Kitabı oku: «Kartal Pençesinde Bir Güzel», sayfa 4
Kuşluk vakti oldu. İhtiyarın tahmin ettiği yerde iri kuş göze ilişmedi. İhtiyar, kartalı başka yerde aramaya karar verdi ve kuş yuvalarının bulunduğu kayanın eteğinden geçip batıya doğru ilerledi. Üç dört yamacı aştı. Dağın iniş çıkışı onu oldukça yordu. Ancak kuş sevdasına düşen ihtiyar ara sıra bile durup etrafına bakınmadı, mola verip dinlenmedi. Onun tüm dikkati başı dumanlı, yüzeyi dümdüz kayanın üzerindeydi. Her ne kadar gözlerini kısarak baksa da kat kat yükselen taşların arasında bir hareketlilik görmedi.
O yine başka bir tepeye çıktı. Boz renkli taşların yüzeyine dikkatli dikkatli bakmaktan gözleri yoruldu. Hayal kırıklığına uğrayan ihtiyar, uzun süre başını öne eğip suratını astı. Sonra geri dönmek isteyip başını kaldırdığında gözüne uçup gelmekte olan küçücük bir karaltı göründü. Onun boyutu gittikçe büyüyordu. Sonunda, onun kayaya doğru gelen büyük bir kuş olduğu apaçık belli oldu. İhtiyar ilk başta onu akbaba zannetti. Ancak yanından uçup geçtiğinde bu koca boz kuşu hemen tanıdı. Gözlerini ayırmadan onun ardından baktı. Kartal, yalçın kayaların arasında kanat süzüp kendi mülkünü denetliyor gibi iki tarafa göz gezdirdi. Sonunda kondu. Koca kuş, yağmur ve karla yıkanan, rüzgâr ve güneşle ağaran taşların arasında küçücük kara bir nokta olarak zar zor görünüyordu. İhtiyar onun konduğu yeri iyice belirleyip eşyalarının bulunduğu yere geri döndü. Sabahtan beri kartalın peşinde koşturan ihtiyar bir yamacı aştı, iki yamacı aştı. Ayakları güç bela adım attı. Eşyalarını bıraktığı yerden mesafeyi oldukça açmış olduğunu şimdi fark etmişti. Durum böyle olsa da otura kalka, dinlene dinlene eşyalarına ulaştı. Çaydanlığı ateşe oturtup çay demledi, olan azığıyla akşam yemeğini yedi. Demli çay ve ateşte ısıtılmış sıcak ekmek, yorgun vücuduna uyku bastırdı. Pelen Avcı, eşeğin semerine dirseğini dayadı ve uykuya ne zaman daldığının farkına bile varmadı. O uyandığında vakit çoktan öğleyi geçmişti. İhtiyar, kartalla ilgili işini yine ertelemek zorunda kaldı.
Tan ağardıktan sonra Pelen Avcı eşeğini sıkıca bağladı. Onun koşun takımlarını ve semerini, kendisinin ufak tefek eşyalarıyla birlikte öbek hâlinde duran gür böğürtlenin üzerine bıraktı. Bir yere toplanıp bırakılan öteberinin altına yılan çıyan girebilirdi, belli mi olur! Akşamdan kalan ekmeği ve özel olarak getirdiği birkaç kulaçlık urganını yanına alıp dünkü yere gitmek üzere tekrar yola koyuldu.
İlk önce başı sivrilerek göğe doğru uzanan yüksek tepeye çıkmak zorundaydı. Oradan eşeğin sağrısı gibi duran kayaya bitişik sırta geçmek kolaydı. Ancak Pelen Avcı henüz o kuşun sadece bir kartal olduğunu biliyordu. Ama onun yuvasının olup olmadığından bihaberdi. Bu yüzden iç sesini dinleyip “Yahu, yuvası olmasa bu civarda ne işi var!” diye kendi kendine konuşarak gidiyordu.
Sonbaharın başı olmasına rağmen hâlâ güneşin sıcaklığı vardı. Gecenin serinliği yavaş yavaş kayboldu. Dik yokuşlar ihtiyarı çoktan terletmişti. En sonunda, alnındaki boncuk boncuk ter damlaları gözüne inip onu dinlenmeye mecbur etti. O “Ahh bu ihtiyarlık…” diye iç çekip başını salladı. Sonra yamaca çıkıp dizlerini büktü. Yamacın öbür yüzünde geviş getirerek güneşlenen bir grup boz geyik, yabancı karaltıyı görünce hemen kalktı ve dağılmadan sürü hâlinde kaçıp uzaklaştı. Avcının üzüntülü bakışları çekip giden güzel ceylanların ardından ok gibi atıldı.
İhtiyar, bu eşek sağrısını andıran yamacı dolanıp, tırmanarak kartalın bulunduğu kayanın zirvesine çıktı. Dağ başının temiz havasında nefes alıp duru gökyüzüne baktığında kendini sanki arşa uçup gidecekmiş gibi hissetti. Koca bir deniz gibi çalkalanan Karakum’a göz gezdirdi. Nedense ihtiyarın yüreğinin gizli bir yerinde garip bir hüzün hâli, köyünden ayrı düşmüş gibi bir duygu, hâsıl oldu. Kendi kendine konuştu:
“Bu gereksiz işten vazgeç sen, Pelen. Bu yaştan sonra evcil kuş edinip mezarının başına bekçi mi koyacaksın? Hadi, bir kuş edindin diyelim. O da Gıpık gibi densiz birinin tüfeğinin hedefine denk gelirse ya! O zaman ömrün boyunca böyle dağa taşa tırmanıp duracak mısın? Ayrıca daha da kötüsü, o korkunç canlıyla karşı karşıya kalmak. Her ne kadar uzakta olursa olsun, bir kartal yavrusunu gözünden ayırmazmış. Yuvaya ulaşmadan gelip yetişirse… Korkup geri de durmaz o. Vurur mızraklı pençesini. İşte uçup gittin, çöp misali. Bedeninden tek bir parça bile bulunmaz… Hayır, ne olursa olsun, niyetimden vazgeçmeyeceğim. Hem o biçarenin yuvası da hemen şuracıkta, el uzatıp yavrusunu almalıyım. Öküzün altında buzağı aramayayım.”
Kartal, çoktan uçup gitmişti. Yaklaşık üç dört kulaç aşağıda yuvası gözüküyordu. O yuvaya, cilalanmış gibi kaygan bir taşın üzerinden geçerek ulaşmak gerekiyordu. Yuvanın bir adam boyu kadar tam aşağısında insan eliyle özel olarak yapılmış gibi bir taş seki vardı. Bu sekinin üzerine bir inilebilirsen yuvayı avcunun içinde bil. Oraya sadece iple sarkmak mümkündü. Bu ise canını riske atmaktı. Çünkü ipten kaysan dibi görünmeyen yüksek kayanın yüzeyinde tutunacak çer çöp dahi yoktu.
İhtiyar, belinden urganını çözdü. İpi bağlamak için geniş halkalı demir kazığı, çatlamış bir taşın yarığına boylu boyunca çaktı. Onun halkasından ipi geçirip ayağını taşa diredi, iki eliyle silkelendi. Demir kazık kımıldamadı. İhtiyar boynunu uzatıp ineceği yere göz attı. Düz kayanın yüzeyindeki taş sekinin kıyısı bıçak sırtı gibi incecik göründü.
Avcı erzak torbasını, su kabını orada bırakmak istedi. Yine de kendi kendine fikir yürüttü: “Lazım olan taşın ağırlığı olmazmış. Bunları yanıma almakla ip kopacak değil ya.”
İpin bir ucunu beline bağladı, diğer ucunu da bağlamadan sadece sağ koluna doladı. Kayadan sallandıkça koluna doladığı ip çözülmeliydi. İhtiyar bu tehlikeli yolculuğuna son bir defa boynunu uzatıp baktı. Bomboş uzanan ürkütücü uçurum onu birden ürpertti. Ancak ömrünü tehlikeler içinde geçiren ihtiyar vazgeçmedi. Çaktığı kazığın sağlam olup olmadığını bir kez daha kontrol etti ve kaygan taşın yüzeyinden usul usul aşağıya sarkmaya başladı. Koluna doladığı ipin halkaları peş peşe çözülüyordu. İki üç kulaç sarktıktan sonra ihtiyarın ayakuçları el kadar bir taşa değdi. Bir müddet ona dayanıp kollarını dinlendirdi. Ağır gövdeyi ayakuçlarının üzerinde uzun süre tutamadı. O, kendisini tekrar aşağı bıraktı. Yuvanın dengine ulaştığında henüz tüyü bile bitmemiş bir çift kartal yavrusuna hevesli gözlerle baktı. Bu sırada ihtiyar, o sekinin üzerine indi. Eni boyu dört beş adım civarında olan koca taş sanki insan ağırlığından kopup düşecekmişçesine, ihtiyar onun üzerine yavaşça ağırlığını bıraktı. Nice yılların karı yağmuru, sıcağı soğuğu ile sertleşen taş zerre sarsılmadı. Eski masallardaki kanatlı insanlar gibi “gökte asılı” duran ihtiyar, yüksek kayanın eteğinden dünyayı huzurla seyretmek istedi. Geri döndü ancak deminden beri düz kayanın yüzeyinden başka hiçbir yere bakmayan gözlerinin birden uçsuz bucaksız boşluğa düşmesinden dolayı mıdır nedense ihtiyarın aniden başı dönüp sendeledi. Gövdesine hâkim olamayıp önce dizlerinin üstüne çöktü, sonra da ellerini sekiye dayayıp yan tarafına yığıldı. Sağ eline doladığı ipin en son iki halkası da gövdesinin ağırlığından çözüldü ve fırlayıp yukarı gitti. Bu sırada da ip yukarıdaki demir kazığın halkasından sıyrılıp düştü ve sekinin üzerine kıvrılıp uzandı. Lakin gözleri kapalı ihtiyar başına ne tür zorlu bir sınavın geldiğinden habersizdi. Bir çay içimlik süre öylece yattıktan sonra ağır ağır gözlerini açtı. Yavaş yavaş kuvveti yerine gelmeye başladı. İki eline dayanarak ayağa kalktı. Sırtını taşa yaslayıp uzun süre ufuklara baktı. Sanki nerede oturduğunun bile farkında değil gibiydi. Yan tarafında büklüm büklüm duran urgana gözü iliştiğinde bile hemen ne olduğunu anlayamadı. Birdenbire irkilip ürpermeye başladı. Çaresiz bir duruma düştüğünü anlayan avcı sanki çıyan şokmuş gibi sıçrayıp yerinden kalktı. İç çekip şaşkın gözlerini yukarı dikti. Ancak “Şimdi belaya gark oldun işte!” diye ikaz eder gibi üstüne abanıp duran kayadan başka bir şeye gözü ilişmedi. Kartal yavrusunu kafese koymaya gelen ihtiyarın kendisi, çıkar yolu olmayan ağa düşüverdi. O, ömrünün büyük bir bölümünü tamamladığını bilse de kalanını bir uçurumun üstünde geçirip emanet canını teslim edeceğini düşünmemişti. Gerçekten de bu taştan kalenin içinde yardım çığlıklarını kime ulaştırabilecek, kimden destek isteyecekti? Bağırsan da çağırsan da feryadına bir tek dağlar, vadiler cevap verecekti. Yaralı bir ceylanı kovalayıp gelen avcının biri tesadüfen halkalı demir kazığın üzerine denk gelmezse ihtiyar sanki “darağacına çekilmiş” ve “yere çivilenmiş” hâlde çürüyüp gidecekti.
İhtiyar birden daraldı, yüreğinde korkudan dolayı bir çarpıntı hâsıl oldu, avazı çıktığınca bağırası geldi. Fakat avcının panik hâli yerini, ihtiyarlığın verdiği olgunluk ferasetine bıraktı: “Eh Pelen! Başına gelen iş, sıradan bir iş değil. Kendi elinle kendini kuyuya attın. Eğer yaşamak istiyorsan çaresi ne? Şimdi kanat çırpıp uçamazsan bu kara taştan kurtulma ihtimalin de yok… Ah, dostlar! Hey, yolunu şaşırıp buralara gelen olmaz mı acaba? Belki olur, şimdilik ümidimi kesmeyeyim. Bugün yarın idare edecek ekmeğim de suyum da var.”
İhtiyar yandan askılı torbasını boynundan sıyırıp içindeki ikiye katlanmış ekmeği çıkardı ve tekrar geri koydu. Kalaydan özel olarak yapılmış mataradaki suyla kuruyan boğazını ıslattı. Yıpranmış abasını çıkartıp azık torbasının üzerine attı. Bu esnada o belalı kartal yuvası gözüne ilişti. Yuvadaki bir çift kartal yavrusu, bu yabancı canlıya gözlerini fal taşı gibi açarak baktı ve birbirlerine sokuldu. İhtiyar, bir an onlara elini uzatsa da aciz canlıları sıcak yerlerinden çekip almaya kıyamadı. Zavallı bir çocuğu görmüş gibi merhametli bakışlarını onlardan ayıramadı. Kayaya yaslanarak uzun süre durdu ancak onun hayalleri kim bilir nerelerde kanat çırpıyordu.
Nerede olduğundan bihaber ihtiyar, sonunda derin düşüncelerden sıyrılıp etrafına göz gezdirdi; baksa ki güneş çoktan dağın ardına sarkmış, alacakaranlık çökmeye başlamıştı. Şimdi boyu dört beş adım, eni ise iki kulaca yakın taraçada sabahı etmenin kaygısını gütmeliydi. O taraçanın üzerindeki irili ufaklı taşları bile temizleyip atmadı. İhtiyaç olur diye toplayıp bir kenara koydu. Ancak bu daracık yerde yatmanın korkusu ona rahat verir mi ki? Uyku sırasında yuvarlanıp kayadan uçma ihtimali de vardı neticede. O, beline ip dolayıp sımsıkı bağladı ve ipin bir ucunu başucundaki taşa geçirdi. “Ancak, anne kartal gelip gafil avlamasa iyidir. O, doğrudan insanın gözlerini gagalarmış. Sonrasında, neresini isterse kendi keyfine kalmış. Şimdi de kendi ayaklarıyla çıkagelen avını gagalar kesin.” İhtiyarın içi ürperdi.
Torbasını başının altına koyup sırtüstü uzandı, tekrar başını kaldırıp bir lokma ekmek aldı. Boğazından zar zor geçen kuru ekmeği isteksizce çiğneyerek gökyüzüne bakıyordu. Gökyüzü sanki sayısız yıldızlarını taşıyamayıp onun üzerine bırakıverecekmiş gibi göründü. Ancak ihtiyarın bu vaziyete gözleri alıştı, bu durumu kendine eğlence edindi. Tanıdığı yıldızları arayıp bulmaya koyuldu, onlar hakkında işittiği rivayetleri hatırlıyordu; kısacası düşüncesini başka tarafa çekmeye çalışıyordu. Her ne olursa olsun, ölümünü hatırlatan ağır endişe onu gecenin bir vaktine kadar uyutmadı. Sabaha yakın uykuya daldı…
Kuşluk vakti olduğunda karabasan çökmüş gibi sıçrayıp uyandı. Yavrularının yanına gelen boz kartal davetsiz “misafirin” üzerinde pervane olmuş uçuyordu. Yuvanın önünü kapatıp yatan bu karaltının ne tür bir mahlûk olduğunu anlamak ister gibi avcının yanından tekrar tekrar kanat çırparak geçiyordu. Sonunda karar verdi. Kanatlarını topladı ve yumak gibi kapanıp doğruca ihtiyarın üzerine inişe geçti. Kartaldan gözünü ayırmadan oturan avcı, paniklemeden derhâl bıçağını kınından sıyırdı ve hemen yerinden kalktı. Kartal, ayakta duran adama yine saldıramadı. Birden kanatlarını açıp hızla gökyüzüne yöneldi, oldukça yüksekte uçuyordu. Ancak kartalın bulunduğu nokta yakındı, yavrularını bırakıp gidecek yeri yoktu. O yüksek yüksek tepelerin üstünde kanat çırpıyordu, aniden gözleri kör olmuş gibi kanatlarını kapatıp yuvaya doğru iniyordu fakat insandan korkup geri çekiliyordu. Bu şekilde yavrularını koruyarak uzun süre uçtu. En sonunda çare bulamayıp ihtiyarın başucu tarafındaki sivri uçlu bir taşın üzerine kondu. Keskin bakışlarını avcının içinden geçirecek gibiydi. Onun başını dik tutup iki yana sallaması oldukça heybetliydi. Ancak avcıya gözü ilişince, nedense onun ihtişamı kayboluyordu. “Ey, cihanın hükümdarı insanoğlu! Ben kendimi tüm kanat çırpan özgürler âleminin sultanı sayıyorum. Senin bakışlarının yetişemeyeceği, mermilerinin ulaşamayacağı yerlerden avımı yakalayabiliyorum. Yüksek yüksek dağlarda, kumlu kumlu çöllerde dolaşan, süratte rüzgâr ile yarışan sürü sürü geyikler de ceylanlar da tavşanlar da benden korkup yere yapışır. Ancak senin karşında hünerlerim aciz. İnsanın kudreti daha fazla, hilesi daha çoktur. Lakin üstün olsan da iyi bil ki kartal sağken yavrularını elinden aldırmaz.” Onun heybetli bakışlarından bu mana anlaşılıyordu.
Ana kartal, deli cesareti gösterip zıpladı ve yuvanın ağzına kondu. Yavru sevgisi, annelik duygusu ölüm korkusundan üstün geldi. Anne, kendi canını hiçe sayıp yavrularına kavuştu. Bir ihtiyara; bir yuvasına bakıyordu. Sonra pençelerine kıstırıp getirdiği bir çift kekliği çabucak parçalayıp açlıktan ağızlarını açan minik kartalları beslemeye koyuldu. İhtiyar da ana kartalın bu sevimli hünerine hayran kalmış sakin sakin izliyordu.
Yavrularını besledikten sonra kartalın gözü tekrar ihtiyara dikildi. Yırtıcı kuşun keskin bakışı avcının içinden geçip gitti ama ihtiyar da kartalın kin dolu bakışlarına hiç çekinmeden gözlerini dikti. Gözlerle kurulan teke tek savaşta insanoğlu aciz kalmadı.
Pelen Avcı’dan gözlerini ayırmadan duran kartal “Bu beladan yavrularımı nasıl kurtarsam ki?” diye düşünüyor gibiydi. Her ne olursa olsun, böyle aylak aylak durmaktan bezdi. Ama uzaklara uçup gidemedi. Dolaştı, dolaştı tekrar yuvasına döndü. Avcı onu umursamıyor gibiydi ancak bıçağını da elinden bırakmıyordu. Kartal, ihtiyara dikkatli baka baka nihayet kendi yavrularına ondan bir zarar gelmeyeceğini anlamış gibi uzaklaşıp uçtu gitti. İhtiyarsa yine yalçın kayanın üzerinde tek başına kalakaldı.
O şimdi ne yapsın? Neyle ilgilensin? Dört bir taraftan üzerine abanıp duran düz kayalar, deve büyüklüğündeki koca koca taşlar, istemeden kafese düşen insanın çaresiz hâline oldukça seviniyormuş gibi görünüyordu. Bu vaziyet ihtiyarı huzursuz etti. Onun aklından sayısız düşünce gelip geçiyordu: “Ah, dostlar, şimdi iki taşın arasında esir mi kalacağım? Köyden arayıp soran olmaz mı ki? Arayıp bulurlarsa iyi de, fakat ya bulamazlarsa… Hayır, onlar beni mutlaka bulmalı, izim de bellidir. Ya da taşların arasında izim kaybolup gitti mi ki? Neyse umutsuz olmayayım. ‘Çıkmamış candan ümit kesilmez.’ demişler. Ancak kendime bir uğraş bulmalıyım.”…
İhtiyarın yeni “mekânının” etrafı tamamen kayalarla çevrili olsa da sekinin el uzanabilecek yerindeki koca bir taşın dibinde kurumuş çer çöp görünüyordu. Paniğe kapılan ihtiyar, onları önceden fark etmemişti. Sadece bir hamur teknesinin ağzı kadar olan küçücük alanda ot bitmiş olmasına hayret etti. Sonra sekinin üzerinde yattığı yerden elini uzatıp bıçağıyla orayı kurcalamaya koyuldu. Bıçak taşa değmedi, aksine nemli yumuşak kum çıkmaya başladı. Sırasıyla bir sağ elini bir sol elini kullanarak acele etmeden kazmayı sürdürdü. Bu meşakkatli işle gün boyu uğraştıktan sonra, sonunda topak tutmuş ıslak kum taneleri görünmeye başladı. Yitirdiğini bulmuş gibi, yorgun ihtiyarın kollarına kuvvet geldi. Oyuğun yukarısından bir soğuk damla aniden, biraz terlemiş olan eline damlayıp bedenini titretti. Çukurun dibini, yan taraflarını aceleyle yoklayan parmaklar ıslandı. Dağın nemli katmanlarından sızıp çıkan duru su damlaları parıldayarak aşağı sızıp yavaşça akıyordu. “Vay, Hasar’ın uzanıp yatan ufak taşlarına bile ayağın takılsa altından su çıkar diye söylerlerdi; hakikaten de aslı varmış.” Taşın arasından su bulduğuna kendi bile inanamayan ihtiyar, elini tekrar tekrar çukura sokuyor; her defasında da eli ıslanarak çıkıyordu. Çektiği zahmete değen Pelen Avcı’nın keyfi yerine geldi. Sanki buraya sırf su aramaya gelmiş gibi tüm derdi tasası birden yok oldu. Kısacası, o artık susuz kalmayacaktı.
İhtiyar, su kabını “pınarın” kaynağına denk gelecek şekilde bıraktı. Uzun süre damlayan damlalardan boğaz ıslatacak kadar su birikti. Boğazı kuruyan ihtiyarın artık beklemeye takati kalmadı. Turna gözü gibi berrak suyu ağzına doldurup içti. Dağın soğuk suyu ihtiyarın tüm bedenine cıva misali yayıldı, onun bitkin gönlünü şenlendirdi, yüreğine huzur verdi. Azık torbasındaki son parça ekmeğini çıkartıp iştahla çiğnemeye başladı. Sertleşen ekmeğin kenarları suyla karışıp aç boğazdan tıpkı ilik gibi kayıp geçiyordu…
Ertesi gün kartal geldiğinde önceki gibi çekinmedi, ürküp beklemedi. Gelir gelmez yuvasının ağzına kondu, getirdiği yiyecekleri yavrularına paylaştırmaya koyuldu. Ancak “Hâlâ kamp kurmuş yatıyorsun hey!” der gibi Pelen Avcı’ya ara sıra sakınmadan bakış atıyordu. Kendi görevini tamamladıktan sonra da “misafirinin” yüzüne dikkatli bakmadı. Kartal, uzaklara göz gezdiriyor; bir sonraki azığının kaygısını çekiyordu.
Kartal, kayadan yükselip yola koyulduğunda ihtiyarın yüreğinde garip bir endişe beliriyordu. İhtiyarlamış kalp, huzursuz çarptı. Özgürce kanat gerip giden kartalın uçuşuna yufka yüreği heves etti. Fakat onun kanatları kırıktı. Kötü düşüncelerden sıyrılıp dikkatini başka noktalara çekmek için, sekinin üzerinde iki tarafa gide gele adımlarını saymaya başladı…
Pelen Avcı, hanımına “Yarın öğlen gelirim.” deyip çıkmıştı. Doyduk Hanım gönlü rahat, sabırlı bir kadındı. Ava kendini kaptırdığında kocasının iki üç güne bile eve dönmediğini bilirdi. Ama onun bu defaki kadar çok geciktiği olmamıştı. Kendisi de “Üç güne kadar geri dönmezsem aramaya çıkarsınız.” derdi. Ancak bu defa dört gün geçti. Beşinci gün oldu. Gün kavuştu, karanlık çöktü, yatsı oldu, gece yarısını geçti. Avcı gelmedi. Gece boyu gözüne uyku girmeyip Pelen’i bekleyen Doyduk Hanım evde daralıp dışarı çıktı. Parlayan yıldızların ışığı altında dağ, bir karaltı şeklinde görünüyordu. Yüreğini endişe kaplayan Doyduk Hanım, gül yâri hayat arkadaşının yoluna bakarak bin bir türlü kötü düşünceye daldığından yeryüzünün aydınlandığını bile fark edemedi. Evine girdiğinde de gönlü rahat etmedi, durduğu yerde duramayıp ocağın etrafında gezindi durdu. Kime danışacağını düşünüyordu. Pelen Avcı’nın evlenmiş iki kızından başka yakın akrabası da yoktu; onlar da uzakta, çölde yaşıyordu.
Ancak Pelen Avcı’nın sevdiği tek bir dostu, akranı vardı; adına Nunna Ağa derlerdi. O da ömrünün çoğunu çobanlıkla geçirmişti. Artık iki oğlu büyümüş ve onun eğri değneğini elinden almışlardı. Fakat tüm ömrünü çalışarak geçirdiği için boş boş yatamazdı. Ot biçer, çalı keser, eşeğiyle odun taşırdı.
Doyduk Hanım beriden selam verip geldiğinde de Nunna Ağa çoktan bir yerlere gitmek için hazırlık yapıyordu:
“Aleykümselam Doyduk, sağlığın sıhhatin yerinde mi? Avcımız bu kez uzun süredir dönmedi, sanırım.” diyerek, Doyduk Hanım’dan önce davrandı.
“Evet, ben de tam bunu diyecektim, merakta kalıp yanına geldim. Yarın gelirim deyip gitti. Bugün, tam altı gün oldu. Kötü bir şey olmasa bu kadar gecikmezdi. Dünden beri kalbim bir tuhaf atıyor. Başına bir bela gelmediyse iyidir.”
“Aaa, kötü bir şey yoktur. Eli boş gelmeye içi el vermediğinden ceylanların peşinde koşturuyordur. Ama sen vesvese getirme aklına. Ne yapmak gerekirse biz çaresine bakarız. Sen rahat ol.”
“Peki, tamam, size zahmet olacak. Muhtemelen kartallı kayaya gitmiştir.”
Doyduk Hanım evine döndü. Nunna Ağa dostunun başına bir hâl geldiğini hissedip işini bıraktı. Doyduk Hanım’ın endişesi, şimdi onu da huzursuz etmişti. Köyde sözünün geçtiği kişilere danışmaya çıktı. Avcıyı aramaya çıkmaya karar verdiler.
Onlar, biri eşekli üç kişi olarak öğleye doğru köyden ayrıldılar. İkindi olduğunda vadiye girip mola verdiler. Dinlenene kadar hava karardı. Aysız gecede iz sürme imkânı yoktu. Onlar sabah olunca ne yapacaklarına karar vermeyi uygun gördüler.
Şafak söktü. Onların her biri bir tarafa yöneldi. Nunna Ağa vadinin içini arayarak gidiyordu. Arkadaşlarından ses ulaşma mesafesi kadar arayı açtığında önüne eşeğin leşi çıktı. Kurtlar onun kellesi hariç her yerini keyifle didik didik etmişlerdi. Onun ayağına bağlanan ip bile çözülmemiş, diğer tarafında ise eyeri duruyordu. Nunna Ağa, eşeği kafasından tanıdı. Seslenip çağırması üzerine arkadaşları da onun yanına geldi. Nunna Ağa kendi fikrini söyledi:
“Arkadaşlar, Pelen’in binip gittiği eşek, işte bu. Bu leşin üzerinden epey süre geçmiş olmalı, değilse böyle kurumazdı. Pelen de kısa süre dolaşıp gelme niyetiyle gitmiş ama dönmemiş. Eğer yaşıyor olsa eşeğini kurtlara yem etmezdi. Muhtemelen, şu kayaların bir yerinden yuvarlandı. Ancak ne olursa olsun, her şeye hazırlıklı geldik; yakın civarı iyice arayalım. Bir yerlerde sakatlanıp kalmış olabilir.
Kayıp avcıyı arayanlar, o gün de sonraki gün de bir sonraki gün de dağda kaldılar. Onların çıkmadığı yokuş, aramadığı vadi kalmadı. Ancak kayıptan iz bulunamadı. Taştan taşa, yamaçtan yamaca tırmanıp ayakları, elleri kabarmış ve mosmor olmuş üç adamın bağıra bağıra sesleri kısıldı ancak dağlar, kayalar cevap verse de kayıp avcı cevap vermedi. Nunna Ağa, arkadaşlarının konuşmalarından ve tavırlarından onların artık köye dönmek istediklerini anladı: “Böyle dolaşıp durursak bizim de leşimizi bulmaları külfetli olur.” Yakın dostunun, akranının cesedini bulmadan eve gitse Doyduk Hanım’ın yüreğinde onulmaz yara açacağını Nunna Ağa biliyordu. Ama arkadaşlarının da gönlünü kıramadı.
Ancak bulunmayı bekleyen ihtiyar dünyadan bihaber, gece gündüz kayanın kucağında, kurtulmanın yollarını arıyor; çare bulamıyordu. Fakat tek bir dakika bile umudunu elden bırakmıyordu.
“Misafirine” yüz vermeden gittiği günün ertesi, kartal ganimetle geldi. Pençesine sıkıştırıp büyük bir tavşan getirdi. Yine “misafirine” merhamet etmeden “başköşeye” geçiverdi. Yuvasının ağzına silkinip yerleşti ve getirdiği azığı paylaştırmak için leşe gagasını vurdu. O anda da pençesinden kurtulan tavşanın leşi, kartalın gagasından fırladı ve Pelen Avcı’nın yanına pat diye düştü. Kartal onun peşinden zıplayacak oldu ama duraksadı. Gözlerini oynatarak ihtiyarın yüzüne dikkatlice baktı. “Avımı geri ver, yoksa…” diye tehdit savurur gibiydi. İhtiyar acele etmeden belinden bıçağını çıkardı ve tavşanın etini doğramaya başladı. Sonra da parçaladığı etleri tavşanın derisine sarıp yavaşça yerinden kalktı. Kendisinden ürküp geri çekilen kartala dikkat bile etmiyordu. Adamın bu tavrına kartal şaşkın şaşkın bakıp ne yapacağını bilemedi, onun elinden eti çekip alma fikrinden vazgeçti. Bu esnada da kendisine doğru uzatılan bir parça et kartalı iyice şaşırttı. Tereddüt ede ede adamın elinden et parçasını çekip aldı ve doğruca ağzına attı. Pelen Avcı, kartalları besleyip kendine bıraktığı bir lokma eti boğazından geçirebilmek için dermansız gövdesini yere bıraktı. Onun her daim yanında taşıdığı ağzı büzülmüş beyaz renkli tuz torbası, bu kötü günde de çok işine yaradı. Tuzlu çiğ eti başta midesi kaldırmayacak gibi oldu. Gittikçe aç damarların ağzı açıldı ve tuzlu et dünyanın en lezzetli yemeğine dönüştü.
Böylece, yavuz insanla kartalın karşılıklı yardımlaşma serüveni başladı. İhtiyar, kartal yavrularına su veriyordu, onları eline alıp okşuyordu, onlarla “konuşuyordu”. Ana kartalın getirdiği “çeşit çeşit” leşleri paylaştırıyordu, kendisi de onların ucundan ölmeyecek kadar yiyordu.
Pelen Avcı’dan iz bulamadan dönen kişiler onun evine yas götürdü. Gece gündüz gariban Doyduk Hanım’ın sesi dinmedi. Tek dayanağını, hayat arkadaşını yitiren biçare kadın ağlayarak feryat ediyordu: “Ah Tanrı’m, ömür boyu garip bırakmayı az mı buldun? Her insanın ölümü gibi bir ölümü de ona reva görmedin. Hani senin keremin, hani sende adalet? Gözlerim kör oldu, kapılarım kapandı. Nerelerde feryat edeyim, nerelerde ağlayayım? Aslan Pele-nimi kaybettim, gül bahçemi soldurdum.”
Ne olursa olsun, hayat insana kendi istediğini yaptırıyor. Matemli yüreğe yavaş yavaş sakinlik gelmeye başladı. “Ahh ne oldu?” diyerek gelen kadınların yanında kendini tutamasa da artık Doyduk Hanım ağlamalarını kesti. Can çıkmadıkça geçim derdi devam ediyordu. Başkasının kapısına varıp el açmak olur mu? Doyduk Hanım geçinmek için onun bunun işlerini yapmaya başladı.
Bir gün yanına Nunna Ağa gelip hâlini hatırını sordu, köydeki yeniliklerden haber verdi.
Köyümüze şehirden bir grup adam gelmiş. Kim fakir, kim zengin sayacaklarmış. Yurdun idaresini yoksullar ele geçirmiş diyorlar. Onlar fakir fukaranın yanında olan bir hükümet kurmuşlar.
Bu büyük haber, kalbi kırık biçarenin kulaklarına hoş gelip onu mutlu etmedi. Derin bir nefes alıp işittiği haberle kendi iç derdine yandı:
“Garibanın yanında olan bu dostlar, bahtı kara Pelen’in dönemine denk gelmedi.”
Nunna Ağa yalnız kalan biçare kadının, kaybolan ihtiyardan başka hiçbir şeyle ilgilenmediğini anlayıp asıl gelme sebebini söyledi:
“Geçen gece arkadaşım rüyama girdi. Doyduk, eğer kabul edersen ben kapımdaki keçiyi alıp geleceğim. Onu kurban keselim. Sağ ise başının sadakası olur, değil ise…”
Boğazı düğümlenen Doyduk Hanım’ın dili dönmedi. Yeni kurumaya başlayan gözlerinin pınarından akan damlalar buruşmuş yanaklarından aşağı yuvarlandı. Şalının ucuyla gözlerini silip derin bir iç çekti ve fısıldar gibi konuştu:
“Pelen’e hürmet edene Allah da hürmet etsin. Biz de gün gelir karşılığını yaparız desem yalancı çıkarım, Nunna. Oğlunla, kızınla mutlu ol. Ancak Pelen’i bu kapıdan ebediyete uğurlamadığımdan onun ecelinin geldiğine de bir türlü inanmak istemiyorum. O sağdır. ‘Pelen sağ salim gelsin.’ diye adakta bulunup kes keçini. Böyle yaparsan gönlüm rahat edecek.”
“Benim de asıl niyetim bu.” deyip Nunna Ağa hemen kalktı…
Tuzağa düşen ihtiyarın ise zor günleri birbiri ardınca geçip gidiyordu. Ama sırtı “yüklü” geçiyordu. Kartalın getirdiği leşlerden, aslında, ölmeyecek kadar yiyordu. Ancak bir iki defa kartal “misafirini” kurbağa ve fare leşi ile ağırlamıştı. İhtiyarın tüm içi dışına çıkmıştı. Buna rağmen yiyeceğe iştahla saldıran kuşlara imrenerek tahammül etmiş ve kendi payını boğazından geçirmişti. Ancak bu tuzlu etler ihtiyara kuvvet vermiyordu, aksine günden güne onun takati kesiliyordu. Yerinden kalksa hemen başı dönüyordu, üzerine yalnız olmanın hüznü çöküyordu.
Uzaklardan ganimetle gelen kartala gözü iliştiğinde ihtiyarın kervanı ticaretten gelmişe döner; canlanır, ayağa kalkardı, misafirperver kuşu karşılardı. İnsana iyice alışan kartal, kendi getirdiği azığının ihtiyar tarafından paylaştırılmasına hayran kalıp izlerdi. Üç kuş ile bir insan aynı “sofradan” yemek yerlerdi. İhtiyar, uzun süre ayakta durmaya gücü yetmediğinde sekinin üzerine uzanırdı; anne kartal da hüzünlenen ihtiyarın gönlüne teselli vermek ister gibi onun yanına zıplayıp konardı ve ufuklara bakıp dalardı. Pelen Avcı onunla “sohbet” ederdi: “Mert kuş olduğunu işitmiş olsam da bu kadarını tahmin etmezdim. Ben senin yavrularına kastetmek için çıkıp geldim ama sen onların boğazından kesip beni besliyorsun… İnsanlardan daha cömert hayvanlar da varmış. Pinti Hesip Bey de kendisini adam zannederdi. Fakat o halkın gariban evlatlarının ağzındakini çekip alırdı.”
Her ne olursa olsun, kartal insan değil; adamın dilinden anlamıyor, dostluk hasreti çeken ihtiyarın sözlerine cevap vermiyordu. Bu yüzden de avcı kendi kendine konuşuyor, başından geçen zulümleri hatırlıyor, cefalı ömrünün tek tük de olsa güzel geçen günlerinden sohbet açıyordu. Derin düşüncelere dalan ihtiyar “sohbet arkadaşı” kartalın çoktan uçup gittiğini ise sonradan fark ediyordu.
İhtiyar her gün tan ağardığında sabırsızlıkla taşın yüzeyine bıçağının ucuyla bir çizgi çekerdi. İşte, bu gün de o işle meşguldü. Uzun bir sıra oluşturan çizgileri baştan sona sayıyor… Bir, iki… Beş, altı… On yedi, on sekiz… Yirmi yedi… Otuz bir, otuz iki, otuz üç. Bugün, tam otuz üçüncü gün!
İhtiyara gün hesabının her bir çizgisi kısalan ömründen giden bir gün gibi geliyordu. Bu yüzden bu gün de o, çizgilerin sayısını kafasında defalarca evirip çevirip derin düşüncelere daldı. Ta “ticaret kervanı” gelene kadar keyifsiz keyifsiz yattı.
Kartal yavruları da gittikçe büyüyordu. Onlar artık yeni yeni uçmaya başlamışlardı. Kendi kafalarına göre uçup giderlerdi ancak yine de anne kartaldan önce yuvaya dönüp gelirlerdi. Çünkü henüz anneleri onlara “izin” vermiş değildi. Yoksa onların boyu annelerinin boyundan kısa değildi. Kısacası, onların buradan ebedî olarak pılı pırtılarını yüklenip gidecekleri vakit yakınlaşıyordu. İhtiyar bunu fark etse de gönlüne kaygı getirmemek isteyip teselli bulmaya çabalıyordu. Buna rağmen beyninin içinde serbestçe at koşturan bu endişeli, kederli düşüncelerden sıyrılmasına fırsat vermiyordu.
Gerçekten de kartallar yanından göçüp gitse yapayalnız kalacak olan ihtiyar, çıplak kayanın yüzeyinde varlığını nasıl sürdürebilecek ki? Kim ona yoldaş olacak ki?
Öğlene doğru anne kartal, pençesinde tavşanla geldi. Paylaşıp yemek yediler. Karnını doyuran genç kartallar uçmaya alışmış olduklarını göstermek ister gibi gökyüzüne yükseldi. İhtiyarın yanında oturan anne kartal yavrularının vadinin üzerinde kanat süzüşünü izliyordu. Onun sağrısı ihtiyarın omuzlarını bile geçiyordu, küçük sivri bir küp kadar olan başı da ihtiyardan daha uzun görünüyordu. Demir tırnaklı koca pençelerinin incik kemiği insan bileğinden ince değildi. İhtiyar, onun bir kanadının ucundan tutup kenara çekti; bir buçuk kulaç kadar uzayan kamış büyüklüğündeki kanat avcının tüm göğsünü, yüzünü kapattı. Tam bu esnada ihtiyarın kederli kalbinde umulmadık yere sevinç kıvılcımları şimşek olup çaktı. Pelen Avcı, kartalın kanadını bırakıp onu bağrına basmak istedi. Fakat kafese alışmamış özgür kuş itekledi, dermansız adam karnından iteklenir iteklenmez sırtını sertçe, taşa çarptı. Sevincinden ağrı sızı hissetmedi. Aksine yerinden kalkıp avazı çıktığınca bağırıp kayaları, vadileri inletesi geldi: “Özgürüm! Özgürüm! Ben artık özgürüm!” Ancak takatten düşen yaşlı beden dediğini yapamayınca o sadece kartalın koyu boz renge bürünen tüylerini sevgiyle okşamakla yetindi. Böyle yaparken birden hüzünlendi ve hıçkırıklara boğuldu.
Annelerinin sınavından geçen genç kartallar, ihtiyarın yanına dönüp geldikten sonra büyük kartal çok geçmeden her zamanki yoluna düşüp gitti.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.