Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «İnsanlar Maymun muydu?», sayfa 4

Yazı tipi:

13

Feylesof arkasında boy entarisi, parmak dikişli hırkasıyla geldi ve çıplak ayaklarındaki takunyaları sürüyerek bahçeye toplanmış dört kişilik gruba yaklaştı. Tarak görmeyen tuz biber karışmış başıyla misafiri selamlayarak: “Sefa geldiniz beyefendi. Sabahleyin bu dayak müjdesini getiren siz misiniz?”

Ali Hulki Bey: “Affedersiniz, müjde değil efendim, tehlikeyi haber verme…”

Feylesof: “Mesele, kalem kavgasından sopa muhabbetine mi döndü?”

Ali Hulki Bey: “Münakaşada aciz kalan taassubun başka marifeti var mıdır? Mutaassıplar evvelden kendi düşüncelerinden ayrılanları döverler, türlü işkencelerle öldürürlerdi. Şimdi kendileri dövülüp, birçok memleketlerden kovuluyorlar.”

Feylesof, misafirini kuyu başına büyük dutun gölgesi altına götürdü. İskemlelere oturdular.

“İşte bizim buzdolabımız da budur.” diyerek kuyuda soğumuş yemişlerden ikram etti. Kahveler ısmarladı. Hazretin bir de kristal nargilesi vardı, onu da ateşledi. Konuşmaya koyuldular. Marpucun ucunu dudağının köşesine sokup çıkararak başladı:

“Bana ‘feylesof’ diyorlar. Bu büyük unvan bizde pek ucuz alınıp satılır. Benden evvel de bu memlekette böyle lakaplanmış kimseler vardı. Kendilerini idareden aciz bu adamlar âleme akıl dersleri verirlerdi. Bugün her yerde feylesofluğun bolluğu olduğu hâlde, adamakıllı halledilmiş bir felsefe meselesi de yok gibidir. Felsefenin ilk işi, yerde ve gökte Allah’ı aramaktır. Yüzyıllardan beri aradı durdu. Bir şey bulamayınca, Halik’in tahtını boş bırakmamak için yine eskiden bulunmuş Allah’ı o makama oturtmak zorunda kalır gibi bir güçlüğe düştü.”

Ah Hulki Bey: “İnsanlardaki bu garip hâl nedir? Mutlaka bir Yaradan’a ibadet duygusuyla yanıp tutuşuyorlar. En aklı almaz, en cahil vahşiler bile tahtadan ilahlar yaparak tapınıyorlar.”

“Evet, meselenin düğümü buradadır. Bu işte düşününce medeni ile vahşi birbirinden ayırt edilemez gibidir. Birinciler kendi bilgileri derecesinde bir Halik düşünürler, ikinciler kendi cahilliklerini avutacak kaba bir İlah… Bu imanda, ilim ile cehil birleşir.”

“Muhterem feylesofum, bu çok büyük muamma ne vakit hallolunacak?”

Feylesof nargilesini iki defa tokurdattıktan sonra: “Hiç… Dinlerin Allah’ı, büyük feylesofların zihinlerine uygun gelmedi. Fakat onlar da şimdiye kadar insan aklına sığacak bir Yaradan tarif edemediler. Vardır diyenler, müspet esas üzerine temel kuramadılar, yoktur diyenler de.”

“Muhterem efendim, bu büyük meselenin sizcesi nasıldır?”

“Bencesi? Peygamberler, kitaplar ile kullarını itaate çağıran insan yaratılışında bir Allah yoktur. Bana emir veriyor, dinlemediğimi görünce beni cehennemle korkutuyor. Bu korkutmasıyla aczini açıkça itiraf etmiş olmuyor mu?”

“Fakat efendim, din ahlakı büsbütün kaldırılınca insanları fenalıklara karşı bağlı tutacak hangi ahlak prensiplerini kullanabileceğiz?”

Feylesof nargilesini uzunca tokurdattıktan sonra: “Beyefendi, beyni yumuşak bir çocuğu amacıyla korkutabilirsiniz. Fakat aklı her şeye ermeye başlayınca ne yapacaksınız? Cehennem korkusuyla ahlaklandırılmaya uğraşılanlar da tıpkı böyledir. İnsaniyetin bünyesini müspet terbiyeye, bilgilere aşılamalı. Var sayılan şeylerden korkarak günahtan çekinen bir adam bence koskoca bir budaladır. Medeni bir insanın ahlaki, vatani, siyasi, iktisadi ve öteki insanlara karşı hukuki, hasılı birtakım içtimai vazifeleri vardır. Çocuğun terbiye alacağı bir çağda hep bu esasları ruhuna perçinlemeli. Mükemmel bir adam yetiştirmek.”

“Aziz feylesofum, dünya yüzünde böyle mükemmel adamlar yetiştiren memleket nerede var?”

“Hiçbir yerde… Milyonların içinde kendi kendine yetişmiş belki beş on kişi bulunabilir.”

“Efendim, insanlığı ahlak bakımından bir uçurumun kenarına itiyorsunuz.”

“Uçurumun kenarında değil, içindeyiz.”

“Dinî terbiyenin ben de taraflısı değilim… Lakin ilmî, ahlaki, maddi, müspet terbiyenin nasıl meydana geleceğini söylemiyor, bunu da pek ümitsiz, pek menfi bir şekilde gösteriyorsunuz.”

“Ne yapayım efendim hakikat budur. Tutalım ki, mesela siz, gayet doğru yaratılmış bir adamsınız. İstiyorsunuz ki, bütün âlem de öyle olsun, bu olacak şey değil… Milyonlarca eğrilerin içinde bir doğru, rahat yaşayamaz. Siz kimseye fenalık etmezsiniz, fakat bunu size durmadan ederler. Dünya doğrulmayınca siz yaşamak için muhite uyarak yavaş yavaş eğrilmek zorunda kalacaksınız. Azlık, her zaman çokluğa uyar. Siz moralce muhitinizi düzeltmeye uğraşırken, tabiatça onlara benzemeye başladığınızdan haberiniz bile olmaz. Her an muhitimizin birçok tesirleri altında bulunmaktayız. Bütün gördüğümüz, işittiğimiz şeyler, hoş veya hoş olmayan uğradığımız hâller durmadan dimağımızın hücrelerine işlemektedir. Her saniye hissiyatımızın temas ettiği hadiselerden müteessir olmaktayız. Ortalıkta ahlaki ve sosyal fenalıklar, akıl almayacak derecede iyiliklerden baskın ise o tarafa dönmemiz tabiidir. Üzüm üzüme bakarak kararır derler. Bir çocuğu sokak arkadaşlarının yanına bırakınız. Arsız, hırsız, yalancı olur ve daha fena huylarla huylanır. Çünkü menfi tesir kendi kendine olur. Müspet terbiyeye gelince, bunu pek güçlükle elde edebiliriz. Muhitin kötü tesirlerinden kurtulmaya uğraşmak, kan ter içinde akıntıya kürek çekmek gibidir. Bir dakika elinizden kürekleri bırakırsanız akıntı sizi tekrar geldiğiniz yere atar. Bütün emekleriniz boşa gitmiş olur. İnsanlık, müspet terbiyenin olabildiği kadar umumileştirilmesi ihtiyacındadır. Buna varmak için daha kaç yüzyıl lazım olduğunu bilemiyorum. Kalabalıkların ruhları üzerine tesir yapabilmek için elde çok vasıtamız yoktur. Çünkü tabiatta her şey hâlden hâle geçmek için ağır tekâmül kanunlarına bağlıdır.”

Ali Hulki Bey: “Sevimli yüzünüzü gördüm. Samimi sözlerinizi dinledim. Yürekten neşelendim. Dinlerin terbiyece olan tesirleri hakkında ne buyurursunuz aziz feylesofum?”

Bu sorulana karşı feylesof nargilesini tokurdattı. Gülerek cevap verdi:

“Din Allah’ının beceriksizliğini asırlardan beri görüyoruz. Göklerin bu hükümdarı insan tabiatlıdır. Beşer, bütün ahlakça olan zaaflarını ona da yükletmiştir. Yaltaklanmaktan hazzeder, insanları kendine tapındırmaktan hoşlanır. Dinin ilk emri budur. Allah’tan korkmak… İbadet edenin işi her zaman ona yalvarmaktır. Ahlak kuvvetini kendimizden değil, ondan bekleyeceğiz. Tuhaf değil mi, dinlerin Allah’ı, yarattığı kullarının tabiatlarını bilmiyor. Onlara yaradılışlarının zıddı emirler veriyor. Onun için çok az itaat görüyor. İnsanın mabudu her şeyden önce kendi nefsidir. Ona gelecek fayda ümidiyle Allah’a tapınır. Onun için nefis ilk, Allah sonradır. İçimizde bizi kemiren birer egoizm vardır. O, ne emir verirse Allah’ın emirlerinden önce biz onu yaparız. Bütün kanunlar ve iyiliğe gitmek isteyen her şey onunla güreşir ve bir türlü de yenemez.”

“Bu canavarı boğmak için insanlar ne tedbir almalıdır?”

“Onu bütün bütün boğamayız. Onun biraz orta hâllisi hayat için lazımdır.”

“O hâlde, egoizmi aşırılıktan kurtarıp, orta hâlli derecede tutabilmek için ne yapmalı?”

“Büyük hakkaniyetle hazırlanmış kanunları insanlara benimsetmek, huy ettirmekle… Bunun için de yine asırların, asırların lazım geldiğini tekrarlayacağım.”

“Bu büyük terbiyeye erişmek için yine gökten peygamberler mi bekleyeceğiz?”

Feylesof yine güldü. Elindeki marpucu havaya uzatarak: “Artık, Kızıl minareden ineceği söylenen peygamberi bekleyecek değiliz. Dinlerin Allah’ı yeryüzüne kafile kafile peygamberler gönderdi. Gökten zembil zembil kitaplar indirdi. İnsanların günahlarını affettirmek için oğlunu çarmıha gerdirtti. Murahhaslarını24 iyi seçememiş olmalı ki, dünyada din adına yapılmadık zulümler kalmadı. Maksadında muvaffak olamadığını bugün görüp duruyoruz. Şimdi her mütefekkir millet kendine yeni bir akide aramakla uğraşıyor. İnsanlığın peygamberliğine layık olanlar, gökten vazife alarak gelenler değil, Denis Papen gibi, Edison gibi, Branli, Pastör ve benzerleri büyük âlimler ve dâhi feylesoflar gibi aramızda yetişenlerdir. Bunlar, gökten memur olarak gelmediler. Fakat o iddiada bulunanların tabiat hakkındaki gülünç yanlışlarını birer birer meydana çıkardılar.”

“Muhterem feylesofum, demek ki insanların insanlardan, yani daha bizim bizden çok çekeceğimiz var?”

“Ne dersiniz beyefendi… Etrafınıza şöyle bir bakınız: Komşu millet bıçağını çarka vermiş biliyor, top döktürüyor, cephane yığıyor, boğucu zehirler hazırlıyor, hep senin, benim için. İncil-i Şerif’in, ‘Birbirinizi seviniz!’ emrine bundan daha güzel itaat olur mu?”

14

Üç genç, çok defa dinlemiş oldukları feylesof babalarının bu vaazlarını, Ali Hulki Bey’le bir defa daha dinlediler.

En sonunda Vahit: “Baba, şimdi iş ne gökten inen kitaplarda ne de yeryüzünde yapılan kanunlardadır. Size dayak atacaklarmış. Beyefendi onu haber vermeye geldi.” dedi.

Feylesof ince bir gülümseme ile birer birer karşısındakilerin yüzlerine göz gezdirdikten sonra: “Bu da pek tabii…”

Vahit bağırır gibi: “Tabii olan nedir baba?”

“Köklü olan umumi itikat ve fikirlerin zıddına düşünenler dayak yemeye ve kanunun ağır cezalarına hazırlanmalıdırlar. İmam-ı Azam’ı döve döve öldürdüler.”

“İmam-ı Azam’a Allah rahmet eylesin. Onu örnek tutarak sizin dayak yemenize biz seyirci kalamayız.”

“Ne olacak? Biz evcek kapı kapamaca yobazlarla salaya mı çıkacağız. Mahallenin dövüşe karışması, bizimle birlik olmayacağını da bilmeliyiz. Bekçiden çöpçüye kadar kimse maymunluğu içine sindiremedi. Hayvanlık denince kızıyorlar, ama insanlığın ne olduğunu da daha bilmiyorlar.”

Ali Şeref: “Siz eski şeyhülislamla muhabbet etmeye geceleri gitmek âdetindesiniz. Daha çok cuma geceleri?”

Feylesof: “Evet oğlum…”

Ali Şeref: “Bu gidişler hemen her hafta sizin için bir âdet olmuştur.”

Feylesof: “Öyle…”

Ali şeref: “Bu âdetinizi bir iki hafta için değiştirebilir misiniz?”

Feylesof: “Lazım olursa…”

Ali Şeref: “Yani geceleri sokağa yalnız çıkmayacaksınız.”

Feylesof: “Çıkmayabilirim.”

Ali Şeref: “Bu ricamız kabul buyrulduğu hâlde, biz yobazlara güzel bir komedi oynayabiliriz.”

Feylesof: “Kavga, dövüş, gürültü istemem.”

Ali Şeref: “Emin olunuz kimsenin burnu kanamayacaktır.”

Feylesof: “Bu iki yobazın arkasında belki bütün bir mahalleli vardır.”

Ali Şeref: “İsterse bütün İstanbul ahalisi olsun. Halk çok tuhaftır. Kendi fikirlerine uymayan hakikatlere kızar, ama tabii olmayan hadiseler karşısında apışır kalır.”

Feylesof: “Tabiinin dışında ne yapabileceksiniz? Anlayamıyorum.”

Ali Şeref: “Siz o gece, uzun pardösünüzü, kasketinizi, pantolon, ayakkabı, yani bütün kıyafetinizi bize ödünç vereceksiniz.”

Feylesof: “Benim kılığıma gireceksiniz demek.”

Ali Şeref: “Anladığınız gibi efendim…”

Feylesof: “Ya sakalımı size nasıl eğreti verebilirim?”

Ali Şeref: “Komedyalardakiler, oyuncuların kendi sakalları değildir. Bilirsiniz ki, sekiz on kuruşa bundan bir tane edinilebilir.”

Feylesof: “Sakalı amma da ucuzlattınız ha!”

Ali Hulki Bey gülerek: “Bu mübarek şeyin modası savdı!”

Feylesof: “Evet, yalnız hahamlarda, papazlarda, hocalarda kaldı.”

Ali Hulki Bey daha geniş bir gülüşle: “Unutmayınız, bir de keçilerde…”

Feylesof: “Belki bir de umacılarda…”

Ali Hulki Bey: “Evet, sakal bu kadar korkunç bir şey oldu.”

Ali Şeref: “Kederlenecek bir şey değil. Keskin bir ustura, otuz yıllık sakalı beş dakikada surattan sıyırıp atabilir.”

Feylesof: “Nice yıllanmış sakalların ustura kazıntısına uğradığını gördüm. Çıplak kalmış bu yüzlerin ilk bakışta sahiplerini tanımak mümkün olmadı.”

Vahit: “Baba, bütün suratlar saçkırana uğramış gibi cascavlak olduk. Sizinki sizde dursun. Biz onun bir ucuzunu alırız. Oynayacağımız komedyaya müsaadenizi rica ediyoruz.”

Feylesof: “Biz, maymun meselesinden halkça fena hâlde mimlendik. Başıma bir ikinci gürültü çıkarmayınız da ne isterseniz yapınız.”

15

Sofular’ın ıssız, yarı viranelik, karanlık yan sokaklarında gece saat on bire doğru karaltılar dolaşıyor. Enis Buharî ile Ruşen Zamir… Feylesofu taşlayacaklar. Onun akşamdan Şeyhülislam Gıyasettin Efendi’nin konağına gittiğini görmüşler. Şimdi oradan dönüşünü bekliyorlar. Gece ilerledikçe etrafın ıssızlığı daha artacağı için taşlamanın bu zamana bırakılmasını uygun görmüşler.

Karanlıkta ele uygun taş bulması güç… Gündüzden bunların irili ufaklılarıyla ceplerini doldurmuşlar. Bir köşebaşını siper alarak gözler tetikte, kulaklar kirişte bekliyorlar.

Enis Buharî, Ruşen Zamir’in kulağına usulca fısıldıyor: “Cebine kaç taş doldurdun?”

“Yedi…”

“Pek az…”

“Ya seninki?”

“Kırk bir…”

“Merak etme… Benim ihtiyat cebimde de sayısız var.”

“Bak ben bunu akıl edemedim.”

“Yedi, tek sayıların mübareği olduğu için onları sağ cebime sayı ile koydum.”

“Ben kırk biri tüketirsem, bana senin sayısızlarından verir misin?”

“İstediğin kadar…”

“Herifin vücudunu kalbura çevireceğiz…”

“Kendi cetbecet maymunluğunu âleme bulaştırmanın cezasını görsün.”

“Böylesi taşlanır doğrusu…”

“Besmeleyi çeker, birbiri arkasına yapıştırırız.”

“Ta bayılıp da yere düşünceye kadar…”

“Onu delik deşik ettikten sonra tabanları kaldırırız.”

“Karanlıkta taş atan eli kim görecek?”

“Kim vurduya gider.”

“Pist.”

“Sus…”

“Geliyor…”

Karanlığın ortasında feylesofun cübbemsi paltosu, keçisakalıyla hayal meyal şekli seçilir. Yürümez, durur. Şöyle söylenir: “Âdem babamızın insanlaşan bir orangutan olduğunu Doktor Fuhbrott, Schwalb, Klaatsch (uydurma adlar) ispatladıktan sonra buna kim ses çıkarabilir? Eski şeyhülislamı da sonunda kendi inandığıma aşıladım. Bazı memleketlerde maymun ilah tanılır, mukaddestir. Niçin? Kan kaynadığı için…”

Bu kâfirce küçük nutkun heyecanıyla âdeta kendilerini unutan iki yobaz eskisi, arkalarında neler olduğuna dikkat edemeyerek ellerini ceplerine soktular. Taşları çıkardılar. Titreyerek besmelelerini çekip de mermilerini fırlatacakları sırada, karanlıkta birdenbire ortaya çıkan bilinmeyen bir kuvvet, ikisinin de kollarını arkaya sıkı sıkıya çaprazlayıverdi. Çarmıha gerilmiş gibi kımıldayamaz oldular. Neye uğradıklarını kestiremediler. İki sıcak soluk enselerini ısıtıyordu. Ellerine düştükleri kuvvetlerin ne olduğunu anlamak için başlarını biraz arkaya çevirip de geceden daha karanlık korkunç iki şeytan suratı görünce, dizlerinin bağları çözüldü. Dişlerini birbirine çarptıran bir sıtmaya tutuldular.

Bu sırada karanlığın ortasından bir kahkaha koptu. Arkasından, Faust operasının Mefistofeles havası duyuldu. Bu nağmeler kuvvetli bir ıslıkla öttürülüyordu. Gerçi yobazların bu opera ile hiç tanışıklıkları yoksa da karanlıklara saçılan o şeytan nağmeleri üzerlerinde tuhaf bir tesir yapıyordu.

Feylesof bu hava ile soyunmaya başladı. Başından kasketini, suratından sakalını, sırtından paltosunu attı. Ortaya, komedyalarda görülen iki uzun boynuzlu, kırmızı dilli, yukarıdan aşağıya kapkara bir şeytan çıktı. Etrafa avuç avuç alev saçıyor, o aydınlıkla bunlar seçiliyordu.

Feylesof rolünü oynayan Ali Şeref’ti, yobazların kollarını arkalarına kıvıranlar da aynı şeytan kıyafetinde Vahit ile İsneyn idiler. Saçılan ateşler de alev gibi görünüp de yakmayan bir nevi kimya terkibiydi.

Yobazların kolları tutulmuş ise de dilleri söylüyordu.

Biri, ötekinin kulağına eğilerek: “Aman hocam, bu ne inanılmaz hâldir. Eliyazübillah maymun sandığımız mahluk meğerse şeytanın dik âlâsı imiş. İdlal25 için insanlara karışmış.”

“Taşlayalım derken, taşlanacağız.”

“Çarpalım derken, çarpılacağız.”

Şeytan kovmak için bildikleri duaları gürül gürül tecvit üzere okumaya başladılar. Fakat ne korkunç şeydir ki, kolları arkalarından çözülmüyor, şeytanca ıslıklar kesilmiyordu.

Sonunda şeytan ıslığı kesti. İnce flüt sesiyle keskin, nağmeli bir nutka başladı: “Hocalarım, yanlış Allah’a tapıyorsunuz. Ters kıbleye duruyorsunuz.

Enis Buharî, bu küfre istiğfar getirerek cevap verdi: “Estağfurullah… Estağfurullahilazim, haşa… Haşa… Rabb’imiz yerlerin göklerin haliki ulu Mevla, kıblemiz Kâbe-i muazzamadır.”

Şeytan, iki ıslık arasında bir kahkaha daha kopardıktan sonra:

“Yer tanrısı benim… Göklerin Allah’ıyla sınırlarımı ayırdım. Hocalar, bundan sonra bana tapacaksınız. İnsanların üzerinde Allah’tan çok sözü geçen ben şeytana… Allah’ın keyfemayeşasına26 karşı bir denklik teşkil eden büyük kuvvete… Halik tanıdığınız Hak Teala, yarattıklarının tıynetini benim kadar bilseydi, kullarını emirlerine benden önce ram ederdi. O, korkutur, ben, hoşlandırırım. Ondan çekinirler, bana sokulurlar. Bütün dünya yuvarlağı benim malikânemdir. Rabb’imizin yaratıp dünya cehennemine attıklarını ben kurtarırım. Onun ‘hükm-i ezeli’ dediğini benden başka bozmaya cesaret eden yoktur. Ben, bütün insanların yüreklerine vahşet ve memleketlerine kundak koydum. Fitili yakında ateşleyeceğim. Alevler gökleri kaplayacak. Benim kıblem, din kıblesinin aksinedir. Yüzünüzü kuzeye, arkanızı Kâbe’ye dönünüz, bana secde ediniz.”

Softalar bağrışıyorlar: “Haşa… Haşa… Aleyhüllane…”

“Bütün dünya benim tebaam, siz niçin olmayacaksınız? Bugün olmasanız da yarın Allah’ınızın adaletsizliğini anlayıp, bana döneceksiniz.”

“Haşa… Melun haşa…”

Karşı koyamadıkları iki kuvvet, Enis Buharî ile Ruşen Zamir’i omuzlarından bastırarak yüzüstü yere ittiler, bu suretle zorla şeytana secde ettirmek istiyorlardı.

Bundan öteye ne olduğunu iki kafadar artık bilemiyorlardı. Nasıl olmuşsa olmuş, derin bir uykuya daldırılmışlardı. Sabahın erken bir saatinde uyandıkları zaman, kendilerini ıssız bir viranenin ısırganları, baldıranları, ballıbabaları arasında buldular.

İlk göz açar açmaz, korkuya düşerek birbirine bağırdılar: “Aman kardeş sen Arap olmuşsun.”

“Ya sen? Kurum tutmuş ocağa dönmüşsün.”

Gerçekten, ikisinin de suratına katran çeşidinden koyu bir madde sıvanmıştı.

Bellerini doğrultmaya uğraştılar.

Ruşen Zamir: “Aman birader her tarafım kesim kesim kesiliyor. Galiba bizi iyice sopalamışlar.”

Enis Buharî: “Benim de vücudum kırık. Sen dövüldüğünü hatırlıyor musun?”

“Hayır, hiç… Fakat o cehennem nutku beynime ateşle kazılmış gibi duruyor. Melunlar bizi kâfirliğe zorladılar. Çok şükür, baştan çıkaramadılar.”

“Rahmanı ararken, şeytana çattık. Belki mintarafillah,27 bu bizim için bir sınamadır. İmanları kurtarabildik mi?”

“Şüphesiz. Yüreğime bir lahza şüphe gelmedi.”

“Allah şaşırtmasın. Ne kandırıcı bir vazetti melun. Gördüğümüz bu şeytan vakasını kime anlatsak inanmaz.”

“Şeytana zorla secde ettirildiğimiz aklına geliyor mu?”

“Sus sus… Çıldıracağım geliyor…”

“Sani-i hakiki kalplerimizin temizliğini bilmiyor mu? Bundan bize ne günah bulaşır?”

“Bir çeşme önüne gitsek de ilkin şu yüzlerimizi temizlesek…”

“Bakalım bu şeytan sıvamasını çeşme suyu ile çıkarabilecek miyiz?”

“Bu, yüzlerimizde hiç çıkmayacak bir kara olup kalacak mı?”

“Çeşme başında şimdi denemesini yaparız.”

“Bu şehir çölünde akar çeşme bulması, bilir misin, ne derttir?”

“Malum… Bulsak da çeşme başı su kıtlığı çeken ahalinin testileri, güğümleri, tenekeleri ile doludur. On saat beklesek yüz yıkamaya sıra gelmez.”

“O hâlde, Horhor’a kadar gideriz.”

“Bu suratlarla mı?”

“Bizi ne sanırlar acaba?”

“Ya kömürcü ya ocak süpürücü ya siyah küpüne düşmüş boyacı…”

“Aman birader, cüzdanlarımızı yoklayalım. Boyadan başkaca bir de soyulmuş olmayalım…”

Telaşla yan ceplerinden para cüzdanlarını çıkardılar, içindekileri bir bir saydılar. Tamam, birisinin yirmi iki, öbürünün on yedi lirası ve daha bozuk paralar hep yerinde duruyordu.

Enis Buharî geniş bir nefes alarak: “Oh, çok şükür paralarımıza dokunmamışlar.”

“Melekler bizi iblislere karşı korumuş olacaklar.”

“Şeytanlar bizim beş on liramızı ne yapacaklar? Bütün dünya hazineleri onların…”

Ruşen Zamir birdenbire: “Pantolonumun cebinde, cebi yırtacak kadar iri ve katı bir şey var.”

Öteki de cebini yoklayarak: “Bende de öyle…”

Ceplerine el salarak zorlukla bu katı şeyleri çıkardılar. Bunlar sıkıca mantarlanmış, dolu iki şişe idi. Üzerlerinde şu yafta vardı: Âlâ Erdek Şarabı.

Enis Buharî cebinden bir yılan çıkmış gibi şişeyi hemen taşların üzerine fırlatmak istedi, fakat arkadaşı önleyerek: “Atma, atma.” dedi.

“Ne yapacaksın? İçecek misin?”

“Rabb’im göstermesin.”

“Öyleyse niçin saklayalım?”

“Bakkala satarız.”

“İçilmemesi emrolunmuş bir şeyin ticareti de haram değil midir?”

“Memlekette şimdi şarap ticareti başladı. Günahı onların ve bu şişeleri ceplerimize koyan şeytanların olsun…”

16

Cadde yollara çıkmadan, arka sokaklardan Horhor’a kadar uzandılar. Tek tük rastladıkları kimseler bu zifiri suratlara bakarak güle güle onları türlü şeylere benzetiyorlardı. Merak edenlerin aralarında şu sözler dönüyordu:

“Arap mı bunlar?”

“Hayır… Boyunları, elleri beyaz…”

“Ha… Boyama zenciler, bir komediden dönüyorlar galiba…”

“Yüzlerini temizlemeye vakitleri olmamış mı?”

“Besbelli ki, öyle…”

“Hayır, bilemediniz. Bu adamlarda artist tavrı yok…”

“Başka türlü bu kara makyaja ne mana verilebilir?”

“Su bulunmayan bir yerde bunlara böyle bir azizlik etmiş olacaklar. Baksanıza koşa koşa çeşme aramaya gidiyorlar…”

“Bu buluşunuz olabilirse de, benim aklıma başka türlüsü geliyor.”

“Nedir?”

“Bu adamlar epeyce paralı bir iddia üzerine suratlarını lostra ettirmiş olacaklar.”

Artık, Horhor çeşmesine yaklaşmışlardı. Onların peşlerine takılan meraklıların arasına bir polis karıştı. Yaraşıklı yaraşıksız her ağızdan çıkan bu ihtimalleri dikkatle dinliyor, bu garipliğe kendince de bir mana vermeye uğraşıyordu. Halkın şiddetle merakını uyandıracak, kimseye benzemeyen alelacayip bir kıyafetle sokakta dolaşmanın yasak olduğunu bildiğinden, kendinde peyda olan bir şüpheyi oraya biriken adamlardan sordu: “Deli olmasınlar?”

Biri cevap verdi: “Bu da olabilir, fakat yakınlarda tımarhane var mı? Nereden boşanmış olacaklar?”

“Bakırköy’de var.”

“İstanbul bu tımarhaneye yakındır.”

Gülüşmeler.

Polis önlerine çıkarak: “Durunuz bakalım. Sabahleyin böyle erken bu boyalı suratlarla nereden geliyorsunuz?”

Enis Buharî kırgınca: “Biz bir garip hâle uğradık, bir de sizinle derde girmeyelim. Polis efendi, haydi işinize, vazifenize gidiniz…”

Polis çatıklaşan bir suratla: “Vazifem işte sizin ne olduğunuzu öğrenmektir.”

“Kazara yüzlerimiz boyanmış olmakla insanlık kadrosundan çıkmadık ya! İşte iki insanız. Başka ne olabiliriz?”

“Başka ne mi olabilirsiniz? Tanınmamak için yüzlerini karalayarak gece çapuluna çıkmış iki haydut…”

Polisin bu suçlamasını duyan halkta merak artar. Birbirlerine: “İşittiniz mi? Her şey aklımıza geldi de bu türlüsünü hiç aklımıza getirmedik.”

“Polis, hırsızı gözünden anlar.”

Polis sorgusunda devam eder: “Söyleyiniz kara suratlılar, kazara yüz boyanmaz. Bu boyanmadan maksadınız nedir? Nereden gelip, nereye gidiyorsunuz?”

Ruşen Zamir: “Polis efendi oğlum, biz sizin şüphelendiğiniz insanlardan değiliz. Uğradığımız garip hâl bizce hakikattir. Fakat size masal gelir. Söylesek de inanmazsınız.”

Polis: “Tabii masala inanmam. Doğruyu söyleyiniz.”

Enis Buharî: “Biz Müslüman adamlarız. Yalan kabul etmeyiz.”

Polis: “Peki söyleyiniz doğruyu.”

Ruşen Zamir: “Efendim, biz şeytan şerrine uğradık.”

Polis: “Yüzlerinizi niçin boyadınız?”

Ruşen Zamir: “Biz boyamadık efendim…”

Polis: “Ya kim boyadı?”

Enis Buharî: “İşte onlar…”

Polis: “Onlar kim?”

Ruşen Zamir: “Şeytanlar… Efendim, şeytanlar…”

Polis sinirli: “Ha, anlaşıldı. Haydi merkeze… Cini şeytanı orada anlatırsınız.”

Enis Buharî büyük bir yalvarma hâli ile: “Polis efendi evladım, biz, baban yerinde adamlarız. Hırsızlığa çıkacak kimselerden değiliz.”

Polis: “Yüzlerinizde parmak kalınlığında boya var, kaç yaşında olduğunuz belli değil ki…”

Ruşen Zamir: “Müsaade ediniz çeşmede yüzlerimizi yıkayalım. Sonra bırakınız evlerimize gidelim.”

Polis: “Yüzlerinizin yıkanmasına müsaade edemem. Hakikatin meydana çıkması için merkeze sizi böyle boyalı götüreceğim.”

Gittikçe artan halk arasında şu sözler döner: “Bunlar adamakıllı kaçık… Yüzlerini şeytanlar boyamışmış, polis hiç böyle küllüm yutar mı?”

“Geçenlerde de Bakırköy’den bunlara benzer bir deli kaçtıydı.”

“Deli diyoruz ama bunlar ara sıra gardiyanları kafese koyabiliyorlar. Hangi taraf daha akıllı?”

“Kırk yıl tımarhane hizmetinde bulunanlar da sonunda çıldırırlarmış.”

“Tecrübesi yapılmış bir gerçek mi bu?”

“Bilmem. Tımarhanelerin doktorlarından kapıcılarına kadar istatistik tutmalı. Kırk yıl sonra iş anlaşılır.”

“Şaşılmaz. Bazı doktorların baktıkları hastalıklara sonunda kendilerinin de tutuldukları işitilmemiş bir şey değildir ya?”

Halk, bu boyalılardan türlü eğlence sözleri çıkararak gülüşmekte iken, polis, onları merkeze götürmek için uğraşıyordu. “Gidersiniz!”, “Gitmeyiz!” sözleri ile bir hayli didiştikten sonra sonunda polisin önüne düşmek zorunda kaldılar.

En yakın polis karakoluna götürüldüler, önüne çıkarıldıkları komiser muavini sordu: “Bu ne?”

Polis: “Ne olduğunu bilmiyorum. Sabahleyin sokakta suratları böyle boyalı olarak bu adamları buldum. Fakat ne maksatla boyandıklarını söylemiyorlar.”

Muavin Bey boyalılara sordu: “Müslüman mahallesinde vakitsiz karnaval mı yapıyorsunuz? Önce söyleyiniz bakayım, hangi millettensiniz? Rum mu? Ermeni mi? Yahudi mi?”

24.Murahhas: Temsilci. (e.n.)
25.İdlal: Yoldan çıkarmak, doğrudan ayırmak. (e.n.)
26.Keyfemayeşa: Nasıl isterse, istediği gibi. (e.n.)
27.Mintarafillah: Allah tarafından. (e.n.)
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6485-70-9
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu