Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Ölüler Yaşıyor mu?», sayfa 3

Yazı tipi:

Talat Bey: “Demek biz ölmüyoruz, bir ikinci hayata diriliyoruz?”

Orhan: “Bu gerçeği bir gün teknoloji yoluyla ispat etmek kabil olacaktır. Mesele yavaş yavaş o biçimi alıyor.”

Talat Bey: “Bu konuyu bir gün inceden inceye tartışırız. Şeyh Battal’ın ölümünden yirmi bu kadar yıl sonra o eski kılığıyla gelip de bize görünmesini nasıl olup da pek doğal sayıyorsunuz? Şimdi bana bunu anlatınız.”

Orhan: “Yüzlerce benzerine oranlayarak. Anlıyor musunuz… Belki binlerce… Ellerimizde kitaplıklar dolusu ispatlı, tanıklı belgeler var. Bunların hepsine birden uydurmadır deyip de işin içinden çıkamazsınız.”

Talat Bey: “İspatlı tanıklı belgeler dediğiniz şeylerden sizin savunduklarınıza karşıt birçok delil bulup çıkaracağıma emin olunuz. Ben de bu mesele ile uğraşacağım. Ya ben de sizin gibi spiritist13 olurum ya da sizi gerçeğe döndürürüm. Savunduklarınızın yüzde birini adamakıllı ispat edebilmiş olsanız, ben de düşünmeye varacağım. Ama pöh pöhle ortaya döktüğünüz şeyler laf sınırından öteye geçemiyor…”

Orhan: “Dayı bey, siz de inanmadığınız şeylerin asılsızlıklarını ispat edebilmiş olsanız o zaman biz de kendimizi inandıklarımıza karşı açılan bir kapının önünde bulmuş oluruz. İzin verirseniz ölülerin gelip göründüklerine dair bir iki olay daha okuyalım.”

Talat Bey: “Şeyhin kerameti kendinden menkul kabilinden olan bu ciltler dolusu olayların ardı arkası tükenmez ama okuyunuz, dinleyelim.”

VIII
İÇİNDE ÖLDÜĞÜ APARTMANI GÜPEGÜNDÜZ GELİP DOLAŞAN KIZ

Orhan, Ölümün Sırları ciltlerinden birini açarak tokça bir sesle okumaya başladı:

“Flammarion yazıyor (Après la mort, 3. cilt, sayfa 294): Bir genç kızın ölümünden bir yıl sonra göründüğü 22 Temmuz 1899 tarihli bir mektupla İtalya’dan bana yazılıyor, imza Mösyö Giuseppe Cavagnaro’dur. Olayın doğruluğu yeminle temin ediliyor. On sekiz yaşında ölen bu kızın odalar arasında dolaştığı yalnız söylenti değil, evin öteki kiracılarınca da aynen görülmüştür. Bu görünüş pek soğukkanlılıkla olmuştur. Olay birsamlık ve başka türlü marazi bir görünüme sığdırılamaz.

İşte olay:

On sekiz yaşında, Cenova’da öğrenciydim ve babamın yanında bulunuyordum. Bir sabah saat yediye doğru Yunanca bir kitabın sayfalarını karıştırırken bir kapı açılır gibi bir gürültü duydum. Baktım ki mutfaktan doğru genç, güzel, uzun boylu bir kız geliyor. Arkasında bembeyaz bir gömlek vardı. Lüle lüle kumral saçları omuzlarından aşağı dökülmüştü. Hemen gülümsemeye benzer bir bakışla bana bakarak önümden geçti. Sonra kapıyı açtı. Ve gürültüyle kapayarak babamın odasına girdi.

Ben, bulunduğum yerde şaşakaldım. Kendi kendime “Bu kız kimdir? Bizim evde ne arıyor?” dedim.

Aşağı yukarı on dakika sonra babam odasından çıktı. Her zamanki gibi sabah yıkanmasını yapmak için mutfağa gitti. Ben merakımı çözümlemek için hemen babamın çıktığı odaya girdim. Fakat orada kimseyi bulamadım. Yatağın altına, iskemlelerin arkalarına, hatta çekmecelerin içine varıncaya kadar her yeri aradım. Kimse yok. Kız nereye kayboldu? Kapıdan tekrar çıkmış olaydı mutlaka görecektim. Pencerelerden dışarı atlaması da mümkün değildi. Çünkü dördüncü katta oturuyorduk.

Babam tuvaletini yapıp da dönünce olayı anlattım. Hemen ikimiz beraber merdivene koştuk. Bir şey göremedik. Babam henüz açılmamış olan sokak kapısının sürgüsünü çekti. Kapıcıya sorduk, daha sabahleyin hiç kimsenin girip çıkmamış olduğu cevabını aldık.

Bizim apartmanımızın karşısındaki dairede Avukat Manzini adında biri oturuyordu. Ona giderek olayı anlattık. Bu adam sözlerimize hiç şaşmadı. Tabii bir suretle biz dinledikten sonra şu karşılığı verdi: ‘Bildirdiğiniz yaştaki kız bir yıl önce şimdi babanızın yatmakta olduğu odada ölmüştü. Bu kızın ölümünden sonra gelip gezindiğini gören yalnız siz değilsiniz, sizden önce o apartmanda oturan kiracılara da aynen görünmüş olduğu için bu aile orayı korkudan bırakmak zorunda kalmıştı…’

Mösyö Giuseppe Cavagnaro mektubunu şöyle bitiriyor:

Olayın kesinlikle doğruluğunu size yeminle temin ederim.

Ankete gelen karşılıklardan 767’nci mektup.

Camille Flammarion ekliyor:

“Verilen bu teminatla yetinmeyerek olayın geçtiği yerde soruşturma yaptırttım. Söylenenlerin harfi harfine doğruluğu belli oldu.

İncelemeye girişmeden önce böyle olayları kesinlikle inkârda direnmekten ne çıkar? Toplumun itibarlı zümrelerinden aydın kimselerin tanıklıklarını niçin aşağı tabakalardan kaba halk kitlesinin sözleriyle bir tutmalıdır?”

Talat Bey: “Bitti mi yavrum?”

Orhan: “Bundan daha pek çok garipleri var.”

Talat Bey: “Malum, bu gariplikleri dinleyenler de anlatanlar kadar saf yürekli olmalı. Teknolojinin ispat alanında yemin kullanılamaz. Bilimin deneysel metodu birbirine sadece güven aşılamakla yürümez. Ne diriye ve ne de ölüye benzeyen bu fantomu gözüktüğü anda çalyaka edip laboratuvara sokmalı. Tanımak istediğimiz doğa elemanları için ne işlem yapılıyorsa onu da öylece borulardan, potalardan geçirmeliyiz.”

Bu tartışma biraz daha uzadı. Ortalık ağarıyordu. Uyumak için herkes odalarına çekildiler.

Hava sakinlemişti. Fırtınanın sinirlere verdiği gerginlik birkaç saat uyku ile yatıştı.

Saatlerce süren bu tartışmada ne Talat Bey’in inançsızlığı zerrece gevşemiş ne de beylerin inançlarından bir kıymık eksilmişti. Şeyh Battal’ın geceki apparition’u zihinlerde korkulu, saygıyla karışık büyük bir etki bırakmıştı. Hanımefendi inanmakta oğullarıyla beraberdi. Talat Bey olayın doğruluğunu kabule karşı görünmekle birlikte bu üç kişinin görgü tanıklıklarını büsbütün çürütebilecek kuvvette bir mantık kesinliği gösteremiyordu. Bunun için, ötekilerce bu muammayı göründüğü biçimde kabul etmek zorunluğu vardı.

Hanımefendi Şeyh Battal’ın sefil ailesine yardım isteğine kayıtsız kalmadı. Bu şeyh o gece görünen bir hayalet değil, vaktiyle paşanın aziz dostlarından bir kişiydi.

Bu aileyi o gün bulup yardımlarına yetişmek için bir otomobil getirtti. Çantasına yüz lira para koydu. Çeşmifettan’ı beraber aldı. Orhan’la Turhan bu kadar yıl sonra incarnation14 yapan yani cisimleşen bu mübarek şeyhin ailesini ziyaret şerefinde bulunmak isteğini gösterdiler. Hep birlikte taksiye doldular.

Otoyola düzüldükten sonra bir de baktılar ki hayretle ne görsünler, Dilaver şoförün yanında oturuyor.

Hanımefendi yarı öfke, yarı latife yollu haykırdı:

“Ulan, oraya ne vakit atladın? Seni kim davet etti?”

Dilaver sırıtarak: “Ben kendi kendimi davet ettim. Hiç kambersiz düğün olur mu?”

“Neler de bilir afacan… Orada maskaralık edersen döverim seni alimallah!”

“Akşam şeyhin kendisiyle müşerref oldum. Bugün de ailesini görmek merakına düştüm. Beyefendiler buna apparition diyorlar. Acemceden Fransızcaya geçmiş bir sözcük olacak, ‘aparma’dan geliyor.”

Gülüştüler. Otomobil Karacaahmet’in güney tarafındaki yokuştan fakülteye doğru yol alıyordu. Ahiretin bu kara orman alanı dirilere ürküntü getirecek bir ilerleyişle etrafa kasvet saçıyordu.

Nuhkuyusu semtine geldiler. Üsküdar’ın bazı mahalleleri hâlâ birkaç yüzyıl önceki yüzlerini değiştirmemiş gibidir. Orada Buhara’ya, Taşkent’e benzer caddeleri, sokakları, kervansarayları andırır hanlar… Adım başında minareleri, kubbeleri, damlarıyla gözleri karşılayan hesapsız camiler, mescitler, tekkeler, medreseler görürsünüz. Hayattan çok ölüme yer ayırmış bir memleket…

Mahalle arası sokaklarından geçen birkaç kişiye Şeyh Battal ailesinin oturduğu sabık tekkeyi veya evi sordular. Bilen hiçbir kimse çıkmadı. Sonunda kapı çalmak zorunda kaldılar. İki üç evden olumsuz karşılık aldıktan sonra bir kocakarı işe yarayacak cevabı şöyle verdi:

“Doğru bu sokaktan aşağıya ininiz. Sola sapınız. Önünüze yıkık bir mescit çıkar. On beş yirmi adım ileri gittikten sonra yine o sıradaki ilk kapıyı çalınız…”

Hanımefendi: “Teşekkür ederiz hanım nine. Çok kimseye sorduk, bilemediler.”

Kocakarı: “Şimdi eskiler hiçbir yerde tanınmıyor. Kimsenin kimseye önem verdiği yok. Can cana, baş başa… Hani kuzum o eski komşuluk kaldı mı? Komşu hakkının yarın ahirette yedi yerde suali olduğunu kimse düşünüyor mu? Eskiden komşu demek akraba demekti. Birbirimizin her işine bulunuverirdik. Geçenlerde hastalandım da kapımı çalıp Allah için bana bir bardak su veren olmadı. Bu mahallede eskilerden bir ben kaldım, bir de şu karşıki evde hattatın anası Hafize. Ötekiler hep yeni. Soyları sopları bellisiz… Nereden geldikleri malum değil… Hep kesik saçlı, püskürme benli, sürmeli, allı morlu boyacı kedisi gibi mahluklar. İnanır mısın hanımefendi, bu mahallede Üsküdar Parkı’nda dans etmedik, şükür bir ben varım… Bir de Hafize…”

Dilaver tek duracağına15 Hanımefendiye vermiş olduğu söze rağmen dayanamadı:

“Hanım nine, dedi, şayet dans etmek istersen ben sana kavalye olurum. Başka kimseye angaje olma, kıskanırım ha…”

Hanımefendi hiddetlendi:

“Tut çeneni, şimdi ha…”

Kocakarı: “Darılmayınız hanım. Zamane böyle, şimdiki çocuklarda terbiye, saygı kaldı mı? Ellerini havaya kaldırıp aşağı indirerek yalnız beden terbiyesi yapıyorlar. Dilleri nah böyle, kürek gibi. Asıl terbiye ortadan büsbütün kalktı.”

Otomobil hareket edeceği sırada kocakarı şoförü durdurarak: “Laf karıştı, asıl söyleyeceğimi unuttum. Şeyh Battal’ın ailesini ne yapacaksınız?”

Hanımefendi: “Eskiden beri bir tanışıklık var da görüşeceğiz.”

Kocakarı: “Şimdiki zaman eski zamana benzemez. Şeyhin oğlu Abdüsselam da nefes ediyor ama pek gizli… Havaleli çocuklara, saraya, sıracaya, selamün kavlene okur ama neyleyeyim. Babasının nefesindeki kuvvet yok. Battal merhum başka idi. Aynı zamanda onun İstanbul’da, Şam’da, Mekke’de gözüktüğünü anlatırlar. Daha pek çok kerametlerini söylerler. Mezarına kangal kangal nurlar indiğini, sağlığındaki kılığıyla bazı geceler gezindiğini görenler var. Şeyh merhum buraya Amasya’dan göç etmiştir. Vallahi bilmem kaç yılında… Ben o zamanlar uçkurunu bağlayamayan küçücük bir çocukcağızdım. Kadın erkek bazı Amasyalılar bunlarla gizli mizli görüşmeye gelirler. Abdüsselam için büyücülüğe de başlamış diyorlar. Daha başka şeyler de söylüyorlar. Neme gerek, günahları üstlerinde kalsın. Geçinme dünyası bu. Şeyh ol, ne olursan ol hiçbir şey ayıp değil. Şeyh Battal’ın cübbesini, şalvarını, kavuğunu, çedik pabucuna varıncaya kadar her şeyini bohçalara sarmışlar, güvenebildikleri kimselere, Hırka-i Şerif gibi ziyaret ettiriyorlarmış.”

Dilaver, kocakarının verdiği bu son ayrıntılı bilgileri pek dikkatle dinliyordu. Bu çuval dolusu boş söz içinde ziyaretçilerin işlerine yarayacak sözler de yok değildi. Özellikle bu Amasya sözü zeki çocuğun zihnini burktu. Çünkü köşkte Şerife adında Amasyalı bir kadın vardı. On on beş yıl önce oraya hizmetçilikle kapılanmış ve sonraları vücuduna pek gerek kalmamakla birlikte aileyi bırakmamıştı. Bazı bazı bu kadın hemşehrilerini görmeye gittiğini söyleyerek dolaşıp dolaşıp gelirdi. Sakın bu şeyh ailesiyle Şerife arasında bir ilişki olmasın.”

Şerife köşkün en alt katında bir odada yatıyordu. Şeyh Battal adına görünen hayalete, kimseye sezdirmeden kapı açabilirdi.

Apparition gecesi olan gürültü ve kopan çığlıklara karşılık bu kadın, ne olduğunu merak edip de hiç odasından dışarı çıkmamıştı. Bu kayıtsızlığı yapma ve kuşku çekici bir hâl gibi görünüyordu.

Dilaver’den başka, otomobilde bulunanlardan hiçbiri pirincin taşını ayıklar gibi kocakarının saçma sapan sözlerinden bu önemli anlamı bulup çıkarmayı zihinlerinden geçirmemişlerdi.

Araba yürüdü. Ama ihtiyar Saliha’nın viran evciği önünde bir otomobil durması, az rastlanır olaylardan olduğu için, karşıki Hafize’yi meraka düşürdü. Hemen sokak kapısını açarak seslendi:

“Hu, komşucuğum!”

“Ne var kardeş?”

“Otomobildeki kibar hanımlar kimdi?”

“Tanımıyorum.”

“Ne konuştunuz?”

“Şeyh Battal’ın evini soruyorlar.”

“Büyü mü yaptırtacaklar acaba?”

“Vallahi bilmem. Gizli bir dertleri olmasa böyle otomobille sokak sokak şeyhin evini aramazlar.”

“Battal öldüyse oğlu sağ olsun. Sanki hık demiş de burnundan düşmüş. Boy, bos, kalıp kıyafet, ense tıpkı baba… Kır sakalı büsbütün ağarırsa hiç merhumdan farkı olmayacak. Bu Şeyh eskileri için yine yeniden yeniye birçok şeyler söyleniyor.”

“Ne gibi?”

“Babası mı, oğlu mu, fark etmek pek mümkün değil, kibarların rüyalarına girip para istiyorlarmış.”

“İnanırım. Battal huddamlı idi. Becerikli ölüler ahmak dirilerden çok para kazanıyorlar. Paraları yok, ne ile geçiniyorlar? Hâlleri, vakitleri pek düşkün değil. İnsanın elinde bir sanat olsun da püfçülük olsun, büyücülük olsun… Sahibini geçindirir. Okuyan ve okunan bu işi aralarında bir sır gibi tuttuktan sonra yasağın ne önemi kalır?”

IX
ŞEYH BATTAL’IN EVİ

Otomobil tarif edilen sokağa saptı. Mescidi geçti. İlk kapının önünde durdu. Duvar kenarında tozlara bulanmış kız oğlan birkaç çocuk konserve kutularını; cam, kiremit, bez parçalarını toplamışlar, misafirlik oynuyorlardı. Otomobili görünce işlerini bırakıp başlarını o tarafa çevirdiler.

Saçak ve kaplamaları vakit vakit tamir görmüş harapça fakat büyücek evin eski usul tokmağını vurdular. Biraz beklediler. Kapı açılmadı. Bir daha vurdular. Yine ses çıkmadı.

Hanımefendi çocuklardan sordu:

“Yavrum, evde kimse yok mu?”

Kırmızı donlu bir kız çocuğu cevap verdi:

“Babam bahçede tavuklara bakıyor. Annem üst katı süpürüyor. Gülsüm çamaşır yıkıyor. Ablam ut çalıyor. Büyük annem çarşıya gitti.”

Kulak kabarttılar. Gerçekten derinden derine bir ut tımbırtısı geliyordu. Tokmağı bir daha vurdular, sonucunu beklerlerken o kız çocuğu haykırdı:

“İşte, işte büyükannem geliyor!”

Ta ileriden, eli zembilli, şişman, kısa, yuvarlak bir kadın belirmişti. İki yanına yalpa vurarak adımlarını biraz zahmetle attığı seçiliyordu. Kapının önünde bir otomobil durmuş olduğunu görünce azıcık hızlandı.

Kapıya yaklaşınca içinden bir günün nevalesi taşan şişkin zembili yere bırakarak bir iki süzgün nefesle yorgunluğunu boşalttıktan sonra kesik sesle sordu:

“Kimi arıyorsunuz efendim?”

Hanımefendi: “Şeyh Battalzade Abdüsselam Efendi’nin evi burası değil mi?”

Kocakarı: “Burası, evet. Hoş geldiniz, kademler getirdiniz ama arabasız, sessizce, yayan gelmiş olsaydınız daha iyi ederdiniz. Konu komşu bizi gözleriyle yiyorlar. Evimize bir iki gelen giden olursa komisere haber veriyorlar. Bir hacetiniz mi var?”

“Efendiyi görmek istiyoruz.”

“Artık cin peri işine karışmıyor. Kimseye okumuyor. Mademki zahmet edip de buraya kadar gelmişsiniz. İçeriye buyurunuz, bir kahvemizi içiniz.”

Koynundan çıkardığı iri bir anahtarla çatır çatır kapıyı açtı. Basamak taşını biraz zorlukla atlayarak zembili eşikten geçirdikten sonra misafirleri içeriye aldı. Ve şoföre:

“Haydi oğlum, sen git, şu köşeyi dön, uzakta bekle.” dedi. Misafirler büyükçe bir bahçeye girdiler. Burası keçileri, tavuklarıyla biraz ahırı, biraz kümesi, yer yer zerzevat ekilmiş tarlalarıyla biraz bostanı, birkaç servisiyle biraz da mezarlığı andırıyordu.

Ut sesi birden kesildi. Bahçenin öbür ucunda sarıklı, şalvarlı, iri boy bir adam gördüler.

Kocakarı: “Damadım, imameti de olduğu için, eski kisvesini muhafaza edebildi.” dedi.

Misafirleri bir maltalıktan geçirip orta katta temizce bir odaya aldılar. Burası özel bir ev olmaktan çok, tekkeye benziyor. Bütün duvarlar hadisler, Arapça yazılı levhalarla kaplıydı. Sanki büsbütün tekke olmak için yalnız Cihar-ı Yar-ı Güzin16 eksikti. Oraya buraya serili koyun, keçi postları, ceylan derileri… Çivilere asılmış teberler, keşküller… Binlik tespihler… İçleri Ayet-el Kürsi yazılı sarı taslar… Buhurdanlar, insan boyunca cami şamdanları, kudümler… Bütün bu tekke eşyasından saçılan kurs, öd ağacı, amber kokuları her yana sinmiş gibiydi. Evin havasında girenleri biraz sarhoş eden bir ağırlık vardı.

Buraya okunmak için gelenler nefesin etkisini artıracak bir maneviyat çevresinde bulunduklarından şüphe edemezlerdi. Kıbleye doğru serilmiş seccadeler, ziyaretçileri namaza, ibadete çağırıyordu.

Geniş odanın hiçbir tarafında kerevet, sedir, kanepe, koltuk, sandalye gibi ilişecek eşyadan eser yoktu. Kendilerine yol gösteren kocakarının işareti üzerine misafirler postlara, seccadelere, halılara oturdular.

Kadın: “Teşrifinizi efendiye haber vereyim.” sözüyle dışarı çıktı.

Diz çökmeye, bağdaş kurmaya hiç alışkın olmayan Orhan’la Turhan biraz çarpık durumda yerleştikleri yerden bu cami, bu tekke bozuntusu odanın her yanına dikkatle bakıyorlardı. Hiç kuşkusuz kendi düşüncelerince burası ruhlar uğrağı mübarek bir yerdi. Ahiretten dünyaya gezmeye çıkan ruhlar, böyle mabetlerin ve mabedimsi yerlerin kuytuluklarından, loşluklarından hoşlanırlardı. Hatta bazı eşyada ruhları kendine çeken tılsım özellikleri vardı. Cami, tekke, kilise, mezarlık gibi ruhani yerlere ve ölülere ait şeylerin alelade bir eve getirilmesiyle oraya ruhları toplamak kabildi.

İki kardeş Camille Flammarion’dan bu konu üstüne bazı bilgiler okumuşlardı:

Ünlü edebiyatçı dostumuz Pierre Loti, Doğu’dan Fransa’ya mezar taşları, sandukalar, cami kandilleri, mihrap mumları, şamdanları, seccadeler, sebil tasları, parmaklıkları cinsinden birçok eşya getirerek Rochefort’daki evinde âdeta bir cami dairesi yaptırtmıştı. Edebiyatçının ölümünden sonra da burası isteyen ziyaretçilere gösterilmektedir. Bütün dünya basınında resimleriyle birlikte edebiyatçının bu garip mescidinden çok kez söz edilmiştir.

İşte burada bu uhrevi eşyanın etkisiyle ruhlar ortaya çıktığını, duvarlara vurarak Loti’yi uykudan uyandırdıklarını ve gezindikleri yerlerde ayak izleri bıraktıklarını kendisi anlatmış. Ama bu ünlü romancı ölümden o kadar dehşetle korkarmış ki bu konu üstüne kendisiyle fazlaca görüşebilmek kabil olmazmış. Loti bütün eserlerinde kısık nağmelerle ölümün şarkısını söylemiş, bir buhurdan gibi kalemiyle yüreğindeki hep bu gizli korkunun tütsüsünü saçmıştır.

Beyler bu duyguyla etrafa göz gezdirmekte iken Dilaver birkaç kez diz çökmekten bağdaşa, bağdaştan diz çökme vaziyetine gelerek: “Mevlit mi okunacak? Bu sadaka bekleyen dilenci oturuşundan dizlerim ağrıdı.”

Hanımefendi sertçe:

“Başlama kuzum. Buranın tuhaflık edecek bir yer olmadığını görüyorsun.”

Dilaver, sağ dizini indirip sol dizini kaldırarak: “Bir türlü yerimi beğenemedim. Burası Mısır Çarşısı gibi kokuyor. Gönlüm bulanıyor. Başım dönüyor. Sakın bize büyü yapmış olmasınlar?”

Çeşmifettan oğlunu omzundan sarsarak: “Sus, hanımefendiyi kızdırıyorsun.” dedi.

“Kabahat onda değil, bende, alıp da buraya getirdiğim için.”

Orhan’la Turhan, Dilaver’in alışkın oldukları bu tuhaflıklarına gülüyorlardı.

O sırada içeriye deve yürüyüşüne benzer ağır adımlarla Battalzade Abdüsselam Efendi girdi. Gerçekten Battalzade lakabına uygun, enine boyuna, minare kırması bir adam…

Battal oğlu ile göz göze gelince Dilaver’in yüzü kızardı, dudakları kıpırdadı. Ama hanımefendiden çekinmesinden lakırtılarını yuttu. Bir şey söylemedi. Bu gördüğü adam geceki apparition ile öz kardeş sanılacak kadar birbirine benziyorlardı. Farkları yalnız sakallarının ak, uzun, kır, kısa ve kaşlarının kalınlıklarından ibaretti.

Ama eğreti bir sakal takmak, boyayla kaşlarının biçimini değiştirmek olamaz mıydı?

Şeyhin başında sarık, sırtında haydariye vardı. Kendisine mahsus posta oturduktan sonra elini göğsüne götürerek misafirlerini birer birer selamladı. Dilaver o kadar komik bir jestle selam aldı ki Abdüsselam Efendi ince bir gülümsemeden kendini kurtaramadı. Ve ilk bakışta dikkati bu çocuğa kaydı.

Bu selamlaşmadan sonra bir sessizlik süresi geçti. Battal oğlu ağız açmıyor, ilk sözü ziyaretçilerden bekliyordu.

Sonunda hanımefendi saygılı bir davranışla başladı:

“Efendim, biz Velittin Paşa ailesiyiz.”

Şeyh bir memnunluk gülümsemesi gösterdi.

Hanımefendi: “Babanız merhumla Paşa’nın arasında eski bir dostluk vardır.”

Şeyh hafif bir baş sallayışıyla bu sözü tasdik etti.

Hanımefendi: “Geçen akşam Battal Hazretleri tarafından manevi bir işaret oldu da muhterem ailenizi ziyarete geldik.”

Battalzade: “Çok iyi ettiniz efendim, memnun oldum.”

Beyleri göstererek: “Oğullarınız?”

“Evet, efendim.”

Dilaver’i işaretle:

“Ya bu velet?”

“O da oğlum demektir efendim, ailedendir.”

Dilaver boynunu çarpıtarak baygın bir durum aldı.

Abdüsselam bir süre sessizliğe daldıktan sonra:

“Evet, babamın paşa merhumla olan dostluğunu hatırlıyorum. Keramet taslamak gibi olmasın, yakında sizinle görüşeceğim hakkında bu duacınıza da işaret vuku buldu. Paşa, merhum babamın nefesine alışıktı. Şimdi bu manevi görev bana geçti. Babam, babalarını nefeslerdi. Oğul da oğullarını nefesleyecektir.”

Hepsini birer birer önüne çağırarak şakaklarını hafif hatif sıvaya sıvaya nefesledi.

Bu üfürükçü elinin şakaklarına her dokunuşunda Dilaver yerinden bir parça zıplıyordu.

Şeyh “Rahat dur ya velet!”

Dilaver: “Battal Efendi ben gıdıklanırım.”

Şeyh: “Bu velet karışık.”

Dilaver hayretle:

“Ben mi karışığım?”

“Evet, evet.”

“Ne ile karışığım? Ben Balık Pazarı’nda fıçıda oturmuyorum ki karışık olayım.”

Abdüsselam çocuğu biraz sarsarak: “Bu lakırtıları velet kendisi söylemiyor. Ona söyletiyorlar. Bunu zapt etmişler. Dikkat buyurunuz, bu hâlde bırakırsanız bir iki yıl sonra büsbütün aptal olur.”

Çeşmifettan telaşlıca: “Kime çekti bilmiyorum. Acayip hâlleri vardır. Bazı bazı celallenir.”

Şeyh: “Euzü billahi mineşşeytanirracim, bu çocuğun içinden onları çıkarmalı.”

Dilaver üfürükçünün önünde kabararak: “Efendim, benim içimde bir şey yok. Daha sabahleyin kahvaltıdan başka bir şey yemedim. Olsa bile içimdekiler nefesle değil, pürgatif17 ile çıkar.”

Abdüsselam: “Bakınız, bakınız, neler söyletiyorlar!”

Çeşmifettan: “İşte böyle abuk sabuk söylenir. Bunu akıllandırmak için ne yapalım efendim?”

Abdüsselam: “Ben onu şimdi tespihten geçiririm, suya okur içiririm. Bir tane muska veririm. Boynuna asarsınız. Ve daha vereceğim yazılı bir kâğıdı bal şerbetinin içinde ezer ve öğreteceğim bir duayı okuyarak bu velede yudum yudum içirirsiniz.”

Dilaver: “İçimizde akıllanmaları gerekenler varsa o da ben değilim, anne, sizsiniz. Şeyh Efendi tespihi bana versin, ben içinden atlama oynarım. Bal şerbeti ne ise nefesten çok mülayimlik verir.”

Abdüsselam: “Bakınız, bakınız, habis ruhlar bu masuma neler söyletiyorlar! Nasıl olmuş da uğramış? Ya gece vakti destur demeden bir yere abdest bozdu ya da bir mübarek makamda saygısızlık etti. Çirkef atladı. Ya da yapılmış bir büyüye uğradı. (Çeşmifettan’a dönerek) Siz bu çocuğun annesi misiniz?”

“Evet, efendim.”

“Gece uyurken dikkat ediniz, o sayıklayacaktır.”

“Evet, bazen sayıklar.”

“Sayıklarken onu tutan cinin mutlak adını söyleyecektir. Bunu aklınızda tutar, gelip bana haber verirsiniz. Mahur mu? Nahur mu?”

Dilaver gülerek: “Battal Efendi, ben uyurken sayıklıyormuşum. Sen uyanıkken sayıklıyorsun. Anneme ne soruyorsun, bana sor.

İçimdeki cinin adını söyleyeyim: Ahtapeta. İçimde öyle sahur anafor filan yok. Ahtapeta. Zuhuri’de büyücü oyununda öğrendim. Vay babam vay, benim içim şeyh apartmanı mı ki perilere kiralamış olayım?”

Çeşmifettan: “Oğlum, sus, senin tekin olmadığını ben zaten çoktan anlamıştım. Efendi hazretlerine saygısızlık ediyorsun.”

Abdüsselam: “O kendi söylemiyor… Zavallıyı söyletiyorlar, kusuruna bakılmaz.”

Dilaver: “Ya, bana darılıyorsunuz. Ben bir şey söylemiyorum, içimde zevzek bir ecinni var, hep o söylüyor. Bakalım bal şerbetiyle bu habisi vücudumdan kovabilir miyim?”

13.Spiritist: Ruhlara inanan kimse. (e.n.)
14.Incarnation: Vücut bulma, cisimleşme, canlanma. (e.n.)
15.Tek durmak: Uslu durmak, yaramazlık etmemek, sessiz kalmak. (e.n.)
16.Cihar-ı Yar-ı Güzin: Dört Halife. (e.n.)
17.Pürgatif: Müshil ilacı. (e.n.)
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6486-20-1
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu