Kitabı oku: «Kaharlı Altay», sayfa 6
– Olur, dedi Jantas burulmuş şekilde. Ölsek de almamız lâzım. Yoksa buradaki sivil halkı tamamıyla geri götürecekler. Alacaksak da şimdi, etraf aydınlanmadan yapmak gerek. Öyleyse birkaç yiğitle ben gideyim. Hâlâ karanlık. Ben deminden beri dikkat ediyorum, onların attıkları fişekler, sadece şu düzlüğü aydınlatıyor. Ama pusuda yattıkları tepenin böğrü hâlâ karanlık. Ben, tam oradan geçeceğim, dedi. Bir kahramanlık gösterisi daha geliyordu.
– Çok tehlikeli bir nokta. Görürlerse doğrarlar! dedi Keşapat.
– Başka çare yok. Ya ölüm, ya hayat! dedi Jantas yerinden kalkıp ve yoldaşlarına bakarken.
– Öyleyse… dedi Keşapat dayanamıyarak. Buradan en beğendiğiniz atları alın.
On yiğit, gönüllü olarak ortaya çıktı.
– Tanrı sizi korusun! diye göğüs geçirdi Keşapat endişeli hâliyle. “Hepiniz birer tane elli atar pulemet alın. Tepeye bir tanesi ulaşsa bile bizim yenmemize yeter.”
Ay buluta girmek üzereydi. Seher vakti koyulaşmaya, doğudan Çolpan yıldızı göz kırpmaya başlamıştı. Pamuk gibi gökyüzünde çizgi halinde kurşunlar fırladı. Silah sesleri biraz dinmeye başlarken, yan taraftan hiddetli nehrin çağıltısı duyuluyordu. Beyaz yeleli dalgaların sürüklediği koca koca ağaçların gövdesiyle kıyıyı dövüyor, “garç gurç” sesleri çıkararak ağaç dallarını kırıyordu.
Jantaslar, parmak ucuyla yavaşça gittiler ve aniden bağırarak saldırıya geçtiler. Bazen aniden gürleyen böylesi seslerin de çok faydası olur. Çünkü karşındaki, insanlık hâli olarak şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırır.
Biraz durakladıktan sonra kendisini toplayan Nusipcan grubu da birden pulemetle kurşun yağdırmaya başladı. Jantas’ın yanına yakınlaşarak geçmeye çalışan bir savaşçı, boylu boyunca “güm” diye yere düştüğü gibi, aşağıya yuvarlandı. Bu arada Jantas da “pat“diye yere düştü. Can havliyle başını kaldırdı. Ölmemiş. Pulemeti altında kalmış. Onu bir çekişte çıkardı ve atının arkasına pusuya yatarak, yakıncacık yerden pulemet kurşunları yağdıran düşmana karşı bu da pulemetini konuşturmaya başladı. Tepeden bağırış çağırış, ahlama oflama sesleri yükseldi. Patır kütür koşuşturmaca arasındayken, bir anlık gözünün ucuyla tepeye baktı. Üç atlı savaşçı, aynı anda tepeye yaklaşmıştı. Bunu görür görmez, yağmur gibi kurşun karşısında atının vücudunun siper olamayacağını anlayarak arka tarafındaki çalılıkların arasına yuvarlandı. Yüzünü gözünü kan mı yoksa ter mi birşeyler örttüğü için gözlerine perde çekilmiş gibiydi. Eklemlerinin bağı çözülmeye başladı. Tam bu sırada, başını ezecekmiş gibi gümbürtüyle gelen biri:
– Hadi, bin! diye gürledi.
Acı sesten ürkerek tüfeğini uzatmaya çalışırken, güçlü bir el onu sırtından tuttuğu gibi yerden kaldırdı. Tam bu sırada bir uyuşuklukla tatlı bir uykunun kucağına doğru kayarken, Keşapat’ın sesini tanıdı.
Jantas kendine geldiğinde, nerede olduğunu anlayamadı. Gözünü de açamıyordu. Kirpikleri birbirine yapışmış gibiydi.
“Kendine geldi.” dedi birisi sakin bir sesle.
– Allah’a şükürler olsun! diye ağlamaya başlayanın Keşapat olduğunu anladı.
Birşeyler söylemeye çalıştı, ama dilini oynatamıyordu. Kıpırdayacak gibi değildi. Birileri çizmesini çıkardı ve ayağını sardı.
– Kan durdu! dedi başka birisi fısıldayarak.
Biraz sonra kirpikleri kıpırdadı ve gözlerini de açabildi. Gözü açılır açılmaz, konuşma gücü de yerine geldi. ”Allah Allah.. demek ki iki uzvu hareket noktası birbirine bağlı!..” diye düşünüyordu.
– Ayak bileğin parçalanmış. Kemik paramparça! dedi Keşapat. “Kanı zor durdurduk. Fakat kırılmış olan kemik parçasını çıkarmak zorundayız. Yoksa etini çürütür. Kangren olursun.
– Elimden çek. Başımı kaldır, dedi Jantas kolunu uzatırken. Rakay, kerpeteni versene. İnsanın kendi eliyle yaptığı acıtmazmış. Kurşun, kemiğin bir köşesini koparmıştı. Jantas kendi eliyle, parçalanmış kemikleri kerpetenle çekerek kopardı ve diğerleri de yaraya barut döküp sardılar.
Gençler onu kaldırdılar ve bir kayanın altındaki ağacın gölgesine getirdiler. Yana dönüp yatmaya çalışıyordu:
– Sen yatma! dedi Keşapat. Gerilmiş kaşlarına tezat olarak gözlerinden sevinç fışkırıyordu. Şunu gördün mü? Kim bu? İki elleri bağlanmış, kapkara olmuş, ağaca bağlı birini gösteriyordu.
Jantas sesini çıkarmadı.
– Tüüh! Sen artık kimseyi tanıyamaz hale gelmişsin ya… dedi Keşapat onunla şakalaşarak. Senin ayağını ısıran karabaş, bu değil miydi?
Jantas, bir kere daha baktığında, tam karşısında kabukları pütür pütür ağaca bağlı, kısa boylu tıknaz birini gördü. Başını eğmiş, gözlerini yummuş hâlde duruyordu. Dağılmış siyah saçları alnını kapatmıştı. Defalarca dolanarak bağlanmış kalın urgan, onun üzerindeki grimsi ceketini buruşturmuş, göbeği açıkta kalmıştı. Kısa kalın ayaklarında can yokmuşcasına, dizleri bükülmüş, vücudunun bütün ağırlığını urgana yüklemiş, başı bir tarafa düşmüş, boynu incelmiş gibiydi.
– Canlı mı bu?
– Hem de nasıl? Tüyleri bile yıpranmamış. Yiğitler, onun omuzlarındaki Rusların taktığı haç ile dört köşe apoletleri koparıp, attılar. Başka hiçbir şey yapılmadı.
– Yamulmuş halini görünce sordum da… dedi Jantas.
– Bunlar, tabiat icabı böyle korkak, tavşan yürekli olurlar. Geçenlerde Oşın (Osman Batur) bir hatırasını anlatmıştı ya. “Afyonkeşler korkak olur. Onların canlarından daha tatlı hiçbir şey olmaz. Vatanlarını bile satarlar.” demişti ya hani… Bu da onlardan biri olmalı. Esir düştüğünden beri aklı başından gitti! dedi Keşapat nefretle.
– Normalde herkes kahraman… İnsanın insanlığı, kahramanın kahramanlığı, böyle başına bir iş gelince belli oluyor, diye düşündü biraz kendisini övermişcesine, kurşunun parçaladığı ayağını uzatırken.
Sovyet Destekli Millî Ordunun meşhur bir albayını esir eden Keşapat’ın keyfi yerindeydi. Hem neşeli hem konuşkan olmuştu. Her zaman çabuk kızan, bu adamın kara yağız, hemen kızarıveren yüzünde bugün, çoktandır görülmemiş bir rahatlık vardı. Eskisinden daha yüksek sesle yaptığı konuşmalarının ahenginde de bir mutluluk sezilmekteydi.
– Ata babaların ruhu, yardıma geldi. Bunların köküne kibrit suyu döktük!” diye iri vücudunu çabucak kaldırarak, çocuk kıvraklığıyla hareket ediyordu. “Bu sart, şaşkınlıktan mavzerini nasıl kullanacağını unuttu da arabanın kabinine vurdu. Kendi silahını kendisi parçaladı ahmak!”
Hikâye şöyle olmuş:
Sovyet Destekli Millî Ordu’nun Sekpiltay’dan acele emir üzerine gelen Çavuş Jangerey Takımı, göç kervanının arkasından yetişerek, ikindi vakti Karaötkele gelmiş ve askerler çabucak yemek yedikten sonra gece boyu yola devam etmişler. Sabaha karşı Sarıbastav’a yetişmişler. Kaşuv’ın Kuyusunda göç kervanının en sonuncu avullarından birinin koyun sürülerine rastlamışlar. Oradan hızla çatışma mahalline gelip ve Nusipcan askerlerinin pusuya yattığı noktanın tam sırtından mermi yağdırmaya başlamışlar. Nusipcan’lar şaşkınlıktan arabaya bindikleri gibi kaçarmışlar. Yolda pusuya yatmış olan Jangerey şoförü vurunca, araba durmuş. Tam bu sırada da Keşapatlar yetişmiş. Geceden beri kırk kadar askerini kaybeden ve arkadan gelecek yardımı beklemeye ancak dayanabilen Nusipcan ve yirmi kadar askeri de böylece tutsak edilmiş.
– Nasıl yani? dedi bilmece gibi zaferi daha tam anlayamamış olan Jantas.
– Ne nasılı? Jangerey Batur, daha önceden de bizim tarafa geçmeyi kuruyormuş. Bu sefer, Nusipcan’a yardım konusu, onun aradığı fırsat olmuş. Sonra, sırası gelmişken “Al sana yardım” diye Nusipcan’ın sırtından aniden saldırmış. Karşı çıkanların hepsini yere sermiş ve arabayı da yakmış. Gördün mü bak, ar ve namusu olan Kazak balaları böyle olur. Bu iş sadece bununla kalmaz; görürsün bak, Millî Ordu saflarından daha nice Jangereyler çıkar da bize katılır. Ben buna inanıyorum. Bak işte kendisi de geliyor.” dedi Keşapat, başında kalpak, üstünde sırma sarı ceketi ile kendilerine doğru hızla yaklaşmakta olan orta boylu yiğidi çenesiyle işaret ederek.
Jangerey, kartal kaşlı, yüksek burunlu ve esmerdi. Aşağı yukarı Jantas yaşlarında; çökmüş gözlerinde endişe var gibi çekingen haliyle gözlerini kırpıştırarak bakıyordu. Jantas’la kısaca selamlaştıktan sonra Keşapat’a döndü:
– Batur, şimdi sırtüstü yatma vakti değil. Bildiğim kadarıyla Yüzbaşı Konkay Bölüğüyle Teğmen Aveskan Taburu da kuşluk vakti burada olacaklar, dedi çekimser bir ifadeyle.
– Doğrusun. Ben Jantas’a bakmak için…Yoksa… dedi Keşapat, herkesin koşuşturduğu bir zamanda kendisinin keyfedip oturuşundan utanmışcasına. İşte, şimdi geliyorum. Jantas, seni yiğitler geçirir. Ben gittim. Şu Vatkan Biy ile Nezir Tayci Avulları da orta yayladan yeni dönmüş, Agaç Oba ile Gümüş’ün döküldüğü yere bugün gelmeleri lâzımdı, diye gider ayak işinin çokluğundan bahsetmeye başladı.
Sarıtogay nehrinin öbür tarafı, Güney yakası, şimdilik güvenli bölge sayılırdı. Bu sıralarda, buralarda sivil halk bulunuyor. Asen ve Idırış (İdris) Avulları, tamamıyla göçtüler, yerleştiler. Şakabay Boyunun Koske ve Janbala isimli iki grubu da tamamıyla bu çevrede. Jantas’ı kendi evine, karısı Kulen’in otağına getirdiler.
Jantas’ın annesi geldi ve oğlunun alnını öptü. Kurtulduğuna şükretti. Külen “hoşgeldin” diyeceği yerde yüzünü kapatarak uzun süre ağladı. Hiç konuşmadan, uzun süre, boğulurcasına, sessiz gözyaşı döktü. Ağlaması kesildikten sonra, özel nöbetçiyle gözetlenen, elleri ve ayakları bağlı yatan Nusiphan’ın yanına gitti, yüzüne tükürdü, alnına kara çaldı ve döndü. Onun at gibi hırıldayan iğrenç sesini unutamadığı için, vücudu titremeye ve kendinden iğrenmeye başladı. Akşam karanlık basınca gitti, deredeki hem bulanık hem de buz gibi suda gusül abdesti aldı ve ancak ondan sonra kocasının yanına gelip yattı.
Ertesi sabah Nusiphan’ı dışarıda bağlı durduğu yerde birisinin vurmuş olduğu malum oldu. Çok yakından, tam da alnının kabağından vurmuşlar. Keşapat liderliğindeki savaşçılar, bu işe üzülmediler; hatta sevindiler. Sadece sonradan duyduğu zaman Osman Batur:
– Öldürmek, en hafif cezadır. Cezanın büyüğü, utanç azabına salarak ona köpek zulmünü yaşatmaktı ve asıl önemlisi de buna diri olarak katlanmasıydı. Kolay kurtulmuş! dedi hayıflanarak.
VIII
Altın Obanın dibinden, Oranbulak yaylasından çıkan yüz kadar kişi, yolda iki kere geceledikten sonra, Urumçi’ye yarım günlük yol kalmışken, biraz mola verdi. Ön taraftan, uzaklardan Çin Hükümetinin üzerinde mavi gökyüzü ve beyaz güneş olan bayrağı, ile merasim için düzenlenmiş çeşitli renklerdeki bayraklar görünüyordu. Yaz sıcağında, gökyüzüne buhar yükseliyordu. Gümüş Nehir, atlayarak akıyor; dupduru dalgalar, bazen büyük bir bina, bazen garip bir saray, bazen de yüksek bir dağmışcasına çok değişik kılıklara bürünüyordu. Sıcağın da etkisiyle, bu grubu karşılamaya gelen insan kalabalığı, olduğundan daha da kalabalıkmış gibi görünüyordu. Bunu herkesten önce farkeden Jeksen, iki günden beri kendi hâlinde, dağınık şekilde seyahat etmekte olan grubu, düzene davet etti.
Bu, Urumçi’ye General Sung Shiliang’ın daveti üzerine gelen Osman Batur grubuydu. Geçen seferki kendi ziyaretinden sonra, çok geçmeden General Sung, Osman Batur’u davet için Ziyakan’ı göndermişti. Osman Batur, o sırada, Ziyakan’ı bir kenara çekerek yalnız konuşmuştu:
– Bu Çinli, şu General Sung Shiliang, güvenilir biri midir? diye sormuştu.
Ziyakan, bu sefer düşünmeksizin:
– Samîmî olmak gerekirse Batur, hiçbir konudan emin değilim, demişti açıktan açığa.
Sonrasını Osman Batur, kendisi çözdü:
– Pekala, gideceğim. Generalin kabûl resmine katılmak ve onun misafiri olmak, benim için de büyük itibardır. Yayla, biraz sararsın; halk, iyice yerleşsin. O zaman gidelim. Temmuz ortalarında. Sonra General cenaplarından iki ricam olacak. Birincisi, biz Kazaklar, hep tabiatla içiçe, bozkırda keçe evlerde yaşadığımız için, bu temmuz sıcağında Urumçi’nin kapalı, havasız, tuğla evlerinde kalmaya dayanamayız. Eğer kabûl olunursa, General, bizi şehrin dışında bir yerlerde kurulan Kazak çadırlarında misafir ederse, seviniriz. İkinci bir ricamız daha var ve bu, hepsinden de önemlidir. Daha önceden bize, Amerika’nin Urumçi‘deki Konsolosluğundan Makınan (Douglas Mackiernan) gelmişti. Ona da bahsedilmişti. Urumçi‘de onların lideri Pakston (Konsolos Hall Pakston) varmış. Bu sefer. General, beni onunla görüştürsün, istiyorum, dedi.
Bu konuda Generalin kabûl cevabı da gelmişti. Sonrasında, Osman Batur, bu seyahat hazırlığını hemen başlattı. Bu seyahatin planlanması için Jeksen görevlendirildi. Başkaları gibi değildi Jeksen. Acelesi, telaşı olmaz. Herşeyi yerli yerine oturtmak için bütün detayları düşünür ve işi dört dörtlük yapmadan bırakmazdı. Her-şeyden önce de onun riyasız sadakati yok mu… İşte Osman Batur, ona güvenirdi.
O tarihten beri Jeksen, tam bir ay boyunca, durmadan didindi durdu. Öncelikle Osman Batur‘un kendisine karşı duyduğu güvene çok seviniyordu. Bu seyahat, Kazakların kendi aralarında yapılan düğün dernek, taziye ziyareti, vefat edenler için verilen “aş töreni“ gibi bilinen ziyaretlere benzemiyordu. Bu, genel anlamda Kazak adına; özel anlamda ise Osman Batur‘un şanına şan katacak önemli bir seyahat olacaktı. Bu seferki fikir alışverişlerinin hepsi de, Kazakların kâlûbelâdan beri düşmanı olan Çinlilerle olacaktı. Başka bir ifadeyle Çinlilerle Kazaklar, General Sung Shiliang ile Osman Batur, Çinli subaylarla Kazak yüzbaşıları, Çinli askerlerle Kazak savaşçılar açıktan açığa olmasa da kapalı şekilde yarışacaklardı. İki taraf birbirlerinin gücünü, potansiyelini deneyeceklerdi. İyi niyet gösterilerinin arkasında, vazgeçilmez kin; dostluk gösterilerinin arkasında yekdiğerini gözetleyen düşmanlık vardı. Birbirlerine gülümserken bile fırsat kollarlar; yekdiğerini överken bile bir gediğini bulmaya çalışırlardı. Söz verirken, yemin ederken bile birbirlerine kötülük yapma yollarını ararlardı.
Bu bakımdan Osman Batur‘un fikirleri ve yaptıkları da ortada. Şimdi Jeksen, bütün bunları göz önünde tutarak hareket ediyordu. “Kaç kişi gidilecek? Nasıl atlar seçilecek, nasıl eğer koşum takımları alınacak, nasıl silahlar götürülecek?” gibi sorulara cevap gerekiyordu. Çinlilerin de bunları Kazak adetlerine göre misafir edecekleri umulurdu. Belki at yarışları, pehlivan güreşleri, kız kovalamaca, buzkaşi tipi kökpar yarışları gibi millî Kazak oyunları da olabilirdi. Kesinlikle ozanlar yarışı da programda olacaktır. Hatta bu sıcak yaz gününde ve özellikle kuzuların semirdiği bu mevsimde et ve yağ yutma yarışlarının olması da mümkündü. Herşeye hazırlıklı olmak gerekiyordu. Kazak geleneklerine göre, halkın, kabîlenin namusu ve şerefi söz konusu olacak böylesi topluluklara iştirâk etmeden önce, çok hazırlıklar yapılırdı. Böylesi örnekler Kazakların Orta Jüz‘ünden Kerey Boyunda da çok vardı. Eskiden bir tören için gidecek olan yiğitlerin arasındaki pehlivanlara, evliya babamız Janibek Batur, kendi elleriyle yağ yutturarak sınamış ve çoğunluk arasından Bulanbay‘ı seçmişmiş. Daha önceden kimsenin tanımadığı bu Bulanbay‘ı Janibek Babanın niye seçtiğini sormuşlar. Janibek Baba, “Bulanbay, yağı hüp diye yutarken bileğimi titretti ve onun etkisi kolumu koltuğumdan koparacak kadar güçlüydü.“ demişmiş. Daha sonraları ise Jurtbay Mirza zamanında, Nayman Boyuna dâmat olarak gitmekte olan Kaskar isimli gence, Jurtbay Mirza “Dâmadın bineceği atın eyer koşumlarını ben vereyim.” demiş. Çünkü eskiden Kazaklarda yiğitler, birbirlerini atın üzerinden devirmece oyunu oynarlarmış. Bunun için özel olarak demirkır donlu atlar seçilirmiş. Eyer koşum takımı özel hazırlanır, eyer takımının kolanlarının sağ taraftan, diğerlerini de sol tarafından bağlatırlarmış. Böyle olursa, eyer koşum takımının devrilmemesi için denge oluşturulurmuş. Önceden yapılan bu tip hazırlıkları, Jeksen iyi biliyordu. Çünkü bu önlemler alınmazsa, boyların şan ve şerefine gölge düşer; el âleme alay konusu olurlardı.
Bütün bu hazırlıkların hepsini tamamladığı hâlde Jeksen, son olarak düşündüğü et ve yağ yutmaca yarışı için uygun kimseyi bulamadı. Teskenbay aklına geldi. Yemek konusundaki iştahı oldukça iyiydi. Kol kadar kuyruk yağlarını, ortasından bir kere bile ısırıp koparmadan yutardı. Bembeyaz yağları iki eliyle sağdan soldan ağzına tıktığını bir görseniz…Sadece onun bu hâlini seyreden kimselerin bile midesi bulanırdı. Fakat o, şimdi burada değildi. İşte öyle birisini bulamamıştı. Bu düşüncesini Jantas‘a açtı. Cevap olarak bir kahkaha aldıktan sonra:
– Hah sana! Çinli mi? Çinlilerin sana koyun kesip vereceğini mi sanıyorsun? Çocuk musun? Sen Çinlilerin arasında yaşadın mı hiç?
– Yok ya, dedi Jeksen şaşırmış bir hâlde. Hapiste yattığım iki sene boyunca, bir dilim bile yağ görmedim dersem, inanır mısın? Dahası, Çinliler yağ değil, bir denk ot üzerine bahse tutuşurlar, onu yerler. Üzülme! dedi.
Böylece, Jeksen‘in en sonuncu problemi de hallolmuş oldu. Herşey hazır ve nazırdı. Herşeyin hesabı yapılmıştı.
Şimdi, işte buradaydılar. En önde, demirkır donlu ata binmiş olarak Janibek Batur‘un tuğunu taşıyan Jetpis vardı. Koyu gri at, Janibek Batur‘un “Gök Dönön“ isimli atını hatırlatıyordu. Onun sembolüydü bu. Arkadan, doru atlara binmiş üç komutan geliyordu. Üçüncü sırada, Akboz ata binmiş hâlde, Osman Batur‘un kendisi geliyordu. Üstünde al renkli kaftan, belinde gümüş kemer, başında puhu kuşu tüyleriyle süslenmiş Kerey Boyunun giydiği tımak, elinde sarı deriden örülmüş kamçı vardı. Silah taşımıyordu. Sağında ve solunda, üçer tane koruması vardı. Bu, omuzlarında otomatik silah, belinde kılıç, altında fişeklik takılmış, yakışıklı, gösterişli, kara yağız korumalar dikkatle seçilmişti. Bu grubun kırk, elli metre gerisinde avul aksakalları, ileri gelen beylerden Salık, Kalman ve Vahit beylere ilâve olarak; Küniyaz Molla, Keles Batur ve Jılkıaydar Batur gibi Osman Batur‘un güvenilir arkadaşları vardı. En arkada gelen grupta da parlak altın ve gümüş iğne ve takılar taktıkları geleneksel Kazak baş örtüleriyle hanımlar topluluğu vardı. Kızlar da tepesinde puhu tüyleriyle süslenmiş börkler giymişlerdi. En arkada ise savaşçılar vardı. Hepsi bir örnek kıyafetlerle, başlarında puhu kuşu takılmış Kerey tımak, yani börkleri olan yiğitler ikişerli sırayla geliyorlardı.
Bu grubu karşılayanların sayısı daha da çoktu. Çoğunluğu Kazak, Uygur ve Düngan (Müslüman Çinli) lardan oluşuyordu. Gündelik kıyafetleriyle gelmiş halktan ibâretti. Bu karşılamaya gelenlerin binip geldikleri binek hayvanları da çok farklı ve düzensizdi. At, eşek ve hatta bunları koştukları arabalar da vardı. Askeri üniformalı olanlar, parmakla gösterilecek kadar azdı. Sadece birkaç tane… Bunların arasında Şingjan Savunma Ordusu Tuğgenerali ile 8. Alay Komutanı Zekeriya ve Ziyakan da vardı.
Osman Batur kâfilesinin yakına gelmesiyle, o sıralarda Şıngjan Eyaleti Koalisyon Hükümetinin Üyesi ve Baş Sekreterinin Vekili Salis (Emiroglu) de bir grup adamla birlikte Osman Batur mücahitlerine yaklaşınca, atından inip davetlilere karşı yayan yürüdü. Daha da yakına gelince, Osman Batur da atından indi; Salis, Zekeriya, Ziya-kan ve Alen Vang (Dogu Türkistan’da, soyu Cengiz Han’a dayanan Kazak asilzadelerindendir)’ın oğlu Zeki, Canımhanoğlu Delilhan (Delilhan Canaltay) ve Bölgesel Hükümet Genel Sekreterinin bir başka vekili İsabek (İsa Yusuf Alptekin) ile kucaklaşmak suretiyle selamlaştı.
Bundan sonra, yolun iki tarafında, dizilerek kendilerini karşılamaya çıkan ve
– Osman Batur! Hoş Geldin!!
– Osman Batur! Ak Yol (Başarılar)!!
– Müslümanlara Allah Yardım Etsin! “naraları atan halkın arasından geçerken, nara atan insanlardan ürken atları dizginlemekte güçlük çekerek ilerleyen davetliler, Urumçi şehrinin doğusuna yedi sekiz kilometre uzakta, özel olarak hazırlanan on, on beş keçe ev ile yirmiden fazla çadırın kurulduğu noktaya ulaştılar.
Gece boyunca, özel olarak kesilmiş taylar ve koçların etini yiyerek iyice ağırlanan, rahat bir gece geçiren misafirlerin yanına, sabah erkenden, hükümet temsilcileri de geldiler. Bunlar Doğu Türkistan Hükümetinin Genel Sekreterinin iki yardımcısı Kazaklardan Salis Emiroglu ile Uygurlardan İsa Bek idiler. Biri Kazak, biri Uygur, ikisi de becerikli ve atılgan genç yiğitlerdi. Osman Batur’un önünde eğilerek büyük hürmet gösterdiler. Verdikleri habere göre, Osman Batur’la görüşmek için şimdi Doğu Türkistan Savunma Ordusunun Generali Sung Şiliang gelecekti; bu yüzden, misafirlerin bu şahsı dışarıya çıkarak karşılamalarının uygun olacağını nezaketle hatırlattılar. Osman Batur keçe evin baş köşesine serilmiş olan ayı postunun üstünde gururla otururken, bu iki sekretere baktı ve :
– Bu ricanızı Jeksen isimli yiğide söyleyin, dedi ayaklarını inat ve gururla toplamaksızın ve saygı göstermeksizin.
Jeksen bu konuda kararsızlığa düştü. Bu iki sekreterin ricasını yerine getirmeleri ve Osman Batur’un Çinli Generali dışarıda karşılaması mı gerekirdi? Kazak geleneklerinde böyle bir adet yoktur. Kazakları davet eden kişiler, ev sahibi olarak kendileri, misafire “hoşgeldin” için misafirin bulunduğu eve gelirlerdi. Fakat bunlar Kazak değil, Çinli. Resmi görevli adamlar… Bu görüşmeler sırasında, elin adamına Kazak geleneklerini dayatmak, uygun da olmayabilirdi. Üstüne üstlük bunlar, öyle gelişi güzel gelivermiş misafirler değillerdi. Bu ziyaret esnasında, birçok sorun çözülecekti. Bunun için kapıya kadar çıkmak ve gelenleri karşılamak doğru olur çözümüne ulaştı.
Misafirlerin kaldığı evler, küçük bir derenin iki yakasında küçük bir vâdide kurulmuştu. Daha aşağıdaki otomobil yolundan biraz daha içerideydi.
General Sung Shiliang, kendi heyetindekilerle otomobille geldi ve misafirlere yaklaşırken otomobilden inerek yürüdü.
Doğu Türkistan Hükümetinin iki sekreteri, Osman Batur’un iki tarafında yer almışlardı. Bunların arkasındaki korumaları ve atçıları da göz dolduruyordu. General Sung Shiliyang liderliğindeki Çinliler yakınlaştıkça İsa Bek ile Salis dayanamadılar:
– Biz de ilerleyelim, gelenleri karşılayalım, dedi İsa Bek kendi etrafındaki grupla beraber öne doğru birkaç adım atarak.
Dört beş adımdan sonra durdu. Çinliler yakınlaşmışlardı. O sırada Osman Batur’un sağında duran İsa Yusuf öne doğru eğilerek başıyla Çinlilere selam vermeye başladı. Osman Batur, sol tarafına baktığında, Salis’in de baş eğdiğini gördü. Dahası, arkasındaki Delilhan (Canaltay), Zekihan (Alenoğlu), Zekeriya ve Ziyakan’ında Çinlilere selam vermek için başlarını eğmiş olduklarını gördü. Tam bu sırada kendisinin başını eğmiş olmasına bakmaksızın İsa Yusuf, Osman Batur’un elini dürterek:
– Batur, hürmet gösterin, başınızı eğin, dedi aceleyle.
O an Osman Batur’un gözünde şimşekler çaktı:
– Ne di-yor-sun sen!? Başını eğeceksen kendin eğersin! Ben Allah’tan başka hiç kimseye başımı eğmem! dedi ve başını daha da geriye atarak, kaskatı kesilmiş hâlde, tam karşısına gelen Çinli Generalin başının üstünden göklere bakar hâlde karşıladı onları.
Buna rağmen General Sung Shiliang, Osman Batur’u büyük iltifatlarla karşıladı. Osman Batur’un iri ellerini kendisinin ciğer yumuşaklığındaki avuçlarının içine aldı ve uzun uzun salladı. Osman Batur’a ricasını kırmadan, uzaklardan zahmet edip geldiği ve dâvetine icabet ettiği için teşekkürlerini bildirdi. Seyahâtinin nasıl geçtiğini, kendisini nasıl hissetiğini, velhasıl hâl hatırını sordu.
O akşam, misafirlerin hepsi, Urumçi şehrine davet edildi. Misafirler, Şıng Sisey vaktinde inşa edilmiş olan ve sonradan içinde cereyan eden olaylar sebebiyle efsaneye dönen dört büyük binanın birisi olan iki bloklu divan Sarayının, Çincesi “Shi Da lu” olan binanın önünde Çin’in Doğu Türkistan’daki Hükümet Başkanı Jang Jıjung tarafından, bizzat karşılandı. General Sung’un otomobilinden inen Osman Batur’u, Jang Jıjung, özel bir ilgiyle karşıladı; koluna girerek içeriye dâvet etti.
Güneşin daha batmadığı vakitlerdi. Osman Batur, etrafını dikkatlice gözden geçirdi. Gün ışığının bir parçası, uzaklarda görünen Boğda Dağının dünyaca meşhur üç zirvesini aydınlatıyordu. Güneş ışınlarının bir kısmı da, süslü binanın yeşile boyanmış demir çatısının köşesinden göz kırpıyordu. Muazzam sarayın ön yüzü baştan aşağıya kadar mavi tuğlalarla örülmüş ve her bir tuğlanın arası mavi çinilerle bezenmişti. Yukarılarında kabartma halindeki kemerimsi çıkıntılar üzerinde ise çeşitli süslemeler vardı. Sarayın dört tarafına da dört tane sütun yerleştirilmişti. 1935 senesinde Japonya’daki Zav Dav Tian Üniversitesi İnşaat Fakültesini bitiren Mühendis Van Nai Jı tarafından projelendirilen bu yapının Japon mimarisinden esinlenmiş olması da boşuna değildi.
General Jang Jujıng, Osman Batur’u döner merdivenlerden yukarıya çıkardı. Osman Batur, kırmızıyla cilalanmış kalın tahtadan yapılmış basamakların üstüne altın çubuklarla tutturulmuş Hoten halılarının üzerinden acelesiz yürüyüp, kırmızı çam ağacından yapılmış büyük kapıdan içeriye girdi.
Salonun içi oldukça güzel döşenmişti. Salonun tavanı, tahta ile astarlanmış parkeydi ve birbirine geçen daireler şeklinde süslerle bezenmişti. Salonu biri oldukça büyük, diğer dört tanesi ona eş değer Sovyet yapımı avîzeler aydınlatıyordu. Büyük pencerelerde duble perdeler vardı. Kalın perdeler, siyah ve içindeki tülleri, pembe renkliydi; Sovyet malı oldukları anlaşılıyordu.
Osman Batur, etrafına dikkatlice baktı ve belli belirsiz iç geçirdi. Kendisini aşağılanmış hissediyordu. “Kazak halkı, çok bahtsız bir halk. Biz koyunlarımızı güderek, ayranımızı içerek keyiften dört köşe otururken, komşu memleketler ve toplumlar nasıl da ilerlemişler. Bütün Altay bölgesindeki en güzel ev, Şerifhan Töre’nin geçen sene yaptırdığı kışlağı olsa gerek. Burayla karşılaştırınca, o evi, ev diye göstermek bile ayıp olur. Bizde zenginlik yok mu? Tabii ki var. Başka zenginliklerimiz bir tarafa, evlerimizin duvarlarını mücevherlerle bezemek istesek dahi bizim topraklarımızın mücevherleri yeter de artar bile. Bu zemindeki tahtalar, bu kapıların yapıldığı ağaçlar, Allah bilir ya, tastamam Altay bölgesine aittir. Kazakların şu andaki en büyük eksikliği, sanat… Sanata yönelmek… İşte buna çalışmak lâzım. Çinliler ve Ruslar gibi sebat ederek bunu öğrenmek gerekir. Artık biz de bunları halletmeliyiz; en çok ihtiyacımız olan şeyler bunlar.“
Bugünkü davetlilere hazırlanan masa oldukça zengindi. İle Bölgesi’nin elmaları, Turfan’dan gelen üzümler, Kumul’dan gelen kavun ve karpuzlar, Şonjı bölgesinin beyaz buğdayından yapılmış çörekler, Altışehrin armutları, cevizleri, şeftalileri.. sadece, şu andaki sahibi farklı. Onların şimdiki sahibi General Jang Jijung idi.
Davet sırasındaki açış konuşmasını ev sahibi olarak General Jang Jijung yaptı. Kazakları methetti. Osman Batur’a iltifat etti. İkinci olarak General Sung Shiliang da benzer sözlerle konuştu. Bütün bu konuşmalardan sonra sıra göstericileri seyretmeye geldi.
Uygurların meşhur dansçısı, uzun örgülü saçları topuğuna kadar uzanan güzel, elma yanaklı, yay kaşlı Kamber Hanım binlerce kere kıvrılarak, bükülerek, dönerek, fırıldak misali daireler çizdiği zaman, bunu seyreden Kazaklar, şaşkınlık ve hayranlıkla baka kaldılar.
– Bu kız mı, yoksa kukla mı?
– İnsan değil, adeta şeytana benziyor.
– Daha çok periye benziyor.
– Kudretine kurban olduğum Allah’ım böyle güzeller de mi yaratıyormuş! Bu gösterişli vücut, bu endam, bu hareket! Güzelliğine kıyafet ve hareketleri de ne güzel yakışmış. Nasıl güzellik bu! dedi Şamsiya.
– Hadi canım sende! dedi buna alınan Bayan Hanım. “Bu süslenmiş, çıkmış; gösteri yapıyor. Bunun gibi, senin de kaşını, gözünü boyasalar, ipeklere tüllere sarsalar; sen, ondan güzel olursun. Başka hiçbir iş yaptırmadan, hiç zorluk çektirmeden, elini ayağını şöyle düzene sokarsan, birinden özel dersler aldıktan sonra dans edersen; sen değil, ben bile bin kıvrılır, kirman gibi dönerdim. Her gördüğüne heveslenmenin âlemi yok. Dışı parlıyorsa da içi kimbilir nasıl da tir tir titriyordur. Her gördüğünüze özenerek altın başınızın değerini azaltmayın. Bu dünyada, insana en çok lâzım olan şey, kendisini dürüst ve düzgün olarak tutabilmektir. Daha sonra kendine güven, saygı ve dayanıklılık lâzımdır. İnsan ruhunun zirvesi ve insanın gerçek değeri, işte bunlardır. Bayan Hanım’ın bu sözlerinden sonra hanımlar tarafının sesi kesildi. Bundan sonraki fısıltılar, erkekler arasından çıkıyordu.
– Tüh be! Elimize geçmez ki böyle bir âhû! diye arkalardan bir adam iç geçirdi.
– Peh peh yiğidim, ümidine peh!
– Rüyanda bile göremezsin böyle güzeli! dedi bazıları.
– Ahh! Yalan dünya! diye kasvetlendi bir diğeri.
– Herşey fâni bu dünyada, desene! dedi yine kalın bir erkek sesi.
Artık sıra, Kazakların meşhur şairi Abdülkerim Intıkbayoğlu’na gelmişti. O ortaya, başına hiçbir şey giymeden çıktı. (Kazak geleneğine göre erkekler başında başlıksız dolaşmazlar). Saçını, davetten önce çok kısa kestirmişe benziyordu. Avizelerin güçlü ışıkları altında tepesi parlıyordu. Başı küçüktü, ama gözlerindeki ateş, daha çok dikkati çekiyordu. Beyaz ipek gömleğinin yakasını eliyle düzelterek biraz rahatlamaya çalıştı ve “Osman Batur’a İthaf” diye gürleyiverdi. Elinde ne dombırası ne kağıdı ne de kalemi vardı. Bu orta boylu Kazağı bazıları ilk başta önemsemedi. Topluluktan sesler yükselmeye başlamıştı ki şairin vücuduna hiç uygun olmayan ve yaralı aslan misali kükreyen bir ses, dinleyicileri bir anda susturdu:
Daralmış dağ ile taş arasında
Müslüman, tehlikeler karşısında.
Kim çıktı ona karşı?
Osman Batur çıktı!
Ağlayan halk, Allah’a yalvardığında,
Mahpusa bütün iyiler toplandığında,
Birçoğunun canına kıyıldığında,
Kim çıktı buna karşı?
Osman Batur çıktı!
Ağlayan halk, Tanrıya yalvardığında.
Şairin sesi gittikçe yükseldi. Yumruklarını taş gibi sıkmış, sağ elini yukarıya kaldırmış ve ağırlığını iki ayaklarına sırayla vererek hiddetle okuyordu şiirini. Hiddetle gürlüyor, iki avurdu sinirden şişmiş; gıcırdayan dişleri, yuvalarından fırlayan gözleriyle, kırmızı yüzündeki öfkeyle volkan gibi patlıyordu.
– Peh peh, ne kadar da hiddetli! Neredeyse patlayacak hiddetten!.. dedi Jetpis, heyecandan yerinde duramaz hâlde ileri geri sallanırken. İlham gelmiştir. Böyle eşref saatlerinde sanatçıların gözü hiçbir şey görmezmiş, diye fısıldadı, – Gerçek şairler, işte böyle olurlar. Şimdi o, kendisini yeryüzünde yaşayan bir varlık olarak değil, ilâhi bir varlık olarak hissediyordur. Şimşekler yağdıran bulutların üstünde yürüyormuşcasına.. diye ekledi Keles Batur. “Bunlar da ilham geldiği zaman baksışamanlara benzermiş. Bunların da kutsal perileri olduğu söylenir. Onun için şimdi bu şair, insanların dünyasından değil, ilâhi varlıkların dünyasından sesleniyor.”
– Gâliba gerçek şiir, yeryüzündeki güçlerden değil, gökyüzünün yedi kat yukarısındaki cennetle cehennemin arasında doğarmış gibi.. diye ekledi Küniyaz Molla.
Sahnedeki şair ise artık hasret mısraları okuyordu:
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.