Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Ölüler Yaşıyor mu?», sayfa 4

Yazı tipi:

X
BAŞA GELEN KARIŞIK KADINLAR

Bazı babalı Araplar, karışık insanlar vardır. Gaipten haber sormak için onlara baş aldırırlar. Baş almak deyimi şöyle açıklanabilir: Bu istidatta bulunanlara güya başka bir ruh girer. O insan kendi kişiliğinden çıkar ve kendine giren ruhun benliğini alır. Frenkler buna transe hâli derler. Yüzü, bakışı, sesi değişir. Gözünüzün önünde bir métamorphose18 değişimi olur.

Bu değişen insan aslında cahil olup da ona bir bilginin, bir filozofun ruhu girerse bu eğitimsiz kimsenin size pek derin sorunlardan cevaplar verdiğine bakarak şaşar kalırsınız.

Size geleceği söyler. Kilometrelerle uzak yerleri görür. Ufukların ötesinden koku alır, işitir… Kısacası, çok uzaklara kadar beş duyusunu kullanabilir. Kişilikleri üst üste gelenlerden yani aynı insanın ikileşmesinden tutunuz da bir çeşit muvakkat ruh sıçramasına benzeyen benlik değişimlerine kadar pek garip biçimler alan bu ruhsal sorunlar üstüne hayli ciltler yazılmıştır.

Bu ruh ikileşmesi nöbeti hastanın üzerinden gittikten sonra edilgen birinci kişilik geçici olarak yerini alan ikinci kişiliğin kendine yaptırdıklarından ve söylettiklerinden hiç haberdar değildir.

Mesele, normal psikoloji alanından çıkarılarak akıl almaz vadilere çevrilmiş, bundan ötürü de türlü şarlatanlıklara yol açılmıştır. Bu meslekle geçinenler vardır. Bu garipliklerin aslı ruhlara yüklendiğinden bu metamorfoz olayı da ispritizmanın bir dalı sayılabilir.

Kırk beş elli yıl önce İstanbul’da böyle karışık olduklarını ileri sürerek başa gelen kadınlar vardı. Kendilerinden önemli sorunlar sorulmak için ayaklarına arabalar gönderilir, özellikle kibar konaklarına çağrılırlardı. Çocukken birkaç kez bunların seanslarında bulundum.

Adlar aklımda kalmadı. Al kadife kürklü, başı elmaslı, kulakları küpeli, parmakları yüzüklü, tıknaz, kırk beşlik, ellilik bir kadın baş sedire oturtuldu. Ortada çifte buhurdan yanıyordu. Oda kapısı kapatıldı. İçerideki kadınların çoğu yerlere oturmuşlardı.

Şimdi hep gözler, başa gelecek hoca kadına dikildi.

Bütün hanımlar dağları aşsın da gelsin, deryaları geçsin de gelsin diye bir şeyler mırıldanarak halıyı okşar gibi elleriyle yerleri sıvazlıyorlardı.

Hocanım birden bire tatlı tatlı gerinerek esnedi, esnedi. Bir sıraya birkaç kez aksırdı.

Omuriliğinden gelen bir sarsıntıyla silkine silkine titredi. Kızaran yüzünün çizgileri değişti. Gözler parladı. Bakış başkalaştı. Gözlerinin önünde birden bire bir değişime uğrayarak hocanım, öncekine benzemez bir kadın oldu.

Şimdi bu kadının ağzından onun kalıbına giren öteki bir kişilik konuşuyordu.

Hocanım yayık bir gülümseme ile etrafına bakınarak biraz kur-saklı düdüğe benzeyen cırlak bir ses salıverdi:

“Hanımlar ben geldim. Ne yapıyorsunuz?”

Bu gelen Rügüş Hanım adında, hoppaca bir peri kızıydı. O sesinin tonu, fıkırdaklığı ve şen sözleriyle derhal tanınırdı.

Örneğin kadınlardan birine dönerek: “Servet Hanım, beyinle geçen akşam neye bozuştun? Pencereden ben sizi seyrediyordum. Sonra yanınıza geldim de beni görmediniz. Öfkeniz çabuk yatıştı. Sizi ben barıştırdım.”

Bir kadın sorar:

“Kocamın bir kapatması var diyorlar, sahi mi?”

Rügüş Hanım işi şakaya bozmak için güler. Ve sonra:

“Söyleyeyim ama meraklanma. Kocanın suçu yok. Büyü yaptılar, Silivrikapı Mezarlığı’nda iki servinin arasına gömdüler.”

“Ah Rügüşçüğüm, bu büyüyü sen bozamaz mısın?”

“Niçin bozamayacakmışım? Onu yapan Hoca Ali’nin sarığını ben boynuna geçiririm. Ahlaksız herif! Sen bir kara koyun buldur. Üç yüz kuruşla birlikte hocanımın evine gönder.”

(Hocanım bakıcının19 kendisidir. Ama şimdi o kendi kendisinin yabancısıdır.)

Bir başka kadın sorar:

“Oğlum biraz haylaz. Okuyup adam olmayacak mı acaba?”

“Çocuk biraz karışıktır. Çamaşırını Hazreti Halid’in türbesine gönderiniz, kendisini de türbedara çeyreklettiriniz. Baba Cafer’in sandukasına bırakılan kuru üzümü yediriniz. Zihni açılır. Bana da bir hediye gönderiniz. Ona sataşan periyi zincire vurayım.”

“Kuzum Rügüş Hanım, dolaptan Nevres Hanımefendi’nin elmas bileziğini kim çaldı?”

Böyle bilinmeyen şeyleri açıklamakla ilgili sorulara Rügüş birden bire karşılık vermez. Zor bir mesele önünde beynini zorlayan bir insan gibi yüzünde derin düşünce çizgileri olur. Gerinir. Titrer. Huysuzlanır. İnler, sonunda başlar:

“Niçin sordunuz bana bunu? Beni sıkıyorlar.”

Yalnız kendine görünen bir periye haykırarak: “Çekil karşımdan, menhus, işte Tartabuş geldi. Bana, söyleme diyor. Çünkü o, bileziği çalanın perisidir. Sanki beni korkutacak. Niçin söylemeyecekmişim?”

Göğsünü çıkara çıkara, süzgün bakışlarla gerinip inleyerek: “Beni eziyorlar. Söyleyeceğim işte! Hırsız karşıma geldi. Hiç ummadığınız birisi. Size çok yakın, âdeta akrabanız diyebileceğim. Paraca çok darda kalmıştı. Bu hırsızlığı yaptı. Kısa boylu, esmer, ufak tefek, biraz şehla bakışlı bir kadın…”

Soran hanım: “Aman sus Rügüş Hanımcığım, adını söyleme, anladım.”

Hanımlar birbirlerinin kulaklarına:

“Tıpkı tıpkısına üstüne düşürdü. Nuriye. Ta kendisi ama ben şüphelenmiştim.”

Soran hanım: “Bileziği ne yaptılar?”

Rügüş: “Sakallı bir adama rehine koydular. Üç yüz elli lira aldılar. Yakında satacaklar.”

Hanım: “Bu sakallı adamı nerede buluruz?”

Bu soruya karşılık beklerken bir de bakarsınız ki baş alan kadının yüzü değişir. Rügüş gitmiş, bir başka peri gelmiştir. Bu yeni gelen eski soruya karşılık vermez.

Başa gelen insancıl periler çoğunlukla şunlardır: Rügüş Hanım, kız kardeşi Şerife Hanım, Yavru Bey, Deryaban şahının oğlu.

Dokuz on yaşında bu seanslarda bulunurken aklımda kalmış olanlar işte bu yazdıklarımdır.

Bu başa gelmenin mükemmelini şimdi Avrupa’da, Amerika’da yapıyorlar. Bazen ne teknoloji ne de akıl yoluyla açıklanabilecek garipliklerle karşılaşılıyor. Her şeyde olduğu gibi bu meseleye de karıştırılan şarlatanlıklar yok edildikten sonra konunun salt psikolojiyle ilgili kısmıyla uğraşan bilginler de vardır. Bu incelemeciler, bize “Doğa kanunlarının dışında görünen bazı gariplikleri incelemeksizin ret ve inkâra kalkışmaktan bir sonuç çıkmaz. Bunların nasıl olduklarını anlamaya çaba göstermek gerektir.” diyorlar.

Orhan’la Turhan, bu olaylar üzerine çok sayfalar okumuş oldukları için Battalzade’nin Dilaver’i karışık göstermesindeki iddiasını pek yalın kat kulakla dinlemişlerdi.

XI
HAYALET ÜSTÜNE TALAT BEY’İN SORUŞTURMASI

Merhum Velittin Paşa eşi Mahinur Hanımefendi yüz lira hediyesini gizli üfürükçü Abdüsselam’ın avucuna koyarak: “Efendi hazretleri, baba dostuyuz. Çocuklarımı himmetinizden uzak tutmayınız. Manevi sıkıntılara uğradıkça gelip zatıalinizi ziyaretimize izin veriniz. Siz de tenezzül ederek ara sıra şeref vererek yüreklerimizi şenlendiriniz.”

Battalzade, sevincinden biraz titreyen hırslı eliyle parayı koynuna sokuşturarak sizde bu para, bende hilekârlık varken daha çok görüşürüz yollu:

“Hayhay hanımefendimiz… Ruhlarımız ruhlarınızla eştir. Bu fakirhane sizin, sizin devlethane de bizimdir.”

Hanımefendi: “Sizden bir ricamız daha var.”

“Buyurunuz, emredersiniz efendim.”

“Merhum babanızın mübarek kisvesini bazı teklifsiz dostlarınıza ziyaret ettiriyormuşsunuz. Biz de kendimizi onlardan saymakta tereddütsüzüz.”

“Peki efendim, başüstüne… Ama sorumu affedersiniz, bu ziyaret için abdestli bulunmak gerekir. Sanırım ki öylesiniz?”

Hanımefendi ve Çeşmifettan Kalfa abdestli olduklarını söylediler. Beyler abdestli değillerdi ama öyleyiz diye şeyhi aldatmakta sakınca görmediler. Dilaver bu soruya hiç aldırmadı. Fıldır fıldır etrafına bakınıyordu.

Battal Efendi çocuğa gözlerini dikerek: “Abdestli misin ya velet?”

“Sünnetliyim efendim.”

“Bakınız ben ne soruyorum o ne cevap veriyor. Ama sakınca yok. Cin tutmuşlara dinî buyruklar sorulmaz.”

Ortaya sedef işlemeli dört ayaklı masa gibi bir şey kondu. Buhurdan yandı. Öd ağacı kokuları arasında getirilen şal eskisi bir bohça salatüselamlarla açıldı. Öbür dünyadaki Şeyh Battal’ın bu dünyadaki kerametli kisvesi meydana çıktı. Yeşil sarıklı mübarek kavuğu, barut rengi geniş şalvarı, cübbesi ayrı ayrı saygılarla ziyaret edildi. Hanımefendiyle Çeşmifettan’ın yüzlerinde kutsal şeylere karşı alınan derin birer saygı vardı.

Battalzade tam imanlı bulduğu bu kadınları babasının ermişliğine büsbütün inandırmak için mesleğinin efsunlayıcı bakışlarıyla: “Herkese açılamam. Ama eski içten dostluğumuzdan ötürü bu büyük sırrı size söylemekte sakınca görmüyorum. Şu gördüğünüz elbiseler bazen bohçanın içinden kaybolur. Nereye gider? Hazret onları alıp giyinir. Sonra gene yerine getirip bırakır. Onlar ölü değil. Ölü biziz. Biz beş duygunun arasında hapisiz. Ermişliğe ulaşanların duyguları sınırsızdır.”

Dilaver: “Dün akşam bu elbiseler gene bohçadan alınmıştı değil mi efendim?”

Battal oğlu: “Bunu ne biliyorsun ya velet?”

Dilaver: “Çünkü merhum babanız lütfen bizim köşkü ziyaret ettiğinde aynen bu kılıktaydı.”

Battal: “Bu çocuğun karışık olduğunu size söylemiyor muyum? Bakınız, gözlerine neler görünüyor.”

Hanımefendi: “Yalnız o görmedi. Annesi de gördü. Benim kızım da gördü.”

Battal oğlu, babasının elbiseleri önünde secdeye kapanırcasına bir saygı davranışı göstererek: “Babacığım, yeni yeni mucizelerle bizi aydınlatıyorsun!”

Gene tütsülerle, salatüselamlarla bohça kapandı.

***

Otomobille köşke dönerlerken Dilaver, Battalzade’ye karşı derin bir hınçla atıp tutarak diyordu ki:

“Bu herif beni düpedüz karışık, alık salık bir çocuk yerine koydu. Elbette bir gün gelir ki ben ondan daha akıllı olduğumu kendisine ispat ederim.”

Anası: “Sus oğlum, bir evliyazadeye karşı herif deyimi kullanmaya sıkılmıyor musun?”

Dilaver: “Neye sıkılayım? Gerçek evliyazade cübbe, kavuk, çedik pabuç giyip de babası adına para dilenmeye, daha doğrusu dolandırmaya çıkmaz.”

“Sus, küçük aklınla böyle büyük şeylere karışmaya kalkışma!”

“Kendi küçük olanın mutlaka aklı da ufacık olacağını sanacak kadar aptalsın anne. Sen yaşça büyüksün ama koca kafanın içinde kuş beyni kadar bir şey var.”

Çeşmifettan: “Bakınız, anasına neler söylüyor?”

Hanımefendi: “Evliyazade onun adını koydu: Karışık.”

Dilaver: “Vişneli, kaymaklı… Ben karışığım.”

Hanımefendi: “İşte, set derken sepet diyor. Onu tespihten geçirtelim. Bal şerbetini içirtelim. Muskayı boynuna takalım… Belki biraz akıllanır.”

Dilaver: “Hanımefendi hazretleri, velinimet, bu dediğiniz usulde insan akıllandırmak kabil olsaydı dünyada bir tek budala kalmazdı. Bana inanınız, geçen akşam köşkte görülen hayalet ölü babası değil, diri oğlu idi. İşte bu herifti.”

Çeşmifettan: “Hayaleti seninle birlikte ben de gördüm. O başka idi, bu başka.”

Dilaver: “Evet, makyajla yüzünü biraz değiştirmişti.”

Hanımefendi: “Köşkün kilitli kapılarından içeriye nasıl girdi? Nasıl çıktı?”

Dilaver: “Köşke gidince Talat Beyefendi’yle birlikte bu konuyu inceleyeceğiz.”

Orhan’la Turhan hiç söze karışmaksızın tartışmayı ince bir gülümsemeyle dinliyorlardı. Onların düşünceleri ne idi? İki ihtimal arasında tereddüt ediyorlardı. Kendilerince bir ölünün maddi bir varlık hâline gelmesi kabil olduğu gibi işe fraude yani hile karıştırılması da mümkündü.

***

Köşke geldiler. Herkes görüp işittiğini kendi kavrayışı ölçüsünde bir dille anlattı. Talat Bey, hepsinin aklına acındığını gösterir bir gülümsemeyle sözlerini reddederek Dilaver’i bir köşeye çekti. Söyletti. Çocuğun düşüncelerini tamamıyla kabul etti. Apparition olayını inceden inceye yargılayarak gece hayalete Amasyalı Şerife Kadın’ın kapı açmış olması noktasında birleştiler. Bunun üzerine sorguya çekmek için alt kata, kadının odasına indiler.

Şerife Kadın, loşça odasının köşesindeki erkân minderine oturmuş, önündeki mangalın külünü karıştırıyordu. Rengi soluk, göz kapakları şiş, zayıf, dermansız görünüyor; aşçı yamağı Zeliha da odada gezinerek bu hasta kadının ufak tefek hizmetinde bulunuyordu.

Kadının rahatsızlığından haberi olmayan Talat Bey:

“Ne o Şerife Hanım, hasta mısın?”

Kadın bu soruya yalnız başıyla bir evet işareti yaptı. Bu hâl olay hakkında şüphelendiği bir soruşturmanın önünü kesmek için bir hastalık taslama mıydı? Gerçek mi?

Talat Bey: “Ne zamandan beri hastasın?”

Kadın bir zaman tayini içinmiş gibi dururken Zeliha karşılık verdi:

“Bir haftadan çok…”

“Nesi var?”

“Eskiden beri onun bir mide sancısı vardır. Çeker geçerdi. Ama bugünlerde azdı. Kadına ne yemek yediriyor ne rahat ettiriyor.”

“Biz de buraya geçen akşamki olay için bazı şeyler sormaya geldik.”

“Olay dediğiniz, hani şu gözüken hayalet değil mi?”

“Evet… Siz de ne gördünüzse söyleyiniz.”

Cevabı hep Zeliha veriyordu:

“Biz bir şey görmedik.”

“Ama hesapça hayalet buradan sizin oda kapınızın önünden geçmiş olacak…”

“Geçsin. Biz bir şey görmedik.”

“Zeliha, senin odan ayrı değil mi?”

“Evet, ben karşıki odada yatıyorum.”

“Eh, sen görmedinse belki Şerife Kadın görmüştür. Ben ona soruyorum.”

“Beyefendi, hayalet patırtısı koptuğu vakit ben buradaydım.”

“Gece yarısı odanı bırakıp ne münasebetle burada bulunuyordun?”

“Efendim, gök gürledi. Şimşek çaktı. Hasta kadın belki korkmuştur diye yanına geldim. Onun da sancısı tutmuştu. Tuğla ısıttım, verdim. Zavallı kadın ovunup duruyordu? Hayaleti nereden görecek?”

“Dışarıda kopan gürültüyü işittiğinizi söylüyorsun. Ne olduğunu merak edip de kapıyı açıp bakmadınız mı?”

“Açıp baktım.”

“Ne gördün?”

“Hiçbir şey.”

“Kopan gürültünün nedenini anlamak için odadan dışarı çıkmadın mı?”

“Çıktım.”

“Peki, ne anladın?”

“Hiçbir şey.”

“Nasıl olur?”

“Yüzlerini seçemediğim birkaç kişi çığlık çığlığa merdivenden yukarı kaçışıyorlardı. Hırsız mı var, nedir diye ben de korktum. İçeri kaçıp kapıyı sürmeledim.”

“Köşkün bahçeye olan kapıları sürgülü değil miydi?”

“Nasıl değil, efendim… Hepsi hem sürgülü hem kilitliydi.”

“Bu hayalet denilen meret nereden girdi? Nereden çıktı?”

“Hiç onlara kapı baca olur mu? İyi saatte olsunlar…”

Talat Bey düşündü. Şerife’nin yerinden kalkamayacak derecedeki hastalığına, Zeliha’nın düzmeceye benzeyen sözlerine pek inanmadı. Ama inanmış gibi görünmek gereğini duyarak sustu. Soruşturmaya ondan ileri varmadı. Aldanmış görünerek onlara böyle bir komedyayı ikinci kez oynamak için cesaret vermeyi düşünmüştü. O zaman tertibat alarak hilecileri yakalayacaktı.

Dilaver, her zaman çalçenelik eden bu çocuk, Talat Bey’in sorguya çekmesine söz karıştırmamak için hiç ağız açmamıştı.”

XII
RUHLARIN ÇIĞLIKLARI

Ertesi gece iki kardeş gene odalarına çekildiler. Perili Evler cildinin artakalanını okuyorlar. Ortadaki masanın önünde karşı karşıya, Turhan okuyor, ağabeyi dinliyor:

3 Kasım Çarşamba:

Saat 10’u yirmi geçe merdivenden hızla çıkan ayak sesleri gürültüsünden hepimiz uyandık. Bir sıraya vurulan vuruşlar duvarları titretiyor… Hemen döşeklerimizden fırladık. Ağır ve elastiki bir cisim yukarı kat merdiveninden basamaktan basamağa sıçraya sıçraya alt kata iniyor gibi oldu. Aşağıya varınca koridoru geçerek sahanlıkta durdu. Derhâl sonuncu çok şiddetli üç vuruş işitildi. Ve sonra yeşil odanın kapısına kolunun olanca gücüyle bir dülger keseri iner gibi bir gürültü patladı. Takır takır birçok hayvan gezinir gibi bir şeyler işitildi.

(Kısaltmaya uyarak vuruşların duyulduğu gecelerin gösterilerini geçiyorum. Yalnız görülmedik olayları yazacağız.)

10 Kasım Çarşamba:

Saat l’de tepinerek koşuşmalar… Duvarlara inen vuruşlar arasında uzun bir korna sesine benzer bir şey işitildi. Dışarıda müthiş bir fırtına vardı. Boranın iniltilerine karışan bu acı koma çığlığı bizi titretti. Gene birçok vuruş… Sinirlerimiz bu sarsıntıdayken hepimiz yüksek perdeden ah vah iniltileri işittik. Ve bu sesler üç dört kez yinelendi. Dışarıdan gelen bu bağırmalar gittikçe şatoya yaklaşıyordu. Saat on buçukta ikinci katta sağır bir vuruştan sonra gene uzun bir haykırma ve sonra dışarıya bağırır gibi iki kez bir kadın çığlığı koptu. Daha sonra üç dört haykırma da avlu ve merdivenden geldi.

Âdet olduğu üzere gene şatonun her yanını dolaştık, inceden inceye her yeri yokladık. Saat 3’ü yirmi geçe gene koridorda koşuşmalar duyuldu. Bu sefer hafifçe iki haykırma daha oldu. Ama artık lamı cimi yoktu. Bu sesler evden geliyordu.

12 Kasım Cuma:

Birçok vuruş işitildi. Sonra gene tizden ve hızlı sesler. Avluda daha iniltili sesler… 11.45’te mahzenden gelir gibi boğuk sesler, sonra merdivenden daha kuvvetli sesler… Gece yarısı gene hepimiz döşeklerimizden fırladık. Mahzenden ve yeşil odadan sesler geliyordu. Sonunda çok ızdırap çeken bir kadının hıçkırıkları koptu.

13 Kasım Cumartesi:

Geceki rahatsızlığımız yetişmiyormuş gibi gündüzleri de bizi rahatsız etmeye başladılar. Saat 3’te yemek salonunda güpegündüz vuruşlar. Döndük dolaştık, bir şey keşfetmek imkânı yok. Saat 3.15’te de yeşil odada gürültüler… Oraya koştuk, kapı açılmıyor. Açılmasına engel olmak için koltuğu kapının önüne koymuşlar. Gene yerine götürdük.

Saat 3.40’ta madamın odasında ayak sesleri… Kendi kendine gezinen bir koltuklu… Gene yeşil odaya gittik. Gene kapı açılmıyor. Gene koltuğu kapı önüne koymuşlar. Madam ve Amelina rahiple birlikte odasına giderler. Kabinenin kapalı penceresi birden bire açılır. Rüzgâr kuzeyden esiyor. Bu pencere ise güneye bakıyor. Madamın odasında bir koltuk yerini değiştirmiş. Rahibin odasında kapatılan pencere yeniden açılıyor. Bu hareketler gündüz oluyor.

13 Kasım Cumartesi gecesi:

Önceki gibi dörtnala koşuşmalar… Merdiven sahanlığına on üç ve yeşil odanın kapısına sekiz şiddetli vuruş… Kapı hızla açılıp kapanıyor.

Gece yarısını 15 geçe, sahanlıkta kuvvetli bağrışmalar ama bu kez ağlayan bir kadının iniltileri değil. Sanki cehennemden haykıran melunların, iblislerin umutsuz avazları… Vurulan kuvvetli vuruşlar iki saat kadar sürdü.

Bu sırada minderi üzerinde uyuyan Atak, birdenbire dört ayak üzerine dinelerek kapıdan yana iki üç kez ulur gibi havladı.

Turhan gözlerini kitaptan ayırdı. İki kardeş odanın dört duvarına bakındılar.

Orhan: “Bu köpeğe ne oluyor böyle? Gözlerine bir şey görünüyor gibi havlıyor.”

Turhan: “Ürkmüş gibi şikâyetli bir ses çıkarıyor.”

“Neden ürküyor?”

“Herhâlde bir hissettiği var.”

Köpek iki ayak üzerine minderine oturdu. Bir düziye başını kapıya doğru çevirerek gözleri ve burnuyla gizlice gözetleme hâlinde bulunuyor gibiydi.

Orhan: “Devam et kardeşim…”

Turhan:

20 Aralık Pazartesi:

Gündüz saat 4’te Madam odasına girince iki sandalyenin baş aşağı edilerek koltukların üzerine çıkarılmış olduğunu görür.

Kardeşlerin odasında, bu sırada kapı yanındaki duvarın üzerine tık, tık, tık üç kez muntazam vurulur. Bu tıkırtılara Atak hemen hırlama ile karşılık verir. Köpeği azarlayarak sustururlar. Hayvan kuyruğunu iki bacağının arasına sıkıştırarak karyolanın altına kaçar.

Orhan: “Bu ne?”

Turhan: “Bilmem. Atak korkuyor.”

“Vuruşlardan önce hayvan olacağı hissetti.”

“Bu tık tıkları onun tanıdığı bir el yapsaydı köpek hiç aldırmazdı.”

“Bu vuruşlar geçen akşam da oldu.”

“Bu, bize bir işaret ama biz anlamıyoruz.”

Turhan tıkırtının geldiği yana dönerek birisiyle konuşur gibi şöyle seslendi:

“Bir daha vur. Kimsin? Anlat!”

Ama bu sorusu karşılıksız kaldı. On dakika kadar beklediler, hiçbir şey duyulmadı.

Yeniden Perili Evler kitabının sayfalarını okumaya başladılar. Çok sürmedi. Oda kapısına, ama bu sefer muntazam olmayan tık tıklar indi. Bu kez köpek hiç ses çıkarmadı.

Orhan biraz titrek sesle:

“Kimdir o?”

Dışarıdan:

“Benim, dayınız.”

“A, dayı bey, bizim odamıza siz de mi izin alarak gireceksiniz?”

Talat Bey kapıyı açarak geniş bir gülümsemeyle: “Elbette… siz tekin insanlar değilsiniz. Belki ruhlarla konuşuyorsunuzdur. Belki peri kızlarıyla gizlice görüşüyorsunuz… Niçin izinsiz içeri girip de bu gizli konuşmaları bozayım?”

Orhan: “Dayı bey, bizimle her zaman böyle alay edersiniz.”

Talat Bey: “Alay değil doğruyu söylüyorum. Sizin bir çeşit mezhebe benzeyen bu düşkünlüğünüze aklım ermiyor. Birdenbire içeriye girmek belki hoşunuza gitmeyecek bir hareket olur.”

Orhan: “Bizim de çok şeylere akıllarımız ermiyor da erdirmeye uğraşıyoruz. Gerçeği söylesek gülersiniz. Şimdi şu duvara üç kez muntazam vuruldu.”

Talat Bey: “Evet, evin içinde tek tük tıkırtılar, pıtırtılar olmaya başladığı söyleniyor. Geçen akşamki apparition’a beni inandırabilmenin ihtimali yoktur. Ve bu garip olayın sırrı da bence yarı anlaşılmış gibidir. Bu tıkırtıların da elbette bir gün foyaları meydana çıkar. Ne yapıyorsunuz şimdi?”

Turhan elindeki cildi göstererek: Les maisons hantées’yi okuyorduk.

“Böyle cin masallarını tam bir inanışla okurken bu garipliklerden duygulanmamak mümkün müdür? Belki duyduğunuz vuruşlar bu etki ile sizde olan birsamlık bir olaydır. Benim dinleyici olarak aranızda bulunmama bir engel yoksa okuyunuz, dinleyeyim.”

Orhan: “Ne engel olacak, efendim? Tam tersine, bulunuşunuz bize kuvvet ve şeref verir.”

“Aklımın almadığı noktalarda açıklama istememe ve biraz daha yüz bulursam kritiklerime de elbette izin verirsiniz.”

“Hayhay efendim, bizi aydınlatmış olursunuz.”

18.Métamorphose: Başkalaşma, biçim değiştirme. (e.n.)
19.Bakıcı: Falcı. (e.n.)
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6486-20-1
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu