Kitabı oku: «On Beş Yaşında Bir Kaptan», sayfa 2
3
KURTARIŞ
Bütün mürettebat Dick’in bağırmasıyla birlikte bir anda dikkat kesildi. Görev başında olmayanlar dahi güverteye koştu. Kaptan Hull aceleyle kompartımanından çıktı. Bayan Weldon, dadı ve hatta Kuzen Benedict dahi geminin sağ tarafına giderek genç miçonun bir anda dikkatini çeken şeye bakmaya koyuldu. Her zamanki kayıtsızlığını elden bırakmayan Negoro yerinden ayrılmadı ve gemidekilerin heyecanına ortak olmadı.
Beş kilometre uzaktan dahi fark edilen şeyin ne olduğu konusunda dayanaksız tahminler yapıldı. Değişik iddialar atılıyordu ortaya. Denizcilerden biri bu şeyi terk edilmiş bir sala benzetti. Bayan Weldon ise eğer bu şey bir kayıksa üzerinde batan bir gemiden kaçan ve kurtarılması gereken insanlar olacağını söyledi. Kuzen Benedict ise bunun devasa bir deniz canavarından başka bir şey olmasının mümkünatsızlığını iddia etti. Fakat kaptan kısa sürede anladı ki bu yan batmış bir deniz aracının gövdesiydi. Bu görüşe Dick de fazlasıyla katılıyordu. O kadar ki teknenin güneşte parladığını gördüğünü iddia edecek kadar ileri gitmişti.
“Yelkeni orsa edin Bolton! Orsa…”3 diye bağırdı Kaptan Hull güvertedekilere. “Bir an önce oraya gidelim.”
“Pekâlâ efendim.” diye cevapladı denizciler ve Pilgrim emirler doğrultusunda yönünü değiştirdi.
Kaptanın ve Dick’in iddialarına rağmen Kuzen Benedict, gördüğü şeyin devasa bir deniz memelisi olduğu fikrinden vazgeçmedi.
“Demek ki kesin olarak ölü.” dedi Bayan Weldon. “Hiç hareket etmiyor.”
“Hareket etmiyor çünkü uykuda.” dedi nadir bulunan bir böcek türü için denizlerdeki bütün balinaları feda edebilecek olan Benedict.
“Yavaş, yavaş!” diye bağırdı kaptan su yüzeyinde bulunan cisme yaklaşırlarken. “Aman bu şeyden başımıza bela almayalım. Olur da gemimizde bir delik açarsa bizim için iyi olmaz. Aradaki mesafeyi koruyalım.”
“Tabii, tabii efendim.” dedi denizciler her zamanki neşeli tavırlarıyla ve dümenin küçük bir hareketiyle geminin yönü muhtemel bir çarpışmaya karşı değiştirildi.
Bu sıralarda denizcilerin heyecanı daha da artmıştı. Aradaki mesafe azaldıkça bütün şüpheler ortadan kalkmıştı ve gördükleri şeyin alabora olmuş bir gemi enkazı olduğunu anlamışlardı. Hepsi de batan gemiye ait malların üçte birinin onu kurtaranlara ait olduğu kuralını pekâlâ biliyordu; bu yüzden zarar görmemiş yük bulma beklentisi içine girdiler. Böylece geçen sezondaki bereketsizliği telafi etmiş olacaklardı.
On beş dakika sonra Pilgrim bu terk edilmiş vasıtanın yanına yaklaşmıştı. Gemi sağ yanına yatmıştı ve küpeşteleri sudan sırılsıklam olmuştu. O kadar yan yatmıştı ki güvertesinde ayakta durmak imkânsızdı. Direkleri görünmüyordu ve yelkenleri birkaç parça halat dışında kaybolmuştu. Yan yelkenlere ait zincirlerse kırıktı. Geminin sağ yanında kocaman bir delik vardı.
“Bir şey bu gemiye zarar vermiş.” dedi Dick.
“Ona ne şüphe.” diye cevap verdi kaptan. “Merak edilecek şey şu ki gemi hemen batmamış.”
“Ah, zavallı mürettebat umarım sağ kurtulmuştur!” diye bağırdı Bayan Weldon.
“Büyük ihtimalle.” diye cevap verdi kaptan. “Kayıklara binmişlerdir. Ne var ki bu şekilde bir hasara yol açan diğer geminin yoluna rahatlıkla devam etmesi de pek mümkün.”
“Demeyin öyle… Herhangi bir insanın böylesine bir zalimliği yapması mümkün mü?” dedi Bayan Weldon.
“Pekâlâ mümkün.” diye cevap verdi Kaptan Hull. “Ne yazık ki böyle hadiselere sıklıkla rastlanır.” Sürüklenen gemiye dikkatle baktı ve devam etti: “Burada kayık olduğuna dair herhangi bir işaret göremiyorum. Ancak şöyle bir tahmin yürütebilirim: Bence mürettebat karaya ayak basmak istedi. Fakat böyle bir mesafede, yani Amerika’ya veya Pasifik adalarına bu kadar uzakken bu teşebbüs ümitsiz.”
“Peki sizce bu kazadan kurtulmuş, ne olduğunu anlatabilecek birilerine tesadüf etmek mümkün mü?” diye sordu Bayan Weldon.
“Çok muhtemel değil hanımefendi. Aksi takdirde buna dair herhangi bir işaret olurdu. Fakat biz yine de emin olmak için çaba sarf edeceğiz.”
Kaptan elini ilerlemek istediği yöne doğru salladı ve “Yelkeni orsa edin Bolton. Hadi bakalım!” diye bağırdı.
Bu arada Pilgrim enkaza yaklaşık beş yüz metre kadar uzaktaydı ve enkazda herhangi bir yaşam belirtisine tesadüf etmek imkânsız görünüyordu. Dick Sands bir anda haykırdı:
“Dinleyin! Eğer yanılmıyorsam bir köpek havlıyor.”
Herkes dikkatle dinlemeye koyuldu. Dick boğuk bir havlama sesi duyduğuna emindi. Talihsiz bir köpekçik ambar gibi bir yere hapis kalmış gibiydi. Ne var ki güverte henüz görüş mesafesinde olmadığından bundan emin olmak mümkün değildi.
Bayan Weldon yalvarır gibi bir sesle “Eğer bu bir köpekse lütfen onu kurtaralım kaptan.” dedi.
“Evet, evet anne köpeği kurtarmalıyız.” dedi küçük Jack. “Şimdi ben ona birazcık şeker vereceğim.”
“Birazcık şeker açlıktan ölmek üzere olan bir köpeği kurtaramaz yavrucuğum.”
“O zaman ona çorbamı da veririm. Ben yemesem de olur.” dedi küçük çocuk ve bağırmaya devam etti: “İyi köpek, cici köpek…” Ta ki hayvanın kendisine cevap verdiğine ikna oluncaya kadar…
Artık iki aracın arasında yüz metre kadar bir mesafe vardı ve havlama sesi gittikçe netleşiyordu. İşte büyükçe bir köpek geminin sağ tarafında ağlara tutunuyordu ve her zamankinden daha çaresiz bir şekilde havlamaya başlamıştı.
“Howick, gemiyi durdur ve küçük kayığı indir.” diye bağırdı kaptan.
Gemi, enkazla arasında yüz metre kadar bir mesafe olacak şekilde durduruldu ve kayık denize indirildi. Kaptan, Dick ve birkaç denizci kayığa bindi. Köpek haykırmaya devam ediyor ve ağlara tutunmaya çalışıyordu fakat sürekli kayıp güverteye düşüyordu. Kısa süre sonra anlaşıldı ki köpek, sadece kendisini kurtaranlara havlamıyordu. Bayan Weldon hâlâ kurtarılacak birileri olduğu düşüncesindeydi. Bir anda hayvanın hareketleri değişti. Artık sinmiş ve yalvarır bir vaziyette değildi. Öfkeyle havlıyordu ve vahşileşmişti.
“Bu vahşiyi bu kadar rahatsız eden ne?” diye bağırdı kaptan. Fakat bu sırada kayık çoktan enkaza yaklaşmıştı ve kaptan, yelkenlinin güvertesine çıkmış Aşçı Negoro’yu görebilecek noktada değildi. Meğer köpek bu yaygarayı Negoro’yu gördüğü için koparmış. Negoro hiç kimse görmeden üst güverteye çıkarak tek kelime etmeden yaklaşmış, hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermeden bir müddet köpeğe bakıp kaşlarını çatmış, sonra da geldiği gibi kimseye bir şey sezdirmeden sessizce mutfağına çekilmişti.
Kayık, sürüklenen enkazın etrafında dolaşınca “Waldeck” yazısını gördüler. Her ne kadar hangi limana ait olduğuna dair herhangi bir işaret yoksa da Kaptan Hull tecrübeli gözleriyle gemiye baktığında Amerikan yapımı olduğunu tahmin etti.
Koca gemiden geriye kalan işte bu enkazdı. Pruvanın yakınlarındaki iri delikler talihsiz kazanın hangi noktada gerçekleştiğini gösteriyordu. Gemi ilk aldığı darbe sonrası su altında kalma riskini muhtemelen atlatmış olsa da meydana gelen kabarıklık birkaç dakika içinde batmasına yol açabilirdi.
Gemiyi sol yanına yatırmak için birkaç darbe yeterliydi. Kaptan gemiye etraflıca baktı ve boş olduğunu gördü. İki gemi direği de yerinden çıkmıştı ve yelkenler kopmuştu. Geminin yakınlarında, sürüklenen tek bir direğe rastlamak mümkün değildi. Bu da gösteriyordu ki talihsiz olay en az birkaç gün öncesinde gerçekleşmişti.
Bu arada köpek küpeşteden kaymış ve açık olan ambarın merkezine gelmişti. Hâlâ havlamaya devam ediyor, arada da aşağı doğru bakıyordu.
“Köpeğe bakın!” dedi Dick. “Gemide birileri var bence.”
“Öyle olsa bile…” diye cevap verdi kaptan, “çoktan açlıktan ölmüşlerdir. Ayrıca yiyecek stoklarını su basmıştır.”
“Hayır, eğer hâlâ hayatta olmasalardı bu köpek böyle davranmazdı.”
Kayığı enkaza daha da yaklaştıran Dick ve kaptan köpeğe ıslık çalmaya başladı. Köpek de denize atladı ve kayığa doğru bitkin bir şekilde yüzmeye başladı. Hayvanı kayığa aldıklarında kendisine uzatılan ekmek yerine kovada duran birkaç parça suyu hararetle yalayarak içmeye koyuldu.
“Zavallı hayvan susuzluktan ölüyor.” dedi Dick.
Kısa süre sonra anlaşıldı ki köpek sadece kendi derdinde değildi. Kayığı birkaç metre daha yakına, kaptanın Waldeck’in yanında durabileceği en müsait noktaya doğru aldıklarında hayvan, Dick’i ceketinden çekti ve âdeta bir insanmışçasına inlemeye başladı. Kayığın bir daha enkaza geri dönmeyeceğine dair bir endişe taşıdığını gösteriyordu bu. Köpeğin anlatmaya çalıştığını yanlış anlamak mümkün değildi. Bunun üzerine kayığı geminin sol tarafına aldılar ve köpeği dikkatlice Waldeck’e saldılar. Biraz zorlanarak Kaptan Hull ve Dick geminin ambarına ulaştı. Ambarın yarıya yakını suyla dolmuştu ve içinde yük namına hiçbir şey yoktu. Sadece gemiyi yan tutan çakıl taşları vardı.
Üstünkörü bir bakış, gemide ganimet namına bir şey bulunmadığına da kaptanın ikna olmasına yetmişti.
“Burada bir şey yok, burada kimse yok.” dedi kaptan.
Ambarın ön kısmına doğru yürüyen miço “Evet görüyorum.” diye cevap verdi.
Kaptanın “O zaman tekrar yukarıya çıkıyoruz.” demesiyle merdivenden çıkmaya başladılar. Güverteye çıktıkları sırada köpek yeniden havlamaya başladı ve onları geminin kıç kısmına yönlendirmeye çalıştı.
Köpeğin artık arsızlığa varan ısrarına teslim olan ikili, geminin kıç kısmına doğru ilerledi. İşte burada, gökyüzünün getirdiği loş ışıkta hareketsiz ve cansız yatan beş kişiyi gördü kaptan.
Dick, her birini tek tek inceledi ve hâlâ nefes almaya devam ettiklerini söyledi. Bunun üzerine kaptan iki denizciyi yardıma çağırdı ve bilincini yitirmiş beş zenci güçlükle de olsa kayığa taşındı.
Bu duruma memnun olan köpek onları takip etti.
Kayık mümkün olduğunca hızlı bir şekilde Pilgrim’e döndü ve halatların sarkıtılmasıyla birlikte adamlar güverteye taşındı.
“Zavallıcıklar…” dedi Bayan Weldon cansız duran adamlara bakarken.
“Ama onlar ölmedi!” diye haykırdı Dick. “Onlar ölü değil, onları kurtarmalıyız.”
“Peki bu adamlara ne olmuş?” diye sordu şaşkınlıkla bakan Kuzen Benedict.
“Yakında öğreniriz.” dedi kaptan gülümseyerek. “Ama önce onlara içine birkaç damla rom katıp su vermemiz lazım.” Kuzen Benedict de gülümsedi.
Kaptan, “Negoro!” diye bağırdı. O ana kadar oldukça sakin duran köpek öfkeli bir şekilde hırıldamaya başladı. Dişlerini gösteriyordu ve öyle bir hâle bürünmüştü ki âdeta hiddetlenmişti.
“Negoro!” diye tekrar bağırdı kaptan. Bunun üzerine köpek daha da hiddetlenmeye başladı.
İkinci seslenişten sonra Negoro mutfağından yavaşça çıktı. Güvertede görünür görünmez köpek ona doğru koştu. Eğer Negoro yanında getirdiği demir parçasıyla hayvanı engellemeseydi muhakkak ki boğazına yapışacaktı. Tayfa öfkeli hayvanı zapt etti ve ciddi bir yaralanmanın önüne geçilmiş oldu.
“Bu köpeği tanıyor musun?” diye sordu kaptan.
“Nereden tanıyacağım… Ben bu hayvanı hayatımda hiç görmedim.”
“Çok tuhaf…” diye mırıldandı Dick. “Burada ilginç bir şeyler oluyor. Neyse yakında anlarız.”
4
WALDECK KAZAZEDELERİ
Fransız ve İngiliz gemilerinin dikkatli takibine rağmen köle ticareti ekvatoral Afrika’da hâlâ yaygındı. Gemiler, köleleri Angola ve Mozambik kıyılarından alıp dünyanın -medeni bölgeler de dâhil olmak üzere- her tarafına taşıyorlardı.
Kaptan Hull bu durumun fazlasıyla farkındaydı ve her ne kadar hâlihazırda köle tüccarlarının nadiren bulunduğu bir enlemde olsalar da kurtardığı bu zencilerin Pasifik’teki kolonilerden birine doğru yol alan bir köle gemisinde olduklarını düşündü. Eğer durum böyleyse en azından onlara Pilgrim gemisine bindikleri an itibarıyla özgürlüklerini geri kazandıklarını söyleme zevkini tadacaktı.
Bu düşünceler kaptanın zihninden geçedursun Bayan Weldon kendisine eşlik eden dadı ve fazlasıyla çevik Dick’in de yardımıyla talihsiz kazazedelerin kendilerine gelmeleri için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Mahrum kaldıkları içme suyu ve birazcık yiyecek, onları yavaş yavaş canlandırıyordu. Nihayet kendilerine geldiklerinde içlerindeki en yaşlı kişi olan altmışlık bir adam sorulan bütün soruları düzgün bir İngilizceyle cevaplamaya başladı. Kaptan Hull’un, köle olup olmadıkları sorusuna ise büyük bir gururla Amerika’nın Pennsylvania eyaletinde yaşayan özgür vatandaşlar oldukları cevabını verdi.
“O zaman sizi temin ederim ki dostum…” dedi kaptan, “Pilgrim yelkenlisine binerek özgürlüğünüzden hiçbir şekilde feragat etmediniz.”
Yaşlı adama bu grubun lideri gözüyle bakıldı; bu sadece yaşından ve tecrübesinden dolayı değildi; aynı zamanda öne çıkan özellikleri ve enerjisi de bunda etkendi. Kaptan Hull’un duymak istediği bütün bilgileri verdi ve maceralarından bahsetti.
Adının Tom olduğunu söyleyen yaşlı adam henüz altı yaşında bir çocukken Afrika’dan getirilip Amerika Birleşik Devletleri’ne köle olarak satıldığını fakat Özgürlük Yasası ile birlikte hürriyetini kazandığını anlattı. Yaşları yirmi beş ile otuz arasında değişen genç yol arkadaşlarının ise anne babaları özgürlüklerini kendileri doğmadan kazandıklarından hür doğduklarını söyledi. Tom, hiçbir beyaz adamın üzerlerinde sahiplik iddiasında bulunmadığını da sözlerine ekledi. Yanındakilerden biri kendi oğluydu ve adı Bat’ti (Bartholomew kısaltılmışı). Diğer üç kişinin adlarıysa Austin, Acteon ve Herkül’dü. Kuvvetli bir yapıya sahip bu ırkın kaslı ve yapılı mensupları olan bu adamların köle pazarındaki ederleri çok yüksekti. Üstelik yakın zamanda yaşadıkları talihsizlikten dolayı bitap düşmüş olsalar da kaslı ve biçimli vücutları sağlıklı olduklarına işaret ediyordu. Davranışlarından, Kuzey Amerika’da verilen sıkı eğitimden istifade ettikleri görülüyordu ve konuşma biçimleri zenci aksanına benzemiyordu.
Bu beş kişi üç yıl önce Güney Avustralya’nın Melbourne şehri civarlarında geniş mülkleri bulunan bir İngiliz tarafından işe alınmıştı yaşlı Tom’un anlattığına göre. Burada çok para kazanmışlar, anlaşmalarının bitmesiyle beraber ABD’ye dönmeyi kararlaştırmışlar; 5 Ocak’ta biletlerini almış ve Melbourne’de Waldeck’e ayak basmışlardı. İlk on yedi gün boyunca her şey iyi gidiyordu. Ancak çok karanlık olan 22 Ocak gecesinde büyük bir buharlı gemi kendilerine çarpmıştı. Şiddetli çarpışmanın şokuyla birlikte uykularından uyanıp güverteye koştuklarında korkunç bir manzarayla karşılaşmışlardı. Yelkenli tamamen su altında kalmasa da direkleri kopmuş ve tamamen yan yatmıştı. Kaptan ve tayfa ise sırra kadem basmıştı. Bir kısmı muhtemelen denize savrulmuştu, diğer bir kısmıysa kendilerine çarpan gemiye tutunup kurtulmayı başarmıştı. Tom ve arkadaşları, âdeta felç geçirmişçesine donakalmışlardı bir süre. Sonra anlamışlardı ki yarı batmış, işe yaramaz bir deniz aracının içinde, en yakın kara parçasından iki yüz kilometre kadar uzakta tek başlarınaydılar. Bir kaptanın kendi hatası yüzünden kaza geçiren gemisini terk etme barbarlığını işiten Bayan Weldon tepkisini yüksek sesle ifade etti. Yolda kaza geçiren bir aracın sürücüsünün yardım geleceği düşüncesiyle çarptığı aracı öylece bırakıp yoluna devam etmesi çok kötü bir şeydi. Fakat bir kaptanın kendi beceriksizliğinin kurbanı olan yardıma muhtaç kazazedeleri açık denizlerde bırakıp kaçması utanç vericiydi hanımefendinin dediğine göre. Kaptan Hull daha önce söylediklerini yineledi. Bu durum her ne kadar vahşice olsa da nadirattan değildi.
Hikâyesine devam eden Tom, kendisinin ve arkadaşlarının alabora olmuş yelkenliden kurtulma imkânlarının olmadığını söyledi. İki kayık da çarpmanın etkisiyle parçalanmıştı. Bu sebepten kendilerini kurtaracak bir gemiyi beklemekten başka çareleri kalmamıştı. Bu arada enkaz, akıntıların da etkisiyle sürükleniyordu. Bu da olmaları gereken rotadan çok uzakta bulunmuş olmalarının sebebini açıklıyordu.
Çarpışmadan sonraki on gün boyunca geminin arka tarafında bulunan birkaç parça yiyecekle idare etmişlerdi. Fakat geminin ambarını su bastığından içecek namına hiçbir şey bulamamışlardı. Temiz su tanklarıysa çarpışmayla beraber delinmişti. Susuzluktan eziyet çeken zavallı adamlar bir önceki gece bilinçlerini yitirmişlerdi ve eğer Pilgrim zamanında yetişmeseydi yakın zamanda öleceklerdi.
Diğer yolcular da Tom’un anlattıklarını doğruladı ve Kaptan Hull duyduklarından şüphe etmek için herhangi bir sebep görmedi. Ayrıca gerçekler kendileri adına konuşuyordu zaten.
Gemiden kurtulan diğer kazazedelerden biri eğer konuşma kabiliyeti ile lütuflandırılsaydı bu ifadeleri doğrulayabilirdi. Bu kazazede, Negoro’ya karşı izah edilemez bir hoşnutsuzluk gösteren köpekti.
Dingo isimli bu hayvan Avustralyalı bir bekçi köpeği cinsindendi. Ne var ki asıl memleketi burası değildi. Köpek, Batı Afrika’dan, Kongo Nehri ağzına yakın bir bölgeden gelmişti. Waldeck gemisinin kaptanı onu iki yıl kadar önce yarı aç bir hâlde gezinirken bulmuştu. Köpeğin tasmasına işlenmiş “S” ve “V” harfleri, hayvancağızın da kendine ait bir geçmişinin olduğunu işaret ediyorlardı. Waldeck gemisine bindikten sonra Dingo kaybettiği efendisinin özlemi ile içine kapanmıştı.
Pirene çoban köpeklerinden daha büyük olan Dingo, türünün mükemmel bir örneğiydi. Kafasını geriye atarak ayakta durduğunda boyu bir adamın boyuna erişiyordu. Bir panter kadar çevik ve güçlüydü. Bir ayıyla korkmadan mücadele edebilirdi. Sarıya kaçan kahverengi tüyleri vardı ve uzun kuyruğu bir aslanınki kadar sağlamdı. Olur da öfkelendirilirse zorlu bir düşmana dönüşebilirdi. Negoro’nun köpekle karşılaşmaktan memnun kalmamasına şaşmamalıydı.
Her ne kadar içine kapanık da olsa Dingo vahşi değildi. Yaşlı Tom’un dediğine göre köpek gemideki zencilere karşı da özel bir hoşnutsuzluk içerisindeydi. Her ne kadar zarar verme teşebbüsünde bulunmadıysa da onlardan mümkün olduğunca uzak duruyordu. Bu durum akla şu düşünceyi getiriyordu: Daha önce bulunduğu yerde, yerliler sık sık canını yakmıştı. Kazadan sonraki on gün boyunca Tom ve arkadaşlarından kararlılıkla uzakta durmuştu. Bu arada hayvanın neyle beslendiğini kimse bilmiyordu; fakat emin oldukları şey onun da kendileri gibi susuzluktan eziyet çektiğiydi.
Waldeck gemisinin kazazedelerinin başından geçenler işte bunlardı. Çok çetin şartlarla karşı karşıya kalmışlardı. Açlık azabıyla baş etmeyi başarsalar bile küçük bir fırtına veya önemsiz bir dalga, su almış gemiyi alabora edebilirdi. Eğer ki rüzgârlar ve akıntılar Pilgrim’in tam zamanında yetişmesini sağlamasaydı kaçınılmaz son onları avucuna alacaktı. Cesetleri muhakkak ki denizin dibini boylayacaktı.
Ne var ki Kaptan Hull’un insaniyeti burada bitmeyecekti; bu kazazedeleri evlerine ulaştırmak niyetindeydi. Bunu yapmaya söz vermişti. Valparaiso’da yükünü boşalttıktan sonra Pilgrim, Kaliforniya’ya doğru yol alacaktı. Bayan Weldon, kocasının büyük bir misafirperverlikle onları ağırlayacağı ve Pennsylvania’ya geri dönmeleri için lazım olan imkânları sağlayacağı sözünü vermişti.
Son üç yılda zahmetle kazandıkları bütün birikimlerini kaza yüzünden kaybetmiş adamlar, iyi yürekli bu insanlara derinden minnet duyuyorlardı. Her ne kadar fakir zenciler olsalar da kurtarıcılarına olan borçlarını gelecekte geri ödeyecekleri yönündeki umutlarını tamamıyla kaybetmemişlerdi.
5
AKILLI DİNGO
Bu arada Pilgrim yoluna doğu yönünden devam ediyordu. Waldeck’in enkazı daha akşam olmadan gözden kaybolmuştu.
Kaptan Hull rüzgârın hafif esmesinden dolayı endişelenmeye devam ediyordu. Yeni Zelanda’dan Valparaiso’ya olan yolculuğun bir veya iki hafta kadar uzamasını umursamıyordu fakat bu, misafiri Bayan Weldon için uygun değildi. Bayan Weldon’a gelince, kendisi bu duruma teslim olmuş görünüyordu ve hiçbir şekilde şikâyet etmiyordu.
Kaptanı kaygılandıran başka bir şey ise Tom ve dört arkadaşı için uyuyacak yer bulma meselesiydi. Tayfanın kaldığı yerde onlara uygun hiçbir alan yoktu ve üst güvertede yatacak yer ayarlamak zorundaydılar. Zor bir hayata zaten alışkın zencilerin havalar güzel gittiği müddetçe bu durumdan rahatsız olmalarını gerektirecek hiçbir sebep yoktu.
Nihayet Pilgrim’de hayat olağan rutinine dönmeye başlamıştı. Rüzgâr devamlı aynı yönde estiği için yelkenlerin çok fazla değiştirilmesine gerek duyulmuyordu. Fakat ne zaman ihtiyaç olsa iyi yürekli zenciler yardım etmekten geri kalmıyorlardı. Yüz seksen beş santimetre boyunda güçlü Herkül yelkenleri ayarladı. O kadar kuvvetliydi ki kendi gibi ekstra sağlam halatlara ihtiyacı var gibiydi.
Herkül bir anda küçük Jack’in en sevdiği kişilerden biri oluvermişti. Dev adam ufaklığı oyuncak bebek gibi havaya kaldırdığında çocukcağız sevinçle çığlık atardı. “Daha yükseğe, çok yükseğe…” derdi Jack kimi zaman.
“Tabii ki Jack efendim.” derdi Herkül onu havaya kaldırırken.
“Ağır mıyım?”
“Bir tüy kadar.”
“O zaman beni daha da havaya kaldır. Kaldırabildiğin en yükseğe…”
Böylece Herkül çocuğun iki ayağını tutar ve güvertede yürümeye başlardı. İşte bu zamanlarda Jack, ona ne kadar ağır olduğunu hissettirmek gibi boş bir çabanın içine girerdi.
Dick Sands’in ve Herkül’ün dışında Jack’in üçüncü bir arkadaşı daha vardı. Bu arkadaş Dingo’ydu. Waldeck gemisindeyken içine kapanık olan köpek, şimdi sevdiği bir arkadaş çevresi edinmiş gibiydi. Çocukları seven o hayvanlardan olduğu için de Jack’in kendisine istediği her şeyi yapmasına izin veriyordu. Fakat çocuk hiçbir şekilde onu incitmeyi düşünmezdi. Bu ikisinden hangisinin oyun oynamaktan daha çok zevk aldığını kestirmek güçtü. Jack kendine canlı bir köpek bulmuştu ve bu, dört tekerlekli eski oyuncağından çok daha eğlenceliydi. En zevkli oyunlarından biri Dingo’nun sırtına binip onu bir yarış atıymış gibi sürmekti. Bu yakınlığın en bariz sonuçlarından biri şu oldu: Ambardaki şeker miktarı ciddi bir şekilde azaldı. Dingo, Negoro hariç gemideki herkesin neşe kaynağıydı ve bu adam kendisine bariz düşmanlık gösteren hayvandan ısrarla uzak duruyordu.
Jack’in bulduğu yeni arkadaşlar ona eski arkadaşı Dick Sands’i hiçbir şekilde unutturmadı.
Sands, boş vakitlerini her zamanki gibi ufaklığa ayırıyordu. Onların samimiyetinden memnun olan Bayan Weldon, Kaptan Hull’a da bu durumdan bahsetti.
“Haklısınız hanımefendi…” dedi kaptan içtenlikle. “Dick mükemmel bir genç ve kesinlikle birinci sınıf bir denizci olacak. İçgüdüleri neredeyse bir dâhininki kadar kuvvetli ve teorik konulardaki yetersizliklerini telafi etmeye yetiyor. Tecrübesinin ve eğitiminin ne kadar az olduğunu hesaba katacak olursak gemicilik konusundaki bilgilerinin harika olduğunu söyleyebiliriz.”
“Kesinlikle yaşına göre ilginç bir şekilde ileride.” diye onayladı Bayan Weldon. “Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki onda hiçbir kusur bulamadım. Sanırım kocamın niyeti, bu yolculuk bittikten sonra ona kaptan olabilmesi için gereken sistematik denizcilik eğitimini sağlamak.”
“Bu işi hakkıyla yerine getireceğinden hiç şüphem yok hanımefendi.” diye cevap verdi kaptan.
“Zavallı öksüz… Çok zor bir okulda okumuş.” dedi kadın.
“Bu okulda öğrendiği dersler kesinlikle boşa gitmemiş. Ona hayatta kendi yolunu kendisinin bulması gerektiği dersini vermişler.”
O sırada ikisinin de gözleri dümenin başında duran Dick Sands’e çarptı.
“Ona bir bakın hele…” dedi kaptan, “nasıl da dikkatli. Hiçbir şey onu görevini yerine getirmekten alıkoymuyor. En tecrübeli bir dümenciye nasıl güvenilir ise ona da öyle güvenilir. Eğitimine miço olarak başlaması çok iyi oldu. En başından başladı her şeye. Bunun gibisi yoktur. Eğitimin en iyisi bu şekilde olur.”
“Fakat şüphesiz…” diye itiraz etti Bayan Weldon, “donanmada bahsettiğiniz türde bir eğitimi almamış bir sürü iyi denizci olduğunu inkâr etmezsiniz.”
“Haklısınız hanımefendi. Ne var ki en iyilerin dahi bazıları merdivenin ilk basamağından başlamıştır. Mesela Lord Nelson.”
Tam bu sırada Kuzen Benedict kamarasından çıktı. Alışkanlığı üzere güvertede geziniyor, ağı inceliyor, oturma yerlerinin altını kurcalıyor ve uzun parmaklarını zemindeki boşlukta gezdiriyordu.
“Evet, nasıl gidiyor Benedict?” diye sordu Bayan Weldon.
Kuzen Benedict “Ah çok iyi, teşekkürler.” diye cevap verdi sersemlemiş bir vaziyette. “Ama keşke kıyıda olsaydık.”
“Orada ne arıyorsun?” diye sordu Kaptan Hull.
“Ben her zaman böcek ararım.”
“Fakat bilmiyor musun Benedict…” dedi Bayan Weldon, “Kaptan Hull gemisinde haşere barındırmayacak kadar titiz.”
Kaptan Hull gülümsedi ve “Bayan Weldon çok iltifatkâr. Yine de Pilgrim’de yaptığınız bu araştırmalarınızın başarıyla sonuçlanmaması ümidindeyim.” dedi.
Benedict, kompartımanlarda böceklerin cazip bulacağı bir şey bulunmadığının farkında olduğunu gösteren bir hareket yaptı.
Kaptan, “Ama yine de diyebilirim ki ambarda hamam böceği bulabilirsiniz. Sanırım hamam böcekleri ilginizi çekmiyordur.” dedi.
“İlgimi çekmiyor mudur?!” diye cevap veren Benedict hemen heyecanlanmıştı. “Virgil ve Horatius’un bedduasına uğrayan şey düz kanatlılar değil miydi? Periplaneta orientalis ve Amerikan kakerlak türleri ile akraba olup yaşadıkları yer…”
“Yaşadıkları değil istila ettikleri demeyi tercih ederim.” diyerek sözünü kesti Kaptan Hull.
Şaşkınlıktan donakalan Benedict, “Böcek bilimci olmadığınız belli beyefendi.” dedi.
“Ne yazık ki suçumu itiraf etmek zorundayım.” dedi kaptan gülümseyerek.
“Herkesin sizin ilgi alanınıza merak duymasını beklememelisiniz.” diyerek itiraz etti Bayan Weldon. “Peki Yeni Zelanda’da yaptığınız araştırmalarınızın sonuçlarından memnun musunuz?”
“Evet, evet…” dedi Benedict gönülsüz bir tereddütle. “Memnun olmadığımı söyleyemem. Cepkenli böcekgillerin Yeni Kaliforniya dışında görülmemiş bir türüne tesadüf ettiğim için çok mutlu oldum. Ama bilmeniz gerekir ki bir böcek bilimci her zaman koleksiyonuna yeni türler eklemek arzusundadır.”
Benedict konuşmaya devam ederken küçük Jack’le boğuşan Dingo onun üzerine atladı ve sırnaşmaya başladı. Fakat adam “Uzak dur seni hayvan!” diye bağırarak onu itti. Bunun üzerine küçük Jack, “Zavallı Dingo, cici köpek!” diye bağırdı ve yanına koşarak hayvanın başını küçük ellerinin arasına aldı.
“Hamam böceklerine olan ilginiz, köpeklere yok galiba.” dedi kaptan.
“Köpekleri sevmediğimden değil; bu hayvan beni hayal kırıklığına uğrattı.” diye cevap verdi Benedict.
“Ne demek istiyorsunuz?” dedi Bayan Weldon gülerek. “Bu hayvancağızı çift kanatlılarla veya zar kanatlılarla birlikte koleksiyonunuza eklemek istemezsiniz herhâlde.”
“Ah tabii ki hayır.” diye cevap verdi Benedict ciddiyetinden ödün vermeden. “Anladığım kadarıyla bu hayvan Batı Afrika kıyılarında bulunmuş. Belki sırtında Afrika’ya ait bir yarım kanatlıyla gelmiştir diye ümit ediyordum. Tüylerini defalarca aradım taradım ama bir tek hayvana bile rastlayamadım. Köpek beni hayal kırıklığına uğrattı.” diye ekledi kederle.
“Eğer bir şey bulsaydınız onu öldüreceğinizi ümit ediyorum.” dedi kaptan.
Benedict kaptanın yüzüne sessiz bir hayretle baktı bir süre. Sonra dedi ki:
“Sir John Franklin’in sizin meslekte tanınmış biri olduğunu biliyorsunuz zannediyorum beyefendi!”
“Evet, ne olmuş?”
“Çünkü Sir John en önemsiz böceğin dahi canına kıymazdı. Rivayet edilir ki bir keresinde bir sivrisinek tarafından gün boyu eziyet çekmiş. Nihayet böcek elinin üstüne konduğundaysa ‘Hadi uç bakalım minik yaratık. Dünya sana da bana da yetecek kadar büyük.’ diyerek ona üflemiş.”
“Anlattığınız bu minik anekdot Sir John Franklin’den çok daha eskidir. Aynı bu kelimelerle L. Sterne’ın Tristram Shandy kitabında Toby Amca’yla ilgili olarak anlatılır. Fakat bu hikâyede sivrisinek değil, sıradan bir sinektir.” dedi kaptan gülümseyerek.
“Peki Toby Amca bir böcek bilimci midir? Gerçekte de yaşamış mıdır?”
“Hayır.” diye cevap verdi kaptan. “Kendisi sadece bir roman karakteridir.”
Bunun üzerine Kuzen Benedict’in yüzünde bariz bir nefret ifadesi belirince Kaptan Hull ve Bayan Weldon kendilerini gülmekten alamadılar.
Bu konuşma, Kuzen Benedict’in her konuyu nihayet kendi gözde ilgi alanına getirmesindeki ısrara verilebilecek örneklerden sadece biriydi. Pilgrim doğu yönüne doğru monoton yolculuğuna devam ederken Benedict kendine yeni müritler bulmaya çalışıyordu. İlk önce Dick Sands’i ikna etmeye çalışsa da genç miçonun böcek bilimin gizemlerine ilgi duymadığını anlaması uzun sürmedi. Bunun üzerine dikkatini zencilere yöneltti. Ne var ki onları da ikna etmeyi başaramadı. Teker teker hepsini denemişti. Fakat Tom, Bat, Acteon ve Austin onun öğretilerine pek ilgi duymadılar. Nihayet geriye tek bir kişi kalmıştı ve bu kişi Herkül’dü. Meraklı doğa bilimci kılkuyrukgiller ile parazitler arasındaki farkı bilen gizli bir yetenek bulmuştu.
Böylece Herkül boş vakitlerinin önemli bir kısmını kın kanatlıları incelemeye ayırıyordu artık. Geyik böceği, uyuz sineği ve uğur böceklerinden oluşan geniş bir koleksiyonu incelemeye teşvik ediliyordu. Her ne kadar Benedict, en hassas ve kırılgan böceklerini Herkül’ün devasa ellerinde görmekten ürkse de kısa zaman sonra anladı ki bu adam çok uysaldı ve bu sayede sakarlığının önüne geçilebilirdi.
Böcek bilimi bu iki takipçisini oyalayadursun Bayan Weldon, Jack’i eğitmek için büyük çaba harcıyordu. Okuma yazma öğretme işini kendi üzerine almış, matematik öğretmeyi ise Dick Sands’e havale etmişti. Beş yaşında bir çocuğun eğlenerek öğrenmesinin daha hızlı sonuç vereceğini düşündüğünden sıradan okuma kitapları yerine bir tarafında harflerin yazılı olduğu küplerden faydalanıyordu. İlk önce küplerle bir kelime oluşturup Jack’e gösteriyor, sonra da aynı işlemi çocuğa yaptırıyordu. Çocuk bu şekilde çok hızlı ilerliyor, bu alıştırma için kompartımanda ve güvertede saatler harcıyordu. Üzerinde alfabedeki harfler dışında rakamlar da yazan yaklaşık elli küp vardı ve bu küpler matematik eğitimi için de kullanılıyordu. Bu icadı kadını fazlasıyla memnun etmişti.
Dokuzuncu günün sabahında ilginç olduğunu söyleyebileceğimiz bir hadise oldu. Jack güvertede yarı yatar bir vaziyette küpleriyle oynuyor, yaşlı Tom’u şaşırtmak için bir kelime oluşturuyordu. Çocuğun oyununa katılan ihtiyar, eliyle gözlerini kapatıyor ve kendisini şaşırtmak isteyen çocuğun yaptıklarını görmüyormuş gibi davranıyordu. İşte tam bu sırada çocuğun etrafında dolanan Dingo aniden durdu, sağ patisini kaldırdı ve kuyruğunu sallamaya başladı. Sonra “S” harfini ağzına aldı ve oradan uzaklaştı.
“Ama Dingo, harflerimi yememen lazım!” diye bağırdı çocuk. Bu sırada köpek küpü bırakmış, başka bir tane daha alıp ikisini yan yana koymuştu. Götürdüğü ikinci harfse “V” harfiydi. Bunu gören Jack öyle bir şaşkınlık çığlığı attı ki sadece annesi değil kaptan ve Dick de yanına koştu. Çocuğa ne olduğunu sorduklarında Dingo’nun okumayı bildiğini söyledi; en azından harfleri tanıdığı kesindi.
Dick Sands gülümsedi ve harfleri almak için eğildi. Bunu gören Dingo ise hırıldadı ve dişlerini gösterdi fakat miço hiç korkmadı ve harfleri alıp diğerlerinin yanına koydu. Ama köpek tekrar harflerin üzerine atıldı ve patilerini, sahiplenircesine üzerlerine koydu. Diğer harfleri görmemiş gibiydi.