Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «İnsanlar Maymun muydu?», sayfa 5

Yazı tipi:

17

Enis Buharî ile Ruşen Zamir bu üç sualin sinirlerinde kopardığı fırtına ile titreşerek, ağlamalı birer sesle bağırıştılar: “Haşa efendim, haşa… Elhamdülillah kalubeladan beri Müslüman oğlu Müslüman’ız.”

“Ya bu suratlarınızdaki boya maskaralığı nedir? Asıl yüzlerinizi gizlemek istemişsiniz. Bu, apaçık görünüyor. Ama ne maksatla?”

Enis Buharî: “Biz kendi isteğimiz ile boyamadık ki bunda bir maksadımız olabilsin.”

“Bir insanın yüzü kendi isteği olmadan nasıl boyanır? Ellerinizi, ayaklarınızı tutup da mı boyadılar?”

Ruşen Zamir: “Hayır efendim. Haberimi yok iken…”

Muavin dik dik bir bakışla: “Bir adamın haberi yok iken suratı nasıl boyanır?”

Enis Buharî: “İşte oldu, numunesi önünüzde…”

Muavin Bey: “Suratlarınıza boya sürülürken hiçbir şey duymadınız mı?”

Enis Buharî: “Bizi uyuttular efendim. Sabahleyin viranelikte gözlerimizi açınca yüzlerimizi böyle boyalı bulduk.”

Muavin Bey bu sözleri tekrarladı: “Sabahleyin viranelikte gözlerinizi açınca, yüzlerinizi boyanmış buldunuz…”

Ruşen Zamir: “Evet efendim…”

Muavin Bey: “Bu boyacı yahut boyacılar kimler?”

Enis Buharî: “Söylersek inanmayacaksınız.”

Muavin Bey: “Söyleyiniz. Biz işin inanılacak inanılmayacak tarafını ayırt ederiz.”

Enis Buharî sıkılarak kekeler gibi hafif bir sesle: “Şeytanlar…”

Muavin Bey bu “Şeytanlar” sözünü “ş”sini uzatarak tekrarladıktan sonra zabıt tutan polise hitapla: “Birader, zaptı dikkatle tut. İş karışıyor.”

Başka bir polis çağırarak kulağına: “Siz de telefonla Bakırköy’den sorunuz. Bu sabah oradan bir çift kaçak deli var mı?”

Yine iki boyalıya dönerek: “Viranelikte ne işiniz vardı?”

Ruşen Zamir: “Biz viraneliğe kendi ayaklarımız ile gitmedik ki… Haberimiz yokken bizi onlar götürmüşler…”

Muavin Bey: “Onlar, yani şeytanlar?”

Enis Buharî: “Evet efendim, o melunlar…”

Muavin Bey: “Şeytanlarla sizin ne alışverişiniz var? Onlar size nerede, ne vakit, ne şekilde görünüyorlar?””

Ruşen Zamir: “Efendim, işte şimdi asıl meseleye gelelim.”

Muavin Bey: “Peki söyleyiniz.”

Enis Buharî: “Birkaç zamandır gazetelerde dedikodulara vesile veren maymunluk meselesiyle alakalanıyor musunuz?”

Muavin Bey: “Gazetelerde böyle birtakım şeyler var, ama ne olduğunu anlamaya vaktim olmadı.”

Ruşen Zamir: “Efendim, dinin ulviliğine, insanın şerefine karşı atılan iğrenç bir tükürük…”

Muavin Bey: “Yalnız biriniz söyleyiniz. Söz karışmasın.”

Enis Buharî: “Tamamıyla adının tersi olarak, Mualla Lahuti adını taşıyan bir feylesof, yani batıl mezhebe sapmış olan, münkir, bir imansız, bir kâfir…”

Muavin Bey: “Bu kadar lakap yetişir. Asıldan ayrılmayınız.”

Enis Buharî: “İşte o melun adam, haşa sümme haşa Hazreti Âdem safiyullahın, bir orangutan maymunu olduğu iddiasıyla bir küfürname karaladı, attı ortaya… Bir ilmihal kitabı yazılsa kimse para verip almaz. Bu hezeyannameyi kapıştılar. Bilinmez ki, insanın maymundan geldiği ortaya çıkarsa bunda sevinecek bizim için ne şeref hissesi vardır?”

Muavin Bey: “Asıl sözden ayrılmayınız.”

Enis Buharî: “Bendenizin ismim Enis Buharî’dir. Eski vaizlerdenim. Bu efendi de aynı meslektedir. Biz, tuttuk bu küfürnameye karşı şiddetli iki reddiye yazısı yazdık. Fakat ne para eder ki, bu zamanlarda batıla karşı hakkın üstün gelmesi güçleşti. Çirkefe taş attık, serpintisine uğradık. Herifi hezeyanlarında büsbütün coşturmuş olduk. Lakin beyefendi, bizim sinirlerimiz de nefretin son ahengine gerildi.”

Bu sırada polis gelerek muavinin kulağına: “Bakırköy’e telefon ettik, kaçak deli olmadığı cevabını aldık.”

Muavin Bey: “Peki… (Enis Buharî’ye) Devam ediniz.”

Enis Buharî: “Tiksintimiz o dereceye geldi ki, artık kendimizi tutamaz olduk. Dine karşı edilen bu saygısızlığı karşılıksız bırakmayı büyük bir günah sayarak, harekete geçmeye karar verdik.”

Enis Buharî sözünün bu noktasında birkaç defa yutkunduktan sonra: “Yalan dolan bizim imanlı kalbimize, Müslüman ağzımıza yaraşmaz. Payımıza bir suç kayıt edilse de doğruyu söylemekten geri durmayız.”

Bu boyalı adamın gittikçe düzgünleşen anlatışını muavin bey şimdi biraz şaşkınlıkla karışık bir dikkatle dinliyordu.

Enis Buharî sözüne devam etti: “Bir insan kılığı altında şeytanca bir ruh taşıyan bu dinsize karşı ne yapılabilir? Recme, düzcesi, taşlamaya karar verdik. Melunun evinden çıktığı geceleri ve nerelere gittiğini araştırdık. Ceplerimize taş doldurduk. Bir gece yarısı karanlığında karşılaştık. Tam kafasına taşları fırlatacağımız sırada, ellerimizi kımıldatmak kabil olmadı. Çünkü kollarımız arkalarımıza çemrenmişti. Şöylece gözlerimizi kaldırıp da bir de omzumuza doğru baktık ki ne görelim… Yukarıdan aşağı kapkara, boynuzlu, korkunç iki şeytanın elindeyiz. Bildiğimiz ne kadar şeytan kaçıran dua varsa okumaya başladık. Hiç bana mısın demedi. Biz onu cezalandıralım derken, tuzağına düştüğümüz asıl büyük şeytan, sözüm ona Feylesof Mualla, yardakçılarının kollarında kıvrandığımızı gördükçe, uğursuz ağzından, gecenin karanlıklarına kahkahalar saçarak insan elbisesinden soyunuyordu. Paltosunu, ceketini, yeleğini, pantolonunu hep üzerinden birer birer attı. Bu soyunma sırasında etrafa avuç avuç alevler saçıyordu. O aydınlığın yardımıyla şeytanların kırmızı dillerini, boynuzlarını iyiden iyiye görüyorduk. Meğerse Feylesof Mualla, adam şeklinde, insanları baştan çıkarmaya gelmiş aleyhüllane azılı bir şeytanmış. Kitabullaha olan imanımızı bozmak için Hazreti Âdem’e maymunluk iftirasıyla fitneye başlamış. Maazallah çoklarımızı küfre batırmayı becermiş ve bize: ‘Sizin tapındığınız Allah göklere karışır. Yeryüzünün Allah’ı benim. Bana tapacaksınız!’ diye, haşa sümme haşa birçok abuk sabuk şeyler savurdu. Bizi, kendine secde ettirdi.”

Boyalı adamın anlattıkları epeyce düzelmişken, sona doğru yine zıvanadan çıkmış olması, muavin beyi düşündürmeye başladı. Acaba bu adamlar akılları kâh gelip kâh giden takımdan mıydılar?

Dayanamayarak sordu: “Yüzlerinizi nasıl boyadılar?”

“Arz edeceğim efendim, oraya geliyorum. Feylesofun şeytanlığını gözümüzle gördükten sonra bize ne efsun okuduklarını bilemiyoruz, kendimizi tamamıyla kaybetmişiz. Sanki biz bu dünyada hiç yokmuşuz… Sabahleyin bu ağır uykudan uyandığımız zaman, yüzlerimiz boyalı ve ceplerimizde iri birer şişe şarapla kendimizi viranelikte bulduk.”

“Birer şişe şarap mı?”

İkisi de ceplerinden şişeleri çıkarmaya uğraşarak: “Evet efendim…”

“Bu şaraplardan içtiniz mi?”

“Dinimiz, şarabı şiddetle haram etmiştir. Katresini ağza almak değil, kazara bir tarafımıza damlatmış olsak, orayı bıçakla oyup çıkarırız.”

Muavin bey: “Üzüm suyundan bu kadar nefret edersiniz demek?”

Enis Buharî: “Din-i mübinimiz böyle buyurmuştur.”

Muavin bey: “Bu derece mekruh olan, haram saydığınız bir şeyi neden üzerinizde taşıyorsunuz?”

İki dindar adam birbirinin yüzüne bakarak bir iki yutkunduktan sonra Enis Buharı şu karşılığı bulabildi: “Efendim, bizi bu hâle koyan şeytanlar, kim olduklarına dair ortada hiçbir ipucu bırakmadan gözlerden kayboldular. Polis bu iş için araştırmaya kalkışırsa yüzlerimizdeki kara boyanın tahliliyle belli olacak çeşidi, şarabın şişesi, yaftası, içindeki madde hep bunlar hakikati anlamak için birer ipucu olabilir.”

Muavin bey: “Çok defa saçmalıyor, ara sıra da pek doğru söylüyorsunuz.”

Enis Buharî: “Hayır efendim, hiçbir zaman saçmalamıyoruz. Söylediklerimiz harfi harfine hakikattir.”

Muavin bey: “Sizi taş atmaktan alıkoyan şeytanların kollarınızdan tutmuş olmaları ve sonra Feylesof Mualla Efendi’nin alevler saçarak insan kıyafetinden soyunup da kapkaranlık, boynuzlu bir şeytan oluvermesi, hakikat çerçevesine sokulabilecek vakalardan değildir.

Enis Buharî: “Efendim, görünüşte öyledir, fakat ne yapalım ki hakikat budur. Polis, sözlerimizi esas tutarak araştırmaya başlarsa belki ehemmiyetli şeyler bulabilir.”

18

Anlatılan şeylerin akla yakın gelen taraflarını derinleştirmek suretiyle akıl almayan taraflarını keşfe yol açmak gerekiyordu. Muavin bey bu garip işin kahramanları, iki eski vaizin mahallelerinden tahkikata girişti. İkisinin de fazla mutaassıp olmaktan başka akıl ve ahlakça bir düşkünlükleri olmadığı anlaşıldı.

Sonra işin karanlık tarafına geçildi. Gece vakti sokak ortasında Mualla Efendi, insan kıyafetinde soyunup da alevler saçarak nasıl boynuzlu bir şeytan oluvermişti? Çok uğraşıldı. Fakat bu cihetten, zihinleri meraktan kurtaracak bir noktaya erişilemedi.

Şeytanlar gece yarısı ıssız mahallerde hocalara o komedyayı oynarlarken, Feylesof Mualla Lahuti Efendi’nin o akşam ve o saatlerde evinden çıkmadığı ve mahalleden bazı ahbabıyla sohbet ve muhabbet üzere bulunduğu pek kuvvetle ispat olunuyordu. Demek ki, Feylesof Mualla adına bu komedyayı başkaları oynamışlardı. Bunlar kimlerdi? İnsan mı? Şeytan mıydılar?

Tahkikatın iyice bu sona ermiş olmasından, zavallı feylesof yine kârlı çıkamadı. Her hadisenin iki tarafı vardır. Hakikat ve halk tarafları. Hakikat ne kadar açık olsa, halkın hoşuna gitmez. Vakanın dışını içine çevirerek ona büsbütün başka bir şekil vermek isterler. Bu şeytanlar oyunu da öyle oldu. Halk, araştırmanın tersine olarak herkes şimdi feylesofun, insan ve şeytan olarak iki kişiliği olduğuna ve istediği vakit birinden çıkıp ötekine girebildiğine inanmaya başladı. Biçarenin şimdi maymunluk soysuzluğuna bir de şeytanlık habisliği katıldı.

Mahalle karılarının ağızlarında vaka sakız oldu. Artık şöyle çalkanıyordu:

“Ayol duydunuz mu? Meğerse herif istediği zaman insan, istediği zaman şeytan oluyormuş… Rabb’im şerrinden saklasın. Geceleri üç Ayetelkürsi, bir Elham okuyup da o tarafa üflemedikçe yatmıyorum.”

“Bu feylesof için derin okumuş diyorlar. Bilmiyor musunuz? Şeytan, gökyüzünde meleklerin hocası değil miydi? O, ilmiyle şeytan, Allah’a bile karşı koydu. Pabucu Büyük’ün vaazında bunu kaç defa dinledim.”

“Yağlıkçı’nın kızı için ‘Şeytana uydu!’ diyorlar. Raife’yi bu herif mi azdırdı?”

“Şüphesiz. Buralarda en yakın şeytan o. Uzaktakilerin gelmelerine ne hacet…”

“Geçenlerde ihtiyar Sabire Hanım su çekerken ip kopmuş, kovayı kuyuya düşürmüştü. Çengeli getirmiş. Kovayı çıkarmaya uğraşırken haydi tepesi aşağıya kuyuya gitmiş. Bereket versin ki bu kazayı pencereden komşu Hasan Efendi görmüş. Hemencecik konu komşu üşüşmüşler, zavallıyı sırılsıklam dışarıya çıkarmışlar. Taşlara çarpmadan suya düştüğü için Rabb’im saklamış da hatunun bir tarafına bir şey olmamış. ‘Sabire Hanım nasıl oldu da düştün?’ diye sormuşlar. Şu cevabı vermiş: ‘Sanki birisi beni arkamdan kuyuya itti.’ ”

“Hah, işte gördünüz mü, bu şeytan heriften başka onu kim itecek?”

“Hatice Hanım’ın raftaki billur antika kâsesi durup dururken el dokunmadan yere düşmüş, yüz parça olmuş.”

“Doğramacının oğulcuğu altı yaşında Sadık’ın on basamak merdivenden yuvarlanıp da bacağı kırılmadı mı?”

“Köse muhtarın büyük kardeşi Süleyman’ın birdenbire dili tutulmadı mı? Okutmak için nefesi keskin meşhur bir hoca çağırdılar. ‘Bu, neuzübillah, şeytan işidir. Zavallı adam üzerlerine uğramış. Dilini açmak için çok uğraşmak lazımdır.’ dememiş miydi?”

“Hacı Veli’nin beline girdi. Adamcağız ağrıya dayanamıyordu. Hekimler ‘Romatizma!’ dediler. Hocalar ‘Bu, şeytan işi kulunçtur. Erkekli dişili olur. İnsanın vücudunda doğurdukça doğurur!’ hakikatini söylediler.”

“Yusuf Bey’in evinde mangalı devirip de yangın çıkaran kimdi?”

Daha neler de neler! Fırtınada göçen harap evi yıkan da o idi. Doğururken ölen kadının katili de yine o… Yıllardan beri o taraflarda olup biten kazaların yapanı artık bulunmuştu. Bundan sonra olacaklar da onun hesabına faydalanacaktı. Büyü kazanı gibi kaynayan bu dedikodunun buharıyla mahalle yerinden hop kalkıp hop oturuyordu.

Feylesofu mahalleden kaçırmak için plan düşünülüyordu. İki üç gün ara ile duvardan bahçeye köpek, kedi, fare leşleri atıldı. Mualla Efendi bu hayvan ölülerini yemiş ağaçlarının köklerine gömdürttü ve evdekilere: “Gelecek sene bu ağaçların ne bereketli meyveler vereceğini göreceksiniz.” dedi.

Bir sabah, feylesof, komşuları fırıncı İsmail’in evi önünden geçerken alt kat penceresinden uzanan buruşuk bir el üç defa: ‘Kefareti budur!’ diye adamcağızın başına üç taş fırlattı. İyi nişan alınmadığı için feylesofa bir zarar gelmedi. Fakat ne kefaretiyle bu taşlar atılmıştı? Yapılan araştırmadan sonra şu anlaşıldı:

Fırıncının kaynanası Ayşe Hanım’ı sıtma tutuyormuş. Bu hastalığın şeytandan geldiği söylenilerek, böyle üç taşla defolunabileceği tavsiye edilmiş imiş…

Mualla Efendi gülerek: “Bizim memlekette felsefenin neye iyi geldiğini anladınız ya? Sıtmaya, baş ve karın ağrılarına, her türlü yellere, habis hummalara… Şeytan taşlamak için Arafat’a kadar gitmeye hacet yok… Bir feylesof kafası bulup taşlarsın. İşte bu da olur. Felsefeye verilen manayı gör de gel bu diyarda feylesof ol… Bizde felsefe makaleleri yazanlar bile bu ilmin ne olduğunu anlamadan ve anlatamadan çetrefil bir dil kullanıyorlar. Felsefeyi Fransızcada, İngilizcede, Almancada okur anlarsınız. Fakat Türkçesinde bir şey seçemezsiniz. Türk’üz, dil bizim, ama ilim yabancı. Bir türlü Türkleşemiyor. Üstünkörü birkaç şey şavullayanlar bu ilmi tamamıyla yutmuş oldukları çalımıyla ortaya çıkıyorlar. Bizde daha felsefenin onda bir terimleri bile konulmamıştır. Bekliyoruz, Asya steplerinden gelecek… Yoncalar bitsin de otlayalım.

19

Önce maymun iken şimdi takımıyla şeytanlaşan bu ailenin o mahallede barınabilmesi gittikçe güçleşiyor, yapılan zorlamalar ara sıra dayanılamaz hâle geliyordu. Feylesofun karısı Müride Hanım, kocasının odasına koştu. Onu, kafası iri bir kitaba gömülmüş dalgın buldu. Telaşla taşıp dökülmeye başladı:

“Efendi, yüzünüzü bu kitaplardan kaldırıp da biraz da etrafınıza bakınız.”

“Yine ne oldu?”

“Alt kat penceresinden bir cam kırdılar.”

“Ne vakit?”

“Şimdi… Şimdi koca bir taş güm diye odanın ortasına düştü.”

“Atanı gördünüz mü?”

“Hayır… Tabii attı kaçtı.”

“Polise şikâyet ederiz.”

“Hangi bir zorbalık için şikâyet edeceğiz? Polis, kapımızın önüne sürekli bir nöbetçi dikemez ya… Hemen her sabah bahçemizde bir leş, her gün evimize, kafamıza bir taş… Yerleri pisletip de yuva değiştiren kargalar gibi biz de bu mahalleden başka bir tarafa göçmeliyiz.”

“Nereye göçeceğiz? Bu ‘feylesof’ unvanını beraber götürdükçe nerede rahat edebiliriz? Gideceğimiz semt sanki buradan daha medeni mi olacaktır? Bu bahçeyi, bu yemiş ağaçlarını, bu kuyuyu nerede bulabiliriz?”

“Koca İstanbul’da sizin gibi bir ilim, bir fikir adamını barındıracak bir bucak bulunamaz mı?”

“Terbiyeli mahalleler bulunabilir. Lakin bizim hayatımıza, töremize, kesemize uymaz. Bizim için oraların rahatsızlıkları da başka türlüdür. Hele kız, erkek yetişkin çocuklarımız var.”

“Çocuklarımız dediniz de aklıma geldi. Onlar bu leşlere, bu taşlara, bu saldırmalara bizim gibi göz yumamıyorlar. Yine bu sabah üçü dördü toplanmışlar, ağızdan kulağa bir fiskostur gidiyordu.”

“Ne fiskosu?”

“Galiba hocalara yaptıkları gibi, mahalleden bize sataşanlara da bir şeytan komedyası daha oynayacaklar.”

“Aman hanım, söyle o çılgınlara böyle deliliklerden vazgeçsinler. Sonra evi büsbütün başımıza yıktıracaklar.”

“Onlara söz geçirilebilir mi? ‘Evet… Ha… Hı…’ derler, sonra yine bildiklerini yaparlar. Ama en ehemmiyetli mesele bu değil…”

“Daha ehemmiyetlisi mi var?”

“Evet, evet…”

“Ne imiş bakalım?”

“Ali Şeref, Selase’yi istiyor.”

“Bu malum. Yeni bir şey değil…”

“Yeni bir şey değil, ama artık bugünlerde istiyor.”

“Kız da ister gibi değil mi?”

“Ziyadesiyle… Oğlanlar da evlenmek perdesinden nağmeler tutturdular.”

“Âlâ… Âlâ… Demek bizim evin içi minimini maymunlar… Küçük küçük şeytanlarla dolacak. Tabiat babanın maksadı yalnız insandan, hayvandan dünyaya döl yetiştirmektir. Ateşlendirir, birleştirir, doğurtur. Artık ötesine pek aldırış etmez. Yaşamak için dövüşsünler, boğuşsunlar dursunlar. Nüfus fazlalaşırsa birkaç kişinin kararıyla harp açılır. Milyonlarca hayat ekin gibi biçilir, kalanlar nişan alır, kumandanlar şöhret kazanır, diplomatlar gururlanır. Ölenlerin kim oldukları sayıya gelemeyeceği için, onlar adsız sayılırlar. Topuna birden bir taş dikilir.”

“Efendi, siz her şeyi felsefe tarafından görüyorsunuz. Fakat çok defa bu dedikleriniz, yaşanılan hayata uymaz. Çocuklarımız, baş göz edilecek yaşa geldiler, ama âlemin kötü gözleri hep bize dikilmiş. Etraftan üzerimize lanetler, nefretler yağıyor. Bu hâlde biz onları nasıl evlendirebiliriz?”

“Kızın yavuklusu malum. Oğlanlar hangi dilber kızlara gönül vermişler?”

“Açıkça söylemiyorlar, ama ben sezinliyorum.”

“Her sıkıntı içinde bir de boş yere başımıza üzüntü çıkarmayalım.”

“Ne demek istiyorsunuz?”

“Biz kızı Ali Şeref’e vermeye razıyız, fakat delikanlının anası, babası bu evlenmeye hiçbir zaman izin vermeyeceklerdir.”

“Ali Şeref bu gönül işinde ana baba sözü dinler boydan bir genç değildir.”

“Biz kızı veriyoruz. Oğlan alabilirse alır. Alamazsa ne yapalım? Bu meseleyi kendi hâline bırakalım.”

“Ya oğullarımız için?”

“Onlar için de hiç üzüntü çekme.”

“Niçin?”

“Bu mahallede ve civar semtlerde buradan birkaç yüz kilometre uzaklara kadar adımızın kötülüğü yayılmıştır. Kimse Vahit’le İsneyn’e kız vermez. Olamayacak bir şeyi düşünüp de zihnini yorma.”

“Zihnini yorma olur mu? Böyle söylediğiniz şekilde iş bitmiyor. Mesele büsbütün sarpa sarıyor. Oğullarımızı seven kızlar da varsa, en sıkı yasaklara karşı birbirini almak için akla gelmez çılgınlıklara kalkışacaklar, türlü felaketlere uğrayacağız.”

“Olacak şeyleri, olmazdan evvel düşünmek lazım gelirse, dünyada bu düşüncenin ucu bucağı bulunmaz. Bununla beraber, ben, aile geçimini idarede becerikli de değilim, ustalığım da yoktur. Ben, daha ehemmiyetli işlerle uğraşıyorum. (önündeki kocaman kitabı göstererek) Felsefedeki vahidi bilir misin? Dikkat et, bu bizim oğlumuz Vahit değil… Felsefede ‘bir’ niçin her zaman bir, yani tek kalmıyor. Niçin hakikat kendi cevherinde gerilerek sonuna kadar hakikat kalmıyor. Çünkü her şey birtakım devreleri mutlaka geçirecektir. Pozitif, negatif oluşların sonunda her şeyden başka bir şey doğar. Yine sonunda maddenin, maddeden gayrı bir hâl alabilmesi sırrına dayanıyor. Buna ne dersin hanım?”

“Benim bu meselelere aklım ermez. Sizin yalnız böyle şeyler düşünmenizle ne mahalledeki şöhretimizi düzeltebiliriz, ne de ev idaresini…”

20

Mualla Efendi, dünya işlerine metelik vermeyen dalgın bir adamdır. Kendine karşı olan insanlığa sığmaz saldırmalara bile çok defa güler. Çünkü onun gözünde bütün insanlar acınacak akıl hastalarıdır. Tabiatta her şeyin ağır bir kemale ermeye bağlı olduğunu görüyoruz. Besbelli ki, insanlık daha çocukluk devresindedir. Hayattaki düzelmez sanılan karışıklıklar hep cahillikten doğuyor. Bu cahil sürüleri içinde zaman zaman birkaç akıllı çıkabilir. Fakat imlaya gelmez bu bozuk düzen, milyonlarca dimağlar arasında doğru işleyen bir iki büyük kafanın görecekleri işler ihtiyaca karşı çok az kalır. Cahillik, dehanın, ilmin baş düşmanıdır. Sürüler, kendi ananelerinden edinmiş oldukları fikirlerinden başka türlü düşünenlere amansız düşman kesilirler. Kalabalığı idare eden kuvvet, dirilerden ziyade ölülerdir. Mezardakilerin kafalarımıza miras bıraktıkları izlerle yaşıyoruz. Kemalleşmeye en zor teslim olan inatçı bir damga… İnsanların ananelerini ve yüzlerce yıllardan beri körü körüne nelere inandıklarına, nelere tapındıklarına bakınız, ahmaklıklarına gülersiniz. Siz de onlardan iseniz, bana kızarsınız.

Feylesof bu yolda tutturduğu vaazını dallandırır budaklandırırdı. Ona göre baş bilgi, felsefedir. Hakikati aramaları derecesinde hep öbür ilimler onun hizmetkârıdırlar.

Öfkelendiği bazı zamanlarda şöyle bağırırdı: “Kabahat kimde? İnsanlık adam olmayı istemiyor, ne yapalım. Bu maddi hayattaki düzelmeyi bırakıp da, saadetini manevi bir âlemden bekliyor. Hakikati, rüya ile değişiyor.”

Erkek kız, üç çocuğu babalarının bu söylenmelerine, kös dinler gibi çok dalgın, asık bir kulak verirler. Feylesofun ilmi o kadar sevmesine karşı, tahsilleri şöyle böyledir. Evlerindeki zengin bir kütüphaneden bir cilt çekip de okuduklarını gören yok gibidir. İş söze gelince, babalarının bilgisiyle övünürler.

Feylesofun uzun çehresi, gagavari burnu, soluk rengi, meşhur İtalyan şairi Dante’yi andırır. Çenesinin sivriliğini gür sakalı örter.

Karısı Müride Hanım, bir göbek aşırı Kafkas cinsi düzgün yüzlü bir kadındır. Onun güzelliği çocuklarda, babadaki yüz organlarının nispetsizliklerini düzeltmiştir. Üç kardeş gürbüzdürler, birbirine benzerler. En güzelleri İsneyn’dir. Kız da şimdiki yarı çıplak kadın elbiselerinin içinde pek körpe vücuduyla gönül çekecek bir alımdadır.

Feylesof perhiz eder. Eski stoisyenleri beğenir. Çocuklarına her şeyde ortalama davranmayı öğütler. Zamane gençliğinin gem almaz bazı taşkınlıklarında Müride Hanım, baba ile çocukları arasında tampon işini görür. Feylesof çok defa etütleriyle o kadar dalgındır ki, olup bitenlerden haberi olmaz. Kulağına bağırsanız, çakaralmaz bir hâlde söyleneni işitmez, o kendi kafasındaki kaynayanları tekrarlar durur. Anneleri, çocuklarının evlenme isteklerinden söz açtıkça, Mualla Efendi haykırır:

“Aceleleri ne? Evlenmenin en büyük tadı, onun olmasından evvelki çekilen arzudur. O, olup bittikten sonra, çok tıkınan midenin hazımsızlığı gibi, gönül de ekşir turşulaşır. Birbirinden kaçacak yer ararlar.”

“Efendi tuhaf söylüyorsunuz. Biz karı koca öyle mi olduk?”

“Benim gibi feylesof bir koca, senin gibi tahammüllü bir kadın şimdiki delikanlıların cavalacozları28 arasında bulunur mu?”

Feylesof böyle söylenedursun, duyguları kabarmış gençleri öğütle avutma olabilir mi?

Evde bir besleme kız vardır: Rabia. Anadolu’nun bilmem hangi köyünde koyun çobanlığı yaparken İstanbul’a getirilmiş. Ayaklarına ömründe ilk defa kundurayı bu şehirde giydi. Kaplumbağa gibi tümsek, yayvan o nasırlı ayaklar ki, hiçbir hazır ayakkabıya girmedi, mahsus kalıp yaptırıldı. Başı, adını söylemek nezih olmayan iğrenç illetle kabuk kabuktu. Kafasına ziftten takke giydirildi.

“İş ana ölüyorum!” diye bağırta bağırta çıbanları yoldular. Sonra kafa derisinden fırça gibi yeni saçlar sürdü. En pis şeylerden iğrenmez, temizlik nedir bilmez. Yarım okka ekmeği üç lokma yapan bir oburlukta idi. Yemeği ağzına alabildiğinden fazla tıkıştırır, iki yan avurtları şişer, yutarken boğulur gibi gözleri kapanır, yüzü kızarır, boynu birkaç defa ileriye gider gelirdi.

Rabia’nın ilk geldiği zamanlardaki her yaptığı iş, feylesof için bir etüttü. Kız, yemek yerken bakar bakar da:

“Hanım, dikkat et, maymunlar da tıpkı böyle yerler. Ne verseniz avurtlarına doldururlar. İşte aslı ilk insan budur. Biz ‘yapma insan’ız. Cemiyetin aşağı tabakalarında, yerken böyle avurt şişirenler bugün de çoktur. Hayvanlarla ortak olan hâllerimizi inkâra kalkışmak boştur.”

Kızın asıl adı Kezban’dı. Feylesof, Vahit, İsneyn, Selase’deki numara sistemini ona da uydurarak Rabia adını taktı.

Rabia, hayvanca dangalaklığına bakmayarak, ilk görüşte feylesofun ikinci oğlu İsneyn’e gönüllendi. Fakat bu sevgisini kimseye açamıyor, kendi kendine yüksek sesle ağzına bile almaktan ödü kopuyordu. Bu ümitsiz sevda, hödük kızcağız için gizli bir dindi. Delikanlının önünde renkten renge girer, ezilir büzülür, yapacağını şaşırır, ayakları kösteklenir, elindekini düşürür, salak bir hâl alır. Herkesi kendine güldürür. Onunla eğlenenlerin en başında İsteyn gelir. Ama bu salaklığın neden olduğu hiçbir zaman genç adamın aklından geçmez.

Küçük beye bir kahve, bir su vermek lazım geldiği zamanlarda kızın aldığı tavırlar gerçekten bir komedidir. Böyle bir iş sırasında Rabia’ya yarı yapma, yarı elinde olmadan bir kırıtma hâli gelir. Besbelli bu tuhaflıklar kendini beğendirmek için kadınlık hâlinden taşan bir çeşit koketlik olacak… Onun bu söylenmez aşkından aldığı bir tek zevk vardır. Sevgilisinin kirli çamaşırlarını yana yana öpüp koklayarak birkaç damla gözyaşıyla ıslatmak… Dişi keçinin teke kokusundan hoşlanması çeşidinden bir cins lezzetti… Bu tapınma ibadetini de bütün gözlerden saklar. Kavi cins zayıfı, zayıf da kaviyi çeker. Hristiyan erkekler Meryem Ana resmini, kadınlar da İsa’nın putunu daha istekle öperler.

Besleme kızın bu ateşinden haberi olmayan İsneyn’in genç yüreği de başka bir sevdanın korunu döküyordu.

28.Cavalacoz: Değersiz, önemsiz. (e.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6485-70-9
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu