Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Ölüler Yaşıyor mu?», sayfa 2

Yazı tipi:

IV
DAYI BEYİN İTİRAZLARI

İki kardeş bir şeyi ürkütmekten çekinir gibi bir süre kımıldanmaksızın birbirlerine bakıştılar. Nihayet Orhan sordu:

“İyi dikkat ettin mi? Vuruşlar ne yönden geldi?”

“İki karyolanın arasından, baş ucumuzdan…”

“Ruhlar mı?”

“Bu vakit onlardan başka kim duvarımıza vurur?”

“Kendilerinden söz edildiğini duyarak geldiler.”

“Ne istiyorlar?”

“Bilmem…”

“Bir daha vururlarsa soralım.”

Bekliyorlardı. Ama bu sefer vuruşlar duvardan değil, oda kapısından geldi. Gene bir an benizleri uçtu.

Turhan kapıya yaklaşarak: “Kim o?”

Dışarıdan bir kadın sesi:

“Benim.”

“Anne, sen misin?”

“Benim canım… aç…”

Turhan anahtarı çevirerek kapıyı açtı.

Yaşlı ama enine boyuna; eski güzelliğini kaş ve gözlerinde mihrabını, davranışlarında hanımefendilik vakarını koruyan levent gibi bir kadın, içeriye girdi. Oğullarının yüzlerine ilk bakışlarında şefkatle karışık bir azarlayışla:

“Nedir gene betiniz benziniz uçmuş? Hâlâ uyumadınız mı? Yıldırımdan belki korkmuşsunuzdur diye geldim. Galiba yakınlardan bir yere düştü.”

Kafalarında hâlâ vuruşların bilmecesiyle meşgul olan çocuklar, birer hafif gülümsemeden başka bir cevap vermediler.

Bu sırada gene oda kapısı açıldı. Hanımefendinin erkek kardeşi ve çocukların dayıları Talat Bey gecelik kılığıyla gözüktü.

Hanımefendi: “Ağabey, siz de mi uyuyamadınız?”

Talat Bey: “Nasıl uyunur efendim böyle gecede. O ne sıcak, o ne sıkıntı, o ne durgunluktu… Sinirlerim gerildi, gerildi… Sonunda yıldırımla birlikte patladı sandım.”

Hanımefendi oğullarını göstererek: “Baksanıza bunlara, ne kadar korkmuşlar. Yüzleri kireç kesilmiş.”

Dayı bey sırtından kayan hafif pike hırkayı omuzlarına doğru çekerek ortadaki masanın üzerine eğildi. Orada gördüğü kitabın adını okuduktan sonra kız kardeşine döndü:

“Hanımefendi, oğullarınızın okudukları bu kitabın içinde yıldırımdan daha dehşetli şeyler var.”

“Ne diyorsunuz ağabey?”

“Gerçeği söylüyorum.”

“Böyle korkunç şeyleri niçin okuyup da kaçık benizle titreşiyorlar?”

“Niçin mi? Bu hâl şimdiki gençliğin psikolojisi olduğu için?”

“Ne demek? Pek anlayamıyorum.”

“Anlatayım. Siz oğullarınızı sporcu, akrobat, atlet, boksör, serüven ve garabet düşkünü, ün kazanmak için tehlike ve ölüm arkasından koşan şimdiki gençliğin fırtınasından korumak kaygısıyla alargaya tutmaya uğraşıyorsunuz. Ama boşuna. Modernisme denilen bugünün havası bu garipliklerle, bu heyecan avcılığıyla dolu. Uzaktan yakından bu havayı soluyan her genç ruhunda bir kaynama duyuyor. Eğlence ve sanatın eski ılımlı biçimleriyle artık oyalanamıyor. Ya yedi kat göklere yükselerek düşme tehlikeleriyle titremeli ya da altındaki hayvana engel atlatırken tepe aşağı dikilmeli. Veya futbol topunun arkasından dört metre havaya uçmalı. On beş metrelik yar atlamalı. Kısacası, yaptığı hüneri beceremeyince sağ kalmamalı. Bu ölüm aşkı onlara savaşın bıraktığı bir yadigârdır. Her şeyde son şiddete atılmak… Böyle olunca, romanda, tiyatroda, sinemada da sinirleri gerecek, dakikada kalbe yüz elli attırtacak heyecan serüvenleri gerek. Sizin bu kadar sakınmalarınıza karşın oğullarınız da bu yaygın gençlik hastalığından böylece etkilendiler. Dirileri bıraktılar, ölülerle konuşuyorlar. Pozitif şeylerden kaçıp gözlere görünmeyenlerin arkasından koşuyorlar.”

Hanımefendi, kardeşinin, yeğenleri üzerine bu sözlerini biraz abartmalı bularak: “Canım, ölülerle konuşup da ne yapıyorlar? Masa başında tıkır tıkır eğlenceden başka bir şey olmayan zararsız bir oyun. O tık tıkları sanki ruhlar mı yapıyorlar? Kendileri yapıyorlar. Kendi sorularına gene kendileri karşılık veriyorlar.”

Talat Bey: “Hayır, o tıkırtıları kendileri yapmıyorlar. Masa, parmaklarının altında, bilinmeyen bir kuvvetin etkisiyle harekete geliyor. Oğullarınızın ikisinde de medyumluk istidadı var. Birtakım alıştırmalarla bu psişik gücü geliştirmeye uğraşıyorlar.”

Hanımefendi: “Etsinler, ne olur?”

Talat Bey: “Ne mi olur? Bugün bir eğlence olarak başlayan bu şey yavaş yavaş bir hastalık ve bir felaket şeklini alır.”

Hanımefendi: “Nasıl?”

“Hemşire, hani ya eskiden binlik tespihleri çeke çeke akıllarını oynatmış, büyü ve sihirle uğraşa uğraşa perilere karışmış meczuplar, abdallar, babalı Araplar, huddamlı6 şeyhler vardı… İşte bu oyunun sonu da oraya çıkar. Çünkü göze görünmeyen yaratıklarla konuşmak ne demektir? Şimdi şurada siz, ben, Orhan, Turhan dört kişiyiz. Aramızda seksen bilmem kaçta ölmüş halamın ruhunu, Hacı Hüseyin Efendi’nin öbür dünyadaki kimliğini, tanıdık tanımadık birçok ölünün gözlere görünmez manevi varlıklarını bizimle beraber sayarak, senli benli onlarla konuşursak akıllı yani normal insanlardan ayrılmış olmaz mıyız? O hâlde, gaiplerle konuşan delileri niçin tedaviye uğraşmalı?”

O zamana kadar ince bir gülümseme ile dayılarını dinleyen delikanlılardan Orhan artık susmaya dayanamayarak: “Dayı bey, Londra’da, Paris’te, Amerika’da, daha birçok uygar memleketteki ispritizma kuruluşlarını, cemiyetlerini ve bunların gazetelerini, broşürlerini, yıllıklarını yani bütün yayınlarını hiçe sayarak üyelerine büsbütün budala, deli demek hakkına sahip misiniz?”

Dayı bey yan gözle yeğenine baktı ve dudaklarının bükük alayıyla: “Galiba zatıalileriniz de bu cemiyetlerden birinin onur üyesisiniz?”

Orhan: “Olsak da ne lazım gelir… Ama bizim naçiz varlığımızın böyle yüksek cemiyetlerce ne önemi olabilir?”

Şarıltılı bir yağmur başlamıştı. Bu sudan kamçılar altında oluklar, çerçeveler, kaplamalar, kiremitler, her taraf kendine özgü bir ses çıkarıyordu. Dışarıda bir gezinti oldu; perilere inananlar, inanmayanlar en ufak bir pıtırtıdan kuşkulanır gibi etrafa kulak veriyorlardı.

V
FANTOM NEDİR?

Oda kapısı hafifçe bir gıcırtıyla aralandı, Mürebbiye Madam Sermin açık göğsünü şalıyla örterek içeriye girdi. Doğruca öğrencilerine Fransızca olarak: “Korktunuz mu yavrularım? Yıldırım çok dehşetliydi. Sandım ki odama indi. Tanrıya şükür, hava biraz serinledi.”

Beyler yaşlarında ne kadar ilerleseler, mürebbiye onlara gene hep “mes petits, mes enfants” (“yavrularım, çocuklarım”) derdi.

Delikanlılar korkmadıkları cevabını vererek mürebbiyelerine teşekkür ettiler.

Dayı bey yarıda bırakmış olduğu alaycı konuya yeniden girişmek isteyerek: “Korkmuşlar… Korkmuşlar ama cesur görünmek için inkâr ediyorlar. Baksanıza benizleri hâlâ düzelmedi.”

Mürebbiye: “Göğün ateşinden korksalar da ayıp mı? Benim bile hâlâ çarpıntım savuşmadı.”

Dayı bey: “Sizin çocuklarınız göğün ateşinden çok Karacaahmet’in ruhlarından korkuyorlar.”

Mürebbiye ispritizmanın ateşli taraftarlarındandır. Yaşı elliyi geçmekle birlikte aşk, tuvalet, koketri mevsimleri de savmıştır. İhtiyar olunuz, genç olunuz hayatta ruhunuzu birçok sıkıntıya karşı oyalayacak bir uğraşı, bir inanç avuntusu gerektir.

Aslında dindar bir kadın olan Madam Sermin bu ruhçuluk mezhebini, yaşlı günlerinin gönül boşluğunu doldurmak için bir ilaç saymıştır. Zaten öğrencilerini ruhlarla tanıştıran da odur.

Mürebbiye ruhlar üstüne alaylı sözlere hiç dayanamazdı. Bundan ötürü dayı beye hemen karşılık verdi:

“Latif ruhlar vardır. Habis ruhlar vardır. İnsanlar da böyle değil mi? Fenaların şerlerinden daima kendimizi korumalıyız.”

“Madam, affedersiniz, size önemli bir şey soracağım. Lütfen cevap verir misiniz?”

“Eğer anlayabileceğim ve anlatabileceğim bir şeyse niçin cevap vermeyeyim?”

“Ruhlara inanıyor musunuz?”

“Şüphesiz… Bütün dinler ve bütün dindarlar gibi.”

“İnanamayanları inandırmak için bir bilim ve mantık gücünüz var mı?”

“İnanma için bilimden, mantıktan daha önemli bir şey gerekir.”

“Ne gibi madam?”

“Ruh sağlamlığı.”

Dayı bey bu sözlerden sağlam bir anlam çıkaramadığını anlatır bir gülümseme ile tekrarladı:

“Ruh sağlamlığı…”

“Evet efendim, ruh sağlamlığı… Yani ruhça uyanıklık…”

“Benim ruhum uykuda olmalı ki böyle düşsel şeyleri aklım bir türlü kavrayamıyor.”

“Affedersiniz ama öyle olmalı.”

“Öğrencilerinizi aydınlatmış olduğunuz gibi benim ruhumu da bu ağır uykudan uyandıramaz mısınız?”

“Bunun için istidat gerekir. Her isteyen şair, ressam, müzikçi, dâhi olabilir mi?”

“Madam ruhlarla konuşmayı ve hayalet, fantom görmeyi, bundan on yıl önce ölmüş birinin nasıl bir yüz ve kılıkla karşıma çıkacağını çok merak etmekteyim.”

“İnanmadığınız bir şeyi nasıl görebilirsiniz?”

“Görmediğim bir şeye nasıl inanabilirim?”

“Görmek bizim görme organımızla ilgili bir olaydır. Bizim gözlerimiz çok kuvvetsizdir. Uzak cisimleri göremedikleri için dürbünler icat etmişler. Küçük şeyleri seçemedikleri için mikroskoplar yapmışlar. Oysa ne kadar alet yaratsak hâlâ en uzağı ve en küçüğü göremiyoruz. Doğanın bize müsaade ettiklerini görürüz. Göstermek istemediklerini tabiatıyla göremeyiz. Bundan dolayı bizim göremediğimiz şeylerin var olmamaları gerekmez.”

“O hâlde madam, doğanın bize göstermek istemediği şeylere biz de körü körüne iman edemezsek bundan dolayı bizi kim sorumlu tutabilir?”

“Siz göremiyorsanız görenler var.”

“Demek doğa bazılarımıza müsaade ediyor?

“Evet… Yalnız görmek değil, hissetmek, büyük ve bilinmeyen kuvvetten aydınlanma ve esin almak… Fantomu herkes görebilir. Hatta hayvanlar bile ondan ürkerek kaçarlar. Doğanın fantomdan başka göremediğimiz gizlilikleri çoktur. Bu sırlardan bazıları uyanıklara açık olur.”

“Siz fantom gördünüz mü, madam?”

“Gördüm ama size anlatsam inanmayacaksınız. İnançsızlığınızın hamlığı üzerinizden biraz gitsin, sonra anlatırım.”

“Fantom nedir madam, rica ederim. Bana ilkin bunu anlatınız.”

“Fantoma siz Türkçenizde hayalet diyorsunuz.”

“Evet hayalet… Aslı olmayan şey demektir.”

“Rica ederim efendim, aslı olan şey ile olmayanı birbirinden ayıralım. Yani gerçekle düşü… Gerçek nedir?”

“Gerçek, benim bildiğime göre, kendimizin dışında olan objectif şeylerdir. Yalnız kendi iç duygularımızda subjectif olarak bulunanların hepsi gerçek değildir.”

Madam Sermin yaşından umulmayacak çevik bir hareketle yerinden fırladı. Beylerin kitaplığından çekip getirdiği kitabın bazı sayfalarını karıştırarak: “Dayı bey, affedersiniz. Siz inatçı bir incrédule, imansızsınız. Sizi kendi kendime inandıramayacağım. Büyük yardımcılara ihtiyacın var. Bakınız, bu konuda Flammarion ne diyor:”

“Gerçeğin böyle objectif, subjectif biçiminde ele alınması çok tartışmalara yol açan bir sorundur. Zira içten gelen bir duygumuz gerçekle uyuşabilir. Özellikle ruhsal olaylarda… Örneğin bir dostunuz uzak bir yerde ölür. Rüyanızda veya başka bir surette gelip size görünerek ölümünü haber verir. Suda boğulduğunu, bir tren altında ezildiğini veya öldürüldüğünü anlatır. O hâlde ki onu, üzerinden zırıl zırıl suları akarak veya ölümüne göre kan revan içinde görürsünüz. Yani tıpkı öldüğü şekilde size görünür. Bu gördüğünüz, olmuş olayın gerçek suretidir. İşte bu duygunuz subjectif’tir. Ama gerçekle bir aradadır. Bu soy pek çok örnek gösterebiliriz. Meselenin ikinci kısmı da tartışma ihtiyacından uzak değildir. Kendimizin dışında yani objectif bulunan şeyin gerçek olduğu savunuluyor. Pekâlâ, ama bir ebemkuşağını görürsünüz. Ölçersiniz, incelersiniz, onun fotoğrafını da alırsınız. Bunun gerçekliği neresindedir? Bu görme ile ilgili bir olaydır. Komşunuz da başka bir ebemkuşağı görür. Sol gözünüz, sağ gözünüzün gördüğünün aynını görmez. Önünüzde atmosferin yarattığı bir serap peyzajı görürsünüz. Bu bir gerçek midir? Suya daldırdığınız bastonunuz kırılma olayıyla kırılmış görünür. Bu doğru mudur? Görmenizin bu tanıklığına inanır mısınız? Sözün kısası, objectivement7 gördüğünüz her şey gerçek olabilir mi? Özellikle gerçeğin ne olduğunu tespit edemediğimiz hâlde… Görünmeleri bakımından fantomlar birer gerçektir. Ama bu gerçeklikleri neden ibarettir?”

Talat Bey mürebbiyenin okumasını keserek: “Pardon Madam. Siz, üstadınız Flammarion’la birlikte düşü gerçek, gerçeği düş yapıyorsunuz…”

“Mösyö, bu ikisi o kadar birbirine karışıktır ki… Bir ölünün fantomu tıpkı onun sağlığındaki şekliyle görünüyor. Bu konuda delilli, ispatlı yüzlerce olay vardır. Flammarion’dan aktararak bir tanesini anlatayım.”8

VI
ÖLÜMÜNDEN DOKUZ YIL SONRA GÖRÜNEN BİR KIZ

İhtiyar mürebbiye devam etti:

“Bu harikulade olaylar vardır ama her ölüde ortaya çıkan bir bollukta değildir. Doğrudur, nadirdir. Dinleyiniz. Olayı anlatan diyor ki:

Çok sevdiğim, on yedi yaşında bir kız kardeşim vardı. 1867 yılı Saint-Louis şehrinde koleradan öldü. 1876 yılı yani kız kardeşimin ölümünden dokuz yıl sonra Amerika Birleşik Devletlerinde bulunuyordum. Bir gün odamda öğleye doğru yazı yazar ve bir cigara içerken sol tarafımda kolunu masaya dayayarak birinin oturduğunu hisseder gibi oldum. Ve hemen o yana dönerek baktım. Bir de ne göreyim, yanı başımda merhum kız kardeşim oturmuyor mu! Ölümüne son derece üzüldüğüm sevgili kardeşçiğimi böyle odamda diri görünce akıl ve hayale sığmaz bu görünüş karşısında pek şaşırmakla birlikte çok sevindim. Ama bu gördüğüm şey gözlerimin önünde hemen eriyerek yok oldu. Bu ne? Düş mü gördüm? Hayır, uyanıktım. Elimdeki cigara tütüyordu. Kalemimin çizdiği yazılar henüz kâğıdın üzerinde kuramamıştı. Kendimi yokladım. Her tarafa baktım. Bu gördüğüm şey ne düş idi ne de hayal… Gerçekti. Kız kardeşim bana dipdiri gözüktü. Sessiz, masum gözleriyle hâlâ bana bakıyor gibi geliyordu. Bu doğaüstü hâlden duyduğum üzüntünün şiddetiyle hemen trene koşarak ailemin yanına döndüm.

Olayı anlattım. Ama bunun bir gerçek olduğuna kimseyi inandıramadım. ‘Babam güldü. Sen bir birsam 9 hâle uğramışsın. Gerçek sandığın bu boş inana bizi de inandırmak istiyorsun.’ dedi.

Bu garip olayı her kime anlattımsa alaycı bir imansızlıkla karşılandım. Bu mucizevi görüşüm sırasında bir şey dikkatimi çekmişti. Kız kardeşimin yüzünün sağ tarafında taze bir çizik, bir sıyrıntı görmüştüm. Bunu anlatınca annem haykıra haykıra bayıldı. Başına üşüştük. Ayılınca annem bu büyük üzüntüsünün nedenini bize şöyle anlattı:

‘Yavrucağımın cenaze tuvaletini yapıyordum. Acımın şiddetinden elim titredi. İğne ile yüzünü çizdim. Ve sonra bu sıyrıntıyı pudra ile örterek tamire uğraştım. Bunun benden başka kimse farkında değildir… Oğulcuğum, sözlerinin gerçek olduğuna şimdi inandım. Başka ispata hacet yok.’

Bir ölünün böyle garip bir biçimde görünmesi diriler için olacak bir ölüm olayına işaret sayılıyor. Gerçekten de çok sürmeden annem öldü.

Mürebbiye okumayı bitirdikten sonra Talat Bey’in yüzüne bakarak: “İşte size cildiyle, sayfasıyla güvenilir bir kaynak göstererek olayı okudum. Ne dersiniz? Bilim ve gerçek adına saf kimseleri aldatmak için böyle yalanlar düzmeye tenezzül edenlerin olacağına inanıyor musunuz?”

Dayı bey düşünceli bir ağırlıkla bir cigara tazeleyerek cevap verdi:

“Her yalanın anlatıcısına ahlaksız denemez. Çünkü kendileri inanarak yalanı doğru sanıp da söyleyenler de vardır. Okuduğunuz olayın kaynağı ne kadar güvenilir olursa olsun bu garip şeye inanabilmek için işin içi ayıklanacak pürüzlerle doludur. Bir kız ölümünden dokuz yıl sonra daha dün ölmüş gibi yüzündeki taze çizgi ile görünüyor. Haydi buna peki diyelim. Lakin bir insan vücudunun nelerden meydana gelmiş olduğunu biliyoruz. Bir fantomunki incelemeye geliyor mu? Görünüyor, üstüne varılınca kayboluveriyor diyorlar. Gözle görülüp de elle tutulamayan bu hayalet nedir? Bunu seraba, gökkuşağına benzetmek pek doğru olamaz. Çünkü bu son ikisinin nasıl olduklarını fizik bize açıklıyor. Fantoma deneysel bilim usulü uygulanabilir mi? Hangi bilim, hangi teknoloji bunu inceleme gücündedir? Ölüm olayını incelemek, çözümlemek ve açıklamak için önümüzde organik yaşamı durmuş bir ceset vardır. Bu maddi varlığı bırakıp da ele avuca sığmaz madde dışı bir şeyin arkasından koşarak bu kuruntu üzerine sorunlar kurmak…”

“Beyefendi, fantomların, yani sizin hayalet dediğiniz şeylerin göründükleri muhakkaktır. Bunların vücutlarını kesinlikle inkâr etmekle bu çok nazik sorun çözümlenmiş olamaz. Hayat ve ölüm, bu iki olay arasındaki geçitte çok sır gizlidir. Cesedin maddi varlığından kurtulmuş bir ölünün ruhu henüz mahbesinde bulunan bir dirinin ruhuna görünemez mi? Yani bu veya şu biçimde herhangi bir yolla kendini ona duyuramaz mı?”

“Ne bileyim? Ruh denince düşüncem bir bilinmeyenle karşılaşıyor. Ölü, diri iki ruhun herhangi bir yolla birbirine kendilerini duyurabildikleri olayı çözümlenmiş olsa mesele bitmiş gibi oluyor. Göze görünenle görünmeyen arasındaki ilişkiyi tespit kabil olur mu?”

“Göze görünenle görünmeyen, gene oraya geldik. Görünen, görünmeyen, bu ne demektir? Şimdi ona bakalım. Maddi varlıkla madde dışı varlık… Göze görünen, tartıya, dokunmaya gelen madde dediğimiz şey, göze görünmeyen, dokunmaya tartıya gelemeyen fantomların birikintisinden meydana gelir. Gözlere görünen aynı madde birkaç dakika içinde görünmez olabilir. Yaz gününde bir bulutun meydana gelişini ve sonra mavi gökte kayboluşunu inceleyiniz. Bir biçim değiştirme yani bir dönüşüm olayı karşısında bulunduğunuzu anlarsınız. Ateş, bir madde kitlesini buhara, yani görünmez, tartılmaz moleküller hâline getiriyor. Su, hava, karbon, azot ve başka elementler meydana getirdikleri sağ vücutlarda ve inorganik cisimlerde dokunulabilirdirler. Bizim gözlerimiz ve duygularımız için bir mermer, bir demir parçası, bir insan, bir ağaç; katı, yoğun ve dayanıklıdır. Elektrik akımı için hava direnç gösterir. Metal bir parça ise elektriği geçirir. Bize üstün ve bunun için de öteki duygu ve kabiliyetleri olan ruhlara bu katı madde gerçek dışı görünebilir. Ve buna karşılık ‘düşünce’ incelenmesi mümkün bir gerçek, bir varlık biçimini alabilir. Bu söylediklerim ulu orta sözlerden sayılmasın. Doğrudan doğruya duygularımıza çarpan dünya ile ilgili olaylarda, hayvanlar âleminde ve özellikle yaratılış tabakasında kendimizden aşağı saydığımız böceklerin hayatında çok gariplikler görmekteyiz. Böcekler bazı geçiş duygularında bizden üstündürler. Bizimkilerden başka türlü, anlaşılmaz, şaşırtıcı duygularıyla entomologiste’leri hayretlere düşürmektedirler.

Talat Bey hâlâ yüzünde sürüp giden inançsızlık gülümsemesiyle:

“Madam, bulutun tabii ne olduğunu biliyoruz. Yoğunluğu azala azala bu havai şey sonunda gözlere görünmez olur. Biz bir atmosfer banyosu içinde yaşıyoruz. Ciğerlerimiz, gözeneklerimiz daima bununla alışveriş hâlindedir. Bir dakika onsuz kalsak ölürüz. Fakat sissiz, bulutsuz, kuru havalarda etrafımızda hiçbir şey göremiyoruz. Havanın yoğunluk ve saydamlığından fantomların yaratılışları üstüne bir kıyas çıkarmayı hiç doğru bulamıyorum. Böceklerin bazı konularda bize üstün kavramaları olabilir. Ama bu hâl beyince gelişme eseri değil, büsbütün içgüdüsel bir şeydir. Böceğin dirisi, ölüsü bir mikroskop, bir neşter altında incelenebilir. Fantomların erilir, tutulur yerleri yoktur. Bunlar üstüne söylenenler benim için bir masal garipliğinden farklı değildir.”

“Mösyö, öteki dünya ile ilgili olayları böyle dünya ile ilgili duygularınızın yardımıyla ölçüp biçmekte inat ederseniz mezarın öbür yanında olanlardan hiçbir şey anlayamazsınız. Ruhlar, görmek için göze, işitmek için kulağa vb. bizdeki kaba duyu organlarına muhtaç değildirler.”

“Ne kadar kaba sayarsanız sayınız madam, etrafımda olup bitenleri doğanın bana vermiş olduğu beş duygu ile ölçüp biçmeye mecburum. Bir zamanlar ortaya altıncı, yedinci duygu modası çıkarıldı ama benim beş organıma yeniden bir şey eklenmediği için bu iddianın aslının ne olduğunu anlayamıyorum.”

VII
ŞEYH BATTAL’IN FANTOMU

Odada bu tartışma sürüp giderken dışarıdan koşuşmalar, çığlıklar işitildi. Ufak birer helecanla kulak verdiler. Ne oluyordu? Yangın mı? Hırsız mı? Beklenmedik bir kaza mı? Yarım dakika sürmeden oda kapısı hızla açıldı. Leman, kaçık bir benizle içeriye girdi. Titreye titreye kendini annesinin kucağına attı.

Hanımefendi şaşırarak: “Ne oldun kızım? Nedir bu korku? Bu telaş? Bu helecan?”

Leman sönük gözlerle kapıya doğru bakarak: “Geliyorlar mı?”

“Kim?”

“Fantom.”

“Nasıl fantom?”

Gene oda kapısı açıldı. Önde Dilaver, arkada anası Çeşmifettan kadın kendilerini içeriye attılar.

Çeşmifettan, çocukların dadısıdır. Çok zaman önce azat edilmiş, evlendirilmiş, bir oğlu olduktan sonra kocası öldüğünden tekrar konağa dönmüştür. Dilaver on yedi yaşında, komik mizaçlı, zeki bir çocuktur.

Hanımefendi: “Dilaver, ne oldunuz?”

Dilaver çarpılmış gibi kambur zambur bir durum alarak gözlerini süzgün süzgün tavanda dolaştırdıktan sonra:

“Fan, fan, fantom…”

Hanımefendi gittikçe artan bir merakla sorusunu yineledi:

“Nasıl fantom canım?”

Çeşmifettan iki elini göğsüne bastırarak: “Eşhedü enla ilahe illahlah, yeşil sarıklı, göbeğine kadar aksakallı…”

Dilaver: “Koca karınlı. Bol şalvarlı. O kadar bol ki hepimiz içine sığarız. Ayaklarındaki çedik pabuçlar nah salapurya kadar.”

Çeşmifettan: “Göbeğinin üstünde yusyuvarlak, balgamî bir taş…”

Dilaver: “Kemer patlıcanı gibi bir çift kaş. Öyle de iri gözler ki içlerinde deminki gibi şimşekler çakıyor. İnsana yiyecek gibi bakıyor.”

Odadakiler hep derin birer hayretle saçma sapana benzeyen bu sözleri dinliyorlardı.

Sonunda hanımefendi sabırsızlanarak: “Çeşmifettan, ana oğul siz çıldırdınız mı? Bunlar nasıl lakırtı, kuzum?”

Çeşmifettan: “İki gözüm hanımefendiciğim, çıldırmadım. Gördüğümüzü söylüyoruz. Leman Hanım da bizimle beraberdi. O da hem gördü hem de işitti.”

Leman: “Anneciğim, ben korktum, pek dikkatli bakamadım, kaçtım ama dedikleri doğru.”

Hanımefendi: “Gördü, haydi ne ise ne, işitti ne demek? Fantomla konuştunuz mu?”

Çeşmifettan: “Biz yalnız dinledik, hep o söyledi.”

Hanımefendi: “Kim?”

Çeşmifettan: “Fantom…”

Hanımefendi: “Ne dedi?”

Çeşmifettan: “Adı Şeyh Battal’mış. Karacaahmet’te yatıyormuş. Bu gece hava sıkıntılıymış. Etrafta gezinmeleri için müritlerine izin vermiş.”

Dilaver: “Bu gece ölüler etrafta avcıya dağılmışlar. Bizim eve de bu göbeklisi düşmüş.”

Hanımefendi: “Sus, zevzek çocuk! İş ciddileşmeye başladı. Şeyh Battal’a aşina çıktım. Paşa merhumun bu namda sevip görüştüğü bir şeyhi vardı. Tekkesi Nuhkuyusu civarında idi. Ölümünde Karacaahmet’e gömüldü.”

Çeşmifettan: “Hanımefendiciğim, Allah sizden razı olsun, işte gerçeğe aşina çıktınız. Biz Şeyh Battal’ı ne bilelim, görüp işittiğimizi söylüyoruz.”

Talat Bey: “Camille Flammarion sağ olsaydı bir apparition10 da bizim evde olduğundan kendisine mektup yazardım. O da anket ciltlerine on bin bilmem kaçıncı olarak bu harikayı yazardı.”

Mürebbiye: “Beyefendi, sanki bu mucize sizi imana getirmek için damınızın altında oldu. Hemen gözlerimizin önünde gibi olup biten bu öteki dünya ile ilgili olaya ne dersiniz?”

Talat Bey yüzünden hiç kaybolmayan aynı şüpheci gülüşle:

“Gözlerimizin önünde hiçbir şey olmadı. Fantomlar üstüne şimdiye kadar işittiklerim gibi bu da benim için söylenti çeşidinden şeylerdir.”

Mürebbiye: “Bu üç kişi birden yalan mı söylüyorlar? Bu önemli konuda kesin düşüncenizi anlamak isterim.”

Talat Bey: “Peki madam, düşüncemi şimdi bildiririm. Ama dinleyelim bakalım, Şeyh Battal daha neler söylemiş.”

Çeşmifettan: “İki elim yanıma gelecek… Yalan kabul etmem… Ne zoruma? Efendilerimi niçin aldatayım?”

Dilaver: “Şeyh Battal ahiretten geliyor ama galiba orada da buhran saçağa sarmış olmalı ki düpedüz para istedi. Azıcık daha gitmemiş olaydı salona çağırıp kahve pişirecektim.”

Hanımefendi: “Sen sus çocuğum, annen söylesin. Ne suretle para istedi Çeşmifettan, anlat.”

Çeşmifettan: “ ‘Paşa merhum sağlığında bizi görür gözetirdi. Ailem sefalet içindedir. Hanımefendiye söyleyiniz, onlara ara sıra biraz dünyalık göndermeyi unutmasın.’ dedi.”

Talat Bey: “Hah, şimdi işte gerçek biraz sırıtır gibi oldu. Bu üç kişinin Şeyh Battal şeklinde birini gördüklerine inanırım. Ama bu, mezarlıktan gelme bir fantom değildir. İşin içinde bir truc11 var. Hanımefendiden Şeyh Battal ailesi adına para koparmak için kurnazın biri mükemmel bir makyajla o şekle girerek geldi. Göründü. Çünkü bu evde ruhlarla, perilerle konuşulduğunu, öteki dünyaya ait meselelerle uğraşıldığını bilen bir hinoğlu, ailemizin bu inanç zayıflığından böylece faydalanmaya kalkıştı. Kavuğuyla, çakşırıyla bir ölüyü diriler sahnesine çıkaran bu hilekâr, paşa merhumun Şeyh Battal’la olan dostluğunu da bilenlerden birisi…”

Hanımefendi: “Kardeş, müsaade ediniz de meseleyi etrafıyla anlatayım.”

Talat Bey: “Bunda anlatmaya değer bir şey yok. Ölümünden on sekiz yirmi yıl sonra Şeyh Battal yeşil sarığını sarıp bol şalvarını giyerek koca sakalıyla burada boy gösteremez.”

Dilaver: “Sakalının yabani ot gibi fışkırarak suratını sarmış olmasına bakılırsa tuvaletini yaptırmak için Şeyh Hazretleri’nin ahirette ucuz bir berber bulamamış olduğu anlaşılıyor.”

Çeşmifettan: “Sus oğlum, evliyalardan böyle eğlenir gibi söz edilir mi?”

Talat Bey: “Dünyada şeyh idi, ahirette evliya oldu. Macera etraftan duyulursa yarın akşam mezarına kandil yakmaya kalkarlar.”

Hanımefendi: “Müsaadenizi çok rica ederim. Bu Şeyh Battal adı bende pek merak uyandırdı.”

Talat Bey: “Peki, sustuk efendim, sorunuz…”

Hanımefendi: “Çeşmifettan, şeyhi nasıl gördünüz, ta başlangıcından işi anlat.”

Çeşmifettan: “Ben odamda uyuyordum. Yıldırımın dehşetinden uyandım. Ama döşeğimden çıkmadım. Bir şey görmeyeyim diye yorganı başıma çektim. ‘Dadı, dadı, kalk!’ diye kulağıma bir ses geldi: Başımı çıkarıp baktım, Leman Hanım. ‘Ne istiyorsun yavrum?’ dedim. ‘Yağmur bardaktan boşanır gibi yağmaya başladı. Bizim sandık odası akıyor. Her şeyimiz harap olacak, kalk da bir çaresine bakalım.’ dedi. Kalktım. Akan yerlere koymak için çamaşırlıktan leğenler almak icap etti. Taşlığa indik. Dilaver de beraber geldi. Kileri açtık. Uzun yoldan giderken mübarek adamla hapa hap karşı karşıya geldik. Ben, destur, tütü diye durdum. Çocuklar korktular. Leman Hanım kaçtı. Dilaver bir zaman beni yalnız bırakmadı. Nasıl söyleyeyim bilmem, fantom mu? Şeyh Battal mı? İşte onunla beş altı arşın açıklıkla yüz yüze durup birbirimize bakıyorduk. Koca yeşil sarık, göbeğine kadar ak sakal… Elinde iri taneli bir tespih… Ben, bulunduğum yerde kaskatı kaldım. Ne ileri gidebiliyordum ne de geriye. Bize o sözleri söyledikten sonra, nasıl oldu anlayamadım. Şeyh Battal birdenbire karşımızda kayboldu. Sonra bana biraz cesaret geldi. İleri yürüdüm. Her tarafa bakındım, kimse yok.”

Hanımefendi: “Açık kalmış kapı var mıydı?”

Çeşmifettan: “Hayır efendim bütün kapılar içeriden her zamanki gibi sürgülü. Bütün pencereler demir parmaklıklı. Ölü mü, diri mi işte bu hayalet nereden girdi? Nereden çıktı? Anlayamadım… Onlara kapı baca olmaz derler pek sahi.”

Şimdi hepsi susmuştu. Bu garip olay üzerine düşünüyorlardı. Ama sadece düşünmekle bu garabeti saran sırları anlamak mümkün olabilecek miydi? Olayın leh ve aleyhinde tanıklık için kuvvetli kanıtlar gerekti. Talat Bey’e göre apparition usta bir hilekârın oynadığı komediden başka bir şey değildi. Ama bu gerçeği odada bulunan saf kimselerin önünde nasıl ispat etmeliydi?

Hanımefendi bir süre dalgın kaldıktan sonra kardeşinin inançsızlığını sarsmak için dedi ki:

“Düşündüm. Bundan yirmi beş yıl önceki Şeyh Battal o eski biçim ve görünüşüyle gözlerimin önüne geldi. Şeyh merhum tıpkı tıpkısına bunların tarif ettikleri kılıkta idi.”

Talat Bey: “Tabii, aktör temsil ettiği kimsenin kişiliğini almakta büyük bir maharet göstermiş. Olayda olumlu gördüğüm yalnız bu yöndür veya…”

Talat Bey sustu. Hanımefendi bir dakika bekledikten sonra: “Sözünüzü tamamlayınız.”

“Veya Çeşmifettan, yıldırımdan sarsılan beyniyle bir birsam hâle uğramış olmasın.”

“Ne demek?

“Yani kalfamız bir boş inana tutulmuş olmasın.”

“Nasıl olur?”

“Basbayağı. Siz biraz düşününce zihninizde Şeyh Battal’ı bütün o kallavi kılığıyla buldunuz. Böyle bir image12 açıklayamayacağımız bir ruh hâli ile Çeşmifettan’ın dimağında da uyanamaz mı?”

Hanımefendi Çeşmifettan’a dönerek: “Kalfam, sen Şeyh Battal’ı sağlığında görmüş müydün?”

Çeşmifettan: “Hayır efendim, öyle bir adamı hiç hatırlamıyorum.”

Hanımefendi Leman’la Dilaver’i göstererek: “Bu çocuklar ise o zaman dünyada bile yoktular. Kardeşim siz, Şeyh Battal’ın bu üç cana gözüktüğünden emin olunuz. Çeşmifettan bu yaştan sonra yalan söylemez. Leman’ın ise böyle şeyler uydurmak asla âdeti değildir. (Kızını okşayarak) Bakınız yavrucağımın hâlâ titremesi geçmedi. Hâlâ benzi yerine gelmedi.”

Dilaver çarpık boyunla kendini acındıracak bir jest alarak: “Hanımefendimiz, bendeniz yalan söyler miyim? Bu gece Şeyh Battal’ı görmekten ne avantam olabilir?”

“Sen sus maskara, senin Allah bir dediğine inanmam. Annene bütün kalbimin kuvvetiyle inanırım.”

Çeşmifettan yine gürül gürül kelimeişehadet getirerek: “Yalan şeytana mahsustur… Ahirette kırk yerde sorgusu vardır.”

Dilaver anasının bu saflığına fıkır fıkır güldü.

Hanımefendi: “Kardeşim, Şeyh Battal’ın bu geceki gözükmesinde kendi bakımımdan hiç kuşkuya yer yoktur. Siz de bu garip olayı kendi zihninize göre yargılayınız.”

Talat Bey: “Bir daha böyle bir hayalet gözükürse hemen bana haber vermelerini rica ederim.”

Dilaver: “Ailesi adına istediği para gönderilmezse Battal Hazretleri’nin ziyaretleriyle bizi yine şereflendireceğine hiç kuşkunuz olmasın.”

Çeşmifettan: “Oğlan, çarpılacaksın. Evliya ile eğlenilir mi?”

Dilaver: “Aşağıya bir çifte nağra ile bir zurna saklayacağım. Şeyh gözükür gözükmez ‘âlâ bir daha’ havası çalacağım.”

Çeşmifettan: “Bu oğlan benim yüreğime indirecek.”

Talat Bey: “O şeytan çocuk hepimizden akıllı.”

Dilaver: “Sayenizde akıllıyım, ama…”

Talat Bey çocuğun lakırtıyı bitirmesine vakit vermeden:

“Ulan, sana akıllı dedimse çarçabuk beni yalancı çıkar diye söylemedim ya? Kimse kimsenin sayesinde akıllı olamaz. Zekâ yaratılıştan gelen bir şeydir.”

Dilaver: “Dayı beyefendi, nazar değmesin diye arada bir de böyle ahmaklık yapmalıdır.”

İlk hatasını ikinci sözüyle tamir eden çocuğun zekâsına gülüştüler.

Talat Bey bu kez yeğenlerine dönerek: “Beyefendiler, hayli vakittir hiç sesiniz çıkmıyor. Sade dinliyorsunuz. Şeyh Battal’ın bu apparition’u üstüne sizin de olumlu, olumsuz düşüncelerinizi anlamak isteriz.”

Orhan: “Meselede bizim olumsuz bir düşüncemiz yoktur.”

Talat Bey: “Demek bu garip olayı bir gerçek olarak kabul ediyorsunuz?”

Turhan: “Garip olay deyimi genel kurallardan bütün bütün aykırı ve az rastlanır durumlar için kullanılır.”

Talat Bey büyük bir şaşkınlıkla:

“Demek ki Şeyh Battal’ın koca sarık ve karnıyla bu gece bizi ziyareti, ölümün genel kuralına aykırı olmayan pek doğal bir olaydır.”

Orhan: “Şüphesiz…”

Talat Bey: “Kırk yıl tartışsak birbirimizle anlaşamayız.”

Turhan: “Siz, ölümden sonra başlayan ikinci hayata inanmıyorsunuz, aramızdaki büyük anlaşmazlık oradan çıkıyor.”

Talat Bey: “Ölümden sonra hayat… Hani ya şu dinlerin cennetle mükâfatlandırıp cehennemle korkuttukları hayat mı?”

Orhan: “Hayır, biz dinlerin efsanelerini kabul etmiyoruz. Bizim inandığımız ikinci hayat göksel, ebedî ve katkısızdır.”

6.Huddam: Cin taifesinden olan hizmetçi. (e.n.)
7.Objectivement: Objektif olarak, nesnel, tarafsız. (e.n.)
8.Olayın doğruluğunu incelemek için başvurulan: Proceeding of the s.p.r. vol. VI. P. 17 et Annales psychiques 1909, p. 325. (y.n.)
9.Birsam: Sanrı. (e.n.)
10.Apparition: Hayalet. (e.n.)
11.Truc: Oyun. (e.n.)
12.Image: İmge, görüntü, suret. (e.n.)
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6486-20-1
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu