ikindi vakti geldi, dedi, asasını tıkırdatarak içeri avluya doğru yürüdü.
Çok geçmeden Ekberhan Yemşili Tömür Şanyo7’nun oğlu Abdusemi Bay beraberinde girdi. Onun hizmetçisi dışarıda kaldı. Zevkine düşkün ve kibirli bu büyük toprak ağası misafirhaneye girer girmez göz açıp kapayana kadar kısaca gülüp, misafirlerle tek tek tokalaşıp görüştü.
Beni davet etmemiş olsanız da duyup geldim. Gelmemde bir sakınca var mı, dedi? Her bir kişinin gözüne çivi gibi sokuldu. O güya evdekilerin gözlerinden kendi sorusunun cevabını bulmaya çalışıyordu.
–Gelmen iyi oldu, dedi onlar gelen misafirin geri çevrilmeyeceğini bildiklerinden.
–Aslında uyusam rüyamda da görmeyeceğim bir iş bu. Geç saatte haberim oldu. Gelmek istedim. Gelmeyeyim desem gönlüm razı olmadı, dedi o gösterilen yere oturma aralığında. Oturup Fatiha okuduktan sonra, sözünü devam ettirdi, kardeşim Abdülhaluk bayveççeyi8 Kadir Cengi’ye tercüman oldu Kuça’ya gidecek diye duydum. Bu söz doğru mu, kendim öğreneyim diye geldim. Kardeşim, sen gerçekten Kuça’ya gidecek misin?
Bu söz Abdülhaluk Uygur’a öyle çirkin geldi ki, bunun yerine sopayla ona vurmuş olsa, o sesini çıkarmazdı. Abdusemi’nin sözlerinden tiksinip, vücudu titremeye başlayan şair kendini zorlukla sakinleştirdi.
–Abdusemi ağabey, dedi hınçla, -canın çıkacak olsa bile, bana bayveççe, tercüman deme, Abdülhaluk Uygur de! Ben bu Uygur ismini, sana benzeyen kişiler adımı zikrettiğinde Uygur demeye alışsın, kendi milletlerinin Uygur olduğunu bilsin diye aldım. Sen bilmeden nasıl konuşursun? Ne zamana kadar böyle bir şey bilmeden yaşayacaksın? Milletin ne, denilse? Biz Çentu9’yuz deyip geçiyorsun. Bu doğru değil! Böyle yapma! Paka Bulak ormanlarını sahiplenerek, dünya bu deyip, çiftçilerin gücüyle dağlar kadar pamuk, susam harmanlarını kaldırıp, emek sarf etmeden zahmetsizce yaşarım diye düşünme! Dünyada nasıl işler, nasıl değişimler, nasıl ilerlemeler oluyor, bunları da öğren!
–Ha ha ha… Ben yanlış söyledim, ha ha ha…
Abdusemi Bay soğuk gülüşüyle yine içeriyi soğutup, sonra durdu.
–Yanlışın çok, sizlerde hata çok, dedi şair, sonra onun ağır gövdesine bakıp şu mısraları okudu:
Cennet gibi dağ ve nehri bezemeye insan yok
Yastığı kat kat koyup gamsız yatanımız vardır…
-Abdusemi ağabey, sizlerde hata çok, sizler servet sarhoşu olup, bütün milletin alın teriyle kesenizi dolduruyorsunuz. Sizin maksadınız bu!…
–Kardeşim çok ağır şeyler söylüyorsun, dedi Abdusemi şairin sözüne karşılık verecek takat bulamayarak. –Olur, bundan sonra sana Abdülhaluk Uygur diye seslenirim.
O kısa kısa gülüp bir söze başlamak üzereyken, avluya yeni misafirler girip, onların dikkatini üzerine çekti. Evdekiler gelenlerin Mehsutbay, Hesamidin Zuper, Mümin Efendi gibi kişiler olduğunu görüp, avluya çıktılar.
Mehsutbay yaşı kırkı geçmiş, yapılı, kuvvetli, yuvarlak yüzlü, büyük gözlerinden akıl nurları saçılan, düşüncesi çevik bir kişi olup, bu yıllarda parlak bir eğitimci, terakkiperver bir aydın idi. O, medresede ve yeni okullarda okuduktan sonra, ticaret ve seyahatle Rusya’da Semey, Moskova, Leningrad’a kadar gitmiş, bakış açısı genişlemiş, aklı fikri açılmış, kendiliğinden Rusça öğrenip belli bir bilim seviyesine ulaşmış, bu zamanın önde gelen ceditçi aydınlarındandı. Feodalizm hükümranlığında dini hurafelerin zirveye ulaştığı cehalet devrinin kara perdelerini yırtıp atıp, engelleri yıkıp, terakkiyat yoluna adım atan Mehsut Muhiti halkı uyandırmak için 1913 yılında Kazan’dan eğitimci Haydar Efendi Seyrani10’yi davet edip, Turfan Astane’sinde ilk yeni fenni okul açan, sonraki yıllarda o yine okulun yetersiz kaldığını nazara alarak 1917 yılında Habibulla Efendi, Gülendam Avustey11, Eli İbrahim12, Hüsamidin Efendi gibi altı Tatar hocayı Moskova’dan (onlar Moskova Üniversitesini bitirmişlerdi) davetle Doğu Türkistan’a getirip, masraflarını kendisi karşılayarak; Çöçek, Guçun, Turfan şehirlerinde “Mekteb-i Mehsudiye” isimli okulları açıp, eğitim işlerini gözler önüne sermişti. Bunun için Mehsut Muhiti terakkiperverliğiyle ve eğitimciliğiyle mutlak nüfuz ve hürmet sahibi idi.
Gelenlerin ikincisi orta boylu, yuvarlak yüzlü, gözleri parlayıp duran, yapılı, neşeli, genç Hesamidin Zuper olup o, bu yıllarda meşhur zengin Zuper Hacı’nın ticaret işlerini yöneten, alışveriş, ticari anlaşmalarıyla meşgul olup, geniş içtimai münasebetleri olan bir aydın idi.
Gelenlerden uzun boylu, esmer, burun kemiği iri olan Mümin Efendi de yeni okullarda okumuş belli bir ilim seviyesine sahip, coşkulu, neşeli bir aydın idi.
Hepsinden önce misafirhaneye giren Mehsutbay önceki gelenlerden, alçak gönüllülükle:
–Sizleri beklettik, diye af diledi. Sonra Abdülhaluk Uygur’un gözlerine bakarak, uzun zamandır doğru dürüst konuşamadık değil mi, diyerek gülümsedi.
–Doğru, öyle oldu, dedi Latif Efendi Mehsut Muhiti’nin maksadını anlayarak, ne zaman bir söze başlansa, yeni bir misafir gelip sözün belini kırıyordu. Hal böyle olunca sohbet gönülden geçtiği gibi olmadı.
Misafirler oturup Fatiha okudular, kendi aralarında hal hatır sorup konuştular. Bu arada sofra örtüsü serilip, tatlılar, meyveler dizildi, ekmekler bölündü, çaylar koyuldu. Sofra zengindi. Mehsut Muhiti çay içip otururken kendi arzularından söz açtı:
Birkaç gün önce Çin’in yirmi dört tarihi hakkında söz başlayınca, misafir gelip sözü kesti. Benim bu yirmi dört tarih hakkında Moskova’da bir Rus tarihçiden duyduğum bazı şeyler çok ilgimi çekmişti. Şimdi de öyle ilgimi çekti, dedi o sofra üstündekilere göz atarak.
–Bizim tarihimizi Ruslar nasıl biliyor? –dedi Abdusemi Bay acelecilik yapıp. O güya yerinde bir söz söyleyip söylemediğini anlamak için onun bunun gözüne baktı.
Mehsut Muhiti ona soğuk bir bakış attı ve fikrini söyledi:
–Çin’in yirmi dört tarihi dünyada meşhur olan bir tarihtir. Bu tarihi yalnız Ruslar değil, İngilizler, Fransızlar ve Almanlar dahi çok araştırıyor.
–Biz neden öyle yapmıyoruz, dedi Abdusemi yine aceleyle.
–Okumazsan neyi araştıracaksın, dedi Mümin Efendi sertçe çıkışıp. Başta Mehsutbay bütün herkes alayla karışık bir tutum sergiledi. Okuma yazması olmayan Abdusemi bu zor durumdan kurtulmak için gözlerini insanların gözlerinden kaçırıp o yana bu yana bakıp, bıyıklarıyla oynamaya başladı. Ama Mehsutbay fırsatı kaçırmadı:
–Senin, bizim gibi zengin çocukları zenginliğine güvenip okumuyor. Fakir çocukları gücü yetmediği için okuyamıyor. Böyle olunca, birçok insan eğitimsiz kalıyor, okuma yazması olmayan bir vatanın kaderi nasıl olur?! Bizdeki en büyük mesele işte bu, dedi elindeki piyaleyi sofraya koyup, aramızda okuyan yok mu dersen, var. Mesela, dini eğitim alanları ele alırsak, onlar yalnız dini işler için okuyor. Çince okuyanlarsa, memur olmak, hiç olmazsa tercümanlık veya kâtiplik yaparak geçimini sağlamak için okuyor. Onların tarihle ilgisi olmuyor. Sonuçta birçok meseleden bihaber kalıyor. Bana gelince, Çince bilmediğim için bende birçok meseleden haberi olmayanlar arasındayım. Gerçi az çok Rusça öğrendiğim için, Çin’in yirmi dört tarihi hakkında bir Rus hocadan az da olsa malumat alıp, ilgilenmiş olsam da, yine Çinceyi bilmediğim için, ondan doğrudan doğruya faydalanma imkânından mahrum kaldım. Mehsutbay heyecanla devam etti, şimdi herkes onun ağzına bakıyordu. Genç şairimiz Abdülhaluk Uygur Çinceyi iyi okudu, Yirmi Dört Tarih’ten de faydalandı. O önceki gün sözü tarih sayfasından açmıştı, eve yeni misafirler gelip sözü kestiler. Böyle olunca ben merakta kaldım. Şimdi biz şairin ağzına bakıyoruz. Bize yine biraz tarih anlatsın.
–Anlatsın, dedi hepsi bir ağızdan, o anda herkesin bakışı şaire yöneldi. Bundan biraz rahatsız olan şair çabucak kendini toparlayıp:
–Geçmişte, diye söze başladı kalabalığa göz gezdirip.
–Çince’ye biraz hâkim oldum, birçok cenk-name kitabı gördüm. “Su Boyunda”, “Garba Seyahat”, “Üç Padişahlık Hakkında Kıssa” gibi birçok kitaplar okudum. Bir gün elime “Hanname” diye adlandırılan bir tarih kitabı geçti. Bu da ilgimi çekti. Çin beş bin yıllık medeniyet tarihine sahip kadim bir devlet olduğundan, eskilerin yazıp bıraktığı tarihi eserler oldukça fazla. Mesela, Hen Vudi denen padişah zamanından başlayarak Çin hanedanı devri boyunca yazılan Yirmi Dört Tarih birkaç yüz ciltlik kitaptır. Ben o kitapların hepsini okuyup bitirebilir miyim? Göreyim desem de bu kitaplar Turfan’da yok. Benim elime geçen “Hanname” isimli kitap işte bu Yirmi Dört Tarihin yalnızca bir kısmı. Ben “Hanname”nin “Hunlar Tezkiresi” kısmını büyük bir iştiyakla defalarca okudum. Onda yazılana göre, milattan birkaç yüzyıl önce “Hun” diye adlandırılan göçmen, hayvancılıkla uğraşan halklar kuzey ve batı bölgelerde kudretli bir devlet kurmuşlardır. Onlar Orta Çin’deki Çin padişahlarıyla bazen ittifak yapıp dost geçinirken, bazen de savaşıp düşman olmuşlardır. Hunlar hayvancılıkla yaşamlarını sürdürdükleri için, at binme, avcılıkta mahir bir halktı. Onların büyük imparatorları ve meşhur padişahları vardı. En büyük padişaha “Tanrıkut” diyorlardı.
–“Tanrıkut” demek bizim “İdikut” dememize benziyor, dedi biri araya girip. Şair sözüne devam etti:
–Hunların dilinde “Tanrı” demek “Gökyüzü” veya “Allah”, “Kut” ise “Baht” demek olup, “Tanrıkut” denen söz “Allah vergisi baht” demekti. Onlar padişahlarına bu yüzden çok saygı gösterirlerdi…
–Aman Allah’ım, bunlar bizim hiç bilmediğimiz şeyler! dedi Abdusemi heyecanını bastıramayarak. Yanındakiler ona “sakin ol” der gibi bakıştılar. Şair sözünü sürdürdü:
–“Hanname”deki Batur Tanrıkut’un tezkiresi beni fevkalade cezp etti. Batur Tanrıkut denen Tuman Tanrıkut’un oğludur. O babasının yerine tahta çıktığı vakitlerde Tunguz denen bir halkın çok güçlü bir devleti vardı.
–Başka adı var mı, onlar hangi millet? –dedi Abdusemi yine söze karışıp.
–Onlar Hunlarla komşu olan, kendi hâkimiyeti, padişahlığı olan bir millet, sonraki Moğol, Mançu gibi milletlerin ecdadı, dedi şair sözüne devam ederek, -Tunguzların padişahı, Batur Tanrıkut tahta yeni çıktı, hâkimiyeti sağlamlaşmadı, şu an aciz diye düşünüyordu, denemek için ona “Babası Tuman Tanrıkut vaktinden kalan ünlü küheylanı bana versin” diye elçi gönderdi. Batur Tanrıkut elçilerin talebini duyduktan sonra, vezirlerini istişareye çağırıp: “Nasıl yapmamız gerek, diye sordu. Vezirler: “Bu tulpar Tuman Tanrıkut vaktinden beri değer verilen bir küheylan, bunu vermek nasıl mümkün olur, dediler. Bunu duyan Tanrıkut onlara: “O bir at! Bir komşu ülkenin beğendiği atı niçin vermeyelim?” dedi ve elçileri, küheylanı vererek gönderdi. Tunguzların padişahı küheylana sahip olduktan sonra, Batur Tanrıkut benden korkuyor, öyle olmasa küheylanı vermezdi, diye düşünüp: “Batur Tanrıkut’un küçük eşini çok beğendim. Kendime eş almak isterim” deyip elçilerini tekrar gönderdi. Elçiler gelip durumu aktardıktan sonra, Batur Tanrıkut vezirlerini toplayıp onlardan yine fikirlerini sordu. Vezirler bu sözü duyunca öfkelenip sakallarını titreterek: “bu kadar yanlış bir talep olur mu, buna tahammül göstermek mümkün mü? Hemen asker toplayıp onların kökünü kazımanızı talep ederiz” diye kulluk gösterdiler. Batur Tanrıkut vezirlerin sözünü işitip: “Bir kadın, komşu ülkenin padişahının beğendiği bir kadını niçin ona vermeyeyim”, dedi. Çok sevgili küçük hatununu elçilere katıp gönderdi. Tunguzların padişahı Batur Tanrıkut’un itibarlı hatununu verdiğini görünce, Batur Tanrıkut gerçekten de benden korkuyor, yoksa eşini bana gönderip vermezdi diye düşündü. Daha da gururlanıp elçilerini üçüncü defa gönderdi. Bu defa o: “Sınır karakollarımızın olduğu yerin kuzey tarafında Batur Tanrıkut’a tabi bir parça kıraç yer var. Ben bu yere sahip olmak istiyorum. Bundan sonra Hunlar bu yerlere ayak basmasın” diyordu. Batur Tanrıkut vezirlerini toplayıp bu konuda fikir sorduğunda, Tanrıkut birincisinde tulparı, ikincisinde sevgili eşini verdiğine göre, kuruyup çatlamış bir parça yerin verilmesine hiçbir söz söylenilmez diye düşünüp: “Vermemiz gerek, terk edilmiş duran bir parça yer”, diye cevap verdi. Batur Tanrıkut vezirlerin fikrini duyunca, hiddetlenip: “Bu nasıl mümkün olur, toprak denen devletin temelidir, toprak olmazsa devlet olur mu” dedi. ”Herkes atlansın, ülkemde bu seferden geri kalanın kellesi alınsın” diye ferman buyurdu. Bununla birlikte bütün millet hazırlanıp Tunguzların üstüne sefer kıldı. Tek bir hücumla Tunguzları yenip, padişahı öldürüp, önceden Tuman Tanrıkut zamanında elden çıkan birçok toprak da geri kazanıldı.
–Efendim… Bizim bilmediğimiz ne acayip işler varmış, dedi. Abdusemi Bay heyecanını yenemeyerek. Şairin ağzından çıkacak sözleri iştiyakla bekleyen misafirler Abdusemi’nin sözü bölmesine razı olmayarak, ona dik dik baktılar. Ama şair dikkatini bozmadan sözlerine devam etti:
Ben bu tezkirede şunu anladım ki: Batur Tanrıkut devlet toprağını, yani vatanı, kendisinin her türlü rahatından, şan ve şerefinden üstün tutan, üstün faziletlere sahip bir devlet adamı. Bana onun bu yönü çok tesir etti, dedi.
–Hepimize öyle, dedi Mehsut Muhiti şairin fikrine katılıp, bize de işte bu fazileti tesir etti. Tarihte geçen, padişahlar arasında cereyan eden savaşların, kanlı cenklerin çoğu kadın, zenginlik, itibar tartışmaları yüzünden çıkmıştır. Onlar böyle işler için savaşıp, ırmak ırmak kan döküp, vatanlarını harabeye çevirmiştir. Batur Tanrıkut bunun aksine hareket etmiş, izzet itibardan, hatta eşinden vazgeçmiş, ama bir parça toprak meselesine gelindiğinde bütün milleti seferber edip savaşa girmiştir. Bu her padişahta bulunmayan yüce bir erdemdir.
Konuklar başını sallayıp, çıkarılan sonucun doğru olduğunu tasdik etti. Mehsut Muhiti sözüne devam etti:
Bugün benim için hoş olan başka bir şey de şu ki, dedi o elindeki piyaleyi oynatarak oturup, okuyan işte Abdülhaluk Uygur gibi okumalı. Bugün o, Çinceyi tercümanlık yapıp geçim sağlamak için değil, belki devletin tarihi, coğrafyası, anane ve medeniyetini bilmek için okuduğunu ispatladı. Buna kim sevinmez? Her insan sevinir, elbette. Bugün o bize Çin’in Yirmi Dört Tarihi’nden denizden bir damla misali küçücük bir tezkireden söz edip hepimizi titretiverdi. Bu kadar çok malumat sahibi yaptı. Vatanperverliğin her zaman kitaplarda zikredilip, dillerde destan olduğunu düşündürdü. Biz onun, bu yönleri için seviniyoruz.
Mehsut Muhiti’nin methiyesini duyan Abdülhaluk Uygur’un yüzünü bir kızıllık aldı.
–Bizim evlatlarımız işte böyle okuyup yetişse, o zaman halimiz ne kadar güzel olurdu! –dedi sabahtan beri sessiz sedasız konuşulanları dinleyen Hüsamidin Zuper.
–Eğer bizim açtığımız mektepler kapatılmasa, bu günlere kadar devam etmiş olsa, bir sürü aydın yetişmiş olacaktı!… –dedi Mehsut Muhiti iç geçirip.
–“Civcivin şomluğundan tavuğun memesi yok!” denildiği gibi, bütün işler yine kendimizden oldu, dedi Latif Efendi hiddetle, onun dudakları gazaptan titriyordu. Onun bu sözünün etkisiyle misafirhanede oturanların gözlerinin önüne; şu yıllarda mutaassıp mollaların yaygara çıkararak, büyük ümitlerle açılan yenilikçi okullara karşı çıkması, bu konuda Urumçi valisi Yan Zenşin’e şikâyette bulunması, müstebit hükümetin onların yaygaralarına itibar ederek, bunu da bahane edip okulları kapattırıp, hocalarını cezalandırıp dağıtması gibi acı hatıralar dizildi.
–Öyle, bütün her şey kendi uğursuzluğumuzdan oldu, dedi Mehsut Muhiti geçmişi anımsayıp, -mutaassıp mollalar açtığımız mekteplerin üstünden gürültü kopararak şikâyette bulundu. Bu iş yurdumuzu cehalette bırakıp müstebit bir yönetim sergileyen Yan Cyancün’ün çok hoşuna gitti. Bununla birlikte o bir buyrukla okullarımızı kapattırdı. Yıllar geçip gitti, halk gittikçe daha derin cehalet bataklarına saplanıp kaldı. Bilen adama bu, söylemekle tükenmez, dayanılmaz ağır bir dert. Bu dertler insanı öldürür, yok eder!.. Söz buraya geldiğinde, Mehsut Muhiti’nin sesi titremeye başladı. O çok heyecanlanmış ve öfkelenmişti.
–Tahirbeg13’in Sun Cunşen Efendi ile görüşme işleri de bir tarafta kaldı, dedi Mümin Efendi derin bir nefes alıp, -Sun Cunşen Efendi Doğu Türkistan’da milli eğitimi düzenleyin diye güzel sözler söylemiş.
–Sun Cunşen Efendi Şinhey ihtilalini başlatıp iki bin yıllık feodal hanlık düzenini devirerek, onun yerine cumhuriyet kuran büyük adam. Bunun için, ona devletin babası deniliyor. Ama bu cumhuriyetin bizim Doğu Türkistan’a uğradığı yok, dedi Mehsut Muhiti gazapla.
Sözün buraya gelmesiyle, ev içi durgun su gibi sükûta gömüldü. Yüzlerinden, herkesin hayal denizinin derinliklerine dalıp gittiği anlaşılıyordu. Biraz sonra Abduhaluk Uygur konuşup, hüküm süren sessizliğe son verdi:
–Sun Cunşen Efendi tarihi doğru özetleyip, Çin; Henzu, Mançu, Moğol, Uygur, Zanzu’dan ibaret beş milletin ortak devleti, Çin medeniyeti de bu milletlerin yarattığı ortak bir medeniyettir, bunun için bütün halkın hukuk karşısında eşit olması gerekmektedir, diyerek son derece doğru konuştu. Eşit olmayan milletlerin dost olması, ittifak yapması mümkün değildir. Maalesef, bu söz söylendiği yerde kaldı. Burada hâkimiyet başındakilerse kendi bildikleri yola devam ediyorlar. Yan Cyancün’ün halkı cahil bırakarak yönetmek istemesi, kendi bildiği yolu uygulamaktır. Çünkü o, halk uykudan uyanırsa, eşitsizlik temelinde yürütülen siyasete, zorbalığa karşı çıkıp, eşitlik, cumhuriyet talep eder, diye korkup, milli eğitimimizi baltaladı. Sözü toparlarsak, onun maksadı işte bu!..
Ev sahibi yemek getirdi. Misafirler yemeğin üstüne yine büyük meseleler hakkında konuştular. Sun Cunşen Efendi önderliğindeki Şinhey İhtilalı, o yıllarda Çin’in içindeki militaristlerin savaşı, Sovyet Ekim İhtilalı, Dış Moğolistan’daki ihtilal hakkındaki söz ve düşünceler onların en çok ilgisini çeken konulardı.
Yemekten sonra misafirler dışarıya çıkıp, ellerini ayaklarını hareket ettirip, temiz gece havasıyla serinlediler. Törehan’ın kendi eliyle yetiştirdiği, meyvesinin çokluğundan dalları eğilen elma, armut, şeftali gibi meyve ağaçlarını seyre daldılar, inci gibi parlayan üzümlere bakıp hayran kaldılar. Gezinti esnasında herkes kendi istediği meyveden koparıp zevkle yedi. Gün batıp hava karardığında, birer ikişer toplanan misafirler rahat rahat oturup, tatlı sohbetlerle neşelendiler.