Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Erken Uyanan Adam», sayfa 3

Yazı tipi:

Onların sohbet konusu hayli çoktu. Söz Beycin – Tiyenşan’la başlasa, Moskova, Leningrad’la sona eriyordu. Dünyadaki her tür ilerlemeden söz ediliyordu. Tarihten söz açılsa, İdikut, Beşbalık’tan başlanıp, Karahanlılardan, Saidiye Hanlarından çıkılıyordu. Bazen Kunteyci, Apak Hoca hakkında konuşulsa, bazen Timur Halife, Moydin Halifelerin isyanı dile getiriliyordu. Bazen yurttaki cehalet, nadanlık, hurafecilikten şikâyet ediliyor, bazen vatanlarının gelecekteki ilerlemeleri tasavvur ediliyor, çeşitli tahminler öne sürüyorlardı…

Ev sahibi ikinci defa sofra serip, akşam yemeği getirmek için hazırlık yaparken, kalabalık şairden birkaç parça şiir okumasını istedi. Gelen istek doğrultusunda şair yeni yazdığı biri şiirini okudu:

Turfan Gecesi
 
Ne kadar da sıcak, ne kadar boğuk,
Nasıl bunaltıcı Turfan gecesi!
Nefesim sıkıştı, göğsüm daraldı,
Terletiyor cip cip Turfan gecesi.
 
 
Çaylardan soğusa sıcak rüzgârlar,
Terleyip beşikte ağlar çocuklar.
Sussun diye ninni söyler analar,
Nasıl bunaltıcı Turfan gecesi!
 
 
Parıldayıp durur gökte yıldızlar,
Bağlarda solgun güller kunduzlar14,
Elde yelpaze, şikâyetli laflar,
Nasıl bunaltıcı Turfan gecesi!
 
 
Üzümler ki güya birer damla yaş,
Ağlıyormuş gibi yurtta keri -yaş15.
Ne zaman çıkar ki güneş atıp kaş?
Acayip karanlık Turfan gecesi!
 
 
Ne zaman nur saçıp atar altın tan,
Doğmaz mı bu güneş deyip şaşırma
Gün ağardı aydınlandı attı tan
Er ya da geç biter Turfan gecesi.
 

Üçüncü Bölüm

On beş günlük dolunayın çatıdaki pencereden tıpkı değirmenin ardından akan su gibi görünen şulesi evin tam ortasına düşüyordu. Bu gece yarısına kadar belge düzenledi.

Abdülhaluk Uygur hala yazmakla meşguldü. Pencere altına konulan büyük masanın ortasındaki elektrik lambası sarı ışık saçıp, aydınlatarak şairin çalışmasına imkân sağlıyordu. Pencereden süzülüp duran serin dağ rüzgârı şairin lamba ışığında parlayıp duran geniş alnını ve yüz, gözünü okşayıp, ona eşsiz bir huzur veriyordu. Böyle sakin, böyle serin bir yerde şairin ilhamı tıpkı taştan taşa çarpıp coşarak akan büyük nehir suyu gibi kabarıyordu.

Önceki akşamdan gece yarısına kadar şiir yazmakla meşgul olup, sayfa sayfa kâğıtları güzel şiirsel ibarelerle işleyen şair, başının, bedeninin yorulduğunu hissedip mola verdi. Aklına çok mühim bir iş gelip yine durdu. O anda aklına kadirşinas dostu lambaya minnettarlığını bildirmek geldi. Bu yüzden o derhal bir yaprak kâğıt alıp, dikdörtgen şeklinde katladı. Katladığı her bir köşeye gazel şeklinde bir teşekkür name yazmaya başladı:

 
Geceyi gündüz kılar tıpkı bir inci bu çırak16,
Nurunu güneşten almış nur –ı cevher bu çırak
 
 
Kapkaranlık gecede nurun kaynağı bu çırak,
Gece yolu şaşıranın meşalesi bu çırak
 
 
Gece kalem tutulmazdı olmasaydı bu çırak
Nice yazsam öyle coşar gece bu derd-i firak.
 
 
Abdülhaluk gece gündüz ayrı kaldın uykudan,
Tıpkı pervane gibi ol, kalma bu nurdan ırak.
 

Abdülhaluk gazeli bir kez gözden geçirip, kâğıdı katlayarak, ortasından bir delik açıp, büyük bir özenle lambaya giydirdi. Ayimhan’ın “uhh…” deyip uzun nefes alışı duyuldu. O uyanmıştı. Bunu anlayan şair lambaya kâğıdı giydirdikten sonra, dönüp Ayımhan’ın yıldız gibi parlayan ahu gözleriyle karşılaştı.

–Ne oldu, uyandın mı dedi. Şair sevgiyle gülümseyip.

–Tan atıyor, sen ne zaman uyuyacaksın diye bakıyorum, dedi Ayimhan tatlı bir sesle.

–Henüz erken değil mi?

–Aya baksana, öğle oldu, Ayimhan böyle deyip nurlu gözlerini şairden kaçırıp sessizce yattı. O sırada onun keklik kaşlarının altındaki badem göz kapakları tamamen açılıp, bir güzelliğe on güzellik katıyordu. Kadirşinas sevgilisinin bu kadar güzel ve sevimli yüzünden etkilenen şair teselli etmek isteyip:

–Yazdıklarımı bir kez gözden geçirip yatayım demiştim, dedi.

–Ahh… Ayimhan derin bir nefes alıp aniden şaire baktı.

–Evet… Yine neden ah çekiyorsun?

–Ben de yazmayı biliyor olsam diye arzu ettim, -deyip gözünü kocaman açıp şairin gözlerine dikti Ayimhan.

–Bilsen ne yapacaktın? –Şair elini uzatıp onun tıpkı bir kuyu gibi, güzel çift çenesini okşadı.

–Ne yapardım, sana yardım ederdim işte, dedi Ayimhan salınarak gülüp. Onun bembeyaz dişleri lambanın ışığında sedef misali parlıyordu.

–Öyle olmasa da çok yardımcı oluyorsun.

–Nerde? –Ayimhan dertli bir ah çekip sözüne devam etti, babam beni kız çocuğu diye Kur’an okumayı biraz öğrendi deyip okuldan erken aldı. Eğer öyle yapmamış olsa ben okuma yazma biliyor olacaktım. Şimdi senin yazdığın yazılara ben tıpkı bir kör gibi bakıp kalıyorum. Ne kadar hayal etsem bizim böyle okuyanlarımızın hiçbir şeye yardımı olmuyor. Kur’an okumayı öğrenmek bizi teferruatın dışına çıkarmıyor. Bakıldığında, bununla hiçbir iş vücuda gelmiyor.

Ayimhan’ın yarı uykulu söylediği sözleri basit gibi algılansa da, aslında çok derin manaya sahipti. Onun sözlerinde halkın omzuna dağ gibi basıp duran bütün külfetler, milletin gözünü kör bırakan sebeplerin ana kaynağı olan eski eğitime karşı şiddetli bir isyan ateşi yanıyordu. Bunu düşünen şair Ayimhan’la meseleyi derinlemesine konuşup:

–Çok önemli bir şey söyledin, ben senin bu kadar derin fikirli olduğunu düşünmüyordum, dedi.

–Öyle, senin beni düşünmediğini biliyorum, dedi Ayimhan öfkelenip.

–Yok, öyle değil, ben seni çok düşünüyorum. Ama şimdi böyle paha biçilemez sözler söyleyip beni hayran bıraktığın için öyle söyledim, üzülme sen, canım! Şair özür diledikten sonra sözüne devam etti, başımızdaki külfetlerin kaynağı senin söylediğin teferruatların dışına çıkamamamızda, bunun gibi hiçbir şeyin manasını düşünmememizde. Sen bunu iyi özetledin. Ben buna tamamen katılıyorum, -o Ayimhan’ı yavaşça kendisine çekip, elma gibi parlak ve hoş kokulu yanaklarını koklayıp öptükten sonra, ekledi, teferruatın dışına çıkamamamız yönüyle bizi nadanlık, hurafecilik kıskacına almıştır. Bu zamanda her yerde işan –sofilerin “zikir –sema”sı, falcı kadın, üfürükçü, büyücülerin hurafelerle dolu inançları zirveye çıktı. Onlar işlemeden dişliyorlar, onlar kendi geçimini sağlayabilmek adına yalancılık yapıp, türlü usullerle halkı şuursuzlaştırmaktalar. Bu bizim hayatımızdaki en acıklı, en korkunç afet. Bu afetten kurtulmanın yegâne yolu halkı uyandırmaktır. Bunun için okullar açıp, senin de istediğin ilim irfanla halkı hurafelerin esaretinden kurtarmak gerek. Bu çok mühim ve zor bir iş. Beni geceleri uyutmayan işte bu kaygı.

Bu sözleri dikkatle dinleyen Ayimhan önünde oturan şairin boyunu Tanrı Dağlarından da yüce, şan şerefte binlerce on binlerce adalet savaşçısının galip komutanlarından da saygın olduğunu düşündü. Sıçrayıp yerinden doğruldu:

–Okul açılsa, ben de okurum, dedi kararlı bir sesle.

–Okul açmak güzel iş, fakat ona yol yok!

–Neden?

–Onlar okuldan korkuyor. Halkın uyanmasından korkuyor, dedi şair sakince anlatıp, -halk uyansa akla karayı fark edip, onların cahil bırakma siyasetine karşı çıkacak. Halk ayaklansa, kendi mukaddes hukuklarını tanısa, onların müstebit hâkimiyetini yıkıp, tahtı -bahtını yerle bir edecekler. Bunun için korkuyorlar.

Ayimhan nefesini tutmuş sessizce oturup bu sözleri dinliyordu. Şair ciddiyetle sözüne devam etti:

–Bizim okul açmamıza dinî, hurafe temelli örf adetler de sert engeller çıkarıyor. En tehlikeli ve zehirli kara güç işte bu. Bunlara teşebbüs eden cehaletperestler, halkın uyanışından çok korkuyorlar. Çünkü halk cehalet, nadanlık uykusundan uyansa, onların menfaatleri zarar görecek. Bunun için, onlar her türlü içtimai uyanış hareketine karşı çıkıyor. Mesela, Mehsutbay Tataristan’dan iki kez öğretmen davet edip tüm masraflarını kendisi karşılayarak Astane’de okul açtı. Bu okullarda, eğitim işleri bir zaman yoluna konuldu. Daha önce bahsedilen mutaassıp kara güçler isyan başlatıp: “Mehsutbay yenilikçi mektep açtı, hesap, coğrafya diye Besmelesiz bir şeyler okutuyorlar, dünya yuvarlak diyorlar” diyerek fitne fesat yayıp, Yan Zenşin’e şikâyet ettiler. Yenilikçi mektepleri kapatmak için bahane bulamayan Yan Zenşin onların şikâyetini dikkate alıp bir buyrukla yenilikçi okulları kapattırdı. Öğretmenlerini kovdu, hatta sürgün etti. Bunlar 1918 yılında olan şeyler. Aradan birkaç yıl geçince Kaşgar’da yine bir eğitim hareketi başladı. Merhum Abdukadir Damollam öncülük yapıp, medreselerdeki eski tarz eğitim işlerinde ıslahat yapmaya teşebbüs etti. Medreselerin vakıflarından para ayırıp, öksüz –yetimlerin bakımını yoluna koydu. En önemlisi yabancı ülkelerden gelen misyonerlere karşı koydu. Ne yazık ki, Abdukadir Damollam’ın terakkiperverliğini desteklemek yerine bir takım zenginlerle mutaassıp kara güçler ağız birliğiyle ona karşı çıktılar. En sonunda bu kara güçler bir suikastla Abdukadir Damollam’ı katlettiler.

Ayimhan bu dehşet verici facia karşısında yüreği yarılmış gibi, derin bir nefes çekip şaire bakakaldı, vücudu tir tir titriyordu. Şair onu hemen kendine doğru çekip, sevgiyle bakarak sözünü devam ettirdi:

–Bununla birlikte yine ilim semasında bir yıldız sönüp, terakkiperverlik hareketi yerle bir oldu.

–Öyle mi kalacak?

–Elbette kalmayacak. Halkın eğitime olan talebi hiçbir zaman bitmeyecek, belki bu arzu gittikçe güçlenecek. İşte, o talep edenlerden biri de sensin. Bunun için yenilikçi okullar açmamız gerek. Eğer açmasak, halkın, senin isteklerin nasıl yerine gelir? Bu yolda türlü türlü engellerle karşılaşsak da, kesinlikle gevşemeden onları aşıp geçerek ileriye yürümemiz gerek. “Engelin çok olsa da korkma, daima ileri yürü” bu bizim şimdiki şiarımız…

Ayimhan Abdülhaluk Uygur’dan bunun gibi daha çok sözler duydu. Şairin gurur, vicdan suyuyla sulanan sözleri Ayimhan’ın gönül evinde yer bulup, vücuduna büyük bir güç, kuvvet bahşetti, bununla birlikte o yüce bir gaye, sağlam bir irade kazandı.

Abdülhaluk Uygur söylemekten yorulmadı. Ayimhan’sa şairin sözlerine doyamadı.

Bir günlük meşgulat, bir günlük hareket… Bunun verdiği yorgunluk sonunda galip geldi. Bundan dolayı onlar sarılıp tatlı bir uykuya daldılar.

Dördüncü Bölüm

1

“Mektep açılırsa, ben de okuyacağım!”

Bu yalnızca Abdülhaluk Uygur’un candan aziz sevgilisi Ayimhan’ın talebi değil, binlerce, on binlerce insanın ve çocuklarının arzusu, emeli idi. Böyle umumi bir arzu nasıl göz ardı edilebilirdi? Buna itibar etmemek genç şairin arına dokundu. O yüzden o, bu konuda çok düşünüp birkaç gün boyunca doğru dürüst bir iş yapamadı. Bilhassa geceleri bu hayal âlemine girip, tan atana kadar uyumuyordu. Bir gün bu konu hakkında görüşmek için o, doğruca Hesamidin Zuper’in evine vardı. Misafirhaneye girer girmez:

–Hesamidin ağabey ben şöyle bir iş için geldim, dedi selam vermek yerine.

–Buyur şair, Hesamidin Zuper hesap defterinden başını kaldırıp şaire baktı. Onun bakışlarında “haydi söyle, dinliyorum” diyormuşçasına açık ve sıcak bir yaklaşım vardı.

–Okul açsak diyorum, dedi şair heyecanla.

–Bu güzel bir fikir! Ben desteklerim. Haydi, düşüncelerinizi söyleyin, duyalım.

–Şimdilik bir sınıflık açsak mı ki?

–Nerede?

–Bizim avluda olabilir.

–Mehsum ağabeyin haberi var mı?

–Henüz konuşmadım. Haklı işe babam da yok demez.

–Gayretiniz için Barekallah! –Dedi Hesamidin Zuper gönlünden geçen sözü söyleyen kişiye minnettarlıkla gülümseyerek, -size göre bu işin imkânı var öyle mi?

–Dünyada bir sürü iş cüretten doğar, dedi şair ümit var olarak. –Kolları sıvayıp işe başlasak, “Tevekkül deryasına saldım gemimi, ya Bay’dan çıkar, ya saydan çıkar17” diye bir söz yok mu?

–Bu sözleriniz doğru, ama -Hesamidin Zuper bir süre kapkara bıyıklarını sıvazlayıp biraz düşündükten sonra, devam etti, okul açmak şimdiki şartlarda çok zor bir iş. On yıldan beri hükümran olan yaşlı Cyancün18’ün karakterini hepimiz biliyoruz. O çok hunhar bir kişi. Milli eğitimi de her zamanki bakış açısıyla yasaklamıyor. Onun asıl maksadı halkı cehalette, nadanlıkta bırakıp hükümranlığını sürdürmek. Bundan başka, onun böyle bir siyaset izlemesine bizim akılsız, mutaassıp mollalarımız yardım ediyor. Bu durumları siz genç olsanız da etraflıca düşünürsünüz. Tamam, biz tevekkül edip okul açtık diyelim, bu mollaların kulağına ulaşır, onların karşı çıkması, bire iki katıp yönetime yetiştirmesi, hatta yaşlı Cyancün’e şikâyet etmesi mümkün. Durum o dereceye geldiğinde, kısmen gönül kırgınlıkları doğmayacak denemez. Hal böyle olduğunda ne yapmak gerek? Bu yönleri de düşünmeden olmaz.

Sözleriniz çok doğru. Böyle olacağı açık ama biz ne zamana kadar başımızı içimize çekip kirpi gibi büzülüp yatacağız! Armut piş, ağzıma düş demekle olmaz, bunun için…

–Bunun için biz yapacağımız işleri önceden dikkatlice düşünmeliyiz, dedi Hesamidin Zuper şairin sözünü keserek. “-Bilerek iş yapanın beli bükülmez” denildiği gibi, nasıl, okul açmanın zaruri olduğunu düşünüyorsak, buna karşı yapılacak itirazları da tamamen düşünmemiz gerek. Biliyorsunuz, Mehsutbay şimdi yok, Semey’e gitti. Zaten burada olsa da öne düşmezdi. Çünkü ona bu tür hareketleri kesinlikle yasakladım. Eğer o öne düşse, zarar görebilir. Yan Zenşin boş bir adam değil, eli kana boyanmış, dikkat etmezsen olmaz. Ben de böyle ihtiyatlı davranıyorum. Lakin size kesinlikle yardımcı olurum. Bunun için bu işi çok gürültü çıkarmadan, kendi içimizde bilip sekiz –on çocuk toplayıp okutalım. Eğer bir itiraz olmazsa yavaş yavaş genişletiriz. Kazara fitne fesat çıkarsa icabına bakalım. Sonra da hiç bir şey olmamış gidi davranalım. Ne dersiniz?

2

Şehir içindeki koruda19 birkaç yıldan beri pamuk deposu olarak kullanılan büyük evin duvarlarını, tavanını kalın toz toprak bastığından onu temizlemek öyle kolay olmayacaktı. Böyle olduğu halde Abdülhaluk Uygur’la Ayimhan’ın bugünlerdeki heyecanı karşısında bu iş hiç de zor değildi. Onlar evi göz açıp kapayıncaya kadar temizleyip, güzel bir hale koydular.

–Temizlik yapmak ne kadar güzel değil mi? İşte bak, saçını yıkayıp tarayan bir kıza benzeyen dershanemiz ne kadar güzel oldu, dedi şair hoşnutluğunu belirterek.

–Şöyle saç sakalını kestiren yiğitlere benzetsek de olur, dedi Ayimhan gülümseyip.

İkisi bir vakit gülüştükten sonra, eve sıra dizdi. Bu ev peyderpey dershaneye benzemeye başladı. Şimdi tahta boyama ve tebeşir yapma bekliyordu onları. İkisi konuşup kilerdeki soba borularını çıkartıp, onlardan bir leğen kurum döktü. Bu esnada şairin yüzüne is sürülmüştü, Ayimhan buna istihza ile güldü. Ama şair bundan habersiz kaynatılan tutkalla kurumu karıştırdıktan sonra, donup kalmasın diye aceleyle tahtayı boyamaya girişti.

Ayimhan tebeşir hazırlamak için yakılan kireçtaşını elekten geçirdiği sırada yüzüne bulaştırdı, bunu gören şair alay edip gülmeye başladı:

–Bundan sonra sana pudra almasak da olur!

–Benim için olmasa da sana biraz almadan olmaz, dedi Ayimhan şakayla karışık gülerek.

–Bana lazım değil.

–O olmasa yüzündeki kara kuruları nasıl temizleyebiliriz? –Ayimhan katıla katıla güldü.

Bunlar olduktan sonra şair yüzüne is sürüldüğünü anlayıp utanır gibi oldu. Ayimhan onun yüzündeki karaları silmek için yanına geldiğinde, şair de onun yüzündekileri silip temizledi.

İkisi birlikte tahtayı kaldırıp deponun duvarına astığında, bu depo kusursuz bir okul görünümü kazandı. Ayimhan dışarıya çıkıp kuruyan tebeşirden birkaç tane getirdi. Şair tebeşirle tahtaya:

 
“Mektep cennet,
Gel, okumaya devam et”
 

diye güzelce yazdı.

Ertesi günden itibaren belirlenen çocuklar gelmeye başladı. Hesamidin Zuper en küçük kardeşi Siraceddin’i ilk olarak okula verdi. Sekiz –on çocuk toplandı. Bunların içinde kızlar da vardı. Kızlar Ayimhan’la birlikte okuyordu. Okul giderleri ve öğrencilerin defter kalem gibi giderlerini Hesamidin Zuper kendi üstüne almıştı.

Okulun ilk temellerini atan şairin gönlü, ileriye bakınca çok huzur buluyordu. O öğrencilere heyecan ve istekle ders anlatırken günlerin nasıl geçtiğini bile anlamıyordu. Çocuklara ana dil ve hesap derslerini canı gönülden öğretiyordu. Öğretmenlik işi mihnetli ve az talep edilen en cefalı hizmettir. Bunun için şair gündüzleri öğretmenlik yapıp epey yoruluyordu, bundan başka geceleri usandım yoruldum demeden, gece yarısına kadar lamba altında pencereden esen serin havadan nefeslenip oturarak, kabaran ilham denizlerinden değerli inci –cevherleri topluyor, marifet gülistanına nakışlar işliyordu.. Onun kalemi altında yazılıp çıkan güzel sözler, ilmi hikmetler, açık fikirler, halkın anlayacağı sade, anlaşılır şiirler binlerce, on binlerce çalışan insan topluluğunun gönlündeki maksat -dileği, ümit –isteklerinin sembolü sıfatıyla sanki kutup yıldızı gibi parlıyordu. Bu sebepten dolayı bu şiirler çok kısa bir süre içinde şehirde, köylerde, medrese odalarında, şölenlerde, toplantılarda kesinlikle okunulan, elden ele dolaşan, sanki değerli bir inci gibi kıymet kazanıyordu.

Şiirden az çok haberi olan herkes Abdülhaluk Uygur’un şiirlerinde parlayıp duran fikirlerden son derece memnun kalıyor, o şiirlerdeki lezzeti, şiir bağlarında henüz olgunlaşmış her çeşit tatlı meyveden de şirin ve leziz görüyordu. Onun şiirlerinde gerçek istekler vurgulanıyor, parlak ümitler dalgalanıyordu. Savaş nişanları çolpan gibi parıldıyordu. Bu şiirler yine halk gaflet uykusundan uyanıp, ruhu sarsılıp cesaret ve gayretle savaşa atılmış olsa, arzu –emele ve parlak istikbale ulaşabileceğinin hakikatini nur saçan canlı hitaplarla ifade ediyordu. Şairin “Kesilmez Umut”, “Vicdan Azabı”, “Gönül Arzusu”, “Görünen Dağ Uzak Olmaz” ve buna benzeyen birçok şiirleri raviler vasıtasıyla halk arasında geniş bir şekilde yayılıyordu. Bu şiirlerin şifalı didarından binlerce on binlerce dertli yürek derman alıyordu. Zamanın dert ve belasından çak çak olan hasta gönüller özüne dönüyordu

Abdülhaluk Uygur’un bu tür cesur şiirleri yalnız Turfan’da değil, Urumçi, Guçun, Manas, Kumul gibi yerlerde de büyük dalgalar hâsıl ediyordu. Onun şiirlerinden kopyalar şehirden şehre yayılıyor, hatta eş dost kendi arasında sözlerine selam kılarak gönderiyorlardı.

3

Öğleye yakın bir zamanda avluya iki adam gelip girdi. Onların zayıfça, sivri sakallı olanı Rozi Molla isimli yerli bir kişi olup, Abdülhaluk Uygur’un Çince mektepte birlikte okuduğu sınıf arkadaşı idi. Beyaz tenli, kuş burunlu, öğrenciye benzeyen bir diğeri ise tanıdık değildi. O yabancı gibi görünüyordu. Abdülhaluk Uygur dershaneden çıkıp misafirlerin yanına geldi.

–Esselamü Aleyküm…

–Ve Aleyküm Selam… Rozi Molla nasılsın? İyi misin?…

Rozi Molla Abdülhaluk Uygur’la tokalaşıp görüştükten sonra, gözlerini sakına sakına, çocukların cıvıldadığı dershane tarafına dikkat kesildi. Tanımadığı adamsa çok saygın bir adamın önünde duruyormuşçasına çekinerek duruyordu.

–Bu misafir Kumul’dan gelmiş, dedi Rozi Molla yanında duran misafiri gözüyle işaret edip. –Abdülhaluk ile görüşmek istiyorum, evini bulamadım diye arayarak yürüyordu. Ben de kılavuzluk yaptım.

–İyi yapmışsın, eve girelim, dedi şair misafirleri eve davet ederek.

–Ben gideyim, işim acele, dedi Rozi Molla, dönüp dershane tarafına bakarak. –Burada okuyan çocuklar mı var, -Nasıl?!

–Kardeşlerimin çocuklarının birkaçı gelmişti…

–Ha… Öyle mi? Güzel… Rozi Molla gidip dershaneye başını uzatarak baktı. –Bu bildiği bir mektepmiş, tahta, sıra –masa hepsi tamam. Ne kadar güzel…

O çocuklara, dershanenin içine dikkatlice göz gezdirdikten sonra arkasına döndü. Şair onun biraz oturmasını istese de, o özür beyan edip çıkıp gitti. Onu uğurlayıp dönen şair avluda bekleyen yabancı misafiri kendi çalışma odasına aldı.

Ev basit fakat tertemizdi. Pencerenin altına konulan masanın üstünde divit –kalem, defter –kâğıt düzenli bir şekilde duruyordu. Yine nişte birçok kitap vardı. Misafir Fatiha okuduktan sonra, utanarak kendini tanıttı:

–Kumul’dan geldim, adım Aziz Niyazi, vakitsiz gelip işlerinizi bozduğum için mahcubum.

–Yok, asla öyle düşünme, dostlar için her zaman hazırız, hiçbir zaman zahmet olarak görmeyiz, dedi şair gülümseyerek. –Hoş geldiniz, Kumul’dan ne zaman geldiniz?

–Şimdi, dedi o heyecanla şaire bakıp. Cenaplarına selam vermek, yüzünüzü görüp sohbetinize dâhil olmak arzusu ağır bastığı için, eşyalarımı hana bırakıp aceleyle geldim.

–Pek güzel… Gönül visal aradığında, dost ahbaplar bazen insanı işte böyle aceleye mecbur ediyor. Acele etmek gerek, yaşamanın anlamı da istek –arzulara ulaşma yolundaki acele hareketlerden ibaret demektir. İşte bugün siz de bu çizgiden çıkmayıp geldiniz. Gelmeniz ne kadar güzel oldu. Konuşuruz, dost oluruz.

Şair mümkün olduğu kadar yumuşak konuşup, misafirin utancından yüzüne akseden rengi gidermeye çalışıyordu.

–Teşekkürler, dedi Niyazi minnettarlığını bildirerek. –Geçen yıl dostlardan biri sizin şiirlerinizden nüsha kop-ya edip, hediye niyetiyle fakire göndermişti. O nüshalar Kumul’da elden ele geçip sanki bir yüzük gibi kıymetlendi. Kumul’un Rahatbağlarında, medrese odalarında, ticaret merkezlerinde, şölen –şenliklerde coşkuyla okundu. O şiirlerden lezzet almayan, bedii kuvvetinden etkilenmeyen bir tek kişi kalmadı. Herkes bir ağızdan, çok anlamlı ve tesirli yazılmış deyip size methiye okudu. –Niyazi biraz durup dudaklarını ıslattıktan sonra devam etti. –Hepsinden çok bana tesir etti, sizi gıyabi üstat kabul edip, taklit ettim. Gece gündüz alıştırma yaptım. Faydalı bir parça şiir yazmak kolay iş değilmiş. Öyle olsa da yılmadım. Gayret edip birkaç parça şiir yazdım geldim. Gerçi ham olsa da size göstereyim dedim, zahmet olmazsa…

Şaire iki eliyle bir sürü el yazma sayfa veren Niyazi ensesinden kulaklarına kadar kızarıp kaldı.

Abdülhaluk Uygur bu şiirleri vurguyla okumaya başladı. Niyazi kendi şiirlerini büyük şairin ağzından duyunca heyecandan vücudu titredi. Şair hepsini bir kez okuyup bitirdikten sonra Niyazi’ye sevgiyle bakıp:

–Güzel yazılmış, fikirler yerinde, dedi başını sallayarak memnun kaldığını gösterip, sonra sözünü ağır tonla sürdürdü, -Başkalarının yaptığı işi ben yapamam dememeli. Çalışılsa, başkalarının yaptığı her türlü iş de böylece yapılır. Büyük üstat Ali Şir Nevaî insanı hayran bırakan âlemşümul dev eserleri yazdı. Üstat Şeyh Saidi hikmetler âleminden o kadar çok cevahir çıkardı. Lakin onlar bu cevherin tamamını çıkarmış değiller. Onlardan sonraki iktidar sahiplerine de yine çok cevherler, hikmetler kalmıştır. Onları çocukları çıkardı ve bundan sonra yine çıkaracaktır. Bunun anahtarı çalışmakta, çalışmadan hiçbir maksada erişmek mümkün olmuyor. Siz de görüyor, biliyorsunuz. Bizim öğrencilerimizin birçoğu kazan başına çörekleniyor ya da kasabın etrafındaki sinekler gibi menfaat sofralarına üşüşüyorlar. Veya arzu ve heveslerine kapılıp çalışmaktan geri kalıyorlar. Bu bizdeki en ağır hastalık, bana göre insanlar için en önemli şey hayat. Çünkü o her insana ancak bir kez veriliyor. Bu yüzden ömür de her bir nefeslik an da öylece kıymetli. Vakit sanki atılan bir ok gibi, o asla geri dönmüyor. Demek istediğim, herkes kıymetli hayatını değerlendirmeli, paha biçilemez vaktine sıkı sarılmalı. Kendi kıymetini bilmeyen adamın kıymetini başkası bilmez, bunun gibi elden kaçan vakti de başkaları geriye döndürüp veremez. Bu yönden size aferin diyorum. Çünkü siz kıymetli vaktinizi zayi etmeyip çalışmış, şairliğe ilk adımınızı başarıyla atmışsınız, bunu devam ettirin, çok çalışın, çok yazın, fikirler açık, dil sade olsun. Bizim şiirlerimizde insanlar bir bakışta fikrimizi, maksadımızı anlamalı.

–Teşekkürler, verdiğiniz bilgiler için binlerce teşekkür, ama… dedi Niyazi müşkül bir durumda kalmış gibi.

–Söyle bakalım! –Şair Niyazi’nin fikrini öğrenmeye hazır olduğunu bildirip sual nazarıyla baktı.

–Ben çoğu zaman ümitsizliğe kapılıyorum, diye söze başladı Niyazi açık yüreklilikle, -Yazdıklarım işe yaramaz şeylermiş gibi geliyor. Yazdıklarımı çoğu zaman yırtıp atıyorum. Bazı günlerde ümitsizliğe kapılıp yazmayı bırakayım diye düşünüyorum. Bende bazen işte böyle bir çeşit kötü hal peyda oluyor.

–Bu doğru değil, dedi şair ciddiyetle, -Himmetli, gayretli olun, hayata rağmen ümit var olun. Hiçbir zaman yılmayın, çalışıp, öğrenip şair olun. Biz ikimiz yine yetersiz kalırız. Yurdumuzdan daha fazla şairler, edipler yetişmesi lazım. Bizde bir şairin veya bir edibin yetişmesi, bir namussuzun eksilmesiyle eştir. Bunu bilmeniz gerek.

Şairin kıymetli fikirlerinden derin tesirler alan Niyazi, yine şiirin birçok ince taraflarından sual sorup, anlayamadığı meselelere cevap aldı. Şair onun her bir sorusuna tatmin edici cevaplar verdi. En sonunda Niyazi teşekkür edip ayrılmak istediğinde şair onu kapı önüne kadar uğurladı.

–Durun, size bir şey hediye edeyim, dedi şair giden misafiri durdurarak. Niyazi şaşırıp kaldı. Şair aşağıdaki gazeli okudu:

 
Ey Niyazi, gayretinden öl lakin ayrılma,
Hak bildiğin yolundan canını ver kayrılma20
Engelin çok olsa da ileri yürü korkma
Dağ, taş, derya, denizlere sen şaşırma.
Abdülhaluk’un sözünü itibarsız sanma
Sonra bu vicdanını bitmez azaba salma…
 
4

Sınıfta Ayimhan hesaba katılmazsa on üç çocuk okuyordu. Üçü kız, kalanlar erkek idi. Erkeklerin en büyüğü on iki, kızlarınsa on yaşında olup, onlar Ayimhan’ı çevreleyip erkeklerden ayrı oturuyordu. Bunlardan yalnız Ayimhan’la güzel yazı alıştırması yapıyordu. Çünkü o Kur’an okumayı bildiği için, yazı yazmayı kolayca öğrenmiş, güzel yazı çalışma aşamasına gelmişti. Kalan çocukların durumuna bakıp a, b, c diye üç gruba ayırıp ders veriliyordu.

Ulaşmak istediği amacın birinci aşamasına adım atan Abdülhaluk Uygur kendi çalışmasından oldukça memnundu. Yoruldum –usandım demeden, ateş gibi coşkuyla ders anlatıyordu. Tahtanın yarısına harf, yarısına kelime, cümle yazıp, ayrı ayrı öğretiyordu. Çocukları, anlatılan dersleri defterlerine yazmaya çalışmaları için yerleştirdi. Çalışma başladığında ilgisini artırıp, çocuklara yazı yazarken nasıl oturmak, kalemi nasıl tutmak gerektiğini, kalemi diline değdirmemelerini ve daha başka şeyler hakkında durmadan konuşup talimat verdi. Kalemin ucunu kıranların kalemini açıp verdi. Ayimhan’ın çalıştığı kamış kalemi de hazırlayıp verdi… Öğrenci gerçi az olsa da, iş çoktu. Bir sınıfta üç dört dereceye ayrılan öğrencileri okutan öğretmenlerin karşılaştığı güçlükler şairi hayli terletiyordu. Tahtaya bir sürü yazı yazıp sildiği için elleri tebeşir tozlarıyla tıpkı un torbasına vurmuş gibi oldu.

Ancak o memnundu. Şairin çektiği cefaları, sınıfın içinde kızıl güller gibi oturan çocuklar ve onların okumayı dört gözle bekleyen kara gözleri, öğretmenlerine minnettarlıkla bakışları unutturuyordu. Şair her bir çocuğun minnettarlıkla parlayan kapkara gözleriyle karşılaştığında, yorgunluğu toz gibi uçup, onun yerine yeni bir kan, yeni bir güç kuvvet peyda olduğunu hissediyordu. İşte Ayimhan kamış kalemi gıcırdatarak güzel yazı çalışmakta. Onun bütün vücuduyla çalışmaya daldığı vakitlerdeki oturuşu ne kadar güzel, onun kaştaşı21 gibi parlak, güzel eliyle yazılıp çıkan yazılar ne kadar da güzel! Bu yazılar günden güne durmadan değişerek olgunlaşan ekinler gibi güzel bir görünüm kazanmakta. Bu elbette öğretmenin emeğinin bir neticesi, öğretmeni memnun eden, her türlü cefa ve meşakkatlerini unutturan manevi güç.

İşte yuvarlak yüzlü, ahu gözlü Siraceddin, onun gözlerinden idrak kıvılcımları sıçrayıp duruyordu. Onun derse kulak verip öğretmene dikkatle bakarak oturması ne kadar güzel. Bu gönlü hoş eden sihirli bir görünüş değil mi?

İşte sevimli, süt gibi ak yüzlü Buviheliçe. Onun kısa örülmüş siyah sümbül saçları, alnını kapatıp karakaşlarıyla kavuşan perçemleri… O, dalmış deftere sayı yazmakta. Burnunun ucundan boncuk boncuk ter dökülmekte. Bu kızın terini silmeye dahi vakti yok. Bu nasıl bir okuma arzusu! Sınıfta yine bir birinden geri kalmayan güzel çocuklar, sanki birbiriyle yarışırcasına dikkatle okumakta… Abdülhaluk Uygur çocukların okuma aşkına ve gayretlerine bakarak içten içe memnun oluyordu. Yaptığı işin doğruluğuna daha da inanıyordu. Bunu geliştirme hakkında düşünüyordu. Düşündükçe vücudu güç, kuvvet kazanıyordu…

Şairin babası Abdurahman Mehsum çıkıp geldi. O düşünceli görünüyordu. Sınıfın içinde duran şair pencereden babasını görüp karşılamaya çıkmak isterken, Mehsum dershaneye girdi. Öfkeyle konuşmaya başladı:

–Bize bir kez gün göstersen olmaz mıydı? Ne kadar büyük bir yürek sızısı bu! –Onun bir yerlerde derin bir yürek acısı çektiği yüzünden anlaşılıyordu. O bir şeylere öfkelenmiş konuşuyordu, -Bu yaşta birilerinin önünde el pençe durmak kolay iş mi? Çabuk ol, bu işleri toparla. Çocukları hemen gözden kaybet, başıma bela açmayın!..

–Ne oldu baba? Neye sitem ediyorsunuz, dedi şair babasının sözlerine şaşırarak.

–Toparla denince, toparla! Okul açacağım, çocuk okutacağım deyip başına çocuk toplayacağına tarlaya gidip çapa yapsan daha iyi. Çapa yapsan seninle hiç kimsenin ilgisi olmazdı.

Bu önemsiz iş mi, dedi şair memnuniyetsizliğini belli ederek, sekiz on çocuk gelip gidiyorsa ne olmuş?

–Sen böyle söylemekle valinin önüne dağ gibi büyüterek koyuyorsun, -Mehsum sesini biraz alçaltıp devam etti, attığın adıma dikkat edenler hayli çok olmalı. Öyle olmasa bu işi vali ne bilsin?…

–Vali duydu mu şimdi?

–Ben şimdi idareden geliyorum, dedi Mehsum tıpkı iğrenç bir yere gidip gelmiş gibi irkilip, -Evde yatarken idarenin polisi rüzgâr gibi gürleyerek gelip, beni önüne katıp sürüp götürdü. Ne bela oldu diye idareye varıncaya kadar yolda kurmadığım hayal kalmadı. Biliyorsun polis denenin kendinden fazla korkusu kötü. Beni götürüp idarenin salonuna oturttu. Bir iki saatten sonra vali gelip, beni görmesiyle tükürüklerini saçarak: Siz iyice sınırları aştınız. Yedi başınız mı var ki komutanın emrine, fermanına itaatsizlik ediyorsunuz. Duyduğuma göre oğlun Abdülhaluk mektep açmış diyorlar, hemen kapatın, yoksa baba oğul ikinizi de hapse atarım, diyerek bağırdı. Ben: “Olur, oğlum gerçekten öyle yapmışsa gidip mektebini dağıtırım” diye söz verip kurtuldum. Tamam mı, hemen bugün dağıtıp huzura kavuş!…

Abdülhaluk Uygur bu sözleri sakince dinliyor gibi görünse de, gazaptan tutuşan vücudunu kara ter basıyordu. Çocuklar sanki ürkmüş tavşan misali tir tir titriyor, sessizce oturuyorlardı. Mehsum onları kovmaya başladı:

–Gidin! Bundan sonra da gelmeyin, artık bu işi bırakıyoruz.

–Baba! –Dedi şair karşı çıkıp, bu kadar korkma, bunlardan ne kadar korkarsan tepene o kadar çıkarlar. Ben bu okulu kapatmayacağım. Bence bu büyük bir iş değil.

Buna mektep denmez, inanmazsa vali kendisi gelip incelesin. Akrabalarımızın sekiz on çocuğunun toplandığı küçücük işi okul açtı diye büyütüp bir şey derse, o zaman ben valiyle kendim konuşurum. Eğer hapse atarım derse kabul, hapiste de ben yatarım. Biz ne zamana kadar korkup sessizce yatacağız? Tavşan gibi korkuyla yüzyıl yaşamaktan, aslan gibi cesurca bir gün yaşamak daha değerli. Ben korkmuyorum!

–Yine çocukluk yapıyorsun oğlum, dedi Mehsum onun sözüne itiraz ederek, bu işi hafife alma. Yaşlı cyancün oyun oynanacak birisi değil. O, gönlü kara, öfkeli, eli kanlı bir adam. Eğer bu iş onun kulağına gidecek olursa, her türlü kötülükten geri kalmaz. Sen de görüyorsun, geçmiş yıllarda okulları mühürleyip öğretmenleri kovan, bunlardan Kemal Efendi’yi22 kafese koyup Han’a yollayan cyancün bu değil mi?

14.Kunduz: Çok yıllık, saman gövdeli, böcek yiyen bir bitki. Gölcüklerde veya sulak alanlarda yetişir. Gövdesi ince uzun, çiçeği sarı, yaprağı ipeksidir, üst kısmında böcekleri yakaladığı bir kesesi vardır.
15.Keri –yaş: Yaşlı genç.
16.Çirak: Fener.
17.Bay: Aksu şehrine bağlı verimli, münbit bir yerdir. Say: Verimsiz kurak ve insan ayağı değmeyen, oraya düşenlerin çok fazla yaşam şansı olmayan çöl.
18.Yaşlı Ciyancün: Yan Zenşin’i halk böyle adlandırıyordu.
19.Koru: Avlu ve avlu içindeki ev ve diğer yapıların umumi adı.
20.Kayrılmak: dönmek.
21.Kaştaşı: Süs eşyası olarak da kullanılan bir tür doğal taş.
22.Kemal Efendi: Türkiye’den Doğu Türkistan’a öğretmenlik yapmak için giden Ahmet Kemal İlkul.