Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kaharlı Altay», sayfa 5

Yazı tipi:

V

Maliypa, bu sıralarda kendine bir uğraş bulmuştu. Gündüzleri eve uğramaz oldu. Geçen günkü nişancı gencin tavşan vuruşunu gördükten sonra onun da nefes alacak vakti yok. Üstüne üstlük Osman Batur’un bir nişancılık maharetine şahit olduktan sonra yerinde duramaz oldu. Osman Batur’un yanyana konmuş bir sıra kargayı her iki eline de silah alarak aynı anda vurduğunu görmüştü. Kimsenin olmadığı bir yerlere gidip Maliypa da kendi kendine atış talimleri yapıp duruyordu. Avuldaki yiğitler bazen bir araya toplanır, iddialaşır ve nişancılık maharetlerini gösterirlerdi. Maliypa da bazen onlara katılmaya başladı. Birçok gençten daha nişancı. Köylüler onu şimdiden “Osman Batur’un nişancı kızı” diye anmaya başladılar bile. Kızın, “batur” ismi de gittikçe yayılmaya başlamıştı.

Neredeyse bir seneye yaklaşmıştı. Buraya ilk geldikleri vakitlerdi. Osman Batur’un Avulu Beytik Dağının batısında idi. Osman Batur’u canlı ele geçirmek veya yok etmek için Banzragç müfrezesine Toktarkajıulı Berdikoja isimli Karatay, komutan vekili oldu. Moğolistan Çekistleri, kırktan fazla deve yüklü kervanla yola çıkmıştı. Yolda Sarıtogay Boyunda bir Kazak’ı tutsak alıp, onun rehberliğinde Osman Batur Avuluna baskın yaptılar. Gecenin bir yarısında Osman Batur’un sekiz askerini tutukladılar.Osman Batur’un büyük ak evini kuşatmaya aldılar. Şafakla beraber onu tutsak almayı planlıyorlardı. Fakat bunların varlığı belli olunca şaşkınlıktan Osman Batur’un evini hedefleyerek kurşun yağmuru başlattılar. Berdikoja, koşarak gidip Osman Batur’un evine bir el bombası attı. Ev alevlenerek yanmaya başladı. Bu sırada şafak da sökmek üzereydi. Tam bu esnada bunların arka tarafından gelen bir at nalı sesi ile acı haykırışlar birbirine karıştı. Baktıklarında, iki atlının hızla yaklaştığını gördüler. Bunların biri Osman Batur’du. İkincisini onun “batur kızı” diye biliyorlardı. Bunları gören askerlerin karşıya bakıp kurşun atmaya cesaretleri kalmadı ve çil yavrusu gibi dağıldılar. Sonradan, Berdikoca’nın, “O zaman Osman Batur’un işini bitirebilirdik. Öncelikle ev, Osman Batur’un evi değilmiş. Sonra da onun nişancı kızından korktuk!” diye hadiseyi hikâye ettikleri bu bölgede ağızdan ağza dolaşmıştı.

VI

Beytik Dağında bu sefer vukuu bulan hâdiseyi, bütün dünya alem duydu. Singjang Savunma Ordusunun Komutanı Sun Shiliang’ın bu haberi, yani Moğol askerlerinin Beytik Dağına yaptığı saldırıyı ve Sovyetler Birliği’nin askeri uçaklarının onlara yaptığı yardımla ilgili bilgileri, Nanking’deki Savunma Bakanlığına yetiştirmesiyle Çin haber kaynaklarında kıyamet aldı yürüdü. Osman Batur veya Milli Bağımsızlık Savaşı tamamıyla unutturulmaya çalışılarak bu hâdiseyi Çin Hükümeti kendi yararına kullanma yoluna girmişti. Öncelikle Çin “Merkez Gazetesi“,“Barış Gazetesi“ gibi resmi yayın organları birlik halinde konuyu ele alıyor ve Beytik Dağı savaşını birinci sayfadan büyük puntalarla veriyorlardı. Her gün yazılan makalelerle, Sovyetler Birliği ile Moğolistan‘ın Çin topraklarına yaptığı saldırı kınanıyordu. Merkezî Çin Hükümetinin bakanlıkları ve diğer kuruluşları da bu konuya özel önem veriyordu. Hukukî ve idari kurumlar bu konu için özel toplantılar ve münazaralar tertip ediyor; umuma yönelik bilgi verici organlar bütün memlekette bu konuda öğütler ve bilgiler yayınlıyordu. Şanghay ve Nankin‘de çıkan bazı gazetelerde vatansever, milliyetçi şairlerin şiirleri yayımlanıyordu. Çin Dışişleri, Sovyetler Birliği ve Moğolistan‘a kınamalar gönderdi. Sovyetler Birliği, 21 Haziran itibarıyla Çin‘deki büyükelçisinin danışmanı Ding Lin aracılığıyla Çin Dışişlerine cevap verdi. Sovyetler Birliği’nin Beytik Dağı hâdisesine karıştığını yalanladı. İlâve olarak hemen bunun arkasından Moğolistan Halk Cumhuriyeti elçisi, Çin‘in Moskova‘daki elçisi Fu Çıngçang vasıtasıyla Çin’e cevap verdi. Cevapta “Beytik Dağı Moğolistan Halk Cumhuriyeti sınırları içindedir. Bu çatışmanın tek sebebi Çin askerlerinin bu topraklara saldırmasıdır.“ iddiasında ısrar ediyordu

Çin Cumhurbaşkanı Çiang Kai Shek de alelacele ABD ve İngiltere‘ye özel elçiler göndererek, telgraflar yollayarak, Beytik Dağı hâdisesini Çin lehine çözmek için uğraştı. 16 Haziran‘da ABD Cumhurbaşkanı Roosevelt‘e, ”Sizinle aramizdaki özel dostluğu göz önüne alarak, bir konuyu açıyorum. Yakınlarda vukuu bulan hâdiseler, Uzakdoğudaki barışa fayda vermemektedir. Özellikle Altay bölgesinde olan hâdiseler, sadece bölgesel bir olay değildir. Aksine bu olay, Sovyetler Birliği’nin Uzakdoğu bölgesinde gelecekte de kullanacağı stratejinin en önemli kanıtıdır. Sovyetler Birliği’nin saldırgan tavrı hiç değişmeyecektir.“ ifadeleriyle derdini anlatmaya çalıştı. Dahası Roosevelt’i ”Bu hâdise sadece Çin için değil, Washington için de zararlıdır.” ifadeleriyle de iknaya yeltendi.

Sovyetler Birliği’nin gazeteleri ve radyoları da “Çin askerlerinin bir müfrezesi, Moğol Halk Cumhuriyeti’nin sınırlarına saldırdı. Merdigor Nehrinin boylarındaki sınırda 16 kilometrelik siper kazdılar ve pusuya yattılar.” şeklinde haberleri dağıtmaya devam ediyordu. Bunun arkasından 28 Temmuz 1947’ de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine gönderdiği bir nota ile Çin’i kınadı.

Osman Batur çevresinde başlayan bu tartışmanın böylece dallanıp budaklanması, o vakitlerde artık “Doğu Türkistan Cumhuriyeti” adını kaybederek “Üç Vilayet Hükümeti” olarak anılan İle bölgesi için bulunmaz bir fırsattı. Gökte aradıklarını yerde bulmuş gibi sevindiler. Üç Vilayet Hükümet Başkanvekili Ahmetcan Kâsımî, Şıngjan Bölgesel Geçici Hükümet Başkanı General Jang Jujıng’a ardı ardına telgraflar göndererek: “…Osman haydutlarının elini kesmek, haydutlar atamanı Osman Batur’u tutuklamak, halk mahkemesine vermek, acımasız şekilde cezalandırmak gerek.” gibi tehditler savuruyordu.

Bu sırada, Sovyet Destekli Millî Ordunun Kuzey bölgesindeki harp birlikleri ile Altay Vâliliği de boş durmuyorlardı. Kazak Halkının yaşadığı topraklara, özellikle Osman Batur’un doğup büyüdüğü Ör Altay (Altayların zirveleri) sayılan Köktogay, Şingil çevresine, Orta Cüz Kazaklarının Kerey Boyunun on iki dalı arasında saygı gören şahsiyetleri; Jedikten dört makamın birini temsilen Biy Hacıoğlu Reşat ile Razdan imamı, Ez Zalıng’i; Jantekey’den Bulanbay torunu Velioğlu Hacınabi’yi kendi taraflarını iknaya ve Üç Vilayet hükümetini savunmaya çağırmak için görevlendirdi. Nusipcan Yasinov komutasındaki Tarbagatay Üçüncü Süvari Alayına ilâve olarak Konkay Bölüğünü; Şabırtı, Sartogay, Turgın, Sekpiltay, Karaşora ve Şankan gibi bölgelere yerleştirerek, Osman Batur ile Kazak halkı arasında tampon bölge yarattı, güçlü nöbet noktaları oluşturdu.

Sarsümbe şehrindeki merkez komutanlık toplantılarından birinde Yüzbaşı Fatey İvanoviç Leskin öfkelenerek, ter ter tepinince Orgeneral Delilhan Sügirbayev, özel olarak merkeze alındı ve tehdit edildi:

– General Hazretleri, defalarca adam yolladığımız halde, niye hâlâ Osman’ı yok edemedik. Nedir bunun sebebi? Hadi onu yok edemedik, ama neden Osman’a karşı hiç kimse ateş edecek gücü bulamıyor?

Delilhan, bu sözlerin altındaki manayı anlasa bile, onlardan öğrendiği taktiği kullandı ve soruyu omuzlarını silkeleyerek cevapladı. Bu cevaptan sonra, Leskin, daha çok hiddetlendi.

– General! Rütbenize rağmen hiçbir şey bilmiyorsunuz. Nasıl iş bu? dedi ellerini iki yana açarak.

– Arka arkaya asker gönderiyoruz habire. Ben de sizin gibi insanım. Ne bileyim onun sırrının ne olduğunu.

– Ne? dedi Leskin, sinirlerine hakim olamayan bir edayla.

– Gerekirse, yine gönderelim.

– Yine mi… diye Delilhan’ın lafını kızgınlıkla tekrarladı Leskin. “Yine boşuna harcanacaklar.”

Leskin’in böyle hiddetlenmesine, Delilhan hakkında edindiği bazı bilgiler sebep olmuştu. Bu yüzden, Delilhan’a böylesi bir hiddet gösterisi yapmak farz olmuştu. Ancak Delilhan da bu taktiği anlamıştı.

Bunlar, her zaman böyle yaparlar. Her zaman buyurucu bir tavırları var. İşte bu yüzden tepemize çıkıyorlar. Geçenlerde, bundan bir iki ay kadar önceydi, Kulca’da bir toplantı sırasındaki bir olay, Delilhan’ın hâlâ zihnindeydi. Hatırladıkça tüyleri diken diken oluyordu. Üç Vilayetten liderlerin ve bütün vilayetlerin vâlilerinin katıldığı Hükümet Şuralar Meclisi açılmıştı. Ahmetcan Kâsımî, konuşma yapıyordu. İki numaralı dairede çalışan iri yarı bir Rus vardı, içeriye girdi. -Kulca’da yaz sıcakları çok erken başlar.– Hava oldukça sıcaktı. Üstünde kolsuz gömlek, ayaklarında eşofmanlar, elinde ince bir kırbaç sahnenin arka tarafındaki kapıdan girdi, Ahmetcan’ın konuşmasını biraz dinledikten sonra irkildi. Sonra aniden bozularak:

– Hey kör, dedi güm diye. Ahmetcan’ın bir gözü iyi görmezdi. Arkasına döndü ve konuşmasını keserek bakakaldı. Rus da öne doğru bir iki adım attı, işaret parmağını Ahmetcan’a doğrultarak, demin söylediğini yine tekrarladı: “Hey kör, konuşacaksan doğru dürüst konuş! Yoksa saçmalama! Öyle değil o söylediklerin; bak, böyle.”diye oturanlara ters ters baktı ve Özbekçe konuşmaya başladı.

Toplantı salonu, bir anda sessizliğe gömüldü. Kimse sesini çıkaramadı, Ahmetcan, ne yapacağını bilmez şekilde yere baktı. Artık ondan ses çıkmaz, ama topraktan ses çıkar haldeydi. Salonda cenaze çıkmış gibi bir acı sessizlik vardı. Herkes başlarına ağır bir darbe yemişcesine sersemlemişti. Sağır sessizliği bir süre devam etti. Tam bu sırada Üç Vilayet Hükümeti Şura Üyesi, Tarbagatay Bölgesinin Vâlisi, meşhur zengin Başbay Çolakoğlu Bapin yerinden fırladı:

– Hey cemaat, ölü müsünüz, diri misiniz? Ne saçmalıyor bu.. bu gök göz köpek! Bizim liderimiz Ahmetcan’a böyle hakaret ederek, gözüne dürtercesine konuşan bu kâfir, kalanlarımıza ne iyilik edecek sanıyorsunuz? Ne hakaret ! Ne felaket bu yaptığı? Daha ne kadar aşağılayacaklar bizi! Bunu duyduğunuz hâlde, erkeğiz diye hâlâ yerinizde oturacak mısınız, miskinler?! Öyleyse böyle hükümetin de, böyle meclisin de, böyle gök gözlü kâfirin de, hepsinin taa babasının ağzına. Gidiyorum!” diye yerinden fırladı, ite kaka kendine yol açtı ve yalnız başına toplantıdan çıktı gitti.

Oturanlar, deminki “gök göz”ün Birinci, İkinci Dairelerin ve Sovyetler Birliği’nin danışmanlarının başkanı Vladimir Stepanoviç Kozlov olduğunu sonradan duydular. O gün, sarhoş olsa gerek. Kendisi de biraz içen Başbay da halkın ricasıyla içkiyi bırakmıştı. Fakat o günden sonra bu Rusun adı “Başbay’ın Gök Donu” olarak yerleşti.

Bak, şimdi bu Rus da, aynı o zamanki gibi, buyurucu edayla davranıyor. Hepsi birbirine benziyor. Ah keşke, Başbay gibi erkek olsaydı. Mangal gibi yürek varmış. “Asil evlâdı” diye işte buna derler. Dedesi Alingazi Ükirday da Şın Sısey hapishanelerinde, başını asla eğmeden, inatla karşı koyarak can teslim etmiş, derlerdi. Asil kandan gelenler, ahh!.. Fakat kendisine gelince, bunların hepsini tepesine çıkardı. Bunlar, işte böyle, saklandıkça tepene binerler. Kızdıkları da laf ola beri gele türünden kızmak değil. Bunun yaptığı tamamıyla başka niyetlerle yapılıyor.

Tam bu sırada Delilhan, Leskin’in gözünde kimseye aman vermeyecek zalimliğin işaretlerini gördü. Gök gözleri daha da çukurlaşmıştı. Derin bir bataklık, dipsiz bir çirkefe benziyordu. Taş gibi. Soğuk mu soğuk. O dipsiz bataklıkların arkasından Delilhan da bir belânın olacağını açıkça gördü; tastamam belâ olduğunu sezdi. Yüreği ağzına geldi ve vucudundan ürperti geçti. Bunun da uzun zamandır sakladığı, en derinliklerinde yatan asil ruhuna aksüyeklik19 asilzâdelik; kanına ateş düştü.

– Öyleyse size göre, onunla (Osman Batur’u kastederek) kendim mi gidip çarpışmalıyım? Elinden iş geleceğine inandığımız kişileri gönderdik. Onlar hakkındaki bilgileri siz de gördünüz. Benim daha ne yapmamı bekliyorsunuz ki? Hayatında ilk defa karşı duruyordu. Demin diğer subaylar hakkında kullandığı ifadelerden de hep başkalarını suçlamaya alıştığını anladığı için. Artık bu sorgulama, maskaralık ve ayak altında kalmak canına tak ettiği için.

Leskin, aniden döndü. Delilhan da gözlerini kırpmadan bakakaldı. Delilhan’ın gözünde de hiddet ateşi vardı. Daha önce görmediği değişik bir hiddet. Ne dersen onu yapan ve burnu delinmiş deve yavrusu gibi devamlı baş sallayan Delilhan değildi bu seferki. Dokunsan patlayacak hâldeydi. Bunu anlayınca, Leskin de çabucak çark etti.

– General Mirza, size işin genel gidişatını açıklıyorum. Benim sizi suçladığımı mı zannettiniz? Ortak sorumluluk… Ortaklaşa teâtî edelim. Bunun için siz de ben de suçlu değiliz. Bırakın ikimizi, bu probleme bizim yukarıdaki güçlüler de çare bulamadıklarından, kıvranıyorlar. Yoksa Washington’a dilekçe yazarlar mı? diye derhâl yumuşadı.

Delilhan’ın da hiddeti çabuk geçti. Fakat deminki Leskin’in gözündeki kinci kıvılcımdan sonra, onun da yüreğine düşen kor sönmek bilmiyordu. Tam bu sırada Osman Batur’u hatırladı. “Başka bir açıdan, o aksağın yaptığı da doğru mu acaba? Kimseye baş eğmeden, ölse de eğilmeden ölünür ya.. Fakat onun tuttuğu yol da çıkmaz sokak. “Bir sürü it bir tarafa, gök it öbür tarafa,” dedikleri gibi. “Kitleler korkutur, derinler batırır.”20 İnsan kendi geleceğini bilemez, bu âşikâr. Geçen sefer, Osman Batur’un kendisi de ifade etti. “İkimizin düşmanı aynı.” dedi. Belki, o dediği doğrudur. O da boşuna yaratılmamıştır herhâlde. Bir kutsal görevi var olmalı. Delilhan da ondan habersiz değildi. Ne kadar hiddetlense de, kırıp dökmek istese de hiddeti geçince, sağduyulu hareket edince, sakinleşiyordu. Aktay, Yılkıcı, Sügirbay…Delilhan’ın atalarının adları… Hepsi de asilzâde çocukları. Kazaklar birbirlerine ne kadar kızsa da, birbirlerini öldürmeye kıyamazlar. Yılkıcı ile Ömürtay, Sügirbay ile Kara Osman defalarca çatışmış olmalarına rağmen, komünist tapınıcılar gibi birinin canına yekdiğeri kastedecek yiğitler olmadılar. Çok ileri gittiklerinde, barımta21 aldılar. Karşılıklı başlık verip aldıkları gelinleri kaçırdılar. Bazılarının sakallarını traş edip maskara ettiler. Ama hiçbiri yekdiğerinin boğazına, ümüğüne elini uzatmadı. Atadan kalma gelenek… Osman Batur’u vurmak için defalarca adam gönderse de Delilhan’ın onu gerçekten öldürmeye niyeti hiç olmamıştı. Kazak olmamasına rağmen Leskin, bunu sezebiliyordu. Laf ola beri gele misâli birilerini gönderiverdiği yalan değildi. Osman Batur’la aynı sofrada oturmuşluğu vardı. İkisi, ne kadar zâlim olsalar da bozkırdaki vahşi kurttan daha zâlim değillerdi.

 
“Yarasa kanat çırpar dağ başında
Yoksulun hayatı hiç, varlığın yanında
Dost olduktan sonra kötülük yapmaktan koru Allah’ım
Kurtlar da ihanet etmez yoldaşına.”
 

diye bir şiir var, işte böyle… Kazak demek mertlik demekti.

O gün Delilhan, özel ulak gönderdi. Örmegeyti’nin başında, Kaluvın kaplıcalarının ortalarında, kendilerine ait yazlık bölgede oturan Şokay Hacı’nın oğlu Turısbek’i çağırttı. Geçen sene Dörbiljing Boyundaki kışlaktayken Şokay Zalıng, Leskin ile Delilhan’ı bir grup askeriyle beraber misafir etmişti. Ertiş Nehrinin bir kıvrımında, kışın fakirleşmiş gibi çıplak kalan tabiatın arasında, elbiseleri soyulmuş, yapraksız kalmış uzun ağaçların, bozlaşmış, rengi kaçmış dalların ortasında bulunan kısa boylu şiy ve şengel bitkilerinin üstüne kurulmuş gösterişli ahşap evinde Şokay Zalıng, bunları misafir etmişti. Altlarına dokuz kat minder serilmiş, ayı postlarıyla kalınlaştırılmış evinde onları üç gün boyunca ağırlamıştı. Hatta bunların bir heybeye sakladıkları ve arada gizlice içtikleri içkilerine de ses çıkarmamış, görmemiş gibi davranmıştı. Onlar vedâ ederken, Les-kin ve Delilhan’ın omuzlarına kurt postundan palto ve yanlarına da elli koyun değerinde gümüş sokuşturmuştu.

Leskin, bundan çok memnun olmuştu. Gündüzleri askerler ve subaylar kendi aralarında hedefe nişan alıp eğlenirken, onlardan hiç de eksik atış yapmayan Turısbek’in nişancılığına da bayılmıştı.

– Orduya katılmamış, eğitim görmemiş olsa da ne kadar nişancı! diyerek imrendiğini gizleyemeden dile getirmişti.

– Kazaklar ordu ve nişancılık disiplininden geçmemiş olsalar da, aynen böyle, hedefi hep tuttururlar, demişti Delilhan övünerek. “Osman Batur’un adamlarının da hepsi öyle nişancıdır. Hatta o aksağın nasıl nişancı olduğunu İtek Kızıl’da siz de görmüştünüz.”

Leskin bunu duyunca, Delilhan’ın yüzüne bakmak için aniden dönmüş “Kanı çekiyor galiba!..” diye düşünmüştü. Bu düşüncesini sezdirmemek için özellikle lâfla pohpohlayarak:

– Turısbek Mirza’yı subay olarak almaz mısınız? demişti yalandan yumuşayarak.

– Siz emrederseniz alırım, tabii demişti, Delilhan da onun bu lafını hangi hesapla söylediğini anlayarak.

Fakat onların bu hediye teklifini, Şokay Hacı kabûl etmemişti.

– İyi niyetiniz için teşekkürler. Başka oğlum yok. Gözümden ırak hiçbir yere gönderemem. Fakat herhangi bir işiniz için gerekli olursa, onu da engellemem, demişti.

Biraz önce görüştüklerinde Leskin bu olayı hatırlattı. Osman Batur’u vursa vursa, o Turısbek vurabilirdi. Delilhan’a bunu özellikle hatırlatmıştı.

Etine dolgun, kırmızı yanaklı, daha yeni yirmilerine ulaşmış ve yiğit olmaya başlamış olan Turısbek, Delilhan ile Leskin’i dinlemiş, uzunca bir süre düşündükten sonra birden kabûl etmişti

– Olur. Sizin dediğiniz olsun. Fakat sonradan bütün Kerey Boyu karşıma çıkıp ta “katil” diye babamın başını ağrıtmasınlar.

Delilhan’ın gökte uçarcasına giden ala ayaklı atına binip, Leskin’in verdiği tabancayla yanına sadece at uşağını alan Turısbek, bir hafta sonra Beytik Dağına vardı. Köktogay’dan bir Karakas’a gelin verdikleri ablasının evine gitti. Birkaç gün dinlendikten sonra oradan Oranbulak’taki Osman Batur Avuluna, Batur’a selam vermeye gidiyorum diyerek ayrıldı, belinde tabancasıyla.

Osman Batur evindeydi. İyi karşılandı, sıcak bir tavırla hâl hatırı soruldu. Babası Şokay Hacı’nın sağlığı ve halkın durumu konuşuldu.

Kımız içildikten sonra, koyun kesildi. Osman Batur, bilgili babanın görgülü oğluyla çeşitli konularda konuştu. En sonunda bir ara, Osman Batur, bir süre sessizce oturduktan sonra:

– Ee, Turısbek, falcı değilim. Onu herkes bilir. Fakat geliş sebebini anlıyorum. Başka bir delil gerekmez, bu ala ayaklı atından anladım. Babanın namına, atalarının ruhuna havâle ettim. Ne yapmak istersen kendin bilirsin, dedi, Turısbek’in tavrını anlamak için dik dik bakarak.

Turısbek bembeyaz kesildi ve yığılıp kaldı. Uzunca bir süre sonra tekrar canlanır gibi oldu.

– Cesaretine kurban olayım, Batur Ağa! Tam doğruyu söyleyeceğim, dedi tımakını ve tabancasını Osman Batur’un önüne bırakırken.

– Sen on üçüncü adamsın, dedi Osman Batur, rahatlayarak otururken. Bir konuda Allah’a şükrediyorum. O gök göz Rus ne kadar sihirle gönderse de, ağzında Allah’ı, yüreğinde imanı olan hiçbir Kazak, bugüne kadar kötülük yapmadı…O Dakey (Delilhan) de çaresiz, dedi kendi kendine konuşurcasına.

Tam bu anda o iki lider (Osman Batur ile Delilhan Sügirbayev) iki uzak mesafede yaşıyorlarsa da sessizce, pak yüreklilikle, bir kerecik olsa da biraraya gelmiş gibiydiler.

VII

Altay Bölgesel Hükümeti’nin propaganda görevlileri haziran ayının sonlarında Köktogay’dan sınırdaki Şingil’e doğru gün be gün yaklaşmaktaydı. Bütün meşhur hatipler, nüfuzlu kabîle başkanları olanca marifetlerini dökerek halkı kendilerine çekmeye çalışmakta, halkın “Osman Batur ve haydutlarının arkasından giderek perişan olmaktansa, Üç Vilayet İdaresini desteklemesi için” ellerinden geleni yapmaktaydılar. Bunlara inanan Köktogay’daki Kazaklar, her sene yaptıklarından daha geç de olsa, artık yaylaya doğru göçmeye başladılar.

Şingil’deki halkın inancı hâlâ tam değildi. Önceden, Altay Üçüncü Süvari Alayında bölük komutanı olan Irıshanoğlu Asen, şimdi Şingil kazasının hâkimiydi. O burada sadece hâkim olduğu için saygı görmüyordu; Şakabay kabîlesi arasında babası Irıshan’dan sonra devraldığı ükirdaylığı22 ile de çok değerliydi. Millî Ordu’nun kuzeydeki savaş birliklerinin halk arasındaki ajanlarından alınan güvenilir haberlere göre, Asen liderliğindeki Kazakların Sekpiltay ve Şankan’da göçmeden bekliyor olmasının anlamı büyüktü. Her sene bu vakitlerde Kazakların göçünün ileri grupları Küngeyti, Akbulak’a kadar gider, büyük ve küçükbaş olmak üzere dört çeşide bölünen sürülerini, özellikle deve, sığır ve atlarını daha da yukarılara gönderir, yaylada serbest bırakırlardı. Tabiat olarak rahatına düşkün, canları çok tatlı olan bu Kazaklar, şimdi yaz mevsimindeki yaylanın rahatlığı ve serinliğine gitmeden, sıcak ve sinek dolu eteklerden dağlara doğru kaçan sürülerini zorla yakalayıp geri getirerek güneş altında oturmaya devam ediyorlardı. Bu tekin bir hareket değildi.

Asen Ükirday, gizlice Osman Batur’a haber saldı. Mektubunda “Ruslara güvenen Delilhan’ın bizim halkı adam gibi yaşatma niyeti yok. Hepimize kısa etekli paltolar giydirip, istavrozcu yapacak gibi. Bu yüzden “Ne göreceksek Batur’la beraber görelim,” kararına gelmiş bulunuyoruz. Fakat önümüzde kılıcı parlayan Tarbagatay Üçüncü Süvari Alayıyla Nusiphan Yasinov isimli Uygur var. Sağ böğrümüzde, Karatünke’de bütün silahlarını kuşanmış Konkay Bölüğü var. Asker yardımı yapılmazsa; kız kızan, çoluk çocuk hepsi kurban olacaklar!” diyordu Osman Batur’a.

Tam bu günlerde, Turgın’dan çıkan ve Karatünke’ye doğru giden propaganda grubunun arasındaki Şariy Zengi, Sekpiltay’a, Şakabay Boyundaki dünürüne bir haber göndermişti. Haberde: “Dün, Turgın’daki toplantıda Ez Zalıng bir konuşma yaptı: “Osman, kahraman değil, başıbozuktur. Delilhan’ın tuttuğu yol, temiz yoldur. Osman Batur, Altay bölgesinde dayanamadığı için Beytik Dağına kaçtı. Onun bu gidişinin dönüşü olmaz gibi. Ancak geri dönüp öç alması da mümkün. Bu yüzden tedbirli olmalı. Bu bir… İkincisi, yarın Sekpiltay’a gidiyoruz. Şakabaylarla toplantı yapacağız. Bu toplantı esnasında, besiye çekilen dört öküz ve 12 koç kesilecektir. Orada bol et yiyeceksiniz. Gitmek isteyenler, beraber gelsinler.” diye açıkça tehdit savurdu. Kinini saklamadan konuştu. Hazırlıksız yakalanmayın” diyerek onları uyarmıştı.

En başta Asen olmak üzere herkes, bu haberi dehşetle dinledi. “Bu haber hiç de gelişigüzel söylenmiş birşey değil, bunda belalı bir bilmecenin sırrı var.” sonucunu çıkardılar. Dört öküz, on iki koç demek, Şakabay Boyunun liderleri anlamına geliyordu. “Öyleyse, sessizce oturmak, pişmanlığa yol açacaktır. Derhâl hareket etmeliyiz.” diye Sekpiltay’a giden kara yoluna kuvvetli nöbetçiler dikerek, bütün büyük ve küçükbaş onbinlerce hayvandan oluşan ve yeryüzünü kaplamışcasına dolduran sürüyü önlerine katarak Sarıtogay’a doğru göçe başladılar. Sekpiltay’ın göç kervanının geçeceği yol güzergâhına, Tünke ve Şingil taraflarına onar kişiden ibâret keşifçiler gönderdiler ve Şankan’dan aşağıya giden yoldan Döntü’ye tırmandılar.

Göç kervanının önündekiler, Beytik çayındaki bir tepeye ulaştıklarında, onların önünde pusuya yatmış olan Nusipcan, altmış kadar askeriyle bölgenin en yüksek tepesi olan İpekkızıl’ı ele geçirmek için atlandı. Tam bu sırada nehirden geçerek Asen avulunun yakınlarına da Jantas liderliğindeki otuz kadar Osman Batur savaşçısı gelmişti. Düşmanın hareketini görür görmez, bunlar da tepeye doğru fırladılar. Jantaslar sonradan farkettiği için Nusipcan askerleri tepeye yakınlaşmışlardı.

– Atlan! Atlan! Tepeye yetiş! diyen Jantas’ın sesiyle hepsi de oraya doğru atlarıyla ok gibi fırladılar. Jantas’ın altında gökte uçarcasına koşabilen yarışlar kazanmış bir at vardı. Nogaybay sürüsünün en seçme cinsinden geliyordu atın soyu. Kuş misâli, adeta uçarak geliyordu. Az sonra arkasına baktığında, yoldaşlarını çoktan geride bıraktığını, kendisinin çok ileri gittiğini gördü. Önündeki düşman askerinin gelişi de çok tehlikeliydi. Onlar da atlarına kırbacı basmış, tepeye doğru hızla yaklaşmaktaydılar. Ancak onların önündeki birinin tepeye erken ulaşacağı belliydi. Onun da atı çok hızlı, bulunduğu yer de çok elverişliydi ve tepeye çok yaklaşmıştı.

Jantas da kaçın kurrası… Güçlü savaşçıydı. Zor durumlarda çabuk çözüm bulacak kadar tecrübeliliğine ne demeli… Artık düşünmekle vakit geçiremezdi. Atından atladığı gibi bir dizini bükerek atış pozisyonuna geçti ve en öndeki düşman atlısını vurdu. Üstündeki adam, öne doğru savrulduğu gibi attan düştü. Atı da donmuş gibi durakaldı. Jantas da çeviklikle atına atladığı gibi tepeye herkesten önce yetişti. Nusipcan askerlerinin en önündeki iki askeri de halletti. Bu sırada onun yanına Asen Avulunun adamlarından Kabiy ve Zülhoca da geldi. Düşmanı kolayca yüzgeri ettiler.

Jibekkızıl’dan yüzgeri edilen Nusipcan askerleri, derhâl geri dönerek nehre yöneldi ve göç kervanının önünü tıkamak için harekete geçti. En öndeki dört beş avul, nehir yakasına yetişmek üzereydi. Nusipcanlar, göç kervanının böğrüne yakın bir düzlükte attan inerek, pulemet mermilerini yağdırmaya başladılar.

Göç kervanının sırası bozuldu. Öndekiler ağaçların arasına girip kayboldular, geridekiler de yol üstünde kalakaldılar. Halk korkmuştu. Çoluk çocuk, kız kızan ağlamaya başladılar. Hepsinin aklı başından gitmiş, birbirine sokulmuş gruplar halinde ürpertiyle bekleşiyorlardı.

Bunu gören Nusipcan, cesaretleniverdi, delirmiş gibi bağırmaya başladı ve askerlerine göç kervanına saldırın emri verdi:

– Hurra! Saldır! Kıpırdatma kervanı. Eğer tam bugün, şu Asen Avulunun kız kızanını hepinize bölüştürmezsem, bana da ne desinler. Hurra! Hurra! Geri, geri çevir! diye atına bindiği gibi sivil halka saldıran askerlerin tam ortasına girdi ve dört nala gitti. Göç kervanına yaklaşıp, ses duyulacak mesafeden, boğazını yırtarcasına bağırmaya başladı:

– Canlarından ümidi olanlar kenara çekilsin! Bizim tarafa geçsin! Yoksa hepinizi şimdi gebertirim! diye göç kervanının çeşitli yerinde toplanmış olan kız kızan, çoluk çocuğa dehşet saçtı.

Kurman ve İdris Avullarının bir grup kız ve gelinleri, göç kervanından ayrılıp ve yayan olarak Nusipcan askerlerine doğru yürümeye başlar başlamaz, ayaklarının dibine yağmur gibi dökülen pulemet kurşunları yağmaya başladı. Kadınlar bağırış çağırış geri kaçtılar. Bunu yapanlar, olayı dürbünle uzaktan izleyen Jantaslar grubuydu.

İki taraf, tam bu sırada, çarpışmaya başladı. Nusipcan’ın askerleri, çabucak geri çekildi ve yakınlardaki bir tepede sipere yattı. O tepeden pulemet kurşunlarını dökmek suretiyle göç kervanı ile savaşçılar arasına hiçkimseyi yaklaştırmadı. Bir grup asker göndererek, biraz önce göç kervanının önünde giderken orman içine sığınan beş altı avulu da develere yükledikleri yükleriyle tutsak aldılar. Aralarında hiç erkek yoktu, hepsi de kadın ve çocuklardan ibâretti. Karanlık basar basmaz, çeşitli yerlere nöbetçi diken Nusipcan, geceyi sivil halkla birlikte geçirdi.

Sarıtogay Nehrinin taşma vaktiydi. Nehir, sancılı gibiydi. Rengi de değişmişti, Her zamanki mavimsi beyaz köpüklü su değildi. Nehir suyunda, öbek öbek büyüyen dalgalar, birbirinin arkasından adeta yarış edercesine, gürleyerek koşan aslanlara benziyordu. Köpüklerini havaya savurarak, aksırıp tıksırarak boğulurcasına akmaktaydı.

Jantas ve savaşçıları, şafak söker sökmez, Çadırtaş Boyunda toplanan sivil halkın göçünü nehirden geçirmeye başladı. Öncelikle insanları ve büyükbaş hayvanları kurtarmak için anlaştılar. Dünden beri devam eden koşuşturmadan, ak yeleli at, yorulmuştu. Jantas sürüden bir at seçti ve eyer takımını takmadan binerek nehre indi. Biri ihtiyar biri genç iki kadın, suya kapıldı. Kadınlardan birini insanlar urgan atarak kurtarabildiler.

Güneşin çıkmasıyla, Osman Batur tarafından gönderilen ve Keşapat Batur’un komutasında gelen yüz savaşçı daha katıldı aralarına. Nehri hep atlarla geçmeye alışmış yiğitler, Jantas’la konuşuyorlardı.

– Daha erken gelecektik ama yukarılara gitmişiz. Hadi Jantas, burası senin memleketin hadi başla bakalım.

Nöbette bekleyen yiğitler de peşpeşe gelerek çeşitli haberler getirdiler. Konkay Bölüğü, Karatünke’den Sekpiltay’a geçmiş, yavaşlamış ve göç kervanının sonundan keşifçiler göndermişlerdi. Sarıtogay’daki merkez komutanlığından bir araba asker gelip, Nusipcan askerlerine katıldı. Kuv Ertiş’teki Komutan Sımeke Koşabayev askerleri de KaraTünke’ye yöneldiler.

Bunu duyan Keşapat Batur’un sabrı taştı:

– Sonuncular gelmeden önce, bu Nusipcan ve askerlerini halletmek lâzım! dedi oturduğu yerde duramayarak. İri vücudu ileri geri hareket etti ve dolgun yüzü morarıp hiddet belirtisi göstermeye başladı.

– Batur, doğru söylüyor. Öncelikle bu Nusipcan isimli Sart’ın23 hesabını görelim! dedi biri kalpağını eline almış şekilde, kızgınlıkla. O kepaze dün gece göç kervanından bölünen avullarla geceledi. Diri diri kesmek lâzım o köpeği!

– Ar namustan bezmiş o kara köpeğe, kadınlara saldırmak neymiş, göstermeliyiz.

– Arsız domuzu…bakalım!..

Gittikçe yükselen hiddetli sesler… Bıyıklar dikleşmiş, öfkeden patlayacak hâle gelmiş kızgınlıkları yüzlerindeki kıpkırmızı renkten belli olan suratlar, küfürler… Jantas’ın da istediği şeydi. Kendisi de iyice pişman olmuş şekilde içi ateş gibi yanıyor, kiminle tutuşacağını bilmez hâlde oturuyordu. Onun da ata anasının evi oradaydı. Hanımı Külen de oradaydı.

– Gittik24. Düşün arkama! dedi, atına atladığı gibi, hiddetten patlamak üzereyken.

Etrafı tamamıyla düzlük olan kahverengi tepeye, önceden pulemet kurarak pusuya yatmış olan Nusipcanlar, bunları yanlarına yaklaştırmadı. Keşapat’ın arkadan dolaşmaları için gönderdiği adamları da kırklık25 gibi kırkmaya başlayınca, geri çekildiler.

– Eyvah, bunların böğründen saldırmak lâzımdı, dedi Jantas çaresiz bir tavırla.

– Doğrusun. Bunların böğründeki tepeyi almazsak, bize yenilmeyecekler, dedi onu doğrulayarak Keşapat. “O taraftan atla saldırsak ne yaparlar acaba? Hepimizi hallederler mi?”

– Aman Keşapat Ağa, hiçbirimizi canlı koymazlar bu düzlükte ortaya çıkarsak, dedi birileri.

– Ne yapacağız şimdi? dedi Keşapat sıkıntıyla.

– Karanlığa kadar bekleyelim.

Karanlık basmaya başladığında, mayıs ayının pamuk gibi gecesi kara yorganını örtmeye başladığı zaman, Keşapatlar saldırıya geçti. Nusipcanlar da böğürlerindeki tepeyi ele vermemek için uğraştı. Devamlı havai fişeklerle, süt misali beyaz aydınlık yaratmaya ve böylece düzlükten geçebilecek fareleri bile görebilecek hâle getiriyor ve yapacak bir şey bırakmıyorlardı. Çadırtaş bölgesini örten gökkubbede, iğne batıracak yer bırakmayacak şekilde yerleşen pırıl pırıl yıldızların arasından hayatı sona eren birkaç yıldız kaydı.

Kullanacak hiçbir taktik düşünemeyen Keşapat, iki eli şakaklarında oturdu kaldı.

– Sabaha kalırsa, bunlar ele geçmez. Arkadan gelen takviye güçler, Konkay Bölüğü yardıma yetişir, dedi çaresizce.

– Öbür yandaki tepeyi ölsek de almak zorundayız! dedi Jantas, bu lafı belki on, belki yüz defa tekrarlayarak.

Keşapat sinirlendi:

– Almak lâzım! Almak lâzım! dedi aynı lafı tekrarlayarak. “Almayalım diyen var mı? Nasıl alacağız? Akıllıysan yolunu göstersene.”

19.Soyluluk.
20.Bu sözün Kazakçası: Köp korkutadı, tereng batıradı.
21.Bir anlaşmazlık sonucunda mal ve mülk olarak alınan diyet anlamına gelir.
22.1000 nüfusun lideri olan kişinin ünvanı.
23.Özbek’in.
24.Kazaklar hadi gidiyoruz demek yerine kararlılık ifa eden bu kelimeyi kullanırlar.
25.Koyunların yününü kırkan iri makas.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
4 s. 7 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6981-75-1
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap