Kitabı oku: «Kartal Pençesinde Bir Güzel», sayfa 3
KAYADAN GÜÇLÜ
Türkmen yurdunun güneyindeki, kimisi alçak kimisi yüksek kayalarla bezenmiş koca koca dağlarında kim bilir nice olaylar yaşanmıştır! Yazarların, şairlerin övgüsüne mazhar olmuş “âlemin güzelliği, dünyanın dayanağı, göğün direği” olan bu dağlar, bunca asrın çekişmeli günlerinin sağır ve dilsiz tanığıdır. Bu dağlarda insan için huzur da var korku da. Yolunu kaybetmiş susuz bir yolcu, dağın duru pınarlarından susuzluğunu gideriyor; bu dağların serin vadilerinde gölgeleniyor, türlü türlü meyveleriyle karnını doyuruyor. Bir başkası dağda bir yırtıcıya denk gelip ya da kayadan uçup helak oluyor. Yine bir diğeri ise sert kış günlerinde dağın hiçbir yerinde kendisine sığınacak bir barınak bulamayıp soğuğun acımasız pençesinde kurban oluyor… Eğer dağlarımız dile gelse belki de ömürlerinin her bir günü için bize ilginç ve eğlenceli ya da hüzünlü bir olayı anlatırdı. O zaman, belki de, biz aşağıda anlatacağımız bu hikâyeyi dağın kendi “ağzından” dinlerdik.
I
Kırağı kaplanmış yüce başını gökyüzüne uzatan Hasar Dağı, karanlığın muhteşem kaftanını omuzlarından yeni sıyırmaya başlamıştı. Onun bağrını mesken tutan mahlûkat da tan ağarmaya başladığında uykudan uyanmış, her biri çoktan kendine has yiyeceklerden aramaya çıkmış, her zamanki işi gücüyle meşguldü. Dağın kaygan taşları arasından doğan pınarlar, seherin nurundan güç alırcasına dörtnala koşturuyordu. Bu pınarlar, suyun çarpıp parladığı küçük taşların kulağına bir şeyler fısıldıyormuş gibi şırıl şırıl çağıldıyordu. Yılın dört mevsiminde de yemyeşil kalan muhteşem çam ağaçları, dallarının her birini seherin şirin rüzgârında hışırdatıyordu.
Yeryüzü aydınlandığında, kayanın eteğinde bir mağara karaltısı göründü. Oradan uzun boylu, iri yarı bir adam çıktı. Orta yaşı geçmiş; servi boyu cüsseli gövdesine yakışan; uzun yüzlü bu adamın sivri burnu, dolgun dudaklı kocaman ağzına doğru uzanıyordu. Gür sakalı, beyaz keten gömleğinin yakasından ve kollarından fışkıran tüyler onun kıllı bir adam olduğunu gösteriyordu. Mağaradan kanat çırparak çıkan koca kuş, adamın omzuna konup “Hadi, kahvaltımı versene!” der gibi sahibinin yüzüne gözlerini dikti. Sonra da ağzına uzatılan iki parça etin birini hemen yuttu ve diğerini de gagasıyla kavrayıp yere kondu. O adam ehlileşmiş kartalın yemeğini yemesiyle ilgilenmeyip kayalara göz gezdiriyordu. Sakince durup yavaş yavaş etrafına bakınmasından onun bu civarlarda birçok defa bulunduğu ve buraları kendine patika yaptığı anlaşılıyordu. Ancak onun derviş misali yersiz yurtsuz yaşayıp, bu mağarada yatıp kalkması nedendir acaba?…
Bu adamı, dağla arası çok da uzak olmayan berideki kalabalık köyde büyükten küçüğe herkes tanırdı. Köyde onun bilinen ismi Pelen Avcı idi. Kaplan derisini sürükleyerek geldiği zamanlar da olmuştu. Böylesine maharetli bir kişi olduğundan Nuryağdı Bey’e halk Pelen Avcı diyordu. Yirmi otuz yıldan beri avcılık onun mesleğiydi. İhtiyar avcı, elinde tüfekle bu dağın çoğu yerini adım adım gezmişti. Bu mağara da onun bozkırdaki “eviydi”. Avlanamadığı zamanlarda bu “evinde” yatar kalkardı. Bugün mağaradan çıkmasının sebebi de buydu. Ancak onun bütün geçimini avcılığa dayandırmasının da uzun bir hikâyesi vardı…
Yirmi beş yaşına kadar sekiz yıl boyunca Hesip Bey’in koyunlarının peşinde koşturmuştu. Bey, onca davar sürüsünün sayısını parmakla sayarcasına hesaplayabiliyordu; hatta yetim kuzuya kadar hepsi aklındaydı. Hesip ismi de bundan dolayı kalmıştı. Bunca zenginlik içinden bir tek hayvan bile ölse kendi canı gitmiş gibi üzülür, kızardı. Çobanın yedi sülalesini bırakmadan hakaret eder, her gördüğünün yanında yas tutar, çaresiz günlere düşmüşe dönerdi.
Bir defasında, bu civarda daha evvel hiç görülüp işitilmedik bir tufan koptu. İlk önce kara bir yel geldi, sonrasında da şakırdayıp sağanak oldu; dereler dolup taştı, sel aktı; dağdan koca koca taşlar selle devrilip sürüklendi. O tufanlı günde beyin yoz koyunlarından on on beşi kaybolmuştu. Çoban günlerce aradı, kayıp koyunların üçü dışında diğerlerini buldu; ancak üç kısır şişek ortada yoktu. Çoban ne kadar bağrını parçalasa da onlardan iz bulamadı. Üç koyunu bulamadan köye gitse oraya varır varmaz köpek gibi kendisine saldırılacağını çok iyi biliyordu. Fakat her yeri arayıp bulamayınca başka çaresi kalmadı.
Hesip Bey, çobanın korkusunu haklı çıkardı. “Üç hayvandan hiçbir iz yok, ağa!” sözlerini işitir işitmez, beyin fareninki kadar küçücük olan gözleri fal taşı gibi açılıp baykuşun gözlerine döndü; tıpkı karabasan çökmüş gibi dili tutuldu. Bir anda odun yutmuş gibi kaskatı kesildi. Sonra da öfkesini bastırıp başını salladı; bir şeyler diyecek oldu ancak yine dili dönmedi. Son nefesi boğazına gelmiş gibi aceleyle bir şeyler aradı. O an, eline ocağın başında küle bulanmış maşa ilişti. Bey tıpkı kudurmuş gibi maşayı sertçe çobana fırlattı. Maşa çobanın alnına isabet edip kapının önüne düştü. Çoban alnını tuttu, bir müddet gözünü açamadı. Başı dönüp gözü karardı. İçinden “Bu alçağın boğazına yapış da canını cehenneme gönder.” diye geçti. Ancak yine de aklını başına devşirip sakinleşti. Taş kesilmiş kurbağa misali veryansın eden bey ile aşık atamayacağını anladı. Ayrıca zamanda da hanımı ve oğlu küçük Meret gözünün önüne geldi. Bu insanlıktan çıkmış yaratık için hanımını ve tek çocuğunu sahipsiz, yetim bırakmaya gönlü el vermedi.
O sırada “Korkan üste çıkar.” misali davranan Hesip Bey, çobanın alnındaki aşık kemiği kadar şişkinliği görüp tehditler savurdu:
“Ah! Vücudunda o hayvanların her bir kılı için bir şişlik yapsam da içim soğumaz, haramzade!”
Son söz çobana maşadan da sert dokundu. Hırsından dudaklarını ısırıp derin bir nefes aldı ve birilerinden yardım bekler gibi kapıya göz gezdirdi. Ama ağzından salyalar akıtarak yatan yaşlı köpekten başka hiçbir şey görmedi. Bir kez daha dolup taşan öfkesini bastırarak aklını başına devşirdi. Onun ağzından çıkan sözler alev olup yakıyordu:
“Hesip Bey! Ben senin kendi bitini yiyecek kadar cimri olduğunu bilirdim. Ancak üç leş yüzünden böyle yüreğine kor düşeceğini tahmin etmezdim. Artık benim için senin şu kapıda yatan yaşlı köpekten zerre kadar farkın yok. Bu yüzden de sürülerini al da başına çal. Şu an seninle hesaplaşmaya gücüm yok. Ancak bir gün maşanın tadını sen de tadarsın inşallah. İnsafsız, o üç şişek yüzünden benim hakkım olan ücreti keseceğini de adım gibi biliyorum. Lakin ‘Çobanın hakkı, belanın okudur.’ er geç helalleşmek zorunda kalırsın.”
Son sözlerini söylerken gözleri fal taşı gibi açılıp dişleri sıkıldı.
Nuryağdı’nın bu çıkıp gidişi son oldu. Beyin koyunlarının peşinde çarık eskittiği son üç yılın hakkı olarak kazandığı dört zayıf koyunu da kapısına eski yamağı getirip bırakmıştı.
Bundan sonra Nuryağdı geçim sıkıntısı çekip çok düşündü. Başka bir gözü dönmüş beye çoban dursa yine önceki gibi olacaktı. “Domuzun akı ne, karası ne! Al birini vur ötekine! Hepsi de aynı!”. Çiftçilik yapayım dese tarlası yoktu, olsa bile onu sürüp işlemeye araç gereç gerekti. Ne yapmalıydı?
Günler peş peşe geçip gidiyordu. Nuryağdı yan gelip yatmaktan fayda gelmeyeceğini bilse de bir çaresini bulamıyordu. Fakat bir gün evinde sırtüstü uzanıp düşüncelere dalmış yatarken evin kirişinde asılı duran tek namlulu tüfeğine gözü ilişti. Bu tüfek ona babasından kalan yadigârdı. Meraya giderken daima yanında taşısa da onunla henüz hiç avlanmamıştı. “Boş yatacağına odun yak!” dedikleri misal “Ben de böyle kıvrılıp yatacağıma bir etrafı dolaşayım.” deyip tüfeğini sildi, namlusunu temizledi, mermi doldurdu. Yuvarlak bir tandır ekmeğini ikiye katlayıp basma mendile sararak beline bağladı ve tüfeğini omzuna asıp dışarı çıktı. Bir müddet duraksadı, sonra da “Neredesin ey başı dumanlı dağlar!” deyip güneydoğu istikametine doğru yola koyuldu.
Onun ilk avı bereketli geçti. Kurşungeçirmez kadar gür olan ormanla kaplı vadiden çıkıp yukarı doğru tırmanmaya başlamıştı ki sağ taraftaki yamacın üzerinde boynuzları kıvrım kıvrım yaban koçu göğüslerini kabartmış, vadinin yukarısından bakıyordu. Vadideki pınara su içmeye gelmiş olmalıydı. Ancak ansızın atılan mermi tam yanağına isabet etti. Bu dağdaki çeşit çeşit otların çiçekleriyle beslenen semiz koç, hava basılan top gibi yerden bir kulaç yukarı zıpladı ve sonra yuvarlanıp aşağıya düştü…
Böylece Nuryağdı, çobanlığın eğri değneğini tüfekle değiştirdi. Avcılık onun mesleği olarak sürüp gitti. Avı bereketli olduğu zamanlarda ailesinin ihtiyacından artakalan ceylan etini buğdayla, unla değiş tokuş ederdi. Nadir bulunan etlerden canı çekip parasını ödeyen kişi çıkarsa vurduğu geyiği bütün olarak da satardı. Böylece, kışlık erzakını da temin ederdi.
İşte, bugün de Pelen Avcı için o eski günlerden biriydi. Mağaranın önünde durup sağ elini gözlerine siper etti ve dağın eteklerine göz gezdirmeye başladı. Henüz yeni doğmuş olan parıltılı güneşin ışıkları altında, rengârenk örtüye bürünmüş yüksek dağın güzel manzarası onun gözünün önünden bir bir geçiyordu. Kıvrım kıvrım yamaçlar; elle dikilmiş gibi sıra sıra çam, meşe, incir, nar ağaçları; küme küme duran kara kütükler; dağın eteğinde koskoca mavi bir halı serilmiş misali görünen gür böğürtlenler; ucundan kopartılmış keteyi andıran kat kat kayalar, koca koca taşlar, kimi yerlerde ise çocukların sesiyle neşelenip çalmaya hazır “dutarlı” sarmaşık güller… Birden avcının gözüne, yeni emeklemeye başlamış yavrusunu peşine takmış otlamakta olan ceylan ilişti. Avcılık içgüdüsü onu hemen tüfeğine sarılmaya mecbur etti. Pelen Avcı bu iki ceylanı isabetli atış alanına sokmak için gizlice onlara doğru yöneldi. Sahibinin hünerine alışkın olan avcı kartal da özel bir işaret beklemeden onun yanında seke seke ilerledi.
Yavrusunun çabalayarak küçük otların ucunu koparmasından haz alan anne ceylan bu esnada canına kıyılacağından habersizdi. Avcı iri ağır gövdesine dayanarak çok yavaş ilerliyordu. Taştan taşa atlayıp, bazı yerlerde de tırmanıp arayı kapatıyordu. Onun niyeti, ceylanın tam karşısında duran taşı kendisine siper edip atışını gerçekleştirmekti. O taşın ardına varıp nefesini ayarladı. Taşın dibinde sahibi ile aynı anda hazır konuma geçen kartal çoktan kendi avını göz hapsine almış çırpınıyordu. Onun gözlerinde “Annesini vur da yavrusunu bana bırak!” der gibi bir ifade belirdi. Avcı, kalpağını çıkardı; taşın üzerinden fark ettirmeden sakince ceylanı gözetledi. Ceylan serbestçe otlanmaktaydı. Yeşil çimenle minik karnını şişiren yavrusu keyifli keyifli zıplayıp kendi kendine oynuyordu. Bir bakmışsın zıplayıp annesinin yanına varıyordu, ona sürtünüyordu, ayağına dolaşıyordu; bir bakmışsın koşturup otların ucunu kokluyordu, başını kaldırıp bir yerlere bakıyordu. Sonra yine gelip annesine sokuluyordu. Annesi de güya yavrusunu bağrına basıp yüzünden, gözünden öper gibi ağzını yavrusunun yüzüne, boynuna sürüyordu. Bunu ölüm öncesi, annenin yavrusuyla vedalaşması diye düşünmek de mümkündü. Çünkü namlunun ucu çoktan bu zavallı hayvana doğrultulmuş, tüfeğin tetiği de işaret parmağının tek bir hareketine bırakılmıştı. Ancak tetiğe basılmadı. Avcı neyi bekliyordu? Niçin ateş etmiyordu? O tek bir mermiyle iki hayvanı da avlayabilirdi aslında. Ama tüfekten ses çıkmadı. Aksine, avcı tüfeğini geri çekip gövdesini birden yere bıraktı ve kalın köklü koca bir peline yaslanarak derin düşüncelere daldı. Yumruğunu yanağına dayayıp, anne ceylanın oğlağını sıcak şefkatiyle doyurup onun ruhunu okşamasını taşın kıyısından izliyordu. Taşın ardında görünen insan kafasını fark edince ceylan ürküp, kaçıp gidecek oldu. Fakat birdenbire avcı ile göz göze geldi ve büyülenmiş gibi şaşkın şaşkın donup kaldı. İki gözbebeği birbirinin içinde şimşek gibi çaktı, avcının tüyleri diken diken oldu, sonrasında da ter bastı. Alnını ayasıyla tutarak başını salladı. İçinden “Ey kurban olduğum Allah’ım, ne oluyor böyle acaba? Kaplan ile karşı karşıya geldiğimde bile böylesine aciz kalmamıştım? Yoksa insan yaşlandıkça yufka yürekli mi oluyor ki?” diye geçirdi. Birdenbire hançer saplanmış gibi yüreği sızladı. On iki yaşında kızamıktan ölen oğulcuğu gözlerinin önüne geldi. “Hayır, ben bunun vücuduna hançer saplamamalıyım. Bırakayım, yavrusuyla mutlu olsun. Baksın, büyütsün, yoldaş edinsin. Hem ceylan dediğin hayvan zarif, güzel, hoş bir canlıdır. Baksana, onun teninin yaldızla bezenmiş gibi parlayışına. Bugün benim elim silah tutabilecek değil.”. Talimatını sabırsızlıkla beklemekte olan kartalını yavaşça kucağına aldı ve başını, tüylerini okşayarak “Sen de, Algır’ım, beni affet. Ben senin ayağına gelen rızkını kesiyorum. Çoktan beri yoldaşım, cesur yarenim olduğundan sen benim tek bir işaretimi anlayabiliyorsun. Ama yüreğimin şu anki derdini konuşmadan sana nasıl anlatayım? Bunu sözle bile anlatmak mümkün değil. Ancak kartallar da kendi yavrularından ayrı düştüğünde sanırım keskin gözlerinin feri sönmüşe döner. Benim ise şahdamarım kesildi. Şimdi sen sahibine hiç gücenme.” dedi. İhtiyar, omzunda kartalıyla ardına baka baka, suspus olmuş hâlde kayadan indi; yola koyuldu. Onun ayakları kendiliğinden adım atıyordu, zihni ise bu dünyadan muradını alamadan göçüp giden oğulcuğu ile meşguldü. Oğlunun kısacık ömrünü tüm detaylarıyla gözlerinin önüne getirmeye çabalıyordu. Birdenbire küçük Meret ile ilgili bir anısı hatırına geldi, nedense gönlü huzur bulmuş gibi oldu. Sonra da o olayı bir bir zihninde canlandırdı.
O, her defasında ava çıkmak için sabah erkenden kalktığında Meretçik de mutlaka uyanırdı ve babasıyla birlikte gitmek isterdi. Fakat Pelen Avcı her seferinde hoş sözlerle onun gönlünü alırdı. Ama bu defa onu kandırmadı. Oğluna çamlı dağları göstermek; onu yabani yetişen nar ve üzümle, incir ve erikle doyurmak; keklik ve bıldırcınla, eğer rast gelirse tilki ve çakalla da “tanıştırmak” Pelen Avcı’nın da aklında yok değildi. Bu yüzden de hanımı “Yumruk kadar çocuğu dağda bayırda gezdirmek şart mı?” diye çıkışsa da küçük Meret’in ayağına çarığını giydirip yanında götürmüştü. Sevincinden kuş olup uçan Meretçik yolda giderlerken kaplandan korktuğunu belli etti:
“Baba, baba, kaplana rast gelirsek ne yaparız?”
“Vururuz oğlum, vururuz.”
“O bizi yemez mi?”
“Yedirmeyiz, oğlum! Tüfeğimiz var nasılsa. İki avcı bir kaplana yenilirsek hoş olmaz neticede. Öyle değil mi?”
Meretçik kendisinin de büyük adam yerine konulmasına sevindi fakat tam o esnada karşısında bir koca kaplan duruyormuş gibi korkup güçlükle “Evet ya!” dedi.
Dağdaki “evine”, mağaraya, vardıktan sonra Pelen Avcı çok geçmeden üç dört kekliği vurup meşe odununun közünde kızarttı. Dağ kuşlarının taze etini iştahla yemekte olan Meretçik mutlulukla babasının yüzüne bakıyordu:
“Bir sonraki sefer de beni alıp getirir misin, baba?”
“Yardım edersen alıp getiririm, oğlum.”
“Ben az evvel pınardan su getirdim ya… Tüfeğim olsa ben de keklik vurabilirim. Öyle değil mi, baba?”
“Vurursun, oğlum. Ama şimdilik sen biraz büyü. O zaman sana kuş tüfeği de alırım…”
O gün, Meretçik ile yemek yedikten sonra küçük avcıyı mağaranın girişinde bırakıp kendisi de bir önceki gün kurduğu kapanları kontrol etmeye gitti. Her ihtimale karşı tüfeğini de omzuna alıp vadiye yöneldi. Parıldayan, aklı karalı salkımlarını gizleyen yabani üzüm ağaçları, dikkatsiz davranırsan âdeta meyvelerinden tattırmak istemezmiş gibi “dikenli tırnaklarını batırmaya hazır” böğürtlenler kendi kendine çardak yapmış, geniş vadinin yeşil kadifesi gibi serilip gidiyordu. Kaynağını nereden aldığı bilinmeyen pınarlar da dört bir yandan şırıldayıp gür ormanın dibine cömertçe su veriyordu. Ormanın içinde suyun biriktiği açık bir alan vardı. Dağın yabani hayvanları oraya suya inerdi. Avcı kapanını oraya kurmuştu. Yakaladığını asla bırakmayan, öncesinde de birçok çakal ve tilki avlayan kapanından avcının bu defa da umudu yok değildi. O, kedi gibi sinsi sinsi yürüyerek geçidin başına vardığında kapan yerine sadece oyulmuş bir çukuru gördü. Kapanın sürüklenerek götürülen kancasının izi çok net fark ediliyordu. Avcı yakın civarlarda iz sürdü, her yerde insanın başparmağı büyüklüğündeki pençe izlerini görüp o kapanın üstünde ne tür bir toz fırtınası koptuğunu hemen anladı. Pelen Avcı tüfeğini doldurdu ve zikzak çizerek giden kapan izini takip etmeye başladı. İz onu büyük bir sırttan aşırıp koyu gölgeli yüksek bir çamın dibine ulaştırdı. Kapana düşen hayvan acıya dayanamayıp bir müddet bu ağacın altında yatıp sonra tekrar gitmişe benziyordu. Avcı kapanı sürüyerek giden mahlûkun artık çok uzakta olmadığını anlamıştı. Bu esnada da yukarı taraftan kapanın şakırtı sesi işitildi. Yuvarlanıp devrilecek gibi eğilmiş duran koca taşın arkasından alaca renkli bir mahlûk çıkıp korkutucu biçimde gerindi, ağzını kocaman açıp esnedi, sonra yavaşça yürümeye başladı.
Avcının tahmini doğru çıktı. Kapana kaplan düşmüştü. Pelen Avcı çeşit çeşit hayvan avlamıştı ama dağın aslanı ile aşık atmak henüz ona kısmet olmamıştı. O, bu mağrur yırtıcının kurnazlığına, gücüne, cesaretine aşinaydı. Onun neşter gibi pençesine bir düşersen, işte o vakit canlı kurtulma şansın yoktu. Avcı böylesine tehlikeli bir girişime teşebbüs edebilir mi acaba? “Bu tehlikeli canlının gücü yerinde, yüreği ise kırk kişinin yüreğine denk olurmuş. Fakat insanda da ondan üstün bir güç olarak akıl fikir var. Ayrıca serde bir de avcı adın var ki kapanı sürükleyip giden yırtıcıya el uzatmadan, sakalını sıvazlayıp geri dönmek ölümden de beter namertliktir. Hayır, bu beklenmedik belayı basitçe savuşturmamak gerek.” Avcı derhâl kendisinin o andan itibaren nasıl hareket etmesi gerektiğini düşündü. Bir fırsatını bulup kaplanın karşısına geçmek ve onu karnından vurmak niyetiyle yavaş yavaş yukarıya doğru tırmanmaya başladı. İnsan ayağı değince kayan taşların hışırtısını mı işitti nedense, kaplan birden durdu, etrafına kulak kabarttı. Bunu gören avcı da kımıldamadan yüzüstü yattı. Kapan tekrar şakırdamaya başladı. Avcı bu şakırtılar arasından çevik bir hareketle kısa sürede yırtıcının önüne geçti. Kalın çam ağacı onu hırçın hayvanın gözünden gizledi. Böyle olsa da kurnazlığı, uyanıklığı, hassas işitme yeteneğiyle bilinen yırtıcı, her neyse, bir şeyler sezdi. Tekrar duraksayıp kulak kabarttı. Avcıya doğru tam da göğsünü dönüp durdu. O anda da tüfeğin gümbürtü sesi kayadan kayaya çarpıp bütün dağda yankılandı. Tüm canlıların kralı korkunç bir kükremeyle, dimdik gökyüzüne zıpladı ve ayakları üzerine inemeyip savruldu. Koca leşle birlikte yuvarlanan irili ufaklı taşların şakırtısı da bu korkunç kükremeye karışıp vadinin içinde büyük bir gürültü koparttı. Avcı kalpağının içinden çıkardığı mendiliyle yüzünü gözünü siliyordu ve yuvarlanan zavallı leşe bakıyordu. Sonunda leş önüne çıkan büyük taşa sertçe çarpıp durdu. Avcı tüfeğini tekrar doldurmadı. Kaplan ile kapışma yöntemlerini iyi bildiğinden eline eski cüppesini doladı, diğer eline de keskin bıçağını alıp leşin peşinden gitti. Kaplanın ölüp ölmediği belli değildi. İki gözünün arasından kan fışkıran kaplan can çekişirken son defa yerinden kalkmak için hamle yapıp kocaman ağzını açtığı anda avcı, cüppesiyle doladığı elini ona bastırdı ve sağ eliyle de ak saplı bıçağını mümkün mertebe hızlıca batırdı. Böylece keskin bıçak yırtıcının kalbine saplandı. Hayvanın çenesi açılıp ağır kafası sertçe yere çarptı.
Mağaranın girişinde babasını uzun süre bekleyen küçük Meret’in ise artık sabrı iyiden iyiye taşıp yüreğine kuşku düşmeye başlamıştı. “Mağarada bir başıma kaldım ah!” deyip, ne yapacağını bilemez hâlde oturan çocuğun gözleri belermiş, dudakları titriyordu. Küçücük bir hışırtıda bile ürperiyor, birdenbire taşların ardından bir kaplan çıkıp üzerine atılacakmış gibi hissediyordu. Bu sırada yuvarlanan bir taşın sesi onu oldukça korkuttu. Aniden yerinden kalkıp şakırtının işitildiği tarafa baktı. O arada babası omzuna kocaman ala bele renkli bir şeyi atmış bir vaziyette geldi. Onun bu değişik yükü Meretçik’i bir an duraksattı. Avcı, oğlunun neden korktuğunu anlayıp kaplan derisini omzundan yere attı ve “Gel oğlum, korkma, işte bu kaplan derisi!” diyerek gülümsedi. Üzerinden ağır yük kalkan Meretçik fırlayıp onun kucağına atladı. Annesini bulup emen kuzu misali babasına sıkıca sarılıp başını kaldırmadan yüzünü onun göğsüne, boynuna sürttü. O anda kaplanı avlayan cesur yürek erimiş, dudakları yavaştan fısıldıyordu:
“Mert oğlum, avcı oğlum…”. İhtiyar kederli anılarına ara verip ardına baktığında, koca dağ küçücük görünüyordu.
Köye vardıktan sonra onun yüreği günlerce huzur bulamadı. Her şeyden elini eteğini çekti, ava da çıkmadı. Bir nevi hasta gibi kendi kendine konuşa konuşa gezip dolaştı. Köyün eğlencelerine gitse de bir kenarda oturup sesini çıkartmadan, geri evine döndü. Kısacası onun hayatla bağı kalmamıştı.
***
Pelen Avcı, evcil kuşunu yavruyken besleyip, büyütüp onunla sıkı dost olmuştu. Onu tıpkı kendi ailesinin bir ferdi gibi görürdü. O kuş, onun kırgın gönlünü neşelendiren tek dayanağı, tek eğlencesiydi. Her gün erkenden kalkıp onu uçururdu, köyden ses mesafesi kadar uzaklaştığında yemi havaya kaldırıp sallardı. Ete gözü ilişen kartal, sahibinin tepesinde uçup onun omzuna konardı. İyice karnını doyurduktan sonra tekrar bir müddet gökyüzünde gezinip sahibinin kapısına varırdı. Kartal, bu kalabalık köyün evcil kuşuydu, büyük küçük herkes onu severdi. Sevilmeyecek gibi mi? Daima köyün üzerinde kanat çırpıp civciv ve tavukları bozdoğanlardan korurdu. Öylesine akıllı, meziyetli bir kuştu ki “Onun insandan tek bir farkı var, maalesef konuşamıyor.” derlerdi. Onun adı Algır idi. Onun yeteneklerini tavşanın, tilkinin üzerine salındığında bir göreceksin: Avını gördüğü anda peşinden hemen saldırıya geçmez, ilk önce dimdik gökyüzüne yükselip avının tepesinden iyice bakar, sonra hangi noktaya inmesi gerektiğini gözüyle hesaplar ve aniden yayın kirişinden çıkmış ok gibi hedefine kilitlenip inişe geçerdi. Korkusundan pusan tavşan ne olup bittiğini anlayana kadar Algır çoktan ensesine vurup onu sersemletmiş olur, sonra da sahibi gelinceye dek serilip yatan tavşanın başını beklerdi. Pelen Avcı gelip tavşanın iç organlarını çıkartır, ayaklarını katlayarak torbasına atıp yola düşerdi. Hemen onun omzuna konup böbürlenen Algır da keskin gözleri ile dört bir yanı izleyerek giderdi.
Pelen Avcı bozkıra birkaç geceliğine gittiğinde onu çoğunlukla tilki ve tavşanın üzerine salardı. Kuş, biraz ufakça bir ceylan yavrusu olursa, onu da kaçırmazdı. Dağa gittiğinde ise avcı onunla bıldırcın, keklik avlardı. Ömrünün çoğunu dağda, ovada tek başına dolaşarak geçiren adam için o hem yardımcı hem de sırdaştı. İhtiyar ona, insanla konuşur gibi, akıl danışırdı; onunla sohbet ederdi. Son zamanlarda kartalıyla daha da yakın dost olmuştu. Çünkü ihtiyarlık iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlamıştı. Artık dik dik yamaçları elinde tüfekle dolaşmaya dizlerinin eski mecali yoktu. Bu sebeple ihtiyar için böylesine değerli kartalın kıymeti bir başkaydı. Ancak…
Öğle vaktiydi. Hayvanlar, insanlar güneşin hararetine dayanamayıp kendini bir kıyıya atmıştı. Gün boyu kapı kapı gezip dolaşan yaşlı köpekler de evlerin kenarındaki cılız öğle gölgesine bağırlarını vermiş; uzak yoldan yorgun argın gelmiş gibi dilleri dışarıda, hırıl hırıl aralıksız soluyarak nefes alıp veriyordu. Kapılarda bağlı duran eşekler ve atlar da sıcağın bunaltıcı etkisinden dolayı başlarını öne eğmiş hâlde somurtuyorlardı.
İhtiyar avcı, kuşunu yemleyip daha yeni uykuya yatmıştı. Evin sağ yanında yuvasının üstünde pinekleyen Al-gır da gagasını açıp kapatarak gözlerini kıpırdatıyordu. Ancak birden gözlerini açıp kapıdan dışarı, başını bir gökyüzüne bir yere hızlı hızlı çevirip bakmaya başladı. O an külleri deşmekte olan gurk tavuğun peşindeki civcivlere göz koyan bozdoğan, bir fırsatını bulup onları kapmak için yukarıda kanat çırpıyordu. Algır onun niyetini anlayıp onu nasıl pençesiyle yakalayacağının hesabını yapar gibi gözlerini kıpırdatmadan aynı noktaya kilitlendi. O anda da az evvelki bozdoğan kanatlarını kapatıp civcivlerin ve tavuğun üzerine dalışa geçti. Bu esnada Algır da fırlayıp dışarıya çıktı ve ayağını yerden kesti. Bozdoğan, iki civcivi pençelerine alıp çoktan göğe yükselmişti. Fakat tabanları yağlayıp gelen kartalı gören bozdoğan kendi canını kurtarmaya razıydı. Onun açılan pençelerinden kurtulan iki biçare civciv, mavi gökyüzünde tüy gibi süzülerek yere cansız düştü. Aniden, hiç beklenmedik bir anda tüfek atıldı. Göz açıp kapayıncaya dek gökyüzündeki iki kuştan biri yere paldır küldür düştü.
Yeni uykuya dalan Pelen Avcı tüfek sesine sıçrayıp nefes nefese yerinden kalktı, alelacele çarıklarını çorapsız giyip dışarıya çıktı ve “Ne oluyor, söyleyin?” diye bağırdı. Bu sırada köpeklerin havlayarak saldırdığı tarafta eli tüfekli birinin koca bir kuşu kanatlarından tutup yerden kaldırdığını gördü. Nedense ihtiyarın üzerine kaynar su dökülmüş gibi oldu. Hemen arkasını dönüp evin yan tarafına baktı. Algır yoktu. İhtiyar sanki ayaklarını ateşe basmış gibi birden sıçrayıp eli tüfekli kişiye doğru koşarak gitti.
O, Hesip Bey’in oğlu Gıpık’tı. Kulakları doğuştan yassı olduğu için köy ahalisi ona Gıpık diyordu. Onun asıl isminin ne olduğunu anasından babasından başka kimse bilmiyordu. Cimri Hesip malına mülküne güvenip Gıpık’ı on dört yaşını bile doldurmadan evlendirmişti. Artık evli barklı, çoluk çocuklu biri olsa da onun aklı fikri fındık kadar bile gelişmemişti. Köy içinde hâlâ onun en büyük uğraşı kavgadan bıkıp usanmış yaşlı köpekleri birbirine saldırtıp onlara sopayla vurmaktı. O da olmazsa çoluk çocuğu peşine takıp kuş tüfeğiyle serçe ve turgay vururdu. Az evvelki bozdoğan köyün üzerine geldiğinde aylak aylak iş güç bulamayıp kapı eşiğine iyice yayılmış, yanı başına topladığı tezekleri atarak, her neyse, bir şeyleri vurmaya çalışıyordu. Kendisine doğru peş peşe gelmekte olan iki kuşa gözleri iliştiğinde Gıpık derhâl içeri girdi ve tüfeğini alıp çıktı. Ömründe serçe ve turgaydan başka hiçbir av vurmayan “avcının” attığı mermi bu defa boş geçmedi…
İri gövdesini iki büklüm edip sallana sallana giden ihtiyar Pelen, her zaman başının altından şer iş çıkan bu salyalı aptaldan oğlandan hayırlı iş çıkmayacağını bilmesine rağmen o an aklından geçen kötü düşüncelere inanmak istemiyordu. Fakat eli tüfekli bu çocuğa yaklaştıkça ihtiyarın omuzlarına basan yük ağırlaşıyordu. Gıpık, kendisine doğru yaklaşıp gelen beti benzi atmış avcıyı görünce, ona yaranmak isteyen bir köpek gibi sırıtmaya başladı. Ancak birdenbire kendisinin zengin bir adamın çocuğu olduğunu hatırlayıp avcıya saygısız saygısız konuştu:
“Heyy, ben aslında bozdoğana nişan alıp atmıştım, lakin senin kuşun kendisi merminin önüne attı. Eceli yetmiş, beyim, tam da can evine denk gelmiş ya! Atış muhteşem!” deyip Algır’ın kursağını karıştırarak merminin isabet ettiği yeri Pelen Avcı’ya gösterdi. Gözü gibi bakıp kıymet verdiği evcil kuşundan, yegâne varlığından mahrum kalan ihtiyarın kalp damarları sanki yerinden kopartılıp kopartılıp atılmış gibi oldu. Boğazına kadar dolan öfkesini bastıramayıp hemen belindeki bıçağına sarıldı. Fakat kiminle aşık attığını hatırlayıp vazgeçti. Onun tüm öfkesi, nefreti gözlerinde alev topuna dönüp bir tokat olarak o ödleğin yüzünde patladı. Korkudan dili tutulan Gıpık geri geri çekilip titrek sesle “İmdat, yetişin!” diye feryat ederek bağırdı. O anda da taşa takılıp sırtüstü düştü. Sinirlenen Pelen Ağa onun elinden Algır’ın leşini çekip aldı ve bir oğlak, kuzu taşır gibi onu kucağına alıp geri döndü. Öfkeden dolayı kan çanağına dönen gözlerinin önünden Hesip Bey ile onun oğlunun iğrenç görüntüsü ta eve gelinceye dek gitmedi. Onlar, Pelen Ağa’nın eskiden beri bastırıp içinde tuttuğu intikam duygusunu körüklüyor, sönen ateşini alevlendiriyordu. İhtiyar yürüyerek gelirken derin derin nefes alıyor; sinirden dudaklarını ısırıp diş biliyor; başını iki yana sallayarak kendi kendine homurdanıyordu:
“Ah, önceden bu alçağın pinti babasında kalan intikamıma hayıflanıp duruyordum. Gel, gör ki bu sümüklü de iyileşmeyen yarama tuz bastı. Ah, rezalet getiren haramzade! Niçin ben onun oracıkta karnını deşmedim ki? Kelle başına bir ölüm, değil mi? Hayır, ‘Kazana yaklaşırsan karası bulaşır.’ Ayrıca bir kuş yüzünden kan dökmek yakışık almaz. Boş ver, bu da fakir fukaranın Hesip Bey’den almak için yanıp tutuştuğu öçlerden biriymiş demek ki.”
Pelen Avcı içinden konuşa konuşa gelip evden küreğini aldı ve köyün ilerisindeki tepeye doğru yöneldi. Tepenin altında bir çukur kazdı. Sanki kuşu dirilecekmiş gibi onun yüzüne baka baka sonunda onu usulca çukurun dibine yerleştirdi. Cesedin üzerine bir an kum atmaya gönlü el vermedi, uzun süre kulak kabartıp bekledi. Birden onu tekrar kucağına aldı ve geri döndü. Güya çukur canlanıp peşine düşecekmiş gibi ardına bakıyor, kuşku içinde hızlı hızlı yürüyüp gidiyordu:
“Hayır, hayır, seni köpek gömer gibi gömemem, Algır’ım. Benim için senin en yakın akrabalarımdan farkın yok neticede.”
İhtiyar, eve gelip içi eski püskü dolu çuvalı dökmeye başladı. Ancak yıpranmaya yüz tutmuş beyaz pamuk gömleğinden başka işe yarar bir şey bulamadı. Kuşu gömleğine sarıp kefen diker gibi gömleğin her yerini teyelledi. Yine her neyse bir şeylerle oyalandı. Yürekten alıştığı dostundan ayrılası gelmiyordu. “Kefenden” başı çıkan kartalın açık olan gözleri de ona sitemli bakışlarla “Bunca hizmetimden sonra şimdi beni çukura atıp dönüverecek misin?” diye yakınır gibiydi. O gözler ihtiyarı, güneş dağın ardına aşıncaya dek durdurdu.
Alacakaranlık çökmeye başlayınca avcı, tepenin dibinde dizleri üzerine çöktü. Kuşu ile son defa vedalaşıp onun açık olan gözlerini iki defa sıvazladı ve kocaman beyaz “bohçasını” titreyen ellerinden çukura bıraktı.
II
“Garibin varı yoğu, canı.” dedikleri gibi tek geçim kaynağı olan Algırını elim bir hadiseyle kaybetmesi fakir avcıya çok ağır geldi. Yıldızlı gecelerde, yıkık dökük yerlerinden Ülker yıldızının göründüğü dört direkli sıradan köhne evi, şimdi ona daha da dar gelmeye başladı. Yattı kalktı huzur bulamadı. Zaman zaman tatlı uykusundan sıçrayıp uyandığında birden gözüne, evcil kuşu kulübesinin etrafında dolaşıyormuş gibi görünürdü.
Erken kalkmak avcının mizacıydı. Bu alışkanlık, ihtiyarı tan ağarmak üzereyken uyandırdı. Dağın seher vakitlerini neredeyse bir ömür boyu göre göre bugünlere gelmiş olsa da, bu defaki seher vakti ona daha bir farklı, daha bir hoş göründü. İşte, taşların arasında rahvan yürüyüşle seke seke giden keklikler tuhaf ve kaygılı bir ötüşle aralarında bir konuyu “istişare” ediyorlar. Her biri kendine has şakıyan çeşit çeşit küçük kuşlar orkestra kurmuş, ilginç nağmeler döktürüyordu. Güneşin ışıkları, âlemin bir ucundan diğer ucuna süngü misali uzanıyordu. Işıltılı süngü ucunun değdiği dağın etekleri, rengârenk parlıyordu. İhtiyar, bu güzel manzaraya dalıp gitmişti. Seherin temiz havasını, tabiatın şirin sesli melodilerini âdeta tüm benliğine sindiriyordu.