Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «İnsanlar Maymun muydu?», sayfa 3

Yazı tipi:

9

Bizde halkça “feylesof” sözüne verilen mana pek hoşa gidecek gibi değildir. Bu sıfatı taşıyan insan, dince ve ahlakça aldırışsız tanınır. Ahirete, cennete cehenneme inanmaz. Toplumları disiplin altında tuttuğu sanılan bu korkulardan kendini hariç tutar. Bu açık düşünüşüyle herkesin gidişlerine hiç uymayan zıt taraflara sapıtır.

Feylesof Mualla Lahuti Efendi, konu komşunun alaylı bakışlarıyla üzerine yığdıkları işte bu kocaman suçların ağırlıkları altında yaşıyordu.

Bütün bu kabahat kümesi üzerine tüy diken sunturlu bir şey daha vardı: Maymunluk Teorisi. Feylesofun bu teori ile uğraşması etrafça birçok yanlış anlaşılmalara, fena yorumlara yol açmıştı. Maymunluk teorisi, bütün insanlığı içine aldığı düşünülmeden, yalnız feylesof ve ailesine mal ediliyordu. Sanıyorlardı ki, Mualla Efendi’nin maymundan bir akrabası varmış. Tutulduğu yerden nasılsa zincirini koparıp kaçmış. Zavallı adam şimdi bu kuyruklu amcasını arıyormuş. Roma’nın ilk hükümdarı Romulus gibi, tarih masallarında nasıl kurt ve köpekle karışmış insanlar varsa bu da öyle olmuştu. Feylesofun akrabasından bir kadın, maymunu bol bir ormanda kaybolmuş. Orada epeyce bir zaman kaldıktan sonra, kucağında bir çocukla evine dönmüş… Halkın dedikodusu durmayıp işleyen bir dişli çarktır. Kurtulmaya uğraştıkça, daha çok tutulursunuz.

Mualla Efendi, Sofular semtinde iç sokaklardan birinin sessizliğine gizlenmiş babadan kalma geniş, eski bir evde oturur, ev buhranından söz açıldıkça:

“Rahmetli atam bu damı bana bırakmayaydı, sur dışında çingenelerin yanı başına bir çerge de ben kurmak zorunda kalacaktım!” der durur.

Evin bahçesi büyük ve yemişli ağaçlarla doludur. İnciri, eriği, dutu armudu mahallece meşhurdur. Üç çardak asması, birkaç cins bayağı üzüm yapar. Bereketli yıllarda kendileri yerler, komşulara dağıtırlar, artanı manavlara satarlar. Bahçede, büyük tatlı bir kuyu vardır. Suyu gür ve soğuktur. Buz gibi içilir. Ona bir-i mübarek22 denir.

Feylesof, iki oğlanla bir kız babasıdır. Onlara doğumlarının numara sırasıyla Arapça adlar koymuştur. Vahit, İsneyn, Selase. Oğulların büyüğü yirmi bir, küçüğü on dokuz, kız on altı yaşındadır.

Feylesof düşünür. Dünyayı dolduran halk kalabalıklarının siyaset, ahlak ve ekonomice olan gidişleri doğru olaydı, bugün her memleketi kasıp kavuran sosyal fenalıklar azalmış olurdu. Böyle olunca, asıl doğruluk belki halk gidişinin zıttına davranıştadır.

Oğullarını sünnet ettirmedi. “Ne münasebet!” diyordu. “Allah’ın bunca farzları ihmal edilirken, sünnetin yalnız bu kaydına, bu derece dikkatli olmak neden ileri geliyor? Yavrulara Müslümanlığın ilk cezası gibi bu acıyı çektirmekte ne mana var? Tabiat, vücudumuzda fazla bir şey yaratmamıştır. Böyle sanılanlar henüz vazifeleri bilinemeyenlerdir. Sünnet, tıpkı dudağını yaran, yüzünü delen, bir kısım derisini yüzen ilk kavimlerin davranışlarını andıran bir vahşiliktir. Vücutlarımızdaki herhangi bir organımızı budarsak tabiata karşı küfranla kendi kendimizi markalamış oluruz. Pek tuhaf şey, cennete gitmemize bu deri parçasının engel olacağını zannetmek, yaratılıştan olan bu kapağı gövdemizden koparıp atmak bir ibadet değil, Yaradan’a karşı bir isyandır.”

Feylesof, bu vahşi âdet lehinde yazan doktorların makalelerini de okumuştu. Onlara şu cevabı veriyordu: “Düşününüz efendiler, dünyadaki insanların milyonda kaçı sünnetlidir? Ve sünnetsizlik yüzünden ne kadarı hangi illetlere uğramışlardır? Böyle bir istatistik gösterebilir misiniz? Bu ameliyatın meydana getirdiği eksikliğin fizyolojik fena tesirlerinden söz açacak olursak ilim bakımından taraftarlarım çoğalır. Eğer sünnetin sandığınız faydası açık olaydı, şimdiye kadar bu âdet de, çiçek aşısı gibi medeni dünyanın her tarafında yayılmış olurdu.”

Yine feylesofu dinleyelim:

“Çocuklarıma din öğretmiyorum. Kant’ın dediği gibi, Allah var olsa bile, vücudu akıl ile ispat olunamaz. İspat olunamayan şey üzerine kurulan temelsiz dinleri hangi uçlarından tutabiliriz. Onun içindir ki, bunları biraz kurcalayınca manasızlıklar, zıtlıklar, çatışmalar sırıtır durur. Hiçbir yalanlama sesi çıkaramayan bu sonsuz bilinmezliğin mutlakiyetinden cesaretlenen yalancılar, onun adına uydurmadıkları gülünç masal bırakmadılar. Allah’ın yasak kıldığı yalanın bir günahı olaydı, önce bu yalancıların dilleri tutulurdu. Yüzyıllardan beri çocuk hikâyelerini geride bırakan kaba saba efsaneler… Kâh gökten melek indirirler kâh göğe insan çıkarırlar. Tevrat zamanından beri insanların akılları bir arpa boyu serpmedi mi ki? Hâlâ o menkıbe, hâlâ o saffet, hâlâ o cehalet? Kendim inanmadığım bir akideyi çocuklarıma nasıl öğretebilirim. Dinî moral sağlam olamaz. Bu, tıpkı çocuğa, ‘Uslu otur. Yükte umacı var. Çıkarsa şimdi seni yutar!’ demek gibi bir korku vermeye benzemez mi? Çocuk büyüyüp de yükten umacı çıkmayacağını anladığı gün, yapacağını yapar, artık önüne geçilmez. Din adına bize telkin edilenlerin hep yalan olduğunu anlayınca, yüreklerimizden dine ve dindarlara karşı bir gülümseme kabardı. Çocuklarım daha ufak iken benden sormuşlardı: ‘Baba, Allah’ın evi var mıdır? Nerede oturur?’ Belki benden başka çocuk babaları da bu çeşitten suallerin karşısında kalmışlardır. Yalanın büyük ahlaksızlık olduğunu onlara anlatmaya uğraştığımız hâlde, Hak Teala hakkında ya bile bile veya bilgisizlikten en küçük çağlarından bu yavrucaklara yanlış bilgi vererek bu kötülüğü biz yapmış oluyoruz. Bu ince mesele, pedagojinin en başına geçirilecek bir ehemmiyettedir. Birçok terbiye kitaplarında gördüğüm öğütler ise hiç hoşuma gitmedi. Ahlak, itikat ve gerçek terbiye çekirdeğinin meydana geleceği sırada çocukların kafalarını hurafelerle doldurmayı doğru bulanlardan değilim. Körpe dimağlara çakılan bu taassup çivilerini bazen oradan sökmenin güç olacağını düşünmeliyiz. Ne yetiştirmek istiyoruz? Çömez mi, insan mı?

Çocuğun bu sorduğuna, eski mahalle mektebi hocalarının verecekleri hazır cevabı tekrarlayacak değilim. Fakat ne diyeceğim? Güç mesele. Bizde hiçbir çocuk babasının böyle bir endişeye düşmüş olmasına ihtimal veremiyorum. Çocuklara, büyüklerin anlayamadıkları Allah’tan söz etmek, körpe dimağlarına sağlam fikir tohumları saçacak yerde, o yaştakileri ahiretin cehennemiyle korkutmak, cennet mükâfatıyla morallendirmek ve sonra onlardan hayatta müspet yararlıklar beklemek, bir çocuğu olmadık şeylere inandırmayı istemek, onu aptallaştırmaya uğraşmak demektir. Dürüst, pozitif düşünebilmek hususundaki zekâlarını boza boza zavallıları hiçbir şeyi doğru muhakeme edemeyecek bir hâle getirmek… Bununla beraber iş, çocuğun bu sualini büsbütün cevapsız bırakmanın da sakatlıklarını gösterecek bir incelikte idi. Hemen dedim ki: ‘Çocuğum, bu, büyük bilginlere ait bir iştir. Allah’ın ne olduğunu anlamak için derin bilgiler lazımdır. Büyüyüp de çok şeyler öğrendiğiniz zaman, siz de bu mesele ile uğraşabilirsiniz.’ ”

Feylesof, rast geldiği dost veya düşmanlarıyla açıkça görüşürdü.

Evinde nasıl vakit geçirir? Bir-i mübareğin yanına hasırını serer. Üzerine ufak şilte, yastıkları dizer. Kuyudan çektiği soğuk suya yemişleri atar; bir tarafına da felsefe kitaplarını yığar, dut ağacının gölgesi altında kâh yatar kâh yemiş yer kâh okur. Kendini en muhteşem saraylarda, köşklerde, en ferah yalılarda oturanlardan bahtiyar bilir.

Okumaları sırasında ara sıra coşar, kendinden geçer. İnanmadığı Allah’ı arar gibi alaylı gözlerini göğe diker. Şikâyetini göstermek ister gibi, ellerini havaya uzatarak der ki: “Hey Allah’ım! İnsanlar kendilerini, söyleşebilecekleri manevi bir muhataba muhtaç gördükleri için kalplerinde seni yaratıyorlar. Niçin milyarlarda ancak bir ikimizin idraklerini açık bırakıp da ötekileri koyun sürüsü yapıyorsun? Eserlerini okuduğum bu feylesoflar, bu harika büyük kafalar neler söylememişler, neler yazmamışlar? Ama kimin kulağına girmiş ki? Giriyor ki? Bu sağır, kör, ahmak insanlığın beyni kendi için olan bütün yüksek hislere kapalı. Geçen yüzyıl feylesofunun teorisini bu zamanda tekrarlayacak oldum. Başıma kıyametler koptu. Onlara hoş gelecek bir eser yazmak için ilmin üst tabakalarından, ağılın dar ve hayvan kokan düzlüğüne inmeli, onlarla beraber melemeli.”

10

Feylesof Mualla Efendi’nin mahalleye yayılmış dinsizliği bütün yürekleri ona karşı çevirmiştir. Artık o, şeytanlaşmış, tiksinilecek biri, bir uğursuz sayılır. Mahallede bir kaza, esef edilecek bir hâl meydana gelse hep onun şerrinden, meymenetsizliğinden bilinir. Ara sıra gizli eller evini taşlıyorlar, tebeşirler bahçe duvarlarına, kaplamalara, kapılara çirkin sözler yazıyorlar, içeriye hakaret, gözdağı mektupları atıyorlar.

Feylesof kendi kendine düşünüyordu: Ne tuhaf insanlar bunlar! Benim itikatsızlığımdan onlara bulaşan bir fenalık mı var? Herkes aklının varışı kadar düşünmekte hür değil mi? Halkın zihinlerini statik bir hâlde tutan, muhakemelerini durduran asırlardan beri klişeleşmiş itikatları ben hazır lop yumurta gibi yutup da nasıl hazmedebilirim? Onlar benden mürailik23 istiyorlar. Başımda sarık, elimde tespih, koltuğumun altında koca bir tefsir ile beş vaktin namazını camide eda etmiş olsam, o zaman mübarek bir zat sayılırım. Elim öpülür, duam alınır… Şu şekildeki kaba bir mürai ile benim gibi açık yürekli bir feylesofun arasındaki büyük farkı takdir edemiyorlar.

İnsan Önce Maymun mu idi? kitabından sonra, halkın feylesof için beslediği nefret ve öfkesi büsbütün arttı. Mahalle kahvesinde onun için şöyle dedikodu yapılıyordu:

Salih Efendi: “Okudunuz mu şaheseri? ‘Önce biz maymun muyduk?’ diye herif soruyor.”

Nuri Bey: “Kimden soruyor?”

Salih Efendi: “Senden, benden…”

Nuri Bey: “Allah’a çok şükür. Bizim şeceremizden şüphemiz yok. Biz insan doğduk, insan kalacak, insan öleceğiz…”

Şerif Efendi: “Maymunlar, feylesofun yedi göbek öteye halasını mı, büyükannesini mi ormana aşırmışlar. Sonra kadın bir çocukla şehre dönmüş. Bu hakikat, ağızdan ağıza yayılmış olmakla sabit. İşte, Mualla’nın silsilesine buradan maymun karışıyor. Bu kötü karışma yalnız onun soyunda var. Bundan temiz insanlığa dokunur, bulaşır bir şey yok.”

Murat Efendi nargilesini tokurdatarak: “Bütün aile, büyükbabalarına nasıl da andırırlar. Fıldır fıldır ufacık gözler, ürkek, çarpık bakışlar; insan görünce hemen kaçışlar…”

Osman Efendi: “Maymunlaşmak isteyen varsa feylesofun kızını alsınlar. Oğullarına kız versinler.”

Şerif Efendi: “Soysuzların evlenmelerini önlemek hakkında kanun yapılacağı için bir söz vardı. Hükûmete haber vermeli. Yanılarak kimse bu soysuzlara karışmasın. Bu maymunluk vebası, o uğursuz aile arasında sönsün kalsın.”

Salih Efendi: “Remzi Bey’in oğlu Şevket bu kitaptan bir tane almış.”

Nuri Bey: “Fiyatı?”

Salih Efendi: “150 kuruşmuş.”

Şerif Efendi: “Hey kuzum, herif insanları bedava maymun yapmıyor. Bu yüzden para kırıyor.”

Osman Efendi: “Kitap çok satılıyor muymuş?”

Salih Efendi: “Ekmek peynir gibi… Haşa sümme haşa. İçinde, Âdem Baba’mızın kuyruklu resmi varmış… Herkes onu görmeyi merak ediyormuş.”

Feylesof için böyle dedikodu kazanı kaynatılırken sokaktan Vahit geçiyordu.

Şerif Efendi: “Bakınız, bakınız, ihtiyar maymunun büyük oğlu karşıdan geçiyor.”

Osman Efendi: “Bu delikanlı için sünnetsiz derler.”

Şerif Efendi: “Derler değil, hakikat böyle…”

Salih Efendi, kahveci çırağına seslenerek: “Mahmut, şu kabukluya bir söz at…”

Mehmet, kahve kapısından dışarıya uğrayarak bağırır: “Vahit… Vahit…”

Vahit aldırmaz, yoluna gider. Mehmet birkaç adım ilerleyerek sesini yükseltir: “Vahit, seni çingeneler arıyorlardı.”

Vahit yine aldırmaz, yoluna gider.

Şerif Efendi onun yerine cevap verir: “Çingeneler Vahit’i ne yapacaklarmış?”

Mehmet, bir kahkahadan sonra: “Malum ya, çingeneler maymunu ne yaparlar?”

Osman Efendi: “Tef çalıp, oynatırlar…”

Mehmet, kahve müşterilerinin kışkırtmasıyla daha çirkin sözlerle arsızlanır. Fakat Vahit işitmemezlikten gelerek hiç aldırmaz, yürür gider.

Salih Efendi: “Yazık sana Mehmet, kızdıramadın.”

Mehmet: “Maymun lafla kızar mı? Ona güzel bir dayak atmalı ki, ciyak ciyak bağırsın…”

Şeref Efendi: “İş böyle giderse bir gün o da olur.”

11

Vahit birkaç adım yürüdükten sonra, Ali Şeref’e rastlar. Bu gürbüz delikanlı, feylesofun kızı Selase’ye tutkun, bunun için de Vahit’in samimi dostudur.

Ali Şeref: “Nen var Vahit? Betin benzin uçmuş.”

Vahit: “Nasıl uçmaz kardeş. Şurada kahvenin karşı sırasından geçiyordum. Bana ağza alınmaz laflar atmaya başladılar. Kahveci oğlanı Mehmet’i bana karşı kışkırtıyorlar. O da bana pis pis ağzını bozuyor. Aldırmadım yürüdüm, ama ığıl ığıl kanım içime aktı. Tıpkı kıs kıs köpek kızıştırır gibi…”

“Yine aldırma. Ben o tayıncının ağzının tadını veririm.”

“Silah taşımaya başladım. Bir gün dayanamayacağım, elimden bir kaza çıkacak…”

“Pöh! Öyle ite karşı silah ne olacak? Avurduna iki yumruk, belinin ortasına üç tekme… İşte bu kadar! Onun pis kanını döküp de başına mesele çıkarmaya ne lüzum var? Hele sen dur, şuradan seyret.”

Ali Şeref, iri adımlarla yürüdü. Kahvenin ortasında dolaşan Mehmet’in suratına, Yaradan’a sığınarak bir patlangaç patlattı, bir de öbür tarafına… Şakırtılar tavanda çınladı. Kahve fincanları titredi. Çırağın iki dudağı arasından, kırmızı bir sicim uzandı.

Kahveci Emin Ağa koşarak bağırdı: “Ne o Şeref Bey, bu kadar gözün önünde çırağımı öldürecek misin?”

“İktiza ederse…”

“Kabahati nedir?”

“Yediği haltı o bilir.”

Şeref tekrar Mehmet’i ensesinden kavrayarak: “Ulan inek, söyle bakayım, kahvenin önünden gelene geçene bir daha o pis dilini uzatacak mısın?”

Mehmet eliyle ağzının kanlarını sile sile ağlayarak: “Şeref Bey tövbe… Vallahi benim kabahatim yok. Bu efendiler ‘Söz at!’ dediler, ben de attım.”

Şeref’te gözler dönmüştü. Oradaki ellilik altmışlık çürük çarık müşterilerden kimse kalkıp da işe karışmaya cesaret edemiyordu.

Ali Şeref, ensesinden Mehmet’i hâlâ, “Söyle bakayım!” diye kuvvetle sarsarken sonunda Salih Efendi: “Bu kadar kişinin gözü önünde bağırta çağırta adam dövmenin kanunca bir cezası olsa gerektir.”

Ali Şeref, Mehmet’i hızla kahvenin ortasına kaktıktan sonra cevap verdi: “Bana uygun gördüğünüz cezadan siz kendinizi hariç tutmayınız. Bu itin şimdi ne dediğini işittiniz ya: ‘Benim kabahatim yok. Bu efendiler söz at dediler, ben de attım…’ Benim için düzeceğiniz iddianameye bu sözü de ilave etmeyi unutmayınız. Bu sersem oğlan, dayak yiyorsa, sizin yüzünüzden yiyor. Ben böyle bir dayağa alet oluyorsam, buna da yine sizin terbiye dışındaki hareketiniz sebep oluyor…”

Kahveciye dönerek devam etti: “Emin Ağa, çırağını böyle bir hayvanlığa kışkırtırlarken sen de: ‘Burası herkese mahsus bir kahvedir. Kimseyi gücendirmek istemem. Mehmet’in ahlakını bozmayınız efendiler.’ dedikten sonra, ‘Ulan sus dilini koparırım şimdi…’ tekdiriyle çırağını da içeri çağırmalıydın. İş bu şekildedir. Şimdi ne isterseniz onu yapınız. Bu mahalle kahveleri artık böyle dedikodulara, dil uzatmalarına, gelen geçenlere sarkıntılık etme rezaletlerine mahal olmaktan kurtarılmalıdır.”

Ali Şeref, oradakilerin suratlarına öfkeli öfkeli birer göz gezdirdikten sonra çıktı gitti.

O zamana kadar tıs duran kahve halkının dilleri yine çözüldü.

Osman Efendi: “Hepimize ağır ders verdi.”

Salih Efendi: “Âdeta attı kantarlıyı gitti. Bir iki laf söylemek istedim. Bana hiç yardım eden olmadı. Niçin sustunuz?”

Murat Efendi: “Bu oğlan futbolcudur, atlettir, boksördür. Daha ne değildir ki, baksanıza aygıra benziyor, içimizde onunla belaya girmeye kalkışabilecek bir babayiğit göremiyorum.”

Şerif Efendi: “Boksör olsun, ne bok soyu olursa olsun, biz bir kahve halkı o edepsizden ders almak zilletine katlanmamalıydık.”

Salih Efendi: “Vaktiyle onun anası Naciye için az lakırtı söylenmedi.”

Osman Efendi: “Bu Ali Şeref’in babasının oğlu olduğuna şüphem vardır doğrusu…”

Şerif Efendi: “Benden de al o kadar…”

Nuri Bey: “Yahu bu genç, bize kahve dedikodusu hakkında epeyce acı bir ders verdi gitti. Bari arkasından yarım saat olsun dilimizi tutalım.”

Kahvenin iç musluğunda ağzının kanlarını yıkamaya uğraşan çırak Mehmet oradan bağırarak: “Vay babasının canına, iki ön dişim sallanıyor. Ben ona gösteririm, yarın sabah köşe başında bekleyeyim de…”

Salih Efendi: “Haydi miskin sen de, dayağı yerken maymun gibi titriyordun da şimdi mi pehlivan kesildin?”

Şerif Efendi: “Terbiyesiz, bana onlar öğrettiler diye bizi neden lafa karıştırdın sanki?”

Mehmet: “Birdenbire şaşırdım. Şimdi aklım başıma geldi. Benim ona ne yapacağımı görürsünüz.”

Salih Efendi: “Yediği tokatlar yüzünden oğlanın ağzından kanlar aktığını hepimiz gördük. Bir avukat bulalım da hep şahit yazılarak bir dava açalım.”

Nuri Bey: “Beni şahit yazmayınız. Ben geceleri buradan evime yalnız gidip geliyorum. Ali Şeref’in kendi çapında bir sürü arkadaşı var. Onun anası için laf söyleyen de düşünsün… Lakırtı Şeref’in kulağına giderse bilmem artık neler olur.”

Salih Efendi: “Benim sözüm yirmi sene evvele ait geçmiş bir laf…”

12

Enis Buharî ile Ruşen Zamir veyahut asıl adıyla Hayrullah Efendi, bu iki yobaz eskisi ilk görüşmelerinden sonra pek kaynaşarak, âdeta canciğer olmuşlardı.

Enis Buharî haftada birkaç defa Unkapanı’na bu yeni dostunu ziyarete geliyor, kahvede gürül gürül konuşurlarken arada bir etrafa göz gezdirerek ağızdan kulağa fısıldaşıyorlardı. Aralarında gizli olduğu kadar ehemmiyetli bir iş başlıyordu. Ama nedir?

Artık lakırtılarına karışmayan Ali Hulki Bey, biraz uzaktan bu hâli seyrediyor, bu fiskostan şüphelenerek iki yobazın arasında dönen sırrı anlamak merakından kendini alamıyordu.

Uzun uzadıya kulak misafirliğiyle tecessüslerde bulunarak sonunda bu sırra erdi, insanları kandırarak ortaya attığı maymunluk günahından dolayı Feylesof Mualla Efendi’yi şeytana benzeterek recme karar vermişlerdi. Bir tasımına getirip, onu bir yerde taşlayacaklardı. Böyle bir kâfirliği işitip de ona karşı hareketsiz kalmayı büyük bir günah saydıklarından bunu yaparak paylarına düşen vazifeyi yerine getirmiş olacaklardı. Ali Hulki Bey için hakikati işitmiş olmakla iş bitmiyor, bunu gidip feylesofa haber vermek lazım geliyordu. Mualla’nın semtini, evini araştırdı. Sofular’da Soğanağa Sokağı’na gitti. Büyük bahçeli evi buldu. Issız mahalleler, sessiz sokaklar… Yarı mezarlık bir şehir parçası…

Bağrı yanık İstanbul’un harap bir semti… Fatih’e doğru uzanan yamacı, karışık mesafelerle taştan tuğladan çoğu bir katlı evceğizler dolduruyordu. Daha sokakların sınırları bile belli değildi. Yangının alevden dili sanki feylesofun maneviyatına saygı göstererek evini yalayıp yutmamıştı.

Ali Hulki Bey, aralık bulduğu bahçe kapısını itti, içeride bahçe tamiriyle uğraşan üç genç gördü. Vahit, İsneyn, Ali Şeref…

Vahit, bu yabancıya yaklaşarak sordu: “Kimi arıyorsunuz?”

“Feylesof Mualla Efendi’nin evini.”

“Burası.”

“Kendisini görebilir miyim?”

“Görürsünüz.”

Bu sözler olurken, İsneyn ile Ali Şeref de koşarak lafa karıştılar.

İsneyn sordu: “Babamla felsefe üzerine mi konuşacaksınız? Yoksa siz de maymun bahsinin kuvvetli düşmanlarından biri misiniz?”

“Mesele, dolayısıyla bu bahse ait ise de ben teorinin küskütük mutaassıp karşı gelenlerinden değilim. Bu yüzden babanıza karşı kabaran cahilce düşmanlıklardan onu korumak için bazı hatırlatmalarda bulunmaya geldim.”

Ali Şeref: “Teşekkür ederim beyefendi, feylesof babamızla görüşmezden evvel işin ne olduğunu lütfen biraz bize de anlatmaz mısınız?”

“Anlatabilirim. Benimkisi bir nevi hafiyelik olacak, ama hayır tarafından, feylesofun selameti için bir hafiyelik. Bu semtte eski şeyhülislamlardan Gıyasettin Efendi isminde bir zatın konağı var mıdır?”

Vahit: “Vardır.”

Ali Hulki Bey: “Görüşmek için babanız bazı geceler o zatın yanına gider mi?”

İsneyn: “Gider. Pek sevişirler. Birbirleriyle uzun uzadıya konuşurlar.”

Ali Hulki Bey: “Gece yalnız başına mı gider? Yoksa sizlerden biriniz ona katılır mısınız?”

Vahit: “Yalnız başına gider. Çünkü konak şuracıkta, yakındır.”

Ali Hulki Bey: “Bu kısa gece yolculuğunda babanızı taşlayacaklar.”

Ali Şeref: “Kimler?”

Ali Hulki Bey: “Maymunluk teorisinden babanıza diş bileyen iki muhalif yobaz eskisi…”

Vahit: “O hâlde?”

Ali Hulki Bey: “Feylesofu gece yalnız sokağa çıkmaya bırakmayınız. Kendisine ehemmiyetle bunu anlatacağım.”

Ali Hulki Bey gençlerle böyle görüşürken Feylesof Mualla Efendi evin bahçeye açılan kapısından gözüktü. Vahit ona seslendi: “Baba buraya geliniz, buraya geliniz. Sabahleyin size verilecek büyük bir haber var.”

Feylesof gülerek: “Ben de şimdi tuhaf bir mektup aldım. Maymunlar Orta Afrika’da bir hükûmet kurmuşlar. Beni kral yapmışlar. Hemen krallığımın başına geçmek için acele çağırıyorlarmış. Oradaki orangutanlardan birini sadrazam tayin ederek, kabine kurmasını teklif edecekmişim.”

Feylesofun bu haberine Vahit el çırparak cevap verdi: “Fena değil baba, feylesof yaşamaktan ise orangutanlara padişah olmak büyük bir talihliliktir.”

İsneyn: “Baba bizi de beraber götür. Elbette ehemmiyetli memurluklara kayırırsın.”

Vahit: “Baba, ben maliye nazırı olmak isterim.”

İsneyn: “Çok banana yemek için ben de iktisat nazırlığını rica edeceğim.”

Ali Şeref: “İngilizlere, Fransızlara diplomasideki becerikliliğimi tanıtmak için ben de hariciye nazırlığını isterim.”

Feylesof: “Bu isteklerinizin kabulü maymunları çok öfkelendirir. İşi alır almaz Enver Paşa gibi soyunu sopunu yerleştirdi derler. Ben bu alaturka usulün taraflısı değilim. Daha maymunların tahtına oturmadan beni haksızlığa, idaresizliğe sürüklemeyiniz. Fena öğütlerden kaçarak adaletli bir hükümdar olmak isterim.”

Vahit: “Baba, mektubun alayına kanıp da hükümdarlığa pek inanmayınız.”

Feylesof: “Ne diyorsun Vahit, ben Mussolini ve Hitler’den evvel maymun tebaamı sosyal refaha erdireceğimden eminim.”

İsneyn: “Babacığım, tahtına oturmazdan önce buraya geliniz de sizin için hazırlanmış taşlanma ve dayak faslını dinleyiniz.”

22.Bir-i mübarek: Mübarek kuyu. (e.n.)
23.Mürailik: İkiyüzlülük. (e.n.)
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6485-70-9
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu