Kitabı oku: «Erken Uyanan Adam», sayfa 4
–Yok, baba ben işimden vazgeçmeyeceğim, dedi şair kat’i ve cesur bir tavırla, -vali kendisi gelsin, ben konuşacağım, bize şu kadarcık yol bile vermeyen bu dünyanın nasıl bu hale geldiği hakkında iki çift laf etmezsem öfkem dinmez!…
Baba oğul ikisinin ciddi konuşmalarının üstüne dışarıdan cisa23 çıkıp geldi. Onun arkasından Menlik Sofi, Haşim Derviş gibi kişiler de girdiler. Avluya girip gözlerini fal taşı gibi açarak sakallarını titreten cisa o yana bu yana bakarak tehditle:
–Neden rahat vermiyorsunuz? Okul dediğiniz hani, bir göreyim, dedi ve dershaneye girip, oturan çocukları görünce aklı başından gitti. Sizler ne yapıyorsunuz burada çocuklar? Yürüyün, gidin, buraya bir daha gelmeyin. Bir gün olsun benim rahat cisalık yapmama izin verin, diye tersleyerek çocukları kovdu.
Menlik, Haşim denenler de dershanenin içine girip, hiç durmadan gevezelik yapmaya başladı:
–Ya Allah, Ya Kerim, işte bu ceditlik, dinden çıkmak değil mi?! Menlik Sofi başını sallayarak devamlı konuşuyordu. –Sırada, masada oturmak imansızların işi. Biz Müslümanlara diz üstü oturup ders dinlemek sünnet. Cenabı Resulullah ders anlattığında otuz üç bin sahabenin hepsi diz üstüne oturup dinlemedi mi?…
–İşte, işte şuna bak, -diye söze başladı Haşim Derviş, sonra sıranın altındaki bir parça kâğıdı alıp, ona buna göstererek, -bakın Huda’nın kelamının yazdığı mübarek kâğıtları yere atıp ayaklar altına almak çok günah değil mi, dedi. Yine bu kara tahtaya bir şeyler yazılmış. Bu yazılarda hiçbir şey yok. Besmele de yok, böyle şeyler yazmak dinimize ters!…
Onların ağzından çıkan sözleri duyan kişi tahammül edemezdi. Şair şu anda istibdat, zulüm, töhmet, cehalet ve nadanlıktan ibaret kapkara bir duman içinde kalmıştı. Kuru iftiranın hançeri onun yüreğini parça parça etmişti. Cehalet ve nadanlık çiyanları öfkeyle zehrini kusuyordu. O kendini zorla tutarak:
–Ey âdemler ne diyorsunuz, nasıl iftira atıyorsunuz, sizin amacınız ne, diye haykırdı. Bu sözü söylediğinde şairin dişleri sıkılmış, gözlerinde gazap kıvılcımları parıldıyordu.
Şairin bu sözleri cisa, dervişlere tıpkı kubbede cevizin durmaması gibi, kıl kadar tesir etmedi. Gerçekte de onlar sözün tesir edeceği kişiler değildi. Birisi istibdat siyasetine uşaklık yapan kötü niyetli iken, diğerleri hurafeci itikadın zincirine bağlanmış, cahillikle kafası katılaşarak granit taşa dönenlerdi…
–Masa, sıraları götürün, alıp benim avluma koyun. Kesip odun yapın! –Cisa gerinerek buyruk verdi. Onun adamları masa, sıra, tahtayı ganimet bulmuş gibi alıp götürdü.
Derviş bir sırayı alıp cisanın önüne gelip, sırıtarak:
–Karpuz satmaya tezgâhım yok, zor durumda kalmıştım, deyip alıp gitti. Böylece bu adamlar bir anda cennet asa sınıfı domuz girmiş gibi viran kıldılar.
Şair bu yırtıcılarla mücadele etmek, onları engellemek istedi. Fakat Abdurahman Mehsum oğluna engel olup laf söyletmedi ve:
–Tamam, bir şey söyleme, canın sağ olsun, dedi.
Hesamidin Zuper aceleyle çıkıp geldi. O sanki olan işlere aldırmıyormuş gibi dönüp bakmadan şairin yanına gelerek:
–Yürüyün, bizim eve gidelim, deyip aldı götürdü.
O kapıdan çıkar çıkmaz şaire:
–Biz böyle olacağını önceden hesap etmiştik. Gerek yok, diye teselli etmeye başladı, -bizde Boğda Dağı gibi sarsılmaz ruh, yanardağ gibi ateşe dayanıklı gayret olması lazım. Böyle olursa sonraki hesapta maksadımıza ulaşırız…
Beşinci Bölüm
1
“Urumçi denilen büyük bir şehir, bir yerlere yalnız gitme, kaybolursun!” Keyum Bey’in uğurlarken kardeşçe söylediği sözleri, arabada tıpkı beşikte yatar gibi sallanarak giden Abdülhaluk Uygur’un kulağında çınlıyordu: Urumçi’ye ulaştığın gün mektup yazıp gönder. Anam üzülüyor. Söylediğim gibi Urumçi’de başka kişilerle görüşeyim deme, Hüseyinbay’la görüş. Şimdi Urumçi’de onun önüne geçebilecek kadar büyük bir zengin yok. Onun çevresi geniştir. Cyancünlerle dahi görüşür. Bir sınıflık okul açmak o kadar büyük mesele değil! Yukarıdakiler makul bulursa, buradakiler itiraz edemezler.”
Turfan’da bir sınıflık cedit okulu açma imkânı aramak için Urumçi’ye giden Abdülhaluk Uygur yol boyu hayallerle meşgul oldu. Olur, da Urumçi’ye ulaşırsa kimlerle görüşmesi, nasıl konuşması, Yan Cyancün’e sunacağı arz mektubunu nasıl yazacağı hakkında durmadan düşündü. Tasavvur edildiğinde bu işlerin hepsi yerli yerinde olup, kolaylıkla hallolacağı biliniyordu. Bu elbette kişiyi mutlu ediyordu. 1928 yılının mayıs ayları, havanın gerçekten güzel vaktiydi.. Bu yüzden şairin bu seferi her yönüyle güzeldi.
Fakat oturup arabayı süren Arabacı Salih’in az konuşması, sert görünüşü şairi biraz rahatsız ediyordu. Uzun boylu, tel sakal, gök göz, yüzü sarıya mail beyaz, iki yanağından kan damlayan, yaz kış dağ boğazından aşsa da, dinç, sağlam görünen bu arabacının iki günden buyana doğru düzgün laf söz ettiği yoktu, çoğu zaman yabanilik yaparcasına arabanın yanında yaya gidiyordu. Arabaya binip oturduğu zamanlarda da atların yürüyüşü, yolun alçak –yüksekliğine dikkat edip araba sürmekten başka, dostluk için hiçbir alamet göstermiyordu. Bundan dolayı şair onun böyle ketum mizacına boyun eğip onunla fazla ilgilenmedi. O sakin sakin hayal kurup, hayal bitse kitap okuyup zamanı geçiriyordu.
Arabalar yola çıkıp ertesi gün kızılsöğütle sarılan Davançin Deresine ulaşmışlardı.
Tarihten buyana Tanrı Dağının güneyi ile kuzeyini birleştiren Davançin Deresi elmas gibi parıldayıp duran Gigant Dağlarının ortasında tıpkı iki dağa sıkışıp kalan yeşil bir şerit gibi görünüyordu. Derede yine Davançin sazlıklarındaki yüzlerce kaynak suyunun katılmasından hâsıl olan hayli ulu, mağrur bir su taştan taşa vurulup gürültüyle akıyordu.
Bugün pamuk taşıyan dört araba işte şu akıntının doğu tarafındaki yılan gibi uzayan dağ yolunda gidiyordu. Arabaların tekerleklerinden ve at toynaklarından çıkan takır tukur seslerle iç atın kuşağına yerleştirilen çıngıraklardan, bunun gibi arabalardan çıkan gürültüler boğaz içini uğuldatıp, lerzeye getiriyordu.
Arabacı aniden şarkı söylemeye başladı. Onun gürül gürül çıkan güçlü sesi dağ içine can getirdi:
Üstü karlı ala dağlar,
Bu halimi gördünüz mü?
Düşmanlara esir oldum
Kederimi gördünüz mü?
Nazar eylen gözyaşıma,
Kimseler gelmez yanıma.
Kamçı yiyerek başıma
Durduğumu gördünüz mü?
Kırk yiğidim hepsi gelip
Özümü ben gama salıp
Ahmet Bey’i bile alıp
Kederimi gördünüz mü?
Bende olduğum irade,
Kaldım sayısız belada.
Düşman atlı ben piyade
Yürüdüğüm gördünüz mü?
Yusuf Bey der sinem dağlı,
Arzumanım burada kaldı.
At önünde elim bağlı
Gittiğimi gördünüz mü?!
-Hayret, insanoğlu denilen çok acayip, dedi şair şaşkınlıkla.
Turfan’dan buraya kadar Arabacı Salih’in şarkı bildiğini veya böyle güzel şarkı söyleyeceğini düşünmeyen şair onun aniden şarkı söylemeye başlayıp dağ içini canlandırmasına hayran kaldı. İki günden beri isimlerini sormaktan başka kelam etmeyen şair bugünkü fırsattan istifade ederek onunla biraz dertleşmek istedi. Şarkının bitmesiyle söze başladı:
–Salih ağabey gibi değerli şarkıcıyı görünce dağların içi de canlanıp ses vermeye başladı değil mi?!
Arabacı o sırada dönüp:
–Evet… Gençliğimde bazen şarkı söylerdim, o zamanlar bugünkü gibi boğulup kalmazdım, dedi alçak gönüllülükle.
Şimdi de çok iyisiniz. “Senin gençliğinden çizmemin topuğu iyidir” dermişçesine, dağ içini yine siz canlandırdınız.
Arabacı başka laf etmedi. Onun karşılık vermeden sessizce oturmasına bakılırsa, kendisine yapılan methiyeyi fazla beğenmediği anlaşılıyordu. Şair yeni açılan sohbet perdesinin kapanıp kalmasından endişelenerek, yine söze başladı:
–Hangi yaşlardasınız?
–Altmışa yaklaştım, dedi arabacı biraz durup. O sanki bir şeyleri hatırlamaya çalışırcasına bir lahza sessiz kaldı. Arkasından şairin gözlerine samimiyetle bakarak, -Kardeşim, ben Yakub Bey’in tahttan indirildiği vakitlerde dokuz on yaşlarında idim. O zamanlar biz Kumul’daydık. Anam babam da vardı. İçeriden Zo Zuntan, Lyu Cintan denenlerin asker topladığını çok iyi hatırlıyorum, şimdiki gibi gözümde canlanıyor.
–Bu söze göre aslen Kumullusunuz değil mi?
–Turfan’da Kumullu Salih denilince beni tanımayan yoktur.
–Yusuf Ahmet’in şarkısını söylemenizden yola çıkarak ben de sizi Kumul’dan olsa gerek diye düşündüm. Düşündüğüm gibi çıktı, dedi şair samimiyetle gülümseyip. –Bu taraflara ne zaman geldiniz, şimdi nerede yaşıyorsunuz?
–Koşkariz’de, dedi o, gülümseyerek. Sonra söylesem mi söylemesem mi der gibi sözünü devam ettirdi. –Bu taraflara gelişim uzun hikâye!
–Söyleyin lütfen, bu uzun yolları konuşarak tüketmezsek, nasıl tüketiriz, dedi şair rica edercesine.
–Bu söylediğiniz de doğru, dedi o ve nedense yola, yüksek dağlara bakıp devam etti, -Benim eski meseleleri kolayca söyleyememek gibi kötü bir huyum var. Neden derseniz, geçmiş olaylardan bahsettiğimde eski yaralarım açılmış gibi üzülüyorum. Bunu bir kenara bırakıp eski işleri kolaylıkla söyleyemiyorum, hayal dahi edemiyorum. Gömülen şeyler gömüldüğü yerde aynen kalsınlar diyesim geliyor. Yeter eski meseleleri tekrar dillendirmeyelim. O işleri tekrar açıp söyleyerek yüreğimizi yakmanın faydası ne?
–Yüreğinizi yakan işleri bizim gibi gençlere devredin, biz taşıyalım, dedi şair samimi konuşarak, söylemezseniz, bir hayat hikâyesini yanınızda götürmüş olmaz mısınız? Böyle olunca biz eski zamanlardaki olayları nasıl öğreneceğiz? Geçmişi bilen kimse kalmazsa, tarih bağları kopar. Sizin başınızdan çok işler geçmiştir, sizin gibi insanları canlı tarih, canlı kitap, canlı şahit diye görüyoruz. Anlatın, esirgemeyin!…
Salih Ağa sanki konuşası gelmiyormuş gibi ağzındaki tütünü ezerek elindeki kamçıyı sallayıp sağ taraftaki atın sağrısına hafifçe değdirdi. Sonra aniden dönüp şaire bakarak söze başladı:
–Ben bu meseleleri yıllardır içime atıp kimseye anlatmadım, dedi of çekerek. Anlatmak istesem de kime anlatacaktım? Mollalara söylesen onlar işe yaramaz, namussuzlar hazır ekmek, bedava pide bulsa yiyip yatıyor. “Suyu siner yere serp” diye bir söz var. Bu sözleri de çalışkan, kadir kıymet bilen insanlara söylemek gerek. Öyle olmazsa söylemenin ne faydası var? Bugün siz talep ediyorsunuz, bakıyorum bununla ilgili görünüyorsunuz, tamam anlatayım.
Arabacı atlara, yola bir kez göz atıp söze devam etti, şair ona yaklaşıp can kulağıyla dinlemeye başladı.
–Zo Zuntan ortaya çıktığında aklım başımdaydı. Onların nasıl çıktığını oldukça net hatırlıyorum. Küçük yaşlarda olan şeyler insanın aklında taşa kazınmış gibi duruyor. Onlar çıkıp aradan yirmi yıl kadar zaman geçtikten sonra, Kumul’da Topraklar Ayaklanması oldu. O zamanlar ben otuz dört otuz beş yaşlarında idim. Aradan dört beş yıl geçince Timur Halife Ayaklanması oldu. Tam yiğitlik çağlarım idi, at binmeye çok hevesliydim. Sonunda atlanıp Halife ile birlikte Urumçi’ye kadar geldim. O zamanlarda biz şarkı söyleyip bu dağları titretiyorduk. Bu işleri ipinden iğnesine kadar bilirim. O yıllarda İli cyancünüyle Yüen Dahua arasında olan şeyleri de bilirim. Bu işleri ne kadar zamandır içimde sakladım. İnsanoğlu bildiği bir şeyi başka birisine söylemese içi daralıyor. Söyleyeyim desen kadrini bilecek adam yok.
–Zo Zuntan’ın ortaya çıkması tarihte büyük bir olay. Bunu biz tarihlerden öğrendik. Ama onun nasıl ortaya çıktığını bilmiyoruz, siz bütün bildiklerinizi anlatın, -diye rica etti şair.
–Zo Zuntan denilen hile hurda yapmakta usta, güngörmüş bir cyancündü. “Savaşın onda biri cenk dokuzu reng” denildiği gibi, Zo Zuntan her on askere bir bayrak açtırdı. Askerler piyade olarak yürüdüler. Kaç gün kaç gece ayağı kesilmedi. Nereye bakılsa bayrak. Bunu uzak tepelerden gören Bedevlet’in istihbaratçıları içeriden gelen askerin haddi hesabı olmadığını düşünüyordu. Bununla birlikte Bedevlet’in adamlarından biri savaşalım derken diğeri savaşmayalım diyor, birlik olamıyorlardı. Sonunda viran oldular. Sonra biri Bedevlet’i zehirleyerek öldürdü. Onun Hakkulu Bey, Beykulu Bey denen oğulları şahlık mücadelesine girip birbirlerini öldürüp, tüketti… İşler işte böyle oldu…
Söz buraya geldiğinde Arabacı Salih kendi kendine gülümsedi.
–Siz gerçekten tarihçiymişsiniz, dedi şair onun konuşmayı kesmesinden endişelenerek, -tarihi olayları detaylarıyla gören, etraflı sonuç çıkaran sizin gibi insanlar az çıkıyor.
–Kardeşim, ben mektep yüzü görmemiş, okuma yazmayı bilmeyen bir insanım, dedi Arabacı Salih sözünü devam ettirerek, mamafih bir işin arkasına önüne, sağına soluna eşit bakmak gibi kötü bir huyum var.
–Ona kötü huy demeyiz. Yemek tabağını bilip başka şeyleri bilmemeye kötü mizaç deriz. Bence sizin gibi bir işi etraflıca değerlendiren insan az bulunuyor. Hadi devam edin, dedi samimiyetle rica eden şair.
–Zo Zuntan yaşlı bir cyancündü, Lyu Cintan denilen cyancün gelip Urumçi’de vali oldu. O adam birkaç yıl ülkeyi idare ettikten sonra onun yerine Ru Yinçi denilen adam vali oldu. O hayli uzun zaman ülke yönetiminde bulundu. Benim hesabıma göre on üç on dört yıl yönetmiştir. Sonra onun yerine Lyen Kuy denilen geldi. İşte bu sıralarda sık sık bir ikisi gidip geldi. Biz onların adlarını öğrenemeden Yüen Dahua denilen biri vali olup ülkeyi yönetmeye başladı. Timur Halife Ayaklanmasının olduğu günlerde Yüen Dahua Urumçi’deki işleri şimdiki Yan cyancüne devredip kendisi merkeze gitti. Yan cyancün denilen çok yaman bir tilki. Ülke yönetimine geçeli şimdi on beş on altı yıl oldu. Bana göre ne kadar yaman bir tilki olsa da er ya da geç kuyruğunu kaptıracak.
Söz buraya geldiğinde arabacı aniden ciddileşerek arabayı durdurup şaire bakarak:
–Yokuşa geldik, diye hatırlattı.
Arabalar tek tek durduktan sonra arabacılar yere indi. Bazıları yağ şişesini alıp tekerlek yağlamaya girişti, bazıları ıslık çalarak atları suladı.
Atlar iyice dinlendikten sonra yine hareket etti. Aralıkta elli metre yürüdükten sonra, yol birdenbire sola dönüp boğaza sarıldı.
Davançin boğazı eski araba yolunda, Doğu Türkistan’ın güneyi boyunca hem yüksek hem de tehlikeli bir boğaz olarak biliniyordu. Boğazın güney yüzü kum çakıl karışık yumuşak toprak olup, uzunluğu bir kilometre, eğimi kırk elli dereceydi. Ağır yüklerle dolu olan arabaları bu yokuştan çıkarmak için bir arabaya yine başka bir arabanın atlarını koşup, yani arabanın önündeki üç ata yine üç at daha ekleyerek toplam yedi24 at gücüyle çekip çıkarılıyordu. Eğer bu da yetmezse yine üç at daha koşup on at gücüyle çıkarılıyordu. Arabacılar atların iki tarafına geçip onlara baskı yapıp, haydi diyerek kamçılayıp dağ içini çınlatıyorlardı. Atlar yoğun baskı altında arabayı bütün gücüyle çekiyordu, lakin her on beş yirmi adım ileri götürdüklerinde tıpkı sözleşmiş gibi hemen durup dinleniyorlardı. Onların horultuları, yorgunlukları geçer geçmez arabacılar yine sürüyordu. Arabalar işte bu yöntemle tek tek yokuşun sonuna ulaştırılıyordu. Yokuştan inmekse oldukça güç ve tehlikeliydi.
Yokuşun kuzey tarafının eğimi takribi seksen doksan derece gelip, kaygan taşlıktı. Uzunluğu tahminen üç –dört yüz metre geliyordu. Yokuşun üstünden bakıldığında alttaki insanlar serçe parmak kadar görünüyordu. Bu kadar dik ve kaygan taşlarla dolu yokuştan ağır yüklerle dolu, üstelik de fren sistemi olmayan ağaç arabaları sadece atların yardımıyla indirmek mümkün olmayacaktı. Eğer tedbirsizlik edilse, araba yuvarlanır at ve arabacıları mahvederdi. Ancak çalışan insanlar akıllıydı, arabayı yokuştan indirirken öndeki üç atı çıkarıp, arabanın arkasına ters yönde bağlıyordu. Bu sırada yalnız içteki atlarla kalan araba yokuştan inerken ters bağlanan üç at arkaya doğru direnerek fren vazifesi görüyordu. Kazara araba yürüse, ters bağlanan üç atı arabacılar yukarıya çevirip yürütüyordu, bu yöntemle kaçmak üzere olan arabayı fren misali durduruyordu.
Yokuşa iniş çıkışlardaki ciddi uğraşları gören şair arabacılığın nasıl zor bir iş olduğunu anlayınca onların marifetine imrendi. Düz yola çıkınca memnuniyetini gizleyemeyen Arabacı Salih şaire bakarak:
–Kardeşim, bugün bizim işlerimizi bizzat gördün değil mi, deyip gülümsedi.
–Öyle, nasıl cefa –meşakkatli olduğunu kendi gözümle gördüm, dedi şair kendi hissiyatını söyleyip, -böyle tehlikeli yolları açıp, cefa ve meşakkatlere katlanarak yürüyen atalarımıza, babalarımıza ne kadar rahmet okusak, ne kadar dua okusak azdır. Bakın, bu yokuş ne kadar dik, adamın bakınca korkası geliyor.
–Adamın korkası geliyor dediniz, aklıma bir iş geldi, dedi arabacı yeni bir söze başlayarak. –Bir sene Turfan’dan bir memuru kira ile Urumçi’ye götürdüm. Memur arabaya bir bindi bir daha inmedi. Sabahtan akşama kadar uzanıp yatıp uyudu, uykudan kalktığında iki eline iki adet demir top alıp oynuyordu. Güneşten ölümden korkar gibi korkan bir kişiydi. Yokuşa gelindiğinde bu memur atların arabayı çekemediğini gördüğü halde arabadan ineyim demedi. Sonunda buna bir çare buldum: Tehlikeli, inmezsen olmaz, dedim. O çaresiz arabadan indi. “ahırda iyi beslenen mal, uzun sefere dayanamaz” denildiği gibi, memurlar da bedava yiyip içip işe karışmayanlara benziyorlar. O adam arabadan inip doğru düzgün yol yürümedi. Yorulup dili sarktı, nefesi daraldı, öksürüp her adımda oturdu. Lakin ben ne olursan ol deyip, ilgilenmedim. Yokuşun sonuna vardığımda baktım o da bir şeyler yapıyordu. Bir an durup baktım. Yaklaşmaya çalışıyordu. Arabayı sürüp yokuştan indim. Biraz sonra o yokuşun sonuna gelip, benim indiğimi görüp bir şeyler söyleyerek bağırdı durdu. Ben yine ilgilenmedim, duymazlıktan gelerek inmeye devam ettim. Arabayı yokuşun sonuna indirdiğimde baktım ki bu memur bir adım dahi atmadan yatmış. Onun tavırlarına bakarak bir taraftan öfkelendim, yine bir taraftan o yokuştan yuvarlanıp gider başıma bela olur diye endişelenip yokuşu tekrar çıktım. Tepeye çıktığımda bu memur bana sarılıp ağlamaya başladı. Onun başı dönmüş yokuştan inmeyi gözü kesmemişti. Kolumdan tut deyip onu yanıma alarak yürüdüm. O, ayağı biraz kaysa, “ah, eyvah” diye haykırıyordu. Korkacak bir şey yok diyenleri dinlemiyordu. Korkan o mahlûk yokuştan inerken altına kaçırmıştı
Arabacı Salih sözünü bitirip kahkahayla gülerken şair de aynı şekilde gülüyordu. Arabalar Davançin Köprüsünden geçip, derenin batı tarafındaki yoldan Davançin’e doğru giderken, yolun sağ tarafındaki bataklığın ortasında bir kale göründü. Salih Ağa şaire bu kaleyi gösterip:
–Bedevlet askerleri Urumçi’ye hücum ettiğinde Bedevlet’in büyük oğlu Hakkulu Bey işte bu kaledeydi, dedi.
Yüksek bir tepede dimdik duran kaleye coğrafi konum noktasından bakılınca, stratejik açıdan ne kadar önemli bir yer olduğu anlaşılıyordu. Böylesi mühim yerde Bedevlet’in güney ile kuzey ulaşım ağına sahip olup, savaşa kumandanlık etmesi akla uygundu.
–Bir işin başına bakarak sonuç çıkarmamak gerek, işin sonuna, neticesine bakmak gerek, dedi arabacı söze devam ederek. –biz arabacılar da at satın alsak baştan ayağa inceleyip alırız. Mesela bazı atları getirip arabaya koşsak, önce arabanın koşumlarını koparacak kadar güçle çeker. Fakat yolun yarısına ulaşıldığında yorulup kalır, dört ayağını nöbetle değiştirerek yürüyemeyecek hale gelir. Biz o yüzden sık sık mola veren, çabuk yorulan atları bedava verseler de almayız. Bazı atlar var ki, onları arabaya koşup sürsek, başta fazla çabalamaz, ama yürüyüş kızıştığında öyle güzel çeker ki, arabayı bataktan tıpkı çamur yolar gibi yolup çıkarır. Kardeşim, biz öyle atları ağırlığınca altın harcasak da satın alırız. O atlardan biri olsa araba hiçbir zaman yolda kalmaz.
Söz buraya geldiğinde, arabacı kamçısını öndeki üç atın sırtında gezdirirken, atlarıma bir bak der gibiydi. Onun atları gerçekten iyi cinsti. Atların hepsi güç birliği yaparak arabayı alıp götürüyordu.
Arabalar Davançin’e gelmişti.
–Sözün devamı yarın, -arabacı böyle deyip arabadan atlayıp inerek dizginleri tuttu.
2
Şair bu geceyi zor sabah etti. O arabacının sözlerini düşündüğünde heyecanlanıp, tıpkı yeni su içen ekin gibi serpilip, morali yerine geldi. Gece boyunca doğru dürüst uyuyamayıp hayal kurup durdu. Onun hayalleri engin denizler gibi kabarıyor, şahin gibi pervaz ederek oldukça uzak ufuklara kanat çırpıyordu. Sık sık acaba diyerek of çekiyordu. Arabacı Salih’e, onun anlattığı tarihi bilgilere, yürek ambarında sakladığı tarihi tafsilatlara şaşırıp: “böyle sağlam hafızalı, titiz insanlar da varmış ha?” otuz kırk yıllık işleri, bu diyarda kimlerin hükümranlık sürdüğünü sanki kendi ata, babasını sayar gibi tek tek saydı. Bu ne kadar güçlü bir hafıza ha? Dedi…
Ertesi sabah Davançin’den hareket edip Sayopi istikametinde yol alan arabalar karaağaçlar arasındaki sert yolda ilerlerken, şair etraftaki manzarayı ve tarlaları doymaksızın seyrederek dün geceki konuşmayı nasıl tekrar başlatacağını düşünüyordu.
Han’ın askeri çıktı, diyerek söze başladı arabacı sanki gönlünden geçeni anlamış gibi. –Ondan sonra uzun süre savaş olmadı, sakin günler geçirdik. O kaşlarını çatıp biraz bekledikten sonra devam etti. –Sakin günler geçirdik fakat bununla birlikte Kumul Beyleri çok ileri gitmeye başladı. Bilhassa Şah Maksut Beyin zamanına gelindiğinde Kumul’un ekim alanları, büyük –küçükbaş hayvanları, kömür madenleri, bağlar ve kuyuların çoğu şehir hâkimiyetine geçti. Köyde –kentte yaşayanlar onların çiftçi kullarına, dağlarda oturanlar hayvancı kullarına döndü. Şah Maksut çiftçi kölelere verilen yerin bir mo25suna bir daden26 tahıl vergisi çıkardı. Eğer buradan bir daden ürün çıkmazsa eksik kalanını çiftçiler kendi elindekinden vermeye, hayvanlar kuzulamasa, hayvancılar kendi kuzusuyla eksiği tamamlamaya mecbur kılındı. Bakın, dünyada böyle bir kanun var mı?! Söz buraya geldiğinde arabacının gök gözlerinden gazap kıvılcımları saçılıyordu. O yine devam etti: -Öldürüp sonra dövmek gibi, beyin kömür ocağında her aileden bir kişinin yiyeceğini kendisi karşılayarak ayda altı gün çalışması hakkında bir yasa çıktı.
Vatandaşın çaresi ne? Onun yap dediğini yapmamaya çare yok. Zulüm desen gittikçe ağırlaşmaktaydı, dayanacak hal kalmadı. Çiftçiler toprağımı satayım dese, yönetim ruhsat vermiyordu. Çare bulamayan çiftçiler topraklarını ucuz fiyata bey idaresine satmaya mecbur kalıyordu. Bu işler çiftçilere ölümden de ağır geliyordu.
–Elbette öyle, dedi şair onun sözünü destekleyerek, -çiftçi dediğin file benzer, omzunda en büyük yükü o taşır.
Öyle de olsa bey, patronlar insaf edelim derler mi?!
Onlar insaf etmiyordu, onlarda insaf yok, dedi arabacı. Bu sözü söylediğinde onun tel sakalları titremeye başladı. Size söylediğim bunca şeyden sonra onlar yine kanaat etmediler, çiftçilere topraksızlık vergisi diye bir iş çıkardı27. Bu iş sebebiyle Kumul’da Topraklar Ayaklanması denilen isyan patlak verdi. Bu isyanı duydunuz mu? Siz o zamanlarda küçük olmalısınız. Kaç yaşındasınız?
–Yirmi yedi yaşıma geldim, dedi şair.
Öyleyse bilmemeniz mümkün. Bu olaya yirmi bir yirmi iki sene oldu. Ben çok iyi hatırlıyorum. Topraklar İsyanı bastırıldıktan beş yıl sonra cumhuriyet kuruldu. Cumhuriyet kurulup bir yıl geçmeden Timur Halife isyan etti. Siz o zamanlarda, nerede… -Arabacı biraz durup sonra devam etti. –Yirmi yediden yirmi bir çıksa altı mı kalır? Öyleyse siz o vakitlerde beş altı yaşlarındaymışsınız.
–Öyle, dedi şair onun hesabını tasdik ederek. -Bazı toplantılarda Topraklar Ayaklanması, Timur Halife İsyanı hakkında bir şeyler duydum, ama tafsilatlı değil. Bu konu hakkında konuşursanız can kulağıyla dinlerim.
Söz oraya geldi, dedi arabacı gülümseyerek, -bir dağı aşmadan başka dağa varılmaz, bunu anlatmadan sonraki konuları anlatmak olmaz. Ben biraz önce bey çiftçilere topraksızlık vergisi çıkardı demiştim. Topraklar Ayaklanması işte bu sebepten çıktı… -Arabacı eline tükürüp kamçısını nazlanıp duran atların üstünde bir iki kez çevirip salladıktan sonra devam etti. Bu anda onun simasından büyük bir elem dökülüyormuş gibi görünüyordu. –Yar Tügmenlik Şerullah diye bir çiftçi vardı. Beş altı çocuğu olan fakir, yumuşak başlı bir adamdı. O yıl bey idaresi ona beş daden tahıl vergisi koymuştu. Bu adam bu kadar ağır vergiyi nasıl ödesin? Mümkün mü? O adamın çok fazla toprağı yoktu. En fazla dört beş dönüm yeri vardı. O kadarcık yerden çıkan ekin çocuklarını doyurmaya yetmiyordu. Hal böyleyken o, beş daden ekini nasıl versin?! Burada bir oyun vardı. Bu nasıl bir oyun derseniz, Şerullah’ın elinden bu küçücük yeri almak. Bu yüzden bu yasa çıkartıldı. Vergiyi ödeyemeyen toprağını satıyordu. Toprağı ise bey ailesi ucuz fiyata satın alıyordu. Şerullah’ın kendi durumuna gelince;, toprağı satmasa vergiyi ödeyemeyecek, satsa beş altı çocuğa bakamayacak. O işte böyle müşkül durumdayken idarenin adamları her gün kamçısını şaklatarak gelip hakaret edip, zulüm yapıyordu. Zindana atarız, Nom’a süreriz diye korkutuyordu. Böyle bir sıkıntıda kalan Şerullah bir gün başına gelen dert –elemleri, beye karşı olan memnuniyetsizliğini bir kâğıda yazarak kendini iğde dalına astı. Ertesi gün sabah namazından dönen cemaat bu hali görüp irkildi. Yazdığı yazıyı okuyup beyin zulmüne sert tepki gösterdiler. O arada Şerullah’ın evindeki büyük küçük herkes ağlıyordu. O gündeki nale, feryada insan dayanamazdı! Bu duruma bakan herkesin beyin zulmüne karşı öfkesi kabarıyordu. Bu daha olayın küçüğü. Büyüğü başka yerde… Eğer sıkılmadıysanız anlatayım.
–Anlatın ağabey, anlatın. Ben şimdi siz anlattıkça coşarım, dedi şair arabacıya yalvaran gözlerle bakarak.
Öyleyse anlatayım, dedi arabacı diliyle dudaklarını ıslatıp, -yine şu günlerde bey idaresi tarafından Raci Toprak, Zarif Toprak, Şakir Toprak diye üç kardeşe on üç daden tahıl vergisi kesildi. Onların bu vergiyi ödemeye gözü kesmedi, çoluk çocuklarını toplayıp Keçirbulak tarafına kaçtılar. Bunların kaçıp Lapçuk denen yere varmaları, beyin Tarançi’deki kömür ocağında on yedi kişinin göçük altında kalarak ölmesine rast geldi.
Oraya yüzlerce adamın toplanıp ağlayıp sızlamaya başlamasına rağmen, bey idaresi kan bedeli ödemek yerine, hakaretler yağdırarak halkın gazabını topladı. Bu fırsatta Toprak kardeşler halkı toplayıp hareketi başlattı. Onlar çabucak üç yüz kadar adam toplayıp, Kumul’a gelip taleplerini yazıp idarenin kuzey tarafındaki kubbeye astılar.
–Onların talepleri neydi, dedi şair tüm dikkatini vererek.
–Acele etmeyin, anlatacağım, dedi arabacı, şairin ilgisinden memnun kalarak. Sonra bir gözünü kısıp gökyüzüne bakarak sanki bir şeyi hatırlıyormuş gibi söze başladı. –Onların birinci talebi: Bey hâkimiyetindeki yer ve kömür madenleri bundan sonra çiftçilere kiraya verilsin, adaletsiz çalıştırılmayalım; ikincisi: her ay bey için çalışılan altı gün kısaltılarak üç güne düşürülsün; üçüncüsü: Bize Kumul hâkimi kefil olsun ve isteklerimizi bey idaresine iletsin; dördüncüsü: Yukarıdaki taleplerimiz yerine getirilsin, getirilmezse, beye gerek kalmaz, hâkimi de görevden alırız. Bu istekleri halk dört defa astı. Bey idaresindekiler kasten görmezden gelip, sessiz kaldı. Toprak kardeşler hareketi tekrar başlatmak için; Şumkaga, Astane, Toguçi, Lapçuk, Karadöve gibi yerlere giderek halkı harekete geçirip, kişi sayısını beş –altı yüze çıkardılar. Hocalardan Hoca Niyaz, Molla Nazi, Dugamet adlı kişiler Cuma günü halka: “Kitaplarda söylendiğine göre, tüm insanlar eşit. Öyleyse beyler neden babadan oğula bizi yönetiyor? Neden biz onlara köle oluyoruz? Biz de onlar gibi yaşamak istiyorsak, beyleri yok etmemiz gerek!” diye onları teşvik ediyordu. Bununla Rahetbağ, Karatal, Bugana, Dövicin, Palvantur denen yerlerden beş –altı yüz adam toplanıp gelerek topraklara katıldı. Bununla birlikte isyancıların insan sayısı bini aştı. Bizim ev de şehre yakın. Yaşım otuzu aşmıştı. Savaşlarda baş kesecek çağlarımdı. Tüm yurt ayaklanmışken ben yalnızca bakacak mıydım? Elime bir topuz alıp halka katılıp yürüdüm. Binden fazla adam ellerimizde sopalar, topuzlar; baltalar, kazmalar alarak şehre doğru yürüdük. “Beyliği istemiyoruz, onlara köle olmayacağız” diye haykırdık, bu kadar insanın aynı anda haykırması çok heybetliydi. Şehir kaleleri, evlerin çatıları sallandı. Bizim böyle güçlü çıkan sesimizi duyan Şah Maksut fare gibi, kafasını delikten de çıkaramadı. Ama o, bize zehirli iğnesini saplamak için hazırlıklar yapıp, bir taraftan yardım istemek için Urumçi’ye adam gönderirken, yine bir taraftan da idare askerlerine emir vererek kapıyı içeriden kilitleterek Urumçi’den yardım gelene kadar korunmak istedi. Buna bakıp kalır mıyız? Biz de harekete geçip şehri kuşattık. Şehir kapısının dışına çiğ tuğladan duvar örüp, onların dışarı çıkmasını engelledik. Kimse evine dönmedi. Geceleri şehrin etrafındaki ormanlarda yattık, yemeğimizi de orada hazırlayıp yedik. Bir gece kaleye merdiven koyup çıkmak istedik. Plan yapıp, tan vaktine yakın kaleye üç yerden merdiven koyduk. İnsanlar ben çıkacağım, yok ben çıkacağım diye kavgaya tutuştu. O geceki halkın coşkusunu anlatmaya kelimeler yetmez kardeşim. Böylelikle birçok adam merdiveni kullanarak kaleye tırmandık. Ancak kaleye çıkmamıza çok az kala, idarenin askerleri ateş açmaya başladı. Üç yerdeki merdivenlerde en önde giden Tohti, Hoşur, Cemal diye üç adamımız vurularak şehit düştü. Sağ kalanlarımız geri indik. Hoşur’un çıktığı merdivenden çıkanların üçüncüsü bendim. Önümde Karatal’dan gelen başka bir adam vardı. Çıkalım desek önümüzdeki adam vurulup merdivene yığılıp kaldı. Biz onu çiğneyip geçemedik. Kazara çıkabilsek hayli iş yapmış olurduk değil mi? –Arabacı bir an durup dudaklarını yaladıktan sonra devam etti –O sırada tan da attı. Kurşunlar seyrekleşerek durdu. Biz kurşun değenleri götürüp tekrar geldik. Öfkemiz daha da arttı. Dişlerimiz gıcırdayıp, yeni baştan saldırmak için hazırlık yaptık. Bugünlerde şimdiki Yan Cyancün denen tilki Gansu’dan ayrılıp, Aksu’ya vali olup, Kumul’a gelmişti. Ona Urumçi’deki validen Kumul’daki işi bertaraf et diye emir geldi. Yan Zenşin denen tilki bu işi bertaraf etmek için öne düşüp, Şah Maksut’a çiftçilerin taleplerini yalandan kabul ettirdi. Yine bir taraftan Bariköl’deki hükümet askerlerine emir vererek Ye Şinfu denen lyencan28’ı yüz askeriyle birlikte geceleyin getirip şehir içinde sakladı. Ertesi gün öğleye yakın Şah Maksut halk toplansın, halkın taleplerine cevap vereceğim diye haber saldı. Bu haberi duyunca kapı önüne yaklaşıp Bey’in cevabını duyalım diye bakıp durduk. O anda Bariköl’den gelen askerler aniden kurşun yağdırdı. Burada sekiz adamımız vurularak öldü. Birçok adam yaralandı. Elinde silahı olmayan halk dağılmaya başladı. Şehri üç ay kuşatan isyancılar böylelikle bir günde dağıldı. İdarenin askerleriyle Ye Şinfu’nun askerleri isyana liderlik eden kişileri arayıp bularak tutuklamaya başladı. Birkaç zaman içinde iki yüz kadar adamı tutukladılar. Onların içinden Raci Toprak, Zarif Toprak, hocalardan Hoca Niyaz, Molla Nazi, Dugamet gibi sekiz kişinin başını kesip kapıya astı. Toprak Şakir, Toprak Tokniyaz başta olmak üzere kırk kadar adamı Pican, Turfan, Toksun’a sürgüne gönderdiler. Kalan yüz elli kadar adamı Nom’a götürüp tarla açtırdı… -Söz buraya geldiğinde o korkuyla etrafına bakıp, -kardeşim konuşa konuşa Sayopi’ye kadar gelmişiz dedi ve eliyle Aydınköl tarafını gösterip, -işte bakın, tam sapan taşlarının olduğu yere geldik. Bu taşları Topatar Gocam, zamanında sapan ile atmış, -diye izahat verdi.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.