Kitabı oku: «Kartal Pençesinde Bir Güzel», sayfa 2
Tuğrul Bey ile Çağrı Alp’in ise tahtı düzeltme kaygıları yoktu. Onların tahtı, atın eyeriydi. Seyisin uzattığı kan gibi sıcak sudan ara sıra bir yudum alan Çağrı Alp tekrar kalabalığın üzerine atını sürüp gidiyordu. Tuğrul Bey ise, âdeta üzerinden bulunduğu dağın bir parçasından yontularak yapılmış heykel gibi olduğu yerde kımıldamadan duruyor.
En sonunda Çağrı Alp öteden gelirken içinde bulundukları hakikati söyledi:
“Bey kardeşim, artık yardım için gönderecek tek bir adamımız bile kalmadı.”
Tuğrul Bey sakin duruşunu bozmadan Çağrı Alp’in yüzüne bakıp gülümsedi:
“Ey, ağabeyim, ikimiz neyiz, adam değil miyiz?”
Çağrı Alp önce biraz şaşırıp duraksadı ve sonra birden kardeşinin gülüşü gibi babasından sıcak bir söz işitmiş mert bir delikanlı edasıyla tatlı tatlı gülümsedi:
“Gerçekten mi?”
“İkimizin daima her şeyi gerçektir!”
Tuğrul Bey’in çenesi tam bir şey demek için kımıldadı, sonra birdenbire kilitlenmiş gibi donup kaldı; dişleri iyice sıkıldı, kaşları çatıldı. Dünyayı yönetmesi için verilen kuvvetli kollar eğri kılıcın kınını açtı; gök gürültüsü gibi, kaplanın kükremesi gibi korkunç bir ses yankılandı:
“Çağrı Beyim, bey abim! Sürelim Sultan’ın üzerine! Geri dönen namert olsun!”
…“Tuğrul Bey kendisi de bizzat savaşa girdi!” haberi Sultan Mesut’a yıldırım hızıyla gelip ulaştı. Aniden tahtından kalktı ve etrafındakilere değil de âdeta Tuğrul Bey’e söylüyormuş gibi:
“Hey, Selçuk Bey, hey çapulcu!” diye bağırdı. “Dayanamadın mı? Güçlü değilsin! Artık kendinden başka savaşacak adamın kalmamıştır! Ben biliyordum böyle olacağını…”
Sultanın etrafındakilerin hepsi “Evet, evet!” diyerek nara attılar. Aralarından özellikle belirlenip seçilen birisi, güçlü ses tonuyla bağırarak:
“Bizim Sultanımız yenilmezdir; o, yenilmez Sultan Mahmut Gazneli’nin oğludur!” diyerek çok içten haykırdı.
Bu sözler, Sultan Mesut’a gençliğini, savaş talimleri aldığı zamanlarını, rüzgârlarla yarışıp, fırtına gibi eserek at üzerinde tüm hünerlerini sergileyen oğlunu “Aferin aferin!” diyerek alkışlayan hükümdar babasını hatırlattı.
“Evet, bu tavır çapulcuların komutanının bana meydan okuma davetidir…” deyip Sultan Mesut tekrar o has kendine kinayeli kaba gülüşünü takındı ve “Sultan denince sadece yiyip içip, yüksek sesle bağırıp çağırarak dolaşan biri zannediyor olmalısın… Sultan’ın kim olduğunu bugün sana göstereceğim. Davetini kabul ediyorum, köpoğlu köpek! Senden korkan babasının dölü değildir! Gel beri!” dedi.
Sultan “Atımı getirin, pusatlarımı getirin!” diyerek hiddetle haykırdı.
Tuğrul Bey ile Sultan Mesut’un kılıçlarını kınından sıyırıp bizzat kendilerinin de çarpışmaya dâhil olması savaşın gidişatını birden değiştirdi.
İki tarafın adamları da bu Hz. Ali’nin er meydanında artık “Ya istiklal, ya ölüm!”, “Ya sen ya da ben!” vaktinin gelmiş olduğunu anladılar.
Genel savaşların bir kaidesi vardır; öncelikle üzerinize gelen komutanı haklamak gerekir! Ancak Doğu savaşlarının başka bir töresi daha vardır; rakip Sultan ya da Padişah ile başa baş savaşıp onu yaralayabilirsin veya esir alabilirsin buna hakkın vardır, fakat öldürmek yasaktır. Bu namertlik kabul edilir.
…Sultan Mesut’un askerlerinin yüzü Tuğrul Bey’in geldiği tarafa çevrildi. Ölmüşçesine bitkin düşmüş ordunun aklında artık sadece tek bir düşünce vardı: “Bunların beyinden bir kurtulursak belki o vakit bu lanet olası savaş da son bulur. Dinleniriz… suya kanarız…”
Fakat Tuğrul Bey’den kolay kolay kurtulmak mümkün mü? Hele bir varın yakınına! Başkası iki üç defa kılıç salladığında birisini alt edebilirken onun her darbesinde iki üç atlı yere yıkılıyordu. Tuğrul Bey’in arkasını ve her iki yanını kollamakta olan Çağrı Alp’in darbeleri ise onunkinden de beterdi; savurduğu darbelerle düşmanın atını bile deviriyordu.
İki kardeşin at üstünde oturuşları da bambaşkaydı. Tuğrul Bey heykel gibi dimdik, dosdoğru oturmuş sadece iki eli ve iki ayağı hareket ediyordu; Çağrı Alp’in atının üzerinde ise insan değil de sanki fırtına oturuyor gibiydi, hareketlerini takip etmeye göz yetişemiyordu. Tuğrul Beyi’n rahatlığı, sakinliği düşmanın moralini altüst ederken; Çağrı Alp çevikliği ile rakibinin gözlerini yanıltıyordu.
…O vakit “Ya Allah!” diyerek öne atılan Sultan Mesut’un etrafı fedailerle dolu iken Tuğrul Bey ile Çağrı Alp’in birbirlerinden ve de Allah’tan başka koruyanı yoktu. Her Türkmen tek başına! Ama hepsinin de bir gözünün ucu Tuğrul Bey tarafında. Her birinde de “Beyimiz kendisi halledip hakkından gelir!” şeklinde bir güven vardı. Askerlerinin kendilerine olan bu güvenini Tuğrul Bey de biliyordu, Çağrı Alp de. Bu sebeple de her Türkmen’in yaptığı gibi o ikisi de kendi başının çaresine kendisi bakıyordu. Ayrıca, ikisi de o an her bir Türkmen’in kendilerine baktığını, vurdukları darbelerin her birinin Türkmen’in eline, beline iki misli güç kuvvet verdiğini iyi biliyorlardı. Bu bilinç ise onların savurduğu her darbenin gücünü ikiye katlıyordu.
…Nice yıldan beridir sarhoş olarak dünyayı tek başına yöneten Sultan Mesut’u bugün onun en yakın adamları bile tanıyamadı. Sanki ağzından ateş püskürten ejderha vardı meydanda! Bir elinde aman vermez kılıcı, diğer elinde de baş kadar büyüklükte koca gürzü. Önüne çıkanın beynini dağıtıp başını yuvarlıyor, karşısındakileri ezip geçiyordu. Mesut’u çocukluğundan beri yetiştirip büyüten, bildiği bilmediği hünerlerin tümünü öğreten ihtiyar vezir de onun arkasından gözleri yaşlı gelirken, Sultanın her darbesinden sonra yumruğunu sıkıp Sultan Mahmut’un söylediği gibi “Aferin! A-fer-in! A-a-a-feri-i-in!” diye bağırıyordu.
Sultan Mesut vurduğu darbelerin sayısını da zaman mefhumunun hesabını da yitirdi. Bildiği kadarıyla Selçuklular bu kadar da kalabalık olmamalıydı. Sultan askerlerinin her birisi bir Selçukluyu bertaraf etmiş olsa, şu ana kadar bu meydanda tek bir Selçuklu kalmamalıydı. Ama neden bunlar azalmıyor? Çarpışma taktikleri mi ustaca yoksa bir yerlerden destek mi yetişti?
Bir zamanlar Sultan Mahmut Gazneli’nin ordusunda Türkmenler çoktu. Sultan, onların en yeteneklilerinden birisini talim ustası tutmuş, oğlu Mesut’a Türkmen savaşının tüm taktik ve sırlarını öğretmeye çabalıyordu. Geninde Türkmen kanı olan bir yiğit için bunları öğrenmek çok zor bir iş mi! Şehzade Mesut da hemen öğrenmişti. Ancak ne kadar öğrenmiş olsa da Türkmenlerin bazı savaş taktikleri onun için henüz bir sırdı.
Mesela, bir Türkmen karşıdan kılıcını parlatıp gelir; ne kalkanı vardır ne de mızrağı. Tam karşına geldiğinde de kılıcını tependen birden savurur, sen de o an korkup mecburen kılıcını ya da kalkanını önde tutarsın ancak Türkmen’in kılıcı tam o esnada senin açıkta kalan başka bir yerini bulur…
Bu taktik ve kurnazlıklara Mesut çok iyi aşinaydı. Fakat sadece kendisinin bilmesi ne fayda, şu ilerleyen koskoca ordu askerinin hangi birine bunları öğretmeye gücü yetebilir ki.
Ayrıca, bu usulleri sadece kendinin bilmesi yetmez, aynı zamanda altındaki atın da bilmeliydi. Yüz yüze, başa baş olduğunda Türkmen’in atı da taktiklerin tümünü bilir, her türlü kurnazlığı yapardı. Rakibe ne zaman saldırıp ne zaman geri çekileceğini; kılıçlar savrulmaya başlandığında mesafeyi ne vakit ne kadar koruması gerektiğini sahibinden iyi bilirdi. Fırsatını bulursa ağzını kocaman açıp rakibinin ya da atının uygun bir yerinden el kadar parçayı koparıp aldığını hiç fark edemezsin bile. Bu yüzden de aynı anda âdeta iki kişi ile savaşır gibi olursun.
Yaşlı bir seyisin söylediği “Türkmen’in atı bizimki gibi emanet değildir; Türkmen yiğidi atı ile birlikte doğar, birlikte koşar, birlikte büyür. Bu yüzden de ikisi birbirinin tıpkı hık demiş burnundan düşmüş gibidir.” sözleri Mesut’un kulağına çalınmıştı.
Sadece atın değil, atlı askerin de diğer atlı askerden farkı çoktur. Mesut’un atlılarının azıkları, suları hatta iğneden ipliğe kadar ne ararsan yanında her şeyi vardır. Ancak Türkmen’inki ise “Bir çakı, sadece bir çakıdır.” Koltuğunun altından bir tandır ekmeği çıksa, bu onun için beyliktir. “Geri kalanını yolda Allah verir!” derler. “Allah!” diyene Allah da Kerim’dir.
Bunlara “Haydi, yemek için neyiniz var?” diye sorsan “Azığımız var…” deyip gülerler.
Türkmen’in daima bedeninin hafif oluşu ve atının yorulmak bilmezliği de belki bu yüzdendir.
Sultan Mesut’un sadece binbaşı ya da yüzbaşılarının değil, sıradan askerlerine kadar herkesin her ay düzenli aldıkları bir ücret vardı. Türkmen’in ise beş kuruş almadan savaştığını Sultan Mesut çok iyi biliyordu.
Sultan Mesut’un ordusu eksiksiz talime, sıkı bir disiplin ve nizama alışmış ordudur. Bu sebeple komutanlarının dediği dedik, buyurduğu buyruktur.
Türkmenlerin ise her biri kendisine sultandır. Her biri istediği yerden hücum edip istediği yerden çıkar. Ama dışarıdan bakıldığında bu durum başına buyrukluk, düzensizlik gibi görünse de onlar her an birbirlerinden haberdardır. Birinin sıkıştığı yerde diğeri Hızır gibi yetişir.
Diğer bir sır ise onların eğri kılıcındadır. Ancak bu sır, eğri olmasında değil, sağlamlığındadır. Sultan Mesut, kendi askerlerinin kılıçlarını en mahir ustalara çelik suyunu verdirip yüksek kalitede biletse de, iki üç ağır savaştan sonra o kılıçlar iş görmez olup uçurumdan fırlatıp atılacak hâle geliyordu. Ama Türkmen’e bir kılıç bütün ömrü boyunca yetiyordu.
“Bunun çeliğine ne katıyorsunuz?” diye bir Türkmen ustasına sorduklarında, doğru mu yalan mı bilinmez, “Hayvanın boğaz kanı!” diyerek gülermiş. Şakadır muhtemelen!
“Türkmenler kılıcını kınında çok bekletmez. Kılıç kında durursa, hemen paslanır.” diyerek yine başka biri sohbete katılır. Söz sohbet çok da, ama…
Mesut atının başını çekti:
“Ne oluyor? Heyyy tutun onu!”
Sultan’ın etrafındakiler aniden durup hükümdarın baktığı yöne gözlerini çevirdiler.
Ta ötede, üzerindeki sahibini eyeri ile birlikte kaybedip içinde bulunduğu hengâmeden ve uğultudan dolayı kuduza dönen çıplak bir at askerlerin arasında oldukça paniklemiş, telaşlı telaşlı iki yana koşuşturuyordu. Koşuşturma bir yana, bu can alıp can verilen kanlı hengâme içinde sahipsiz kalan at az mıydı? Ama o atın hâli, sahibinin intikamını kimden alacağını bilemeden önüne çıkana saldırıyor gibiydi. Garip olanı ise, onun gittiği yerdeki atlılar da onu yakalamak ya da vurup kovalamak yerine, aksine bağrışarak kaçıyorlardı. Ardı adına attan düşenler de görünüyordu.
Bu ne böyle, acaba yine Tuğrul Bey’in bir oyunu mu? Sultan Mesut’un fillerine özenip o da atın gövdesine kılıç, mızrak vs. bağlayarak savaş meydanına salıverdi mi yoksa?
O esnada az evvelki çıplak zannedilen atın üzerinde birinin başı görünür gibi oldu. Evet, evet! At sahipsiz değildi. Üstünde tuhaf elbiseli biri vardı. İşte, kılıcını da savuruyordu.
Tuğrul da değil. Çağrı mı acaba? Çağrı Alp’in at üstünde yaptığı oyunları Sultan işitmişti.
Hangisi ise hangisi, ne fark eder! Böyle yaptığını yapmaya devam mı edecek?
Sultan öfkeyle atının böğrünü tekmeledi. Bu ani tekmeden irkilen zavallı at, ağzındaki gemi ısırarak öne fırladığında az kalsın sahibini üzerinden düşürüyordu.
Mesut kendini toparlayıp tekrar kılıç ve gürzünü hazır etti.
Ancak bir süredir kılıç sallamayıp soğuduğundan mı nedense elleri oldukça ağırlaşmış gibiydi. Ziyanı yok, tekrar ısınır.
Sultan Mesut’un öfkesi nedense özellikle bu çıplak atla kabarmıştı. Sadece ona odaklanmış gidiyordu. Kaplan gibi eğilip doğrularak Sultan’ın ordusunun kâh sağından kâh solundan kurt gibi saldıran o Türkmen’in ise şu an elindeki kılıcı ile altındaki atından başka hiçbir şeyi yoktu. Ama… bu ikisi kâfi değil miydi?
…Agöyli ve atının ise şu an tam da çarpışmaya iyice ısındığı vakitti. Sağdan soldan atılan ve az çok isabet eden okların sızısını hissetmiyorlardı bile. Aynı zamanda, birbirlerine dinlenme fırsatı da yaratıyorlardı. Bunu nasıl yapıyorlar ki!
Agöyli bazen atından sıçrayıp iniyor ve bir eliyle onun yelesine yapışmış koşarak giderken, diğer eliyle de yaya olarak savaşmaya koyuluyordu. Tehlikede kalıp savunmaya geçmesi gerektiğinde de atının altından sünüp diğer tarafa geçiyor… Çok yorulduğunda da atının üstüne kendini atıp boynuna sarılıyordu. At o anda kuş gibi uçup sahibini kargaşadan ve insanlardan uzak bir yere götürüyordu. Ölümcül bir yara almadıkça onları yorarak alt etmek mümkün değildi.
“Hey, çıplak Selçuk! Hokkabaz Türkmen! Gel bakalım, sihirbazlık nasıl olurmuş sana bir göstereyim!” deyip Sultan Mesut da dişlerini gıcırdatarak bazen kılıcının ters tarafıyla atının sağrısına vurup öne atılıyordu. Ancak Sultan’ın birkaç yıldan beri şarap bardağından ağır bir şey kaldırmamış olan elleri gittikçe takatten kesilip atı da sanki arkasından birisi asılıyormuş gibi ha bire geri çekiyordu.
Selçuk Türkmenlerinin vur kaç taktiği artık iyiden iyiye canına tak eden Sultan’ın ordusu, tüm gücünü toparlayıp kararlı bir saldırıya geçti. Bu son hücum Selçukluları geri çekilmeye mecbur bıraktı. Bundan cesaret alan Sultan’ın askerlerinin büyük bir bölümü, onları âdeta yeryüzünün sonuna dek kovalamak için peşlerine düştü.
Kendi de Türkmen olduğu için, Türkmenlerin oyununu çok iyi bilen vezir Beydoğdu “Kovalamayı bırakın! Dağılmayın!” diye emretti. Ama Sultan’ın askerleri iyiden iyiye zafer sarhoşluğu ile coşmuştu; onların üçte biri emre itaat edip geri dönse de kalan kısmı takibi sürdürdü.
Öfke ve ihtiras gözlerini bürümeyegörsün! Nefret aklın önüne geçmeyegörsün! Değilse Selçuk Türkmenlerinin kaçmasına da kovalamasına da inanmamak gerektiğini, aslında şu an kovalamakta olan askerler de çok iyi biliyordu.
Ayrıca, savaşta her şey yolunda giderken bazen birden disiplini bozup gidişatı tam tersine çevirecek durumlar da olur. Askerlerin on, on beşi kovalamaya başlarsa diğerleri de onların peşine takılır; eğer on, on beşi geri dönüp kaçarsa kalanlar da dağılıp sıvışıverir.
İşte buyurun! Atlarına kapanmış kaçmakta olan Selçuklular birden ufukta atlarının dizginini çekip kendilerini kovalamakta olanlara doğru geri dönüverdiler. Kovalamakta olanlar, onları paramparça etmek için atağa kalkmış hızla giderken bir ödleğin “Hey, pusu, kuşatıldık!” diye korkunç bir şeklinde bağırması herkesin bedenini titretti. Baksalar ki, gerçekten de etraf tıpkı yerden bitmiş gibi Selçuk atlılarıyla doluşmuştu.
Bir müddet sessizlik oldu. Birdenbire Çağrı Alp’in sesi:
“Yiğitle-e-er!!!” diyerek yankılandı. Gerisini Allah göstermesin!
Tuğrul Bey’in önderliğindeki diğer grup ise o an Sultan Mesut’un bölünmüş olan askerlerinin bir kanadından atağa kalkmış geliyordu.
Ama bu kalan askerlerin de gücü Tuğrul Bey’inkinden fazla olmasa da, az da değildi. Arkalarında da Sultan olduğu için, o an cesaretleri tamdı ve yüreklerine su serpiliyordu. Fakat yanlarındaki mataralarda bir yudum bile su yoktu.
…Agöyli iki ateşin arasında kaldı. Arkasındaki kuşatmayı bir şekilde yarıp geçen Sultan muhafız birliğinden kalabalık bir grubun güzergâh yolu da tam onun üzerine denk geldi. Sabahtan beri onlara rahat vermeyen bu eyersiz çıplak atlının etrafını çoğalarak sardılar.
İnsanın canı demirden değil ya! Bedeninde aldığı sayısız yaranın, yorgunluğun, susuzluğun sıkıntılarını Agöyli gittikçe daha şiddetli hissetmeye başladı. Ama savaşın en hararetli, en gergin anında vuruşmayı bırakmayı gururuna yediremedi; ölürse de burada, kendi atının üstünde ölmeyi yüreğine kazıdı.
Bu kuşatmada, ensesine inen kalın bir topuz mu yoksa gürz mü ne ise, Agöyli’yi sendeletip atın üzerinden yana sarkıttı. Ancak Agöyli’nin beyni bir emri: “Öldükten sonra bile birincisi atın boynunu, ikincisi de kılıcını elden bırakmamak gerektiği düsturunu” çok iyi idrak etmişti. Bu sebeple de Agöyli atın yan tarafına kayıp sarksa da, ecelin insanın boynuna yapışması gibi, bir eli atının yelesine sıkıca yapışıp tutundu.
Agöyli’nin üzerine dört bir yandan aç kurt gibi üşüştüler. Ama onu tam mızrağın ucuna takacakları esnada gökten inmiş gibi bir grup Selçuk atlısı ortaya çıktı ve çemberi yararak bu kalabalığın arasına girdi. Elbette, böylesine can alıp can verilen kanlı hengâmede kim üstün gelirse zafer onundur. Selçuklar yine galip geldi.
Bu fırsattan yararlanıp Agöyli de hemen kendine geldi. Atını gördü. Onun boynuna yapışıp “Beni bırakma, alıp götür, dostum!” diye fısıldadı. Bir bakın şuna! At, birden onun önüne deve gibi çöküverdi. Agöyli atın sırtına güçlükle ayağını atıp boynuna sıkıca sarıldı ve tekrar “Uçalım dostum!” diye fısıldadı.
Bir anda “Gitti!” oldubitti. Agöyli ile atının ardında sadece belli belirsiz bir toz kaldı. Uçmak diye işte tam da buna denir! Onların arkasından, önünden, yanından koşuşturup, sokulup kovalayan atlıların hepsinin ağzına Agöyli’nin atı tekmeyi basıp hızla uçtu. Yaşanan olayları izlemekte olan Sultan Mesut, bu durumu kötüye yordu.
Sultan’ın etrafındaki adamlar gittikçe çoğalıyordu. O, atının deminden beri bir yerde tepinip durduğunu sonradan fark etti.
Ne oldu ve ne ters gittiyse, Sultan Mesut’un ordusunda birdenbire tatsız bir ayaklanma patlak verdi. Ordunun bir ucunda başlayan isyanın tüm askerlere yayılmaya başlaması üzerine vuku bulan darbe, Sultan Mesut’un tam yüreğine saplandı. Sultan’ın yüreği sarsılsa da belli etmemeye çalıştı, onun sarsıldığını belli etmesi ayaklanan ordunun cesaretine cesaret katmak olurdu.
Sultan Mesut üzengi üzerinde doğrulup neler olduğunu görmek istedi; ancak aniden arka arkaya sıralanarak onu koruma çemberine alan etten duvar, buna fırsat vermedi. Ama gözleriyle göremese de olumsuz bir durumun yaşanmakta olduğunu, işlerin ters gittiğini yüreği çoktan sezmişti. Sultan Mesut gözlerini belertip:
“Durun! Nereye? Durun diyorum, sizin bir…” diye bağırdı. Bununla da yetinmeyip yan tarafında duran sipahilerden birinin başına kamçıyı indirdi: “Siz neden, hepiniz bana sokulmuş duruyorsunuz, işe yaramaz beceriksizler… Gidin, varın ileri!”
Tedbir amaçlı bırakılan muhafızlar ile ihtiyar vezirin haricindekiler, atlarını dörtnala sürüp gittiler. Ama… ürkmüş bir deveyle giden servetin ve bir de rakibinden korkup paniğe kapılan ordunun önünde duran asla sen olma!
Koruma çemberi oluşturan askerler Sultan Mesut’u geriye doğru ite ite kısa süre içerisinde, o eski yerine, savaşın başında durduğu tepenin üzerine çıkarttılar. Alabildiğine genişlik içinde Sultan uzaklara baktığında, deminden beri inanası gelmeyen acı gerçeği gözleriyle gördü. Ordu büyük bir telaşla geri çekiliyordu. Orduyu kılıçla bölmüş gibi iki parçaya ayırmış gelen Selçuk atlılarının arasında at üstünde dimdik oturan bir gövde belirdi. Eğer Sultan’ın gözleri yanlış görmüyorsa bu Tuğrul Bey olmalıydı! Düşmanını gören Sultan birden irkilip güçlükle öne hamle yaptı. Ancak elleri ve ayakları artık onu dinlemiyordu…
Etrafta bağırtı, gürültü; feryat figan gittikçe artıyordu.
Sultan’ın durumunu herkesten önce yaşlı vezir fark etti. Vezir, yan yana dizilip kalkan olan sipahilerden birine işaret etti. Sultan’ı kaldırıp, alıp kaçtılar. Yaşlı vezir, Sultan’ın elinden düşen koca gürzü güçlükle yerden kaldırıp ilk gelen rakibin atının tam alnının çatına vurdu. At, üstündeki askerle birlikte tepetaklak yuvarlandı. Vezir gürzünü ikinci defa kaldırmaya yetişemedi…
Sultan kaçtı; takat kesildi. “Sultan gitti!” haberi yıldırım hızıyla askerlerinin bulunduğu her yere ulaştı. Bu haber ordunun tüm direncini kırdı. Pusatlar elden düştü.
***
Davulcu, tokmağını davuluna vurdu. Tellal borazanını çaldı. Sancaktar, Tuğrul Bey’in sancağını kaldırıp rüzgârda dalgalandırarak iki yana salladı. Dandanakan Muharebesi işte şimdi son bulmuştu.
Tuğrul Bey “Toplanın!” diye emir verdi.
O an bir ulak atını kamçılayıp, hızla sürüp geldi:
“Falanca yerde bir grup düşman atlısı toplanıyor! Ellerinde beyaz bayrak sallıyorlar!” diye haber verdi.
Çağrı Alp, henüz soğumamış olan sağ elini kılıcının kınına götürdüğünde Tuğrul Bey elini onun elinin üzerine koydu:
“Onlar şehitlerini ve yaralılarını toplayacaktır. Dokunmayın…”
Ta ufukta, başını bir aşağı bir yukarı eğip kaldırarak güç bela gelmekte olan atı gören Tuğrul Bey kendi konuşmasını tam orta yerinden kesti.
Zavallı at, Tuğrul Bey’in beş on adım yakınına gelip birden durdu. Onun eyersiz çıplak sırtının iki tarafından aşağı sarkan iki el ve iki ayağı gören Tuğrul Bey:
“Ahh… Agöyli!” dediğini fark etmedi. Sonra da birden “Mää-mu-u-un!” diye bağırdı.
Tuğrul Bey’in en güvendiği hekimi ihtiyar al-Mamun derhâl Bey’in karşısında belirdi. Gelir gelmez de Tuğrul Bey’in kanamakta olan omzuna yapıştı. Ama Tuğrul Bey sağlam eli ile onu yavaşça itekleyip Agöyli’yi işaret etti.
Hekimin talebeleri hemen Agöyli’yi atın üzerinden aldılar ve yere yatırdılar.
Bu ihtiyar hekim Arap kökenli olup sonu al-Mamun ile biten uzun bir adı vardı.
Selçuklular da Türkmenceye uydurup ona “Mümin hekim” derlerdi, Tuğrul Bey ise o üzülmesin diye kendince Arapçaya yakın olarak “Mämun” derdi.
Al-Mamun denilmesinin de bir sebebi vardı. Hangi taraftan olursa olsun ağır yaralı birini gördüğünde yas tutardı. İşte, şimdi de Agöyli’nin yanına dizüstü çökmüş ağlayarak kendi dilinde bir şeyler mırıldanıyordu; kederinden göğsüne iki defa yumruğunu vurup dövündü, sonra sarığını parmaklarıyla kavrayıp buruşturdu.
Çağrı Alp:
“Vah, diyor, vah…” dedi.
Çağrı Alp’in hekimin söylediklerini tercüme etmeye başladığını Tuğrul Bey sonradan anladı ve meraklandı:
“Ne diyor?”
“Ah üzülüyor işte… ‘Böylesine güzel yiğide…’, ımm ‘ağırbaşlı yiğide kılıç vuranın eli kurusun!’ diyor. ‘Vah, buna ne yapmışlar!’ diyor. ‘Delik deşik’ diyor…”
“Peki, yeterli!” deyip Tuğrul Bey üzüntü ile derin bir iç çekti ve birdenbire omzundaki sancıdan dolayı yüzünü buruşturdu. “Hay… Gerçekten de, sağlam yerini bırakmamışlar… Başka ne diyor?”
İhtiyar hekim birden ağlamayı kesti ve dizüstü çökmüş hâlde Agöyli’nin göğsüne kulağını koydu, sonra onun bileğini tuttu ve gözkapaklarını kaldırarak gözbebeğine baktı. Birdenbire de temiz bir Türkmenceyle:
“Ya Allah’ım, medet senden! Merhamet et!” diye bağırdı. Agöyli’nin yüzünde sağ olduğuna dair bir emare olmasa da ihtiyar hekimin gözlerinde umut ışığı göründü.
“Mämun!” diyerek Tuğrul Bey seslendi. “Bu yiğit…” deyip Tuğrul Bey parmağını Agöyli’ ye doğru uzattı, “Ölmemeli, duydun mu beni? Bunun gibi yiğitlerin ardı arkası kesilmemeli, nesli tükenmemeli! İşittin mi?”
Biçare hekim, ne diyeceğini bilemeden derin bir iç çekip başını yere eğdi:
“Âmin!” dedi.
Al-Mamun, Agöyli’yi temiz bir döşeğin üzerine yatırdı. Aletlerini ve ilaçlarını alıp onun yanına çöktü. Önünü ardını çevirip yaralarının hepsini yıkadı, temizledi; merhem üstüne merhem sürdü, kanamasını durdurdu.
Yiğitlerin birkaçı ise bu esnada, al-Mamun’un buyruğu üzerine az ötede bir keçiyi kesmiş, derisini yüzüyorlardı.
Hekim, keçinin henüz buharı üstünde tüten postunu Agöyli’nin yanına serdirdi ve postun üzerine bir şeyler serpiştirip hemen Agöyli’yi derinin üzerine taşıttı. Önceki sürdüğü merhemleri temizleyip Agöyli’nin etrafını deri ile bebek kundaklar gibi sardı ve üzerine iki üç kere ip doladı. Bunu da az görmüş gibi Agöyli’nin ayaklarını da sıkıca bağladı. Başı da tamamen sargılı olduğu için Agöyli’nin artık ağzı burnu ve sımsıkı kapalı olan iki gözünden başka hiçbir yeri görünmüyordu.
Bir müddet sonra Agöyli’nin tüm bedeni aniden sarsılıp titredi ve sonra bir kez daha… Birdenbire Agöyli’nin gövdesi kıvrılıp öyle bir çırpınmaya başladı ki hekimin talebeleri iki taraftan elleriyle kavramış, onu güçlükle tutuyorlardı. Bu mücadele devam ederken, deminden beridir inlemeye bile mecali olmadan yatan Agöyli derin bir “ah” çekip can havliyle öylesine bir bağırdı ki hekimin talebeleri ne yapacaklarını bilmeyip panikle hocalarının yüzüne baktılar. Hekimin ise o an kılı bile kıpırdamıyordu; Agöyli’nin başucunda eğilip doğrularak sakin sakin kendi işiyle meşgul oluyordu.
Bu esnada beklenmedik bir olay oldu. Agöyli’nin baştan beri bir kenarda bitkin bitkin duran atı, sahibinin yürek burkan acı sesine başını kaldırdı ve birdenbire ağzını açıp hekime doğru atıldı. Üç dört yiğit birden ok gibi fırlayıp yerlerinden kalktı. Atın boynuna kement atıp onu yakalamamış olsalardı, bu olayın sonunun nasıl biteceği belli değildi.
Bir süre sonra Agöyli de sakinleşti, atı da. Agöyli’nin burnunun ucu yavaş yavaş terlemeye başladı.
Hekimin talebelerinden biri hocasının az evvel yere yuvarlanan sarığını kaldırıp ona uzattığı esnada kulağına fısıldadı:
“Bu zavallı hayvanın da yara almadık bir yeri yok gibi…”
Hekim bir yandan sarığını düzeltirken bir yandan da yürek burkan bir sesle konuştu:
“O da hiçbir yere gidemez… Onu da iyileştiririz. Dört ayağını da bağlayın hemen!
***
“Babayiğit Agöyli, nasılsın?”
Üzerinin keçesi, eşiğinin halısı ve örtüsü yukarı doğru kaldırılmış olan geniş kara çadırın içinde kendisi gibi ağır yaralılar arasında yatan Agöyli, tanıdık sese gözlerini açtı ve üzerine eğilmiş duran Tuğrul’un sevimli yüzünü zor bela tanıyıp “nasılsın” sorusuna karşılık olarak mecalsizce tebessüm etti.
“Padişah-ı âlem!” diyerek Tuğrul Bey’in yanındakilerden biri ona doğru seslendi ve sonra kulağına bir şeyler fısıldadı.
Agöyli, biraz şaşırmış hâlde etrafına bakındı.
Dünden önceki gün, Selçukluların Merv’de yapılan kurultayında Tuğrul’un oybirliği ile sultan ilan edildiğinden Agöyli’nin henüz haberi yoktu. Tuğrul’un yüz ifadesinden ve dış kıyafetinden de bu duruma dair bir şey anlamak mümkün değildi.
“Herhangi bir şeye ihtiyacın var mı, yiğidim?” deyip Tuğrul Bey, Agöyli’nin yanına tek dizinin üzerine çöktü.
Agöyli dudaklarını yavaşça kımıldattı. Hekimin talebelerinden biri ona doğru kulağını uzattı, sonra da saygı ile iki büklüm eğilerek Agöyli’nin yerine sultana cevap verdi:
“Atını soruyor, efendim!”
Tuğrul başını geri çevirip ardında duranlara baktı. Onlardan biri:
“Padişah-ı âlem, atın durumu iyi, yarışlara bile katılabilir!” dedi.
Agöyli’nin dudakları tekrar tebessüm etti.
“Vay be, cesur Agöyli, ben seni de yanıma alıp Irak’a, Şam’a doğru sefere çıkacaktım yahu… hadi bakalım hayırlısı olsun! Olmazsa arkamızdan yetişirsin!
Agöyli cevap olarak, gözlerinin içini gülümsetip yavaşça başını salladı.
“Hayır, kalırım dersen de, bak Çağrı Bey de seni dört gözle bekliyor… Her nerede olursan ol, bu mert başın sağ olsun!” dedi ve Tuğrul Bey bir elini kaldırarak arkasındakilere işaret edince, orada duranlardan biri koşarak gelip muhteşem bir kaftanı mükâfat olarak Agöyli’nin üstüne örttü. “Senin her yarana bir kaftan armağan etsek bile biz yine de borçlu kalırız.” diyerek Tuğrul sözünün devamını getirdi ve belindeki altın saplı, gümüş kınlı hançerini çözüp Agöyli’nin yastığının üzerine bıraktı. “Sen gerçek bir Agöyli imişsin. Adın yerde kalmasın, bey kardeşim!”
Arkada duranların tümü başlarını eğerek hükümdara ve de yeni beye saygı ve hürmetlerini gösterdiler.
Tuğrul, yaralıların hepsinin hâlini hatırını sorup geri çıkarken aniden durdu ve kara çadırın eşiğindeki halı örtüye baktı; sonra da ardına dönerek:
“Çağrı Bey! İkimizin arzu ettiği, hayalini kurduğu bir yurtta Agöyli gibi yiğitler kara çadırda yatıp kalkmamalı!” dedi.
Çağrı Bey başını eğdi.