Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kaharlı Altay», sayfa 4

Yazı tipi:

IV

Beytik Dağının ortalarındaki yüksek tepelerden birinin adı Altın Oba idi. Eskiden kalmış bir isim. Bu tepenin neden Altın Oba ismini aldığını kimse kesin olarak bilmese de, bunun tepesinden bakıldığında, bütün çevrenin taa ufka kadar ayak altındaymışcasına göründüğü kesin. Kuzeybatıda, kıvrılarak yatan Üçkız göze ilişir. Doğusu Kaptık Dağı’na ulaşır; daha ilerisi Barköl, Kumıl‘a kadar uzanır. Güneyinde ise meşhur Jongar Çukuru var. Onun öbür tarafında, havanın açık olduğu günlerde, Boğda Dağının en yüksek üç zirvesini görebilirsiniz. Bu çanağın bir kenarında eski Şonjı vardır. İnsan gözünün ulaşamayacağı genişlikler, atla giden biri için en az iki üç günlük yol tutar. Üç gün önce Osman Batur oraya Jantas‘ı gönderdi. Hızıyla meşhur bir ata binen Jantas, Osman Batur Avulunun bulunduğu Orunbulak’tan sabah erken çıktı. Hızlı bir at sürüşüyle güneş yuvasına girmeden önce Şonjı şehrinin doğusundaki askerî kışlaya girdi, atından indi ve kendi kontrolünü kaybederek bir dizgin boyu mesafeyi koşarak gitti.

Burada iki üç seneden beri, 1945 senesinin kışından beri Hu Zungnan ordusunun Çinhay’daki Ma BuFang’a bağlı Birinci Süvari Tümeni vardı. Tümen komutanı şimdi kırk yaşlarında, orta boylu, kara sakallı Han Yuvın isimli müslüman Çinliydi. Şingjang garnizonu komutanı General Sung Shiliang’ın emriyle Osman Batur’la aradaki bağlantıyı bu Han Yuvın komutasındaki tümen yürütmekteydi.

Osman Batur’un bu sefer Jantas’a bu görevi vermesinin özel bir önemi vardı. Onun Moğolistan tarafından güvenilir kaynaklardan aldığı habere göre, Moğolların Yüzbaşı Dandar komutasındaki bir alay askeri şimdi buraya Karagaytı’ya gelmişti. Osman mücahitlerini Beytik Dağından sürme planı yapıyorlardı. Osman Batur ve adamları Altın Obanın yüksek bir tepesinde oturmuş, o arada devamlı gidip gelen askeri uçakları, çarpışmaya hazırlanan zengbirekleri, sıkış tıkış dikilmiş çadırları, arada gidip gelen sürü sürü askerleri gözleriyle görmüşlerdi. Bundan daha inandırıcı bir hâdise de, Altın Obanın dibindeki büyük Kujırtı, küçük Kujırtı arasındaki adacıkları savunan Ma Shıjıng hattına özel ulak göndererek: “Bunların durduğu yer Moğol Halk Cumhuriyeti toprakları. Buradan 28 saat içinde çıkıp gitmeleri lâzım,” diye tehditte bulunduklarını da duydular. Bu yüzden Osman Batur, Jantas’ı acele Şonjı’ya göndermişti. Şonjı’daki Han Yuvın tümeninin emrinde General Sung Shiliang’ın Osman Batur’a gönderdiği dört yüz tüfek, on civarında pulemet ve başka mühimmat da bulunuyordu. Bunun acele teslimini talep ediyordu.

Haziran ayının başlangıcıydı. Herkes oruçlu… Güneş yeni batmış. Batıdan kırık yüzük gibi altın ay doğmuş, halkın tamamı iftara girişmiş. Koyırteki tarafından silah sesi duyuldu.

– Avcılar herhalde.

– Akşam üzeri neyin avı?

– Canı sıkılan Çinlilerdir, diyordu kimisi.

Bu arada çok yakın bir mesafeden fişek atıldı. Avulun üstünü apaydınlık etti ve gökyüzünde sönüverdi.

Kapas, Jeksen, Keşapat, Toktıbay, Jamet ayaklandılar ve Osman Batur’un evinde toplandılar. Osman Batur silah sesinin geldiği tarafa kulak vererek

– Halka çabuk haber salın. Öncelikle güneyde Lastı’daki avullara söyleyin. Sınırdaki Çinliler, Ma Shijing hattıyla çarpışıyorlar galiba. Hadi kalkın. O tarafa gidelim.

Osman Batur, mücahitlerinin âdetleri üzere bütün silahları ve atları daima savaşa hazır olurdu. Kısa bir sürede yüz kadar savaşçı toplandı. Osman Batur kendisine Yüzbaşı Han’ın hediye ettiği alaca ata bindi ve öne çıktı. Koyırteki’ye yaklaşarak bir tepeye çıktılar.

Ön taraftan, Şokpartaş’taki Ma Shıjıng hattının mevzilendiği yerden otomatik tüfekler ve pulemetlerin sesi duyuluyordu. Ara sıra da onları bastıran insan sesleri yükseliyordu. Az sonra koyu mavi gökyüzünü ikiye bölerek üç uçak birbirinin arkasından geldiler ve bombaladılar.

Osman Batur kendi kendine konuşurmuş gibi kısık bir sesle:

– Çinlilerin gece savaşından korktuklarını bunlar da anlamışlar, dedi.

– Çinlilerin savunma hattını ve yollardaki engelleri temizledikten sonra bize gelecekler herhalde! dedi Kapas Batur hiddetle. Bunları şimdi arkadan kuşatıp ele geçirmek vardı.

Osman Batur sabırlı haliyle, serinkanlılığından vazgeçmeden ağır ağır konuştu:

– Acele etme. Bize sıra yarın sabah gelecek. Şimdi ona göre hazırlanalım. Sen yüzlüğünü al, Karagaytı’nın arkasını dolan. Keşapat, sen Koyırteki’nin Sarıtogay yönünde bekle. Jeksen de şu görünen tepelerde pusuda olsun. Avul tarafına geçirmeyelim. Moğolların sırrını biliriz. Arkasından dolaşırsan durmazlar, dedi.

Bütün gece hava bulutluydu, sabaha karşı sağanak başladı. Altın Obanın bir tepesinde oturan Osman Batur, hava aydınlanır aydınlanmaz dürbünle etrafı gözetledi, bütün çevreyi kolaçan etti. Dağ gövdesi sessiz. Koyu boyayla boyanmış gibi karanlık duran dağ yamaçları bilmece halini korumaktaydı. Sağanağın hışırtısından başka bütün dünya dilsize dönmüştü. Bu yüksek dağın en dingin saatlerinden biriydi. Bahar mevsiminde, bütün gökyüzünü kaplarcasına gelen kara bulutlardan aşağı dökülen gözyaşlarını susamışçasına içerek, sessizce yutan dünyada tık yok. Dağ taş tamamıyla ölmüş gibi. Daha dün gece çarpışmaların yaşandığı, vaveylaların koptuğu Şokpar Tas tarafı da sisler içinde dilsiz.

“Çinliler gece savaşamazlar. Galiba Şokpar taşı boşaltmış kaçmışlar,” diye düşünürken onların durumlarını tahmine çalıştı. Gerçekten de bölük pörçük hâlde kaçışan Çinli askerler şafak söker sökmez, Altın Obanın bağrından çıkıp Osman Batur avuluna doğru kaçmaya başladılar.

– Şunların komutanını buraya çağır! dedi Osman Batur yanındaki Jetpis’e. Çinlilerle bağlantı kurduğu zamanlarda, Jetpis her zaman yanında olurdu. “Şu, Ma Shıjing isimli sünepe canlıysa, onu da beraber getir.”

Bunu dedikten sonra, Jetpis’in arkasından gözlerini dikip uzun uzun baktı: “Askerin önünden kaçan komutanı vurmak lâzım. Bunların büyük komutanı Han Yuvın da korkağın, beceriksizin tekidir. İki yüzlülük, yalakalıktan başka bir şey yapamaz. Koltuk sevdasından cebini doldurmaktan başka derdi olmayan kötü yürekli birisi. Böylesi kötü niyetli komutanların emrindeki askerlere de yazık. Pisi pisine gider hepsi. Bak o General Sun, gerçek yiğit. Çelik kılıcın ta kendisi. Fakat onun çevresi de çürük.“ diye düşündü Osman Batur, Han Yuvın’ı gözünde canlandırmaya çalışırken.

Osman Batur düşünürken, Ma Shıjıng da geldi. Yakına gelince atından yuvarlanırcasına indi ve Osman Batur’un önünde eğilerek, bağıra bağıra ağlayarak emeklermiş gibi yaklaştı.

– Batur, Osman Batur! Bittim… Tamamıyla kuruttular! Bana yardım edin, beni koruyun, diye yalvarıyordu.

Osman Batur anladı. Bunun bu hareketi, daha sonraki olacaklar için tedbir haliydi. Bir bölük büyüklüğündeki askerin çoğunu kaybeden ve sorumluluğuna verilen yerin, sınır boyunun savunmasını bırakıp kaçan subaylara kimse acımaz. Çinli bunu bildiği için, yarın öbür gün Han Yuvın karşısında Osman Batur’dan aman dilemek için bu hareketi özellikle yapıyordu.

Ma Shıjıng’ın bu haline iğrenerek bakan Osman Batur, kurşun gibi bakışlarını adama dikti.

– Böyle yapacağına orada ölseydin. Ölüm vardır, yaşamaktan da kıymetli. Hayat vardır, ölümden de beter. Sadece kendisini düşünen adam komutan olamaz! derken, “Keşke benim emrimdekilerden biri olsaydı. Bu rezili…” diye sinirlendi içinden.

– Fakat Allah korusun.

– Hazret, Osman Aga, şefaatçım olun, diye yalvardı Çinli. Aniden saldırdılar. Uçakla bombaladılar…

Osman Batur hâlâ hiddetli haliyle:

– Yeter! Kalk artık. Öncelikle geride kalan askerlerini topla. O Şonjı’daki komutanınıza haber salın.

– Başüstüne… Başüstüne dedi, Ma Shıjıng aceleyle.

Karagaytı sınır karakolundan gelen üç uçak, bunların hemen dikkatini çekti. Osman Batur mücahitlerinin nerede hangi tepede mevzilendiğini biliyorlarmış gibiydiler. Dosdoğru geliyor, bombalıyorlardı. Bunların arasından bir uçak özellikle tehlikeliydi. Osman Batur mücahitlerine doğru süzülerek gelip ters dönüveriyor ve ardınca da pulemet mermilerini yağdırıyordu. Sonra da anında uçup geri gidiyor, Karagaytı karakolunun aşağılarına inip bomba alıp geri geliyordu. Tekrar saldırıyordu. Karagaytı’dan yukarılara iki grup halinde çıkmaya çalışan askerlere yol açmak için de zengbirekler (toplar) durmadan gürüldüyordu. Tepeleri koparıp, paramparça ederek dağın gögsünü koyu kahverengi toprak ve toz dumana boğuyordu.

Moğol askerleri ne kadar çabaladılarsa da pek bir başarı elde edemediler. Jeksen Birliği’nin dağın eteklerinde bağlı duran bir grup binek atı ürktü, yularlarını koparıp kaçtılar. Başka kayıp olmadı. Çarpışmanın üçüncü gününde, uçaklar iyice alçalmaya başladı. Bazen Osman Batur mücahitlerinin mevzilendiği tepelerin arasına kadar sokulup pulemet mermileri döktüler. O kadar yakına geldiler ki uçağın penceresi ve hatta içindeki pilot bile göründü.

Yanlarından yıldırım gibi geçip giden uçağı gördüğünde Jeksen “Kap18!” dedi ve kendi dizine bir şaplak attı.”Keşke bir daha gelse..” diye elli atar pulemetini hazır bekletmeye başladı. Konuşması biter bitmez uçak onların üstüne yine geliyordu. Jeksen uçağın tamı tamına penceresine nişan aldı ve elli atar tüfeğinden kurşunu boşalttı. Uçak “ Iss” diye değişik bir ses çıkarttı, gürleyen sesi kaybolurken aşağıya inmeye başladı ve karakol tarafına yetişince düştü.

– Düştü. Düştü!

– Jeksen uçak düşürdü!

– Bak orada düştü!

– Tamam şimdi yanmaya başlar, dedi görenler.

Uçak yanmadı. O bölgeden koyu bir duman yükseldi. Fakat uçak bir daha uçamadı.

Karagaytı’nın yakalarından, Kapas Batur yüzlüklerinin mevzilendiği yerden havai fişek atıldı. Saldırı işareti… Buna Koyırteki tarafındaki Keşapat grubu da ses verdi. İki tane havai fişek birbirinin arkasından, Jeksen askerlerinin mevzilendiği tepeden uçarak geçti.

– Atlan! Atlan! diye bağırdı Jeksen de gökyüzüne bıçak gibi ayıran kıpkırmızı ateş ışığı çıkaran fişekleri birbiri ardına atarken.

Üç taraftan saldırıya uğramaya dayanamayan Mogol askerleri birkaç saat dirense de siperleri boşaltıp geri çekildiler. Çadırlarını aceleyle yıkıp yüklediler ve aşağılara gittiler. Kapas Batur askerleri onların önünü kesti ve kurşun, el bombası ve çadırları yükledikleri birkaç deveyi ele geçirdi.

Jeksen de yıkmaya vakitleri yetmediği için bıraktıkları bir çadırı ele geçirdi. İçinde yaralı bir asker vardı. Kapının dibinde komutanların kullandığı ve havai fişek atan bir silah varmış. Jeksen onu alıp baktı ve askere döndü.

– Kimsin sen?

– Askerim.

– Yüzbaşı Dandar sen değil misin?

– Hayır. O kaçtı. Ben onun emir eriydim! dedi korkmuş olan asker, iki omzunu ve yaralı ayağını gösterirken.

– Deminki uçak nasıl düştü? Parçalandı mı?

– Hayır parçalanmadı. Pilotu Zaysanov isimli bir Kazakmış. Meşhur biri. Sovyet-Alman harbinde kahraman olmuş. Bir bileğine kurşun girmiş. Uçak bozulmuş ama parçalanmadan indirebilmiş.

Jeksen çadırda kalan bir bavulun kilidini bozarak açınca içinde üç altın madalya buldu. Bir de bir subay üniforması. Yepyeni deriden bir asker çizmesi, galoşuyla beraber. İki madalya daha… ve bir hançer çıktı.

– Kimin? diye askere sordu.

– Onundu.

Kaçıp giden Moğol askerlerinin bıraktıkları arasından çok miktarda ganimet alan Kazaklar, birçok deve yükü ile Osman Batur Avuluna sabaha karşı geri döndüler.

Jeksen havai fişek tüfeğini Osman Batur’a sundu.

– Bunların etmediği icat yok, dedi Osman Batur tüfeği incelerken. Gördün mü sadece iki karış, kundağı da bayağı adi tahta. Buna rağmen ateş edişi güzel, fişekleri de uzaklara yayılıyor. Bütün bir alanı ışıldatıverdi. Keşke biz de böyle tüfek tapabilecek kadar ilerlesek, dedi ve iç geçirerek başını salladı.

Üç gün sonra, Osman Batur’un yanına yabancı bir genç geldi. Başında tavşan derisi kalpağı, üstünde her tarafında tüyleri çıkmış gocuğu, ayağında sarı deri pantolonu vardı. Selam vererek eğildi ve baş köşeye geçmeden, tevazu ile kapıya yakın oturdu. “Bu bölgenin yerlisi Kazaklardanım. Boyum, Sarıbas içinde Sarıtokay. Siz Moğollardan çok ganimet almışsınız, diye duydum da bana da bir hatıra verirsiniz, diye gelmiştim.” diye Osman Batur’un yüzüne çekinerek baktı. Arada sırada yemek hazırlayan Bayan ile Maliypa’yı da göz ucuyla süzüyordu.

– Nasıl bir şey? Ne ihtiyacın var? dedi Osman Batur.

Adam biraz çekinerek cevap verdi.

– Bir tüfek olsaydı, dedi yüzü biraz kızararak.

– Onu ne yapacaksın?

– Batur, fakir bir insanım. Taa orada Şonjı’da zengin Çinlilerin ekininde çalışıyorum. Darı, buğday kısmı iyi de, elbise kıyafetten yoksunuz. Üstüne üstlük kırmızı eti de çok yiyemiyoruz. Onun için tilki avlıyorum, tavşan avlıyorum ve geçinmeye çalışıyorum.” dedi, yine biraz utandığı için alçak sesle konuşarak.

Osman Batur hafifçe gülümsedi. “Nasıl da saf yiğitmiş. Bütün gerçeği söyleyiverdi. Bizim Jantas’lar, Jetpis’ler olsa, gider hırsızlık yapar, birinin atlarını alır kaçar; ama asla tavşan etine kanaat edip yaşamaz.” diye düşündü.

– Tüfek kullanabiliyor musun?

– Kullanırım. Kötü bir iki ağızlı tüfeğim var. Eskidi. Ağzı genişledi. Defalarca egedim, tamir ettim ama tam hedefi vuramıyorum. Onun üstüne kurşun da çok gidiyor.

– Öyleyse nasıl bir tüfek istersin? Dokuz atar mı yoksa beş atar mı alırsın?

– Beş atar alayım.

– Nasıl beş atar?

– Başkasını istemem, eğer Mekelay (Nikolay-Rus yapımı) ’ın sarı boyunlusundan verseniz yeter!” diye genç adam çabuk çabuk cevap verdi.

Osman Batur güldü:

– Eyvah kardeşim, sarı boyunluyla vurduğun tavşanın eti kalmaz ki! dedi. Sonra, “Bu ne diyor?” diye Bayan ile Maliypa baktı. Genç Kazak, Maliypa’ya:

– Benim kötü sentralle vuruyorum. Ben, sadece tavşan’ın kaval kemiğinden vururum, dedi kendine çok güvenerek.

Osman Batur onun yüzüne aniden baktı “Doğru mu?” dedi. Genç adam, “Avcılık mesleğinde en zor iş, tavşanla gelincik vurmaktır. Tavşan zıplamaya başlarsa durdurmak mümkün değildir. Gelincik ise otların ve taşların arasından sadece boynunu gösterir, vücudunu göremezsin. Başından vursan bile yaralı olarak kaçarsa, düştüğü yeri bulmak zor.” diye sürdürdü konuşmasını.

– Nasıl yani? Tavşanı dururken mi yoksa kaçarken mi vurursun? dedi Osman Batur onu hâlâ sınamakla meşguldü.

– Efendim, oturan tavşanın kaval kemiği görünür mü? Tabii ki kaçarken vuruyorum, dedi adam anlamamış gibi.

– Kaçarken mi, dedin? Hep kaval kemiğinden öyle mi? Vay canına! Bu çok enteresan, dedi Osman Batur inanmayarak.

– Tam dediğim gibi. Hep kaval kemiğinden.. diye tekrarladı adam, Osman Batur’un inanmadığını sezinleyerek.

– Osman Batur, gülümseyerek başını eğdi:

– İyi. Ama umarım dediğin doğrudur.

Böyle söyledikten sonra Osman Batur yerinden kalktı, gocuğunu giydi, askıdaki kalpağını eline aldı.

– Mapeş! Jantas nerede? Yiğitlerden bir ikisini çağırın bakayım. Şuralardan biraz tavşan avlayalım. Dediği doğruysa istediğini veririz. Yalansa, yoluna gider, dedi evden çıkarken.

Avulun çevresi verimli otlu bir düzlüktü. Terisken, devekuyruk, şengel bitkileri karışık olduğu için tavşanın bol olması gerekirdi. Jantas ve Jetpis uzaktan kovalayarak bir tavşanı ürküttüler. Tavşan yana kaçtı. Yabancı genç adam, ayakta dururken nişan aldı ve vurdu. Sonra gidip hâlâ can çekişen tavşanı arka ayaklarından tuttu ve Osman Batur’un önüne getirdi. Kurşun gerçekten de kaval kemiğine gelmişti.

Osman Batur seslenmedi. Jetpis ile Jantas’a “Yine…” diye işaret etti. Onlar da atlarıyla hızlanarak tekrar bir tavşan ürküttüler. Deri pantalonlu adam onu vurdu. Sonra bir tane daha vurdu.

Osman Batur, yabancı gence imrenerek baktı.

– Usta nişancıymışın dedi ona hoşnutlukla. Nasıl vuruyorsun?

– Arka ayakları yerden kalkarken tetiğe basıyorum.

Bu hâdiseyi görmek için Maliypa da gelmişti. Genç adamın bu lafını duyunca gözleri birden parladı. Usunun derinlerinden bir yerde bir şey parlamışçasına keyiflendi.”Acaip ya, her mesleğin sırrı var kendine göre. Onu sadece o sırrı çözebilen başarıya ulaşır. Nasıl akıllı, iyi adammış.”

– Bu metodu kendiniz mi buldunuz? diye lafa karıştı.

– Hayır. babam öğretti. Merhum bizi avcılıkla büyütmüştü.

– Adın neydi? dedi Osman Batur.

– Omari.

– Güzel, Omari, beğendiysen elindeki tüfeği al, dedi Osman Batur gence.

– Sağol, Batur! Güzel tüfekmiş. Dörtle vursam da hedefi vurur, dedi Omari sevincinden agzı kulaklarında, tüfeği döndüre döndüre incelerken.

Osman Batur vedalaşıp giderken geri döndü. Biraz baktıktan sonra:

– Ya Omari, bize katılmaz mısın? dedi yüzünde sıcak bir gülümsemeyle. Omarilerimiz çok. Bizde de üç tane Omari var. Büyen Omari, Taypak Omari ve ölez Omari. Bunların arasına Nişancı Omari olarak seni alırsak, köşemiz dört olacak gibi.

Omari duraksadı, Osman Batur’un yüzüne doğru başını kaldırdı ve gözlerini kırpıştırdı.

– Hepsi bebek yaşta çocuklarım var! dedi utanırcasına yere bakarken. Biraz düşüneyim.

Bundan bir ay kadar sonra, Beytik Dağının Gök Çayır isimli kalın çam ormanlarıyla kaplı, bol sulu, yemyeşil bir bölgesinde konaklamış Osman Batur Avuluna Garnizon Baş Komutanı General Sung Shılıang geldi. Yanında Han Yuvın ve kırk kadar askeri vardı. Hepsinin alacalı aynı türden atları vardı. Kıyafetleri, takımları çok gösterişliydi.

Osman Batur, onlar için özel bir Kazak çadırı kurdurdu. Kapas ve Jeksen yüzlükleri de iyi giyinmiş olarak yolun iki tarafında dizildiler, merasimle karşılandılar. Han Yuvın’ın isteği üzerine nöbeti iki taraf ortak yaptı. Misafirlerin konakladığı bölgeye özel izinle Osman Batur ve onun iltimaslı adamları, Keles, Kapas, Jeksen, Jantas, Ziyakan ve Jetpis gibi on kadar kişi girebiliyordu.

Sun Shiliang ile Osman Batur gündüzleri hep beraber oldular. Osman Batur, Generali yakında Moğollarla çarpıştıkları Sarışokı’ya ve Koyırteki’ye bizzat götürdü. Sun Shiliang, Moğol askerlerinin nereden, nasıl saldırdıklarını, uçakların nereden havalandıklarını, zengbirekler (top) ve ağır makinalıların nerelere yerleştirildiğini, Osman Batur mücahitlerinin onları hangi yönlerden geri püskürttüğünü, hepsini, gördü ve öğrendi; sekreterine rapor halinde yazdırdı. Moğollardan ele geçirilmiş olan askeri kıyafetleri ve madalyaları kabûl etti. Özellikle o zaman alınan vâlizden çıkan askeri çorap, savaş haritası, Yüzbaşı Dandar imzalı Rusça savaş emri gibi özel eşyaları görünce, sevinçten ellerini birbirine vurdu.

– Osman Batur, bir askerî akademide mi eğitim aldınız? Nasıl muhteşem savaşmışsınız! Savaş sanatını çok iyi biliyorsunuz. Eskiden Çin’de Ju Gilian isimli bir komutan varmış. Tastamam ona benziyorsunuz!” dedi samîmîyetle onu överken. Bu savaşta, Osman Batur’un mücahitlerini çok stratejik biçimde yerleştirdiğini hayretle gördükten sonra ilâve etti: “Siz, bu sefer, vatan için büyük hizmet ettiniz.”

Daha sonra Sung Şiliang kendi düşüncelerini Osman Batur’a çekinmeden anlattı.

– Şimdi bizim Çin‘deki, Da Gung Bao ve Şıng Bao gibi birçok gazeteler, bu sizin Beytik savaşınızı çok tafsilatlı yazdılar. Fakat onlar tek taraflı yazmışlar. Onlar “İle tarafı Moğollar vasıtasıyla Osman Batur’u yok etmek için savaş başlattı” dediler. Hatta bizim generallerden Jang Jıjung ve Tao Siyu da öyle muhafazakar düşünüyordu, diye her zamanki iki yüzlülüğünü ederek. Beşinci Atlı Korpus Komutanı Ma Çingşang, Moğolların güçlendirilmiş bir batarya askerinin sınıra saldırdığını, yetiştirdiği zaman ben bunun gelişigüzel bir çatışma olmadığını, vatanımız topraklarının bölünmezliğiyle ilgili büyük bir mesele olduğunu anlamıştım. Şonjı’daki Birinci Süvari Tümeninin İkinci Alayının komutanı Han Fang’e Beytik Dağına “acele gidin” diye emir verdim. İlâve olarak yedi ayrı konuda çalışma yaptım. Bunlar, otomobil yolu, deve kervanları, arabaları alarak gerekli araç gereç, yiyecek giyecek, mühimmatları taşımak; Şonjı ile Beytik arasındaki coğrafi durumu incelemek için keşifçi çıkarmak ve danışmanları göndermek gibi konulardı. Dış Moğolistan askerlerinin sınırlarımıza yaptığı saldırı hakkında Nanking’deki Savunma Bakanlığına, Lanchou’daki Güneybatı Çin Bölge İdaresine telgraflar gönderdim. Önceleri general Jang da, Tao da benim fikrimi acelecilik diye kabûl etmediler. Ancak sonradan Cumhurbaşkanının kendi eliyle yazdığı telgrafı okuyunca kafaları biraz çalıştı.

General Sung’ın konuşmalarını bugün Jetpis tercüme ediyordu. Bu sırada Ziyakan, Osman Batur’a doğru eğildi ve :

– Chiang Kai Shek’ten bahsediyor, dedi.

– Böylece Cumhurbaşkanı’nın telgrafında “İle ile Moğollar birleşerek Urumçi’ye ve Kumul’a saldırırlarsa, biz direk yardım gönderemeyeceğiz. Bu durumda Şıngjang’ı kaybedebiliriz. Bu konuya önem vermek için dünyayı bundan haberdar etmeliyiz.” diye yazdığını duyunca, benim fikrimi desteklemekten başka çareleri kalmadı.

– Siz, ne düşünüyordunuz? dedi Ziyakan.

– Ben, bunun arkasındaki amacı inceledim. Bana göre bu, büyük düşmanlık. Onlar Jang ve Tao’nun tahmin ettiği gibi sadece sizleri, Osman Batur’u yok etmek niyetinde değiller. Onların niyeti kötü. Önce, başarabilirlerse Beytik Dağını almak, ondan sonra güneye doğru giderek, Şonjı, Barköl, Yedikuyu çevresine kadar işgâl etmek ve bizim Lanchou’ya giden yolumuzu kesmek niyetindeler. Daha sonra da Manas Nehrinden Urumçi’ye doğru saldırarak, bize, İle hükümetinin öne sürdüğü şartları kabûl ettirmek için baskı yapmak ve en sonunda da bizi Singjang (Doğu Türkistan) topraklarından kovarak, kendilerinin desteklediği “Doğu Türkistan Cumhuriyetini kurmak” amacını gerçekleştirmek niyetindeler.

– Onlar Doğu Türkistan Cumhuriyetini gerçekten kuracaklar mı sanıyorsunuz? dedi Osman Batur.

– Daha ne? dedi General Sung, aniden sorulan soruya şaşırdığı için Osman Batur’a ürkerek baktı.

Osman Batur, daha sonra ses çıkarmadığı için biraz durakladı ve sözüne devam etti.

– Onların maksadı, bizim vatanımızı bölmek. Bizim imparatorluk olmamızı çekemiyorlar. 1912 senesi Ağustosunda bizden mukaddes ve eski topraklarımız olan Moğolistan’ı ve Kobda bölgesini aldılar. 1913 Temmuzunda Altay Dağlarının doğusundaki Sagantünke’ye saldırdılar. 21 Aralık 1913’te bizim Altay’daki maslahatgüzarımız Palta, Rusya’nın Altay’daki konsolosu Kuçenko’yla Sarsümbe’de bir araya geldi ve Çin-Moğolistan arasındaki askeri birliklerin sınır boylarındaki konumları hakkındaki anlaşmaya imza atsa bile daha sonra Ruslar “Beytik Dağını sınır olarak kabûl etmek gerekir” fikrini ileri sürmeye başladılar. Böylece bütün Altay bölgesini ele geçirme niyetlerini açığa vurmuş oldular. Sonradan yani, 1914’ te Avrupa’da dünya savaşı çıktığı zaman, Rusya bütün kuvvetlerini batıya kaydırdı ve doğudaki işlerle ilgilenmeye hali kalmadı. Üstüne üstlük, 1917’ deki Bolşevik Devrimi onların elini kolunu bağladı. Böylece on sene kadar bir süre Altay bölgesindeki sınır, sessiz kaldı. İşte bu fırsattan faydalanan Şıngjang (Doğu Türkistan) Bölgesel İdarecisi General Yang Zıngşıng 1914’te İle Elçisini, 1916’da Tarbagatay Danışmanını, 1918’de Altay’daki Rus Maslahatgüzarlığını feshetti ve bu üç bölgeyi bütünleştirdi.

Fakat Rusya’nın Altay bölgesini işgal etmek niyeti, yine değişmedi. 1933’ te Moğollar askerleriyle gelerek Bulgın bölgesini işgâl ettiler. 20 Haziran 1938’de Kobda‘daki muhafızlar aniden saldırarak Bomboto ve Karabalçık bölgesini aldılar. Bakın, görüyor musunuz, Rusya’nın gerçek amacının ne olduğunu? Hatta Sovyetler Birliği’nde 1940 senesinde yapılan bir haritada Altay Dağlarının küngey (güney) tarafı Sovyetler Birliği ve Mogolistan’ın sınırları içinde gösterilmiştir. Şimdi de yaptıklarını görüyorsunuz. Buna izin verilmemelidir. Cumhurbaşkanı bize “Jan, giderse gider; ama Altay bölgesi verilmeyecektir.” emrini verdi.

Bu sohbette, General, bildiği bütün bilgileri böyle uzun bir sohbetle anlatmış oldu. Uzun konuşmasının ardından nefes nefese kalmış koyu derili yüzünde bir damla renk kalmamış bir hâlde kısık gözlerini Osman Batur’a dikmiş bir şekilde kalakalmıştı.

Onun bu konuşmasından Osman Batur da memnun kalmamış, ama nefretini içinde gizlemişti. Çok yakın bir tanışıklığı yoktu, sadece ismen tanıyordu. General ismi uzaktan kulağa çok büyük geliyordu. Onunla konuşup tanışanlar da onu yere göğe sığdıramazlar, överler, iyiliklerini sayıp dökerlerdi. Fakat bu görünüşü Osman Batur için hayâl kırıklığıydı. Daha önce tanıştığı Çinli liderlerden hiçbir farkı yoktu. Bu da kara kuru, bu da çekik gözlü. Bu da Çinlilerin üstünlük taslayan tavrına sahip olduğu için: “Hepsi benim, hepsini ben yutarım,” tavrıyla aç gözlülüğünü apaçık ortaya koyuyordu. “Kimbilir, nasıl zalimdir? Kimbilir, ne cinayetler işlemiştir. Kupkuru suratından, gözünden belli olmuyor mu? Açıkça söylemiyor ama, seni bitireceğim, Altay bölgesini tamamıyla yutuvereceğim, niyetini göstermedi mi? Ah mümkün olsa şunu var ya… Tam buradayken…” diye düşünüyordu Osman Batur, yere çakılmış gözleri ve kenetlenmiş dişleriyle sessiz otururken. Avurtlarındaki sinirler oynamaya, çene kasları sertleşmeye başladı. Başını çevirdi, sessizce düşündükten sonra iç geçirdi ve geri dönerek “O zaman… Ben, Altay bölgesini Ruslardan kurtarıp tekrar sana vermek için savaşıyorum gâlibâ” deyiverecekken kendini tuttu. Sabretti. “Akıl dayanak, öfke bıçak.” atasözünü hatırladı. “Hay Allah, bu da ölümcül noktayı bıçaklamak istiyor. Sonunda bundan da iş çıkmayacağı anlaşıldı. Hedefe bak: Benim elimle Doğu Türkistan’ı yok etmek, Rusları kovmak ve sonra beni de …”diye düşünürken farkında olmadan yumruklarını sıktı. Yine sinirlerini kontrol altına aldı, sağduyuyla düşünmeye başladı. “Şimdilik başka çare yok. Bu benim elimle Rusları kovmaya çalışırsa ben de bunları köprü yapar, Amerikalılara ulaşmaya çalışırım. Urumçi’de Amerikalı birileri, dünyanın en güçlü, büyük memleketlerinden Amerika’dan gelen elçiler varmış. Onları bulayım. Sonra.. Sonra görürsün sen beni.. Gösteririm!..” diyerek sabretmeye çalıştı ve sessiz düşüncelere daldı.

Osman Batur’un yüzünün renginin değişmesinden, onun konuşmayı beğenmediğini Çinli General Sung Şiliang da anladı. Daha önceden Osman Batur hakkında rapor veren Çinliler, Osman Batur’un cahil, bilgisiz olduğunu söylerlerdi. Fakat bu tanıdığı Osman Batur, öyle sağduyusuz, anlayışsız biri değildi. İnsanın sadece gözünün içindekini değil, beyninin derinliklerindekini de anlayabilecek kadar akıllı biri. Hesabı kitabı çok güçlü ve derin bir düşman bu. Herkesin dediği gibi kolay düşman değil. Ne var ki, ne kadar güçlü olursa olsun, Çin’in büyük planı gerçekleşecektir. Çinlinin planı işi uzatmak… Babadan oğula, oğuldan toruna, torundan, torunun torununa.. Asla vazgeçilmez, birinden sonra öbürü işi devam ettirir. 2000 sene önce Han Hanedanı zamanında bu bölgeye Jang Şiliang’ı gönderen Han Padişahının emeli, hâlâ aynı..O zamandan beri hiç unutulmadan devam ettiriliyor. Kesintiye bile uğramadı. Uzaya uzaya Zo Zungtang zamanında Tanrı Dağlarının bir köşesinde bir dağı ele geçirdiler. Sonra sırasıyla Liyu Jingtang, Yang Zıngşıong, Jıng Şurın, Şın Sısey ve şimdi sıra kendisinde. Bak şimdi ayaklarının altında Altay bölgesinin toprakları. Çinli atasözüne göre “Dünyada, “tedbir” sözünden daha güçlü bir söz yok”tur. Bu atasözü binlerce yıldır sınanmış. Buna karşı Rusya da, Doğu Türkistan da hiçbir şey yapamaz. Hepsi dermansız kalır. Hepsinin yaptığı boşa gider. Bu Osman Batur mesela, bu tecrübeye göre.... Sadece sabır, dayanmak, dayanmak lâzım. Çinli sabrı gerek. O zaman bütün dünya…Bundan beş ya da on nesil sonra bütün dünyada iki kelime üstün olacak: Dünya ve Çin, veya Çin ve Dünya.

Kendi düşünceleriyle kendini rahatlatan General Sung, artık başka herşeyi unuttu. Osman Batur’un gönlündeki kırgınlığı da önemsemedi, ona yaranmaya çalışarak konuşmaya başladı.

– Osman Batur, siz olağanüstü bir insansınız. Siz Ju Giliang’sınız. Siz, bana misafirliğe, Urumçi’ye gelin.

Osman Batur ses etmedi. Başını yana çevirmiş hâlde alt dudaklarını ısırarak düşündü: ”Tabiî ki gitmek lâzım. Sung Şiliang’ı üzmemek lâzım. Geçmişte Çoybalsan’la da görüştü. O da yapışıp kalmadı ya. En kötüsü bu da ona benzer.”

– Olur, gelirim. Fakat şimdi değil, dedi isteksizce. Dünkü anlaşmaya göre ben kontrolümdeki askerleri iki alay olarak tekrar organize edeceğim. Daha sonra kısmet olursa, yayladan indikten sonra bakarız.

Sung Şiliang buna çok sevindi.

– İyi, dedi hemen sahte gülümsemesini takınarak. Şimdi bir ricam daha olacak. Sizde kabiliyetli, elinden iş gelir elemanlar varmış. Siz de insan sarrafı muhteşem bir komutansınız. Dünden beri benim dikkatimi bu Ziyakan Bey çekiyor. İzin verirseniz bu beyi Urumçi’ye almak istiyorum. Gidince etraflı konuşur ve yüzbaşı rütbesini geri iade ederiz belki. Sizin oradaki daimi temsilciniz olursa, iki taraf için de faydalı bir iş yapmış oluruz.

– Benim Urumçi’de adamım var. Keles Batur var. Bu Jetpis de orada, dedi Osman Batur, onun dediklerini hemen kabûl etmeyerek. Bu cevabı bir açıdan Generale karşı tedbir olarak diğer açıdan da Ziyakan’a güvenmediği için böyle vermişti. Çinlileri çok sever çünkü. Kocasının ikinci karısı olmaya iyice alışmış kumalara benziyor. Aslında, “Çinlilerle ve daha da ileri giderek Amerikalılarla ilişkiye girmek, sadece Osman Batur için değil, bütün Kazakların kaderini değiştirecek büyük bir iştir. Keles ile Jetpis bütün bu işlerin üstesinden gelemezlerse Küniyaz Molla’yı da göndermek gerekebilir!” diye karara vardı kendi kendine.

– Ziyakan Bey daha önce bizimle işbirliği yaptığı için tanışıklığı var, dedi General Sung da doğruyu söyleyerek.

– İyi o zaman, çok hoşunuza gittiyse alın. Haddi zatında Ziya-kan Bey bizim için de çok gerekli bir eleman ama… dedi, doğru mu değil mi belli olmayan bir tavırla. Sonra Ziyakan’a döndü, “Bu kararı Ziyakan Bey kendisi versin. Gitmek isterse engel olmam. Talihi açık olsun.”

Ziyakan, şaşırmış gibi tavır takındı.

– General cenapları size dün de söylemiştim, bu kararı Osman Batur bilir, diye cevap verdi, daha dün General Sung Shiliang’a verdiği sözü açıklamadan, özellikle gizleyerek. ”Nerede olursak olalım, niyetimiz birdir, demiştim size.”

– İyi, hürmetin için teşekkürler. Yolun açık olsun dedi! Osman Batur, hiç bozuntuya vermeyerek.”

18.Eyvah!
₺46,25

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
454 s. 7 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6981-75-1
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre