Kitabı oku: «Fetih 1453», sayfa 2
Sultan Mehmed‘in Huzurunda
Anivas çok iyi tahmin etmişti. O gece, saat alaturka iki buçuk sularında Yunus Bey elçileri huzuru hümayuna götürmüştü.
Bizans elçileri sevinç ve heyecan içinde Padişahın huzurunda diz çöküp oturdular.
Sultan Mehmed, güler yüzlü ve iltifatkâr görünüyordu. Heyete başkanlık eden Agripas, Padişaha Bizans İmparatoru Konstantin’in selamını ve ziyaretlerinin amacını arz etti:
“İki devlet arasındaki ilişkilerin dostane bir şekilde devamını arzu ediyoruz. Bu suretle iki millet ve hükümet arasındaki ticari ve sosyal münasebet, daha ciddi ve samimi bir gelişim devresine girmiş olur. Bu esas üzerinde müzakereyi kabul buyuracağınızdan emin olarak zatı şahanelerini ziyarete geldik. İmparator hazretleri beş senelik, samimi bir dostluk mukavelesi görüşüp düzenlemek emelindedir.”
Sultan Mehmed, Bizans elçilerini birer birer gözden geçirdikten sonra, Agripas’a hitaben,
“Teklifinizi memnuniyetle kabul ediyorum,” dedi. “Ben de, İmparator hazretleri gibi, dostane ilişkilerimizin devamı taraftarıyım.”
Bütün elçiler, karılarıyla beraber yerlere kadar eğildiler.
“Teşekkür ederiz.”
Anivassağ kolunu, yanında bulunan Klio’nun sol koluna sevinçle dokundurarak güldü. Padişah lafı değiştirmişti:
“Yollarda herhangi bir zorlukla karşılaştınız mı?” Heyet reisi Agripas cevap verdi:
“Hayır, Haşmetmeab! Bütün köylüler bize azami derecede misafirperverlik gösterdiler.”
“Başka bir şeye ihtiyacınız var mı?”
“Dostluk esaslarının takviyesinden başka bir arzumuz yoktur, Haşmetmeab!”
Padişah, Bizans elçilerinin yanlarında bulunan kadınları gözünün ucu ile inceleme fırsatını bulmuştu. Elçilerin karıları Bizans’ın en güzel kadınlarıydı. Bu kadınlardan ikisi, Sultan Mehmed‘in çok hoşuna gitmişti.
Hoşuna giden kadınlardan biri Agripas’ın karısı, diğeri de Anivas’ın sevgilisi Klio idi.
Padişah, dostluk anlaşması imzalanmasa bile, Bizans elçilerini birkaç gün olsun Edirne’de alıkoymak niyetindeydi. Ayağa kalktı.
“Haydi, bu gece istirahat ediniz. Yollarda yorulduğunuz hâlinizden belli. Yarın yine görüşürüz. Beş on gün memleketimizin misafiri olacaksınız!”
Elçiler ve karıları, yerlere kadar eğilerek saygılarını sundular ve huzuru hümayundan memnuniyetle ayrıldılar.
O gece elçiler sevinçlerinden sabaha kadar uyumadılar. Fakat Anivas ve Agripas, Padişahın kendilerine ve yanlarındaki kadınlara mânâlı bir bakışla baktığının farkına varmışlardı.
Genç asker, ertesi sabah Klio’yu odasında yalnız bırakarak arkadaşlarının yanına gitmişti.
Elçilerin rehberi olan Yunus Bey, Padişahın en çok güvendiği, zeki ve siyasete aklı eren bir adamdı.
Klio’nun yanına gelen Yunus Bey,
“Canınız sıkıldıysa, sizi biraz bahçeye çıkarayım. Edirne’nin üzümleri meşhurdur. Bağlarımızı gezer ve hava alırsınız,” dedi.
Klio itiraz etmeden, derhâl yerinden kalktı. İnce tülden sabahlığı ile Yunus Bey’i takip etti.
Bizans dilberi, çıplak denecek kadar açık fakat zarif bir kıyafetle, bağların arasında bir kelebek gibi dolaşmaya başlamıştı.
Yunus Bey genç kızın yanına sokuldu.
“Şuradaki sedirde biraz istirahat ederseniz, zannederim ki memnun olursunuz!”
“Üzüm yemek istiyorum. Mümkün mü?”
“Bağlarda yirmi beş türlü üzüm var. Müsaade ediniz de bahçıvanlar hepsinden birer parça toplasınlar.”
Klio, bağların arasında tesadüf ettiği bir sedirin üzerinde oturuyordu.
Bahçıvanlar sırtlarında ve kollarında taşıdıkları üzümleri, nasıl koparılmışsa öylece, Klio’nun önüne getirdiler.
Bizans dilberi bir kadeh de şarap istedi. Biraz daha açılıp saçıldı ve gelen üzümlerden bir salkım alıp yemeye başladı.
Yunus Bey, Bizans şivesiyle güzel Rumca konuşuyordu.
“Zannederim ki,” dedi, “üzümlerimizin Bizans’ta emsali yoktur.”
Klio gözlerini süzerek güldü.
“Edirne’nin üzümlerini işitirdim, fakat bu kadar güzel, iri ve tatlı olduğunu tahmin etmezdim.”
Elindeki salkımı uzatarak:
“Bakınız,” dedi, “şu salkımdaki tanelerin iriliğine. Mis kokuyor. Bir tane almaz mısınız?”
Klio ömründe nasıl bu kadar iri taneli ve güzel üzüm görmemişse, Yunus Bey de, kırk yaşına geldiği hâlde, bu derece güzel ve cazibeli bir kadın görmemişti. Elleri titriyordu…
Uzatılan salkımdan iki üzüm tanesi kopardı ve ağzına attı.
“Efendimiz de bu üzümü çok sever.”
“İnci tanesi gibi… Ne kadar güzel görünüyor.”
“Bizans üzümleri niçin bu kadar güzel değil?”
“Bizans’ta üzümleri şarap yapmaktan yemeye vakit kalmıyor. Fakat siz Rumcayı nerde öğrendiniz?”
“Bizans’ta.”
“Belli. Pürüzsüz Bizans şivesi… Demek ki uzun müddet Bizans’ta kaldınız?”
“Evet. On bir sene kadar.”
“Ne münasebetle?”
“O vakit tüccardım.”
“Tuhaf şey! Tüccarın sarayda işi ne?”
Yunus Bey, konuştuğu kadının çok zeki ve şeytan olduğunu anlamıştı. Düşünmeyerek yaptığı bu açıklamadan Klio’nun çıkarmak istediği mânâyı keşfetmekte güçlük çekmedi.
“Kız kardeşim saraya alınmışlardı,” dedi, “Ben de o esnada Edirne’ye gelmiştim. Garip bir tesadüf eseri olarak Padişahın sevgisini kazandım, o vakitten beri saraydayım.”
“Sarayda sizden başka Rumca bilen var mı?”
“Var. Fakat okuyup yazmasını benim kadar güzel bilen yoktur.”
“Şu hâlde bizim dostluk anlaşmamızı siz kaleme alacaksınız.”
“Evet.”
“Ne güzel tesadüf… Ümit ederim ki böyle bir dostluk anlaşmasının imzalanmasını siz de arzu edersiniz!”
“Tabii, senelerce Bizans’ta yaşadım. Orada birçok dostum var. Elbette arzu ederim.”
“Bizans’ta en ziyade kimlerle görüşürdünüz?”
Yunus Bey, bu şeytan kadının karşısında bir pot kırmamaya çalışıyordu,
“Tüccar kiminle görüşür? Tüccarla…”
“Saraydan ve askerlerden kimseyle tanışmadınız mı?”
“Hayır.”
Klio, muhatabından bir şey öğrenmeyince, göğsündeki tülü açarak çıplak vücudunu gösterdi.
“Bugün havada çok sıkıntı var…”
Yunus Bey hayretle gözlerini açtı. Karşısındaki kadını çırılçıplak görünce söyleyecek bir söz bulamadı.
Yutkundu…
Yutkundu…
Durmaksızın yutkundu!
Yunus Bey’in gözleri kararmıştı. Üst üste içtiği iki kadeh şarap başını döndürdü. Daha fazla ayakta durmaya mecali kalmadı.
“Müsaade ediniz, şuraya oturayım!” dedi ve Klio’ dan cevap almayı beklemeden sedirin bir kenarına oturdu.
Klio bu sohbetten çok memnundu. Mademki dostluk anlaşmasını Yunus Bey yazacaktı, artık, daha fazla düşünülecek bir mesele kalmamıştı.
Edirne Sarayı’nın bağlarında Bizans dilberinin ağına düşen Yunus Bey, acaba Klio’nun her istediğini yapabilecek miydi?
Padişah uzaktan göründü.
Klio ile Yunus Bey göğüs göğse yatıyorlarmış gibi, birbirlerine o kadar yakın oturuyorlardı.
Sultan Mehmed birkaç adım daha ilerledi. Yunus Bey’i ilk defa böyle çirkin bir vaziyette görüyordu.
“Yunus! Yunus!” diye hiddetli, asabi bir ses yükseldi.
Klio başını çevirdiği zaman arkasında Sultan Mehmed’i görmüştü.
Bizans dilberi, derhâl vaziyeti idare etmek istedi. Yavaşça Yunus Bey’in kolunu çimdikledi ve ayağa kalkarak Padişaha karşı saygılı bir vaziyetle yerlere kadar eğildi.
Klio elbisenin uçlarını şöylece omuzlarına atıvermiş, pembe beyaz vücudu tamamen meydana çıkmıştı. Uzun, düzgün kolları, dolgun kalçaları ve bütün bu güzelliklerinin üstünde iri, siyah gözleri Padişahın derhâl dikkatini çekti.
Yunus Bey’in aklı başına geldi. Kolunu ovuşturdu.
“Hain! Kolumu niçin çimdikledin?” diye söylenerek gözlerini açtı. Karşısında birdenbire Padişahı görünce hem korkmuş hem de utanmıştı.
Padişahın heybetli vücuduyla, bakışları Klio’yu bile korkutmuştu. Yunus Bey derhâl aklını başına topladı.
“Padişahım,” dedi, “kölenizi af buyurunuz! Arzuyu şahaneleri uyarınca kendisini burada sarhoş etmeye çalıştım.”
“Ya senin bu halin!”
“Şarap başıma vurdu. Kendimden geçmişim, Padişahım!”
Yunus Bey içki müptelası değildi. İki kadeh şaraptan derhâl sarhoş olmuştu.
Sultan Mehmed yavaşça sordu:
“Nasıl, ağzından bir şey alabildin mi?”
“Bizanslıların, zatı şahanelerine karşı fevkalade saygı ve muhabbetleri olduğundan bahsetti.”
“Başka?”
“Bizlere dost olmayı çok arzu ettiklerini de ilave etti.”
Padişah sedirin bir ucuna oturdu ve Klio’yu da elinden tutarak yanına oturttu.
Bizans dilberinin tatlı bir tebessümü Padişahın sinirlerini gevşetmiş ve Yunus Bey’i zor bir vaziyetten kurtarmıştı.
Sultan Mehmed Rumcayı mükemmel bilirdi, fakat Türkçe olarak:
“Yunus, ona söyle,” dedi, “ben babamın Bizanslılarla yaptığı dostluk anlaşmasına sadık kalacağım. Anivas’ın karısı ve bütün Bizanslılar rahat olsunlar!”
Yunus Bey, Padişahın sözlerini Klio’ya, aynen Rumca olarak söyledi.
Klio, ilk defa, Türk Hükümdarı karşısında kalbinin çarptığını hissetmişti. Eğildi ve başını Padişahın dizine yaklaştırarak teşekkür etti.
Sultan Mehmed‘in şiire ve güzel sanatlara merakı vardı. Böyle latif ve şairane manzaralardan fevkalade zevk duyardı. Fakat hiçbir zaman gafil avlanmazdı.
Padişah, Klio’yu çok beğenmişti. Onun saçlarını okşadı. Ellerini avucunun içine aldı. Yerdeki gümüş tepsiden bir üzüm tanesi kopararak Klio’nun ağzına uzattı.
Klio, şehvet kaynağına benzeyen büyülü gözlerini süzdü ve Padişahın kalbine kızgın bir ok saplar gibi baktı.
Artık Yunus Bey’in rehberliğine ve tercümanlığına lüzum kalmamıştı. Padişah eliyle işaret etti:
“Yunus, bizi yalnız bırak!”
Aradan üç gün geçmişti.
Sultan Mehmed, Bizans elçilerinin Edirne’ye ne maksatla geldiklerini iyice anlamıştı.
Sarayda elçilere fevkalade saygı duyuluyor, hizmet ediliyordu.
Anivas ve sevgilisi, vaziyetten çok memnun görünüyordu. Akıllarınca Padişahı tamamıyla kandırmışlardı.
Sultan Mehmed, Bizans heyeti reisi olan Agripas’ın karısı ile de fazlaca meşgul olmuştu. Elvira da hükümet işlerine aklı eren zeki ve çok güzel bir kadındı. Anivas’a, Padişahın teveccühünden bahsederken:
“Ben eminim ki Sultan Mehmed’in Bizans hakkında katiyen fena düşünceleri yoktu. İmparatora büyük zafer müjdeleri vereceğiz!” demişti.
Elvira’nın bu sözleri Anivas’ın ümit ve imanını kuvvetlendirmişti.
Edirne’yi ziyaretlerinin üçüncü gecesiydi. Anivas’la sevgilisi baş başa vermiş, konuşuyordu:
“Bu gece Padişahı görecek misin?”
“Hayır, Anivas!”
“Mektubu imzaladı mı?”
“Bu akşam Yunus Bey’e yazdırıp imzalayacağını vaat etmişti.”
“Bu iş bu gece biterse, yarın belki de döneriz.”
“Zannetmem.”
“Niçin?”
“Üç dört gün daha burada kalacağımızı ümit ediyorum. İki gün sonra Müslümanların Kurban Bayramı varmış. Dün Padişah, Elvira’ya, ‘Bayramı burada geçirirsiniz,’ demiş.”
“Sana nispetle Elvira daha fazla göze girmiş demek.”
“Tabii. Çünkü o biraz Türkçe biliyor. Sonra, bundan başka bir sebep daha var.”
“Nedir o?”
“Padişah mavi gözlü kadınlardan daha fazla hoşlanıyor! Elvira’nın burada kalması da muhtemeldir.”
Elçilerin Dönüşünden Sonra
Edirne’den zaferle dönen elçiler, İmparatorun sarayında Kardinal İzidor ile karşılaşmışlardı.
Kardinal İzidor, Floransa meclisinde Bizans’a karşı en fazla ilgi ve yakınlık gösteren papazdı.
İzidor’un İtalya’dan Bizans’a gelmesine Lukas sebep olmuştu. Osmanlı Türklerini dostluk anlaşmalarıyla kazanma imkânı olmadığını yakından gören Lukas Notaras, İmparatordan sonra Bizans siyasetini idare eden yegâne diplomattı. Bilhassa saray adamlarının kendisine fevkalade güveni vardı. Kardinal İzidor saraya misafir edilmişti.
Megadoks rütbesine sahip olan Lukas Notaras, İmparatora kendi bakış açısını kabul ettirmeyi başarmıştı. Latin ve Bizans kiliselerinin birleşeceği ve Bizans İmparatorluğu’nun Roma’dan büyük oranda destek göreceği ümit ediliyordu.
Kardinal İzidor, Bizans’a geldiği günden beri dışarıya çıkmamıştı. İzidor, Floransa’dan gelirken birlikte getirdiği papağanı ile meşgul olmaktan, henüz kiliseler hakkında ciddi ve esaslı incelemeye girişmemişti.
Kardinalin papağanı yolda gelirken hastalanmıştı.
İmparator, Kardinalin hizmetine sarayın en güzel kızlarından Persefoni’yi tayin etmişti.
Persefoni, elçilerle birlikte Edirne’ye giden Klio ve Elvira gibi eğitim görmüş zeki bir kız değildi. Fakat saraydaki kızlar arasında vücudunun biçimi ve güzelliğiyle meşhurdu. Persefoni saraya gelmeden evvel tanınmış ressamlara ve heykeltıraşlara modellik yapardı.
Hükümet adamlarından olup aynı zamanda da İmparatorun güvenini kazanmış olan Teofilos bu güzel modeli saraya getirdiği zaman Konstantin’in hoşuna gitmiş ve kız iki seneden beri sarayda kalmıştı.
Persefoni çok şen şakrak bir kızdı. Etrafındakilerin de kendisi gibi olmasını isterdi. Kardinal İzidor’a hizmet etmek onun için çok ağır ve işkenceli bir iş olmuştu. Gençlerle düşüp kalkarken, böyle birdenbire elli beş yaşında bir papazın hizmetinde bulunmak, onu memnun etmeye çalışmak çok kolay bir iş değildi.
Kardinal, genç kıza sabah akşam aynı şeyi soruyordu:
“Papağanımı memnun edebildin mi?”
Persefoni kaşlarını çatarak cevap veriyordu:
“Hizmetimden memnun olup olmadığını papağanınıza sorunuz!”
Papağan, Persefoni’yi görünce,
“Pers… Pers!” diye bağırıyordu.
Kardinalin papağanı beş altı günlük bir rahatsızlık devresinden sonra iyileşmeye ve herkesle konuşmaya başlamıştı.
Kardinal İzidor memnundu. Saraya geldiğinin altıncı günüydü. Persefoni’yi çağırdı.
“Her şeyden değerli olan papağanımı sana teslim ederek bugün ilk defa dışarıya çıkacağım. Gözünü aç!” dedi.
Edirne’den zafer kazanarak geldiğini zanneden Agripas ve diğer elçiler, Kardinalin saraydaki hâl ve hareketlerini takip ve merak ediyorlardı.
Anivas,
“Bu çılgın adamı Floransa’dan buraya niçin göndermişler?” diyerek söyleniyordu. Agripas da aynı fikirde idi.
“Kardinal ortalığı karıştırmaya başlarsa Sultan Mehmed meseleyi duyacak ve anlaşmayı yırtıp atacak,” diyor ve bu endişeyle İmparatoru ikaz etmeye ve aydınlatmaya çalışıyordu.
Bizans’ın ünlü papazlarından Genadiyos da kiliselerin birleştirilmesine taraftar değildi. Kardinalin Bizans’taki incelemesinden önemli bir netice çıkacağına inanmıyordu.
O gün, Kardinal İzidor akşama kadar Bizans kiliselerini tetkik etmekle meşgul olmuştu. Kardinalin temas ettiği papazlar, kiliselerin birleşmesi arzusuna muhalefet ediyorlardı.
Kardinalin mesaisine son vermek isteyen papazların başında Genadiyos vardı.
Aradan on gün geçti.
Konstantin, Türklerle imzalanan dostluk anlaşmasından ziyade, kiliselerin birleştirilmesi meselesine önem vermeye başlamıştı.
Kardinal İzidor bir konuşma esnasında İmparatora,
“Floransa meclisinden arzu ettiğiniz yardımı göreceğinize şüphe yoktur,” demişti.
İmparator, Kardinalden çok şey ümit ediyor ve onu mesaisinde muvaffak olması için onu her sahada serbest bırakıyordu.
Kardinal İzidor işe Ayasofya Kilisesi’nden başlamıştı.
Ayasofya Kilisesi bir ibadethane olmaktan ziyade, o zamanın bütün dini ve siyasi işlerinde büyük imtiyaz ve yetkisi olan bir kurumdu. Ayasofya papazları, Kardinalin kiliseye girmesine mâni olmamışlarsa da iç işleriyle alakadar olmasına ve diğer papazlarla ayrı ayrı temasta bulunmasına müsaade etmemişlerdi.
Kardinal İzidor bu hadiseden dolayı çok üzgündü.
Bu yüzden İmparatorla Ayasofya Kilisesi ruhani heyeti arasında mühim ihtilaf ve tartışmalar yaşanmıştı.
Konstantin bu hususta kendi fikrini kabul ettirmek için bütün nüfuz ve kuvvetini kullanmaya karar vermişti.
Lukas Notaras, Ayasofya’ya gittiği zaman bu ihtilafın derhâl önüne geçeceğini ümit ediyordu. İmparatordan aldığı emrin kilisede etkili olacağından emindi.
Lukas’ı kilisenin genel toplantısına kabul ettiler.
O gün Ayasofya’da iki yüzden fazla papaz toplanmıştı. Lukas, birdenbire böyle mühim bir kalabalıkla karşılaşınca, İmparatorun emir ve arzlarını açıklamaya cesaret edemedi.
Papazlar heyecan içinde, Kardinale atıp tutuyorlardı.
Bütün bu muhalif papaz zümresinin başında Genadiyos göze çarpıyordu.
Lukas Notaras, vaziyetin vahametini anlayınca fikrini değiştirmeye mecbur olmuştu. Mahfilin en yüksek yerine çıkarak şu açıklamayı yaptı:
“Hükümet çok zor bir vaziyettedir. İmparator böyle bir itilaftan memleket için büyük faydalar temin edeceği fikrindedir. Fakat görüyorum ki Kardinal hazretlerine karşı lüzumundan fazla asabiyet ve hassasiyet gösteriyorsunuz! Bizans’ta mevcut bütün kiliseler birlik esasına taraftardırlar.”
Etraftan,
“Biz kabul etmiyoruz!” sesleri yükseldi.
Papazlar yumruklarını sıkarak bağırıyorlardı. Lukas bir dakika sustu. Papazların heyecanını teskin etmek lazımdı.
Genadiyos,
“Son sözümüz budur! Kabul etmiyoruz!” diye bağırdı.
Lukas, mahfilden inerken hatırına önemli bir şey gelmiş gibi, bir dakika ayakta bekledi. Ardından,
“Evvela şurasını anlamak isterim: Edirne’ye gidip gelen heyete güveniniz var mı?” diye sordu.
“Evet, Agripas’a güvenimiz var,” sesleri işitildi.
Lukas sözüne devam etti:
“O hâlde size haber vereyim ki, Türkler Bizans’ı zaptetmek için hudutlarımızda müthiş kalelerin inşasına başlamışlardır. İmzalanan dostluk anlaşmasına güveniyorsanız aldanıyorsunuz!”
Papazlar, Lukas’ı kolundan tutarak aşağı indirdiler.
Lukas Notaras’ın girişiminden bir netice elde edilmemişti.
Lukas, Ayasofya’da papazlar tarafından nasıl karşılanmış olduğunu İmparatora anlattı.
Konstantin, papazların baskısından yakasını kurtaramıyordu. Ayasofya papazlarının başında bulunan Genadiyos çok zeki ve nüfuzlu bir adamdı.
İmparator en ziyade Genadiyos’tan çekiniyordu.
Konstantin’in endişesi gerçek olmuştu. Lukas’ın Ayasofya’dan dönmesinin ardından, Genadiyos bütün papazları toplayarak İmparatorun bu girişimini yersiz kılmak için saray siyaseti aleyhinde kararlar verdirmişti.
Ayasofya Kilisesi’nde yapılan bu toplantıdan sonra, papazlar Bizans’ın çeşitli semtlerinde halkı başlarına toplamışlar ve kiliselerin birleşmesinin Bizanslılar için bir felaket olacağını söyleyerek halkı isyana teşvik etmişlerdi.
O gün Bizans’ın her tarafında İmparator aleyhinde toplantılar ve gösteriler yapıldı. Halk,
“İstiklalimize Papağanlı Kardinal’in el uzatmasına müsaade etmeyeceğiz!” diye bağırdı.
Ayasofya Meydanı’na elli bin kişi toplanmıştı.
Kardinal İzidor sarayın balkonuna çıktı, halkın galeyan ve heyecanı karşısında soğukkanlılığını muhafaza etmekten başka yapacak bir iş kalmadığını anladı. Ahaliye hitaben,
“Niçin kendinizi bu kadar azap ve işkenceye sokuyorsunuz? Ben sizin huzur ve refahınızı çalmaya gelmedim. Size huzur ve refah vermeye geldim. Heyecan ve telaşınız çok beyhude ve lüzumsuzdur,” dedi.
Balkondan ayrılırken, halkın tamamıyla rahat olmasını ve kendisinin birkaç güne kadar Roma’ya döneceğini de ilave etti.
Halk yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı.
Kardinal içeriye girdiği zaman İmparatora,
“Hiç merak etmeyiniz,” dedi, “Halkın heyecan ve maneviyatı, Bizans’ı Türklere karşı savunacak kadar kuvvetlidir.”
İmparator bu neticeden hiç de memnun kalmamış, fakat Kardinalin sözü hoşuna gitmişti.
İmparatorun odasında oturuyorlardı. Kardinal, yaptığı incelemeler esnasında Bizanslıların savaşa taraftar olmadıklarını öğrenmişti. Halbuki halkın o günkü tezahüratı Kardinalin düşüncesine karşıt, yani Bizanslıların savaşabileceği merkezindeydi.
Kardinal,
“Halkın maneviyatı çok kuvvetli…” derken İmparator, İzidor’un sözünü tamamladı:
“Düşman daha kuvvetli…”
“Türklerle savaşmaktan o kadar çok mu korkuyorsunuz?”
Konstantin kaşlarını çatarak sözüne devam etti:
“Korkmak da laf mı? Onlarla savaşmayı aklımdan bile geçirmek istemiyorum.”
“Tuhaf şey!”
“Limanımızdaki üç kırık gemi ile dört yüz parçalık Türk donanmasına nasıl karşı koyabiliriz?”
“Şu halde Bizans’ı hakikaten tehlikede görüyorsunuz.”
Konstantin’in canı sıkıldı.
“Endişelerimi şaka olarak mı dinliyorsunuz Kardinal hazretleri?”
Kardinal İzidor, İmparatorun sözlerine mânâsız cevaplar verdi.
Konstantin, Kardinalin bu neticeden kırılmış ve üzülmüş olduğuna hükmederek kendisini yalnız bıraktı.
“İstirahata ihtiyacınız olduğunu görüyorum Kardinal hazretleri!”
Kardinal İzidor, İmparatordan ayrıldıktan sonra kendi odasına geldi. Yapılacak bir işi daha vardı: Genadiyos ile özel olarak görüşmek.
İzidor, Floransa meclisine Bizans’taki zaferinden bahsedebilmek için az çok bir iş görmek istiyordu.
Kardinal, İmparatorun dairesinden kendi odasına dönerken ani olarak bu kararı vermişti. Genadiyos’la baş başa kalacak olursa bütün ihtilafları halledebileceğini ve bu inatçı papazı çabuk yola getireceğini tahmin ediyordu.
Genadiyos, Ayasofya papazları arasında ilim ve zekâsı ile büyük bir nüfuz ve şöhret kazanmıştı.
Memleketi kurtarmak endişesi karşısında itiraz etmesine ihtimal veremeyen Kardinal, bu ünlü papazla o gün herhalde konuşacak, anlaşacaktı.
Şair Priamos’un Kitabı
Klio, Edirne’den döndüğü günden beri sarayda, Anivas’ın dairesinde oturuyordu.
Anivas, İmparatora sevgilisinin zaferinden bahsederken:
“Sultan Mehmed’i lehimize çeviren iki kadın var: Elvira ve Klio,” demişti.
Klio o günden beri sarayda Anivas’ın nişanlısı gibi, hür ve mutlu yaşıyordu.
Klio, Kardinal İzidor’un bütün rezaletlerini biliyordu. O günlerde Persefoni ile ahbap olmuş ve bu suretle Kardinalin bütün girişimlerine de engel olmaya çalışmıştı. Bir akşam Kardinalin peşine takıldı. Persefoni, Kardinali ihmal ediyor, ancak günde bir defa yanına gidip neye ihtiyacı olduğunu soruyordu.
Kardinal İzidor’un birkaç güne kadar Roma’ya döneceği haberi yayılmıştı.
Klio, kardinali karanlıkta takibe koyuldu. İzidor odasına gitmiyordu.
Klio, Kardinali kendi eliyle yakalamak ve yüzüne tükürmek istemişti.
Kardinal yürüdü.
Klio da yürüdü.
Uzun ve ziyasız bir dehlizden geçtiler.
Kardinal durdu. Klio da durdu.
Hafif bir tıkırtı işitildi. Kardinal, Persefoni’nin kapısını vuruyordu.
Klio, Kardinali aşağılamak için bundan daha iyi bir fırsat bulamazdı. Birkaç adım daha ilerledi. Kapı henüz açılmamıştı. Kardinal seslendi:
“Persefoni! Persefoni! Aç! Ben geldim.”
Klio, bu kudurmuş papazın gece yarısı sevgilisinin kapısında merhamet dilenmeye başladığını görünce tahammül edemedi.
“Tuuu! Tuuu! Tuuu!” diye bağırarak Kardinalin yüzüne tükürdü ve kim olduğunu belli etmemek için derhâl yanındaki duvarın arkasına gizlendi.
Klio, ertesi gün bir iftiraya uğramamak için sesini çıkarmadan, yavaş yavaş geriye çekildi, gitti.
Kardinal korkusundan titremeye başlamıştı.
Persefoni’nin kapısı açıldığı hâlde, odadan içeriye girmeye cesaret edemedi. Dizlerinin bağı çözüldü. Gözleri dumanlandı. Sağa sola çarparak, sürüklene sürüklene karanlıklara karıştı.
Klio bu hadiseyi Anivas’a anlatmış ve Kardinalin rezaleti sarayda ağızdan ağıza çarçabuk yayılmış, hatta İmparatorun kulağına bile gitmişti.
Ertesi gün Konstantin, Persefoni’yi kardinalin hizmetinden alarak Lukas Notaras’ın dairesine göndermişti.
Kardinal, büyük bir şaşkınlık ve mahcubiyet içinde dönmek için hazırlanıyor, istemeyerek bazı ziyaretler kabul ediyordu.
Ayasofya papazları son defa İmparatora gitmişler ve Kardinalin kiliseler hakkındaki fikirlerine katılmadıklarını bildirmişlerdi.
İmparator Konstantin bu neticeden memnun olmamakla beraber, Kardinal aracılığıyla kendilerinden askeri destek göreceğini ümit ediyordu.
Kardinal İzidor’u rencide etmeden gönderecekti.
O günlerde Şair Priamos’un elden ele dolaşan bir kitabı, bilhassa saray muhitinde büyük bir heyecan yaratmıştı.
Okuyucularımız pekiyi hatırlarlar ki, Şair Priamos, Anivas’ın rakibidir.
Priamos’un kendi el yazısı ile ellerde dolaşan bu kitap, şairin son şiirlerini içeriyordu.
Kitap evvela İmparatora sunulmuş, bilahare saray halkı tarafından da okunması için elden ele dolaşmaya başlamıştı.
Anivas bu kitabın sevgilisinin eline geçmemesine çalıştığı hâlde, Klio bunu haber alarak, bir gece nasılsa kitabı ele geçirmeye muvaffak olmuştu.
Eski aşığının kitabını gözden geçirirken birkaç nokta Klio’nun dikkatini çekti.
Şair diyordu ki:
Tanrı’ya yaklaşmak için kadın göğsünü mukaddes bir basamak addeden azizler, asrımızın peygamberleri oldular!
Klio, bu esrarengiz kitabın bir sayfasını daha çevirdi. Şair durmadan papazlara hücum ediyordu. Okudu:
Kadınlar o kadar güzelleşti ve erkekler o derece inceldi ki, artık evlerimizdeki hizmetçilerin hükmüne katlanmayı bile kadınlara karşı bir nezaket borcu addediyoruz. Fakat hayır! Hakikat böyle değil. Herkesin hukuku ayrı ve vazifeleri bellidir. Evlerimize kadar giren despotizm akideleri, kiliselerden gelen sahte ve cali bir imandan başka bir şey değildir.
Siz zavallı mahluklar! Bu saçmalıklara daha ne vakte kadar inanacaksınız?
Papazların esaretinden kurtulmak için Bizans’ın düşmesini mi bekleyelim?
Klio kitabı kapadı ve düşünmeye başladı:
“Priamos’u öldürmezlerse geleceğin en büyük adamı olacak. Tehlikeyi ondan başka gören ve söyleyen yok. Fakat çok tuhaf şey! Bu tehlikeli kitabın elden ele dolaşmasına İmparator nasıl müsaade etti? İşte hayret edilecek nokta burası.”
Klio, genç ve ateşli şairi candan seviyordu.
Klio’nun bir hastalığı vardı: Genç kız lüzumundan fazla ihtişam meraklısı idi. Edirne’ye gidip geldikten sonra bu hastalığı daha fazla kökleşmiş, ilerlemişti.
Anivas, parlak mevkisi olan ve gösterişli bir hayat yaşayan zengin, asil bir askerdi.
Anivas’ın mevkisi ve serveti Klio’yu ona bağlamaya yeterliydi. Fakat Klio, eski âşığı ile de meşgul olmaktan kendini alamıyor, ona karşı kalbinde sönmez bir muhabbet besliyordu.
Anivas, sevgilisinin kalbini açık bir kitap okur gibi okumuştu. Onun bütün endişesi, Priamos’un son eserlerinin Klio’nun eline geçmesiydi.
Şair Priamos hakkında Bizanslıların sarsılmaz fikirleri vardı: Priamos hakikati görür. Priamos gördüğünü yazar. Priamos satın alınmaz. Priamos insanüstü bir adamdır.
Bu hassas ve ateşli şairi halk bu nedenle seviyordu.
Klio da Priamos’u öyle tanımış ve bütün kadınlar gibi onu sevmişti.
Anivas, şairin meydana çıkardığı bu son eseriyle onu biraz daha yükselmiş görmekten kendini alamıyordu.
Priamos…
“İşte, Bizans tarihinde en büyük rolü oynamaya aday bir adam,” diyordu.
Priamos, son kitabı ile halk arasında eskisinden çok daha samimi bir ilgi ve sevgiyle karşılanmış büyük yol göstericiler sırasına geçmişti.
Genç şairi rakipleri de sevmeye ve alkışlamaya başladılar.
Saraydan halk arasına yayılan son şiirleri ağızdan ağıza dolaşıyor, hararetle okunuyordu.
Bu cereyan karşısında Anivas’ın yegâne vazifesi, sevgilisini gözlemek ve merak etmekti.
Klio saraydan çıkıp terar Priamos’un kucağına atılacak olursa, bu onun için tahammül edilmez bir felaket olacaktı. Saraydaki bütün kızlar Anivas’la alay edeceklerdi. Bu rezalet karşısında intihar etmekten başka bir kurtuluş çaresi düşünülemezdi. Klio’yu bu endişeyle gece gündüz takip ediyordu.
O gün Kardinal İzidor memleketine dönmüştü. Bizans papazları dediklerini yapmışlardı. Ayasofya Kilisesi’nde büyük ayinler yapılıyor, kiliselerin istiklal ve baskısına el uzatan ecnebilere boyun eğilmeyeceği ilan oluyordu.
İmparator Konstantin kiliseler hakimiyeti karşısında kendi nüfuz ve kudretinin hiçten ibaret olduğunu anlamıştı.
O gün Ayasofya’da ve diğer kiliselerde papazlar fikirlerini yüksek sesle söylerken, sarayda da önemli bir toplantı yapılmaktaydı.
Bizans tarihinde mühim bir anlamı olan bu gizli toplantıda dört kişi vardı: İmparator Konstantin, Lukas Notaras, Teofilos ve Orhan Çelebi.
Orhan Çelebi, İkinci Sultan Murat‘ın kardeşiydi. Sultan Mehmed‘le arası açık olduğundan Bizans’a sığınmıştı.
Konstantin bu gizli toplantıda Orhan Çelebi’yi tahrik etmek maksadıyla dedi ki:
“Padişahın son günlerde size karşı çok insafsızca hareket etmeye başladığını görüyorum. Aidatınız hakkında Edirne’ye gönderdiğim mektubu okumadan fırlattığını oraya giden memurum söyledi.
Sultan Mehmed son günlerde bize karşı tamamıyla dostluğu bozacak tarzda hareket etmeye başladı. Bütün civar köylüler şikâyetçidir. Bu hâle bir son vermek düşüncesiyle sizi buraya davet ettik.”
Orhan Bey, İmparatorun kendisinden yardım beklediğini hayretle gördü.
“Buna karşılık siz de devlet adamlarıyla görüşüp esaslı tedbirler almadınız mı?”
Bu söze Lukas Notaras cevap verdi:
“Sultan Mehmed burnumuzun dibinde inşasına başladığı muazzam kalenin bitirilmesinden başka bir işle meşgul değil. Bize gelince… Türk askerlerinin fazlalığı karşısında, ecnebi bir devletle ittifak etmekten başka çare kalmamıştır.”
İmparator, gözlerini açarak maksadını izah etti:
“Bu işi Orhan Çelebi halledecek.”
“Benim elimden ne gelir, İmparator hazretleri?”
“Sizin ufak bir hareketiniz Padişahı büyük endişeye düşürebilir.”
Lukas Notaras ve Teofilos, İmparatorla daha evvel bu mesele hakkında görüşmüşler ve Orhan Bey’i Türkler aleyhinde hareket ettirmeye karar vermişlerdi.
Her ikisi de susuyordu. Konstantin sözüne devam etti:
“Orhan Bey, vaziyet çok hassastır. Herhangi bir ecnebi devletle ittifak akdi için müzakere kapısı açmaya vakit yok. Pekâlâ biliyorsunuz ki, Sultan Mehmed sizden fevkalade çekiniyor. Ben bu meseleyi kökünden halletmek ve kendimizi Türklere karşı emin bir vaziyette bulundurabilmek için size biraz serbestlik ve hürriyet vermek istiyorum. Bizim lehimize hareket etmeyi vaat eder misiniz?”
Orhan Çelebi, İmparatorun maksadını tamamıyla anlamıştı. Bizanslılarla iyi geçinmek mecburiyetindeydi.
“Müsaade ediniz de biraz düşüneyim. Herhalde size faydalı olmak ve tehlikelerin önüne geçmek isterim,” dedi.
Orhan Bey saraydan çıktıktan sonra, Lukas ve Teofilos, İmparatorun nezdinde müzakereye devam ettiler.
Konstantin, Kardinal İzidor’un dönüşünde kiliselerin birleşmiş olduğunu ilan etmiş ve Papa V. Nikola’ya bu yolda haberler göndermişti.
Konstantin, Bizanslıların arzularına rağmen, ikiyüzlü siyaset takip etmekten kendini alamıyordu.
Kiliseler üzerinde büyük bir güç sahibi olan Genadiyos gün geçtikçe Bizans’ı karıştırıyor ve halkı heyecana düşürmekten çekinmiyordu.
Lukas Notaras, halka karşı şiddet göstermek taraftarı idi. İmparatorla konuşurken dedi ki:
“Haşmetmeab! Halkın isyanına karşı bu derece lakayt ve merhametli görünmeniz hiç de doğru değildir.”
“Ne yapmalı?”
“Ayasofya Meydanı’na toplanmış olan birtakım kopuk alayını hassa askerleriyle derhâl dağıtmak imkânı varken, niçin buna mani olmuyorsunuz?”
“Ahalinin büsbütün nefretini kazanmış olmaz mıyım?”
“Bilakis! Siz böyle gevşek davrandıkça halk büsbütün şımarıyor.”
Teofilos kaşlarını çatarak sustu. İmparator sordu:
“Sen ne dersin, Teofilos? Halka karşı zor ve şiddet göstermek doğru bir hareket olur mu?”
Teofilos, Notaras’ın yüzüne baktı. Mânâlı mânâlı güldü. Sonra İmparatora hitap ederek,
“Haşmetmeab!” dedi, “Halk arasındaki dedikodulardan haberiniz yok galiba! Müsaade ederseniz bu sabah duyduğum çok mühim haberlerden bahsedeceğim!”
Lukas Notaras’ın canı sıkıldı. Konstantin,
“Peki söyle bakalım,” dedi ve gözünün ucuyla Lukas’ın dikkatini çekti.
Teofilos sözüne devam etti:
“Beş günden beri Hrisokeras (Haliç) civarında, Türklerle çok sıkı ilişkide bulunan bazı tüccarlar Bizans’ta olup bitenleri günü gününe Türklere haber veriyorlarmış.”
Konstantin şiddetle bağırdı:
“Bu hainleri niçin yakalamıyorlar?”
“Meydanda belirli bir şahıs yok. Fakat takip edilirse elbette ele geçer.”
Lukas Notaras en büyük devlet adamı sıfatıyla söze karıştı:
“Bu meselede biraz abartı var zannederim.”
Teofilos cevap verdi: