Kitabı oku: «On Beş Yaşında Bir Kaptan», sayfa 3
“Çok ilginç, yine S ve V harflerini aldı.” dedi Bayan Weldon.
Kaptan, “S, V!” diye mırıldandı kendi kendine. “Tasmasındaki harfler değil miydi onlar?” dedi ve yaşlı zenciye dönerek devam etti: “Tom, bu köpeğin her zaman Waldeck’te bulunmadığını söylemiştin değil mi?”
“Bildiğim kadarıyla kaptan, sadece iki yıldır köpeğe sahipti. Onu Kongo Nehri’nin ağzında nasıl bulduğunu sık sık anlatırdı.”
“Peki köpeğin nereden geldiğini veya daha önce kime ait olduğunu biliyor muydu sence?” diye sordu kaptan.
“Hayır.” diye cevap verdi Tom başını sallayarak. “Kayıp bir köpeğin kime ait olduğunu bulmak kayıp bir çocuğun ailesini bulmaktan daha zordur.”
Düşüncelere dalmış gibi görünen kaptan cevap vermedi; fakat Bayan Weldon, “Bu harfler size bir şey çağrıştırıyor sanki kaptan!” dedi.
“Tam olarak dediğiniz gibi değil de…” dedi ve devam etti. “Bu harfleri cesur bir kâşifle özdeşleştirmekten kendimi alamıyorum.”
“Kimi kastediyorsunuz?”
“1871 yılında, yani iki yıl önce Fransız bir gezgin Paris Coğrafya Derneğinin de yardımıyla Afrika’yı batıdan doğuya geçme amacıyla bir sefer düzenlemişti. Bu seferin başlangıç noktası Kongo Nehri’nin ağzıydı ve bitişi için hedeflenen yer ise Delgado Burnu yakınlarında Ruvuma Nehri’nin ağzıydı. Bu adamın adı Samuel Vernon’du ve Dingo’nun tasmasına işlenmiş harfler beni bu ilginç tesadüf ile ilgili olarak düşündürdü.”
“Peki bu gezginle ilgili bir şeyler biliniyor mu?” diye sordu Bayan Weldon.
“İlk ayrıldığı zamandan beri onunla ilgili hiçbir şey bilinmiyor. Muhtemelen yolculuk sırasında öldüğü için doğu kıyısına ulaşmayı başaramadı. Veya yerliler tarafından esir alındı. Eğer durum buysa köpek, muhtemelen Waldeck kaptanının onu bulduğu yere yani deniz kıyısına kendi başına gitti.”
“Peki Vernon’un böyle bir köpeğe sahip olup olmadığı ile ilgili bir bilginiz var mı kaptan?”
“Böyle bir şeyi hiç duymadım.” dedi kaptan. “Ama zannediyorum ki köpek ona ait. Bu iki harfi ayırt etmeyi başarması çok ilginç. Ona bakın hanımefendi. Harfleri okumakla kalmıyor, bizim de okumamızı bekliyor sanki.”
Bayan Weldon köpeği ilgiyle izleyedursun konuşmaya şahit olan Dick Sands, kaptana Vernon’un yolculuğa tek başına çıkıp çıkmadığını sordu.
“Bununla ilgili bir şey bilmiyorum delikanlı. Ancak kendisine hatırı sayılır miktarda yerlinin eşlik ettiğini söyleyebilirim.”
Kaptan, konuştuğu sırada Negoro’nun güvertede sessizce durduğunu görmedi. İlk başlarda güvertede olduğu fark edilmemişti ve Dingo’nun ısrarla tuttuğu iki harfi ilginç bakışlarla seyrettiği, kimsenin dikkatini çekmedi. Ne var ki köpek aşçının varlığını fark eder etmez öfkeyle hırıldamaya başladı. Bunun üzerine Negoro gayriihtiyari gibi görünen bir tehdit hareketiyle mutfağına doğru yollandı.
Bu durum kaptanın gözünden kaçmadı. “Şüphesiz bu işte bir gizem var.” dedi ve Dick Sands konuşmaya devam ederken bu konu üzerine düşündü.
“Köpeğin alfabeyi bilmesi sizce de fevkalade bir durum değil mi?”
Bu sırada Jack, “Annem bana öğretmen kadar iyi okuyabilen Munito adlı bir köpekten bahsetti. Bu köpek domino bile oynayabiliyormuş.” dedi.
Bayan Weldon gülümsedi. “Ama o köpek senin düşündüğün kadar eğitimli değildi yavrucuğum. İki harfi birbirinden ayırt edebildiğini zannetmiyorum. Ama akıllı bir Amerikalı sahibi vardı ve köpeğin işitme konusundaki hassasiyetini fark ettiğinden ona birkaç numara öğretmişti.”
“Nasıl numaralar?” diye sordu neredeyse küçük Jack kadar meraklı Dick.
“Gösteri yapması gerektiğinde seninkilere benzeyen harfler masanın üzerine dizilirdi ve köpek onların arasından kalabalığın istediği kelimelerin harflerini seçerdi. Hayvan istediği her harfin önünde dururdu. İşin sırrı şuydu ki, efendisi cebindeki kürdanı sallayarak sadece hayvanın duyacağı tizlikte bir ses çıkarır, köpeğin gerekli harfleri seçmesini sağlardı.”
Duyduklarına şaşıran Dick, “Fakat bu köpek, sahibi olmadığında hiçbir şey yapamazdı.” deyince Bayan Weldon cevap verdi:
“Aynen öyle. Dingo’nun bütün bunları kendisini yönlendirecek bir sahibi olmadan yapması ise çok hayret verici bir şey.”
“Üzerinde ne kadar düşünürsen o kadar ilginç geliyor insana.” dedi Kaptan Hull ve devam etti: “Fakat Dingo’nun yaptığı dilencilere ayrılan yemeği almak için manastır zilini çalan köpeğin durumundan daha ilginç değil. Öyle görünüyor ki Dingo ‘S’ ve ‘V’ harfleri dışında hiçbir harfi tanımıyor. Ona bu harfleri neyin öğrettiğini asla bilemeyeceğiz.”
“Konuşamaması büyük şanssızlık.” dedi miço. “Negoro’ya her seferinde neden dişlerini gösterdiğini bilirdik eğer konuşsaydı.”
“Ne şahane dişler ama…” dedi kaptan, Dingo ağzını açtığı sırada.
6
BALİNA GÖRÜNDÜ
Köpeğin ne kadar akıllı olduğunu görmek, Bayan Weldon, kaptan ve Dick’in bu konuda sık sık konuşmalarına sebep olmuştu. Genç miço her ne kadar bundan şüphe duyulmasına sebebiyet verecek bir harekette bulunmasa da Negoro’ya karşı gizli bir güvensizlik hissetmeye başlamıştı.
Dingo’nun bu olağanüstü becerisi sadece yolcular arasında konuşulmuyordu. Köpek, tayfa arasında da okuma biliyor olmasıyla nam salmıştı. Hatta oradaki herhangi bir denizci kadar yazma bildiğini söyleyeceklerdi neredeyse. Bu kadar şeyin üstüne köpeğin konuşmamasına ise gerçekten şaşırıyorlardı.
“Belki de konuşuyordur.” dedi Dümenci Bolton. “Belki bir gün ona rotamız hakkında soru sorarız. Veya rüzgârın hangi yönde estiğini…”
“Neden olmasın?” dedi başka bir denizci. “Papağanlar konuşur, saksağanlar konuşur. Peki köpekler neden konuşmasın?.. Bana soracak olursanız ağzı olan bir canlıyla konuşmak gagası olanla konuşmaktan daha kolaydır.”
Bir başka denizci -Howick- “Dediğinde haklısın. Ancak herhangi bir dört ayaklının böyle bir şey yaptığı duyulmuş şey değil.” dedi. Fakat bu değerli arkadaşımız eğer Danimarkalı bir bilgine ait köpeğin yirmi farklı kelimeyi gırtlaktan ve ağızdan telaffuz edebildiğini bilseydi kesinlikle çok şaşırırdı. Ne var ki bu hayvan söylediği kelimelere herhangi bir anlam yükleyemiyordu. Papağanın da ağzından çıkan sesleri anlamlandıramadığı gibi.
İşte böylece bilmeyerek de olsa Dingo kahraman oluvermişti. Kaptan Hull birkaç sefer hayvanın önüne harfleri dizecek oldu fakat köpek her seferinde en ufak bir tereddüt dahi göstermeden sadece iki harfi seçiyor, diğer harflere göz ucuyla bile bakmıyordu.
Sadece Kuzen Benedict bu olaya herhangi bir ilgi duymadığını insanın gözüne sokarcasına dile getiriyordu. Köpek aynı numarayı birkaç kez tekrar ettikten sonra Kaptan Hull’a şunları söyledi:
“Köpeklerin akıl atfedilen yegâne hayvanlar olduğunu düşünüyor olamazsınız. Biliyorsunuz ki fareler batmakta olan gemiyi her zaman terk ederler. Kunduzlar sel basmadan önce kurdukları seti yükseltirler. Nicomedes’in, İskender’in ve Oppian’ın atları, sahipleri hayatını kaybettikten sonra acılarından ölmediler mi? Eşeklerin mükemmel hafızalarının olduğu ile ilgili örnekler mevcut değil mi? Kuşlar da eğitildiklerinde şahane şeyler yapabilirler. Mesela sahiplerinin söylemesiyle bir sürü kelime yazabilirler. Odadaki insanların sayısını bir matematikçi kesinliğiyle bilen papağanlara dair rivayetler var. Papazın yüz altın verseler vazgeçmem dediği papağanını duymadınız mı? Bu hayvan havariler amentüsünü teklemeden tekrar ederlermiş. Ve böcekler…” Heyecanı gittikçe artıyordu. “In minimis maximus Deus (Tanrı küçük şeylerde gizlidir.) sözünü nasıl da doğruluyorlar. Karıncaların inşa ettikleri değil midir mimarlara bir şehir modelini gösteren. Veya su örümceğinin ördüğü keseciği en başarılı mekanik öğrencisi yapabilir mi? Peki ya pirelere ne demeli… Deliğinden içeri girip silahı ateşlemezler mi? Bu Dingo’da hiçbir fevkaladelik yok. Sanırım çoban köpeklerinin sınıflandırılmamış bir türüne ait. Belki bir gün Yeni Zelanda’nın ‘canis alphabeticus’u (alfabe köpeği) olarak adlandırılır.”
Değerli böcek bilimcimiz işte böyle birkaç tane daha nutuk atmaya devam etti. Fakat Dingo yine de insanların gözündeki değerinden bir şey kaybetmedi. Bu arada zenciler bu duruma neredeyse mucize gözüyle bakıyorlardı. Herkesin aksine köpeğe dair bu tür duyguları hissetmeyen bir diğer yolcu ise Negoro’ydu ve eğer ki hayvan insanların sevgisini bu derece kazanmamış olsaydı ona bir kötülük yapacağı kesindi. Köpekten her zamankinden daha çok uzak duruyordu; harf olayından sonra nefretinin daha da artmış olması Dick Sands’in dikkatinden kaçmadı.
Kuzeydoğu rüzgârı nihayet yatışmıştı ve Kaptan Hull bu değişikliğin geminin rüzgâr yönünde düzgünce ilerlemesini sağlayacağını ümit ediyordu. Pilgrim’in Auckland’dan ayrılmasının üzerinden on dokuz gün geçmişti ve yerinde bir rüzgâr kaybedilen zamanı temin etmeye yeterdi. Fakat rüzgârın beklenen düzeye gelmesi için birkaç gün daha geçmesi gerekiyordu.
Pasifik’in bu bölgesinin her zaman ıssız olduğunu daha önce de söylemiştik. Amerikan veya Avustralyalı buharlı gemilerin alışılagelmiş rotasından uzaktı burası. Yine de istisnai durumların Pilgrim gibi bazı balina gemilerini bu noktalara sürüklemesi ihtimal dâhilindeydi. Fakat bu enlemde bunlara rastlamak pek mümkün değildi.
Ancak bu durum sadece akılsız ve budala biri için ilginçlikten uzak olabilirdi. Okyanusun şiirselliği her an her yerdeydi… Bir deniz bitkisi veya yosun kümesini suların üstünde süzülürken görmek mümkündü. Veya ne olduğu bilinmeyen bir direk görülebilirdi. Bu şeylerin her biri hayal gücünde sonsuz karşılık bulabilirdi. Düşen veya buharlaşan her bir su damlası, denizden gökyüzüne yahut gökyüzünden denize kendine ait özel bir sırrı ifşa edebilirdi. Ne mutludur göklerin ve denizlerin gizemlerini takdir edebilenler!..
Suların üstünde olduğu gibi altında da hayvanlar hayatın bir parçasıydı. Geminin yolcuları kutup kışından kaçıp kuzeye uçan kuşları seyretmekten fazlasıyla keyif alıyorlardı. Bu kuşlar küçük balıkları yakalamak için bazen denize doğru alçalırdı ki bu da seyretmeye değer bir görüntüydü. Bayan Weldon’ın kendisine verdiği atış eğitimi sayesinde Dick Sands bazen bir tabanca ile bazen de tüfekle birkaç tüylü hayvan avlamayı ihmal etmezdi.
Beyaz deniz kuşları zaman zaman yelkenlinin yakınında toplaşırdı. Bazen de kanatlarında kahverengi çizgiler olan başka deniz kuşları görülürdü. Penguenler ise paytak yürüyüşleriyle kıyıda ilginç bir görüntü oluştururdu. Kaptan Hull’un dediği üzere bu hayvanlar bodur kanatlarını palet gibi kullandıkları zaman bazı denizciler onları balık sanırdı.
Kanatlarını açtığında üç metreyi bulan devasa cüsseleriyle albatros kuşları denize doğru alçalıp gagalarını suya sokarak yiyecek ararlardı bazen de. İşte böyle hadiselere sık sık rastlamak mümkündü ki ancak doğanın mucizelerine kayıtsız kalan kalın kafalı biri böyle bir deniz yolculuğunu sıkıcı bulabilirdi.
Rüzgâr yönünü değiştirdiği gün Bayan Weldon geminin güvertesinde ileri geri yürüyordu ki ilginç bir olay dikkatini çekti. Uzaklarda bir yerde denizin kana bulaşmışçasına kırmızı olduğunu gördü. Bu sırada Jack ve Dick arkasında duruyordu ve “Bak Dick, şuna bir bak… Deniz kıpkırmızı. Denizi böylesine tuhaf bir renge büründüren yosun mu acaba?” dedi.
“Hayır, bu bir deniz yosunu değil. Bu, denizcilerin balina yemi dediği şey. Çok sayıda kabuklu deniz hayvanının oluşturduğu bir şey.” dedi Dick.
“Kabuklu deniz hayvanları olabilir. Ama o kadar küçükler ki sanki böcek gibiler…” dedi Bayan Weldon ve yüksek sesle “Benedict, Benedict! Buraya gel! Senin ilgini çekecek bir şey var burada!” diye seslendi; amatör böcek bilimci kamarasından çıktı. Kaptan Hull da onun arkasından geliyordu.
“Aaa, görüyorum.” dedi kaptan. “Balina yemi… En ilginç kabuklular üzerinde çalışmak için fırsat ayağınıza kadar geldi Bay Benedict.”
“Saçmalık!” dedi Benedict aşağılayıcı bir ses tonuyla. “Tamamen saçmalık!..”
“Neden, ne demek istiyorsunuz?” dedi kaptan sertçe. “Bir böcek bilimci olarak bunların artikulatların altı alt sınıfından biri olan kabuklular olduğu noktasındaki kanaatime itiraz etmezsiniz herhâlde.”
Benedict’in küçümsemesi dudak bükmesiyle bir kez daha tescillendi: “Bir böcek bilimci olarak ilgi alanıma sadece altı bacaklıların girdiğinin farkında değil misiniz beyefendi?”
Gülümsemekten kendini alıkoyamayan kaptan şu cevabı verdi: “Zevklerinizin bir balinanınkiyle aynı istikamette olmadığını görüyorum beyefendi.” Bayan Weldon’a dönerek devam etti: “Balinacılara soracak olursanız hanımefendi, bu görüntü bir şey söyler. Bu, vakit kaybetmeden zıpkınlarımızın ne durumda olduğunu incelemeye başlayacağımızın bir işareti.”
Jack buna şaşırdığını açığa vurarak “Yani balina gibi devasa yaratıkların böylesine küçük şeyleri yiyerek mi beslendiğini söylüyorsunuz?” dedi.
“Evet yavrum, sana irmik veya pirinç ne kadar lezzetli geliyorsa bunlar da onlara o kadar lezzetli geliyor diyebilirim. Bir balina bunların bulunduğu yere geldiğinde ağzını açmak dışında bir şey yapmasına gerek kalmıyor. Bunlardan yüz binlercesi bir dakika gibi bir sürede ağzına doluyor.” diye cevap verdi kaptan.
“İşte böyle Jack.” dedi Dick. “Balina, karidesleri ayıklama zahmetine girmeden yiyebiliyor.”
“Ağzını kapattığı anda da zıpkının güzel tadına bakıveriyor.” diye ekledi kaptan. Sözlerini henüz bitirmişti ki denizcilerden biri bağırıverdi:
“Sol tarafta balina var!”
“İşte balina…” diye tekrar etti kaptan. O sırada bütün mesleki içgüdüleri harekete geçmişti ve geminin başına doğru bir telaş koştu. Geminin meraklı yolcuları da onun peşinden gitti.
Kuzen Benedict bile -kendisine rağmen- herkesin gösterdiği bu ilgiye dâhil olmuştu.
Rüzgâr yönünde altı kilometre kadar ileride olağan dışı bir hareketlilik vardı; tecrübeli gözler bunun bir balinaya işaret ettiğini anlardı. Buna şüphe yoktu. Lakin aradaki mesafe, bu canlının memeli hayvanların hangi türüne ait olduğunu kestirmeyi imkânsızlaştırıyordu.
Balinaların yaygınlıkla bilinen üç türü vardır. Bunlardan ilki buzul balinası, genellikle kuzeyde bulunur. Bu hayvanın boyu ortalama on sekiz metre olsa da yirmi dört metre olanlarına da rastlanılmıştır. Sırtında yüzgeç bulunmaz ve derisinin altında kalın bir yağ tabakası bulunur. Bu canlıların sadece bir tanesinin yüzlerce varillik yağı vardır.
İkinci tür ise balaenopteraların tipik bir temsilcisi olan kambur balinadır. Bu hayvanların kanadı andıran ve açıldığında vücudunun genişliğine ulaşan iki farklı sırt yüzgeci vardır. Bu yüzgeçler uçan balığınkilere benzer ve bu balinalara çok nadir rastlanır.
Son olarak oluklu balina olarak da bilinen Jubarteler… Arka yüzgeci bulunan bu türün boyu devasa buzul balinasına yaklaşamaz bile.
Bulundukları mesafeden gördüklerinin hangi türe ait olduğunu tam olarak kestiremeseler de genel kanaat bu hayvanın bir Jubarte olduğu yönünde idi.
Kaptan Hull ve tayfası herkesin dikkatini çeken bu canlıya istekle bakıyordu. Balina avcıları, bir saatçinin, karşısına çıkan her saatin mekanizmasını karşı koyulmaz bir tutkuyla incelemesi gibi bir duyguyla yollarına çıkan her balinaya saplamak isterler zıpkınlarını. Hayvan ne kadar büyükse heyecan da o kadar büyük olur. Hiçbir fil avcısı balinacının avının peşindeyken duyduğu hazzın lezzetine varamaz.
Ufukta görünen balina, tayfa için beklenmedik fırsatlar demekti ve bereketsiz geçen av mevsimini telafi edecek bir imkân yakalamış olmak onları fazlasıyla heyecanlandırıyordu.
Balina hâlâ uzakta olsa da kaptan, tecrübeli gözleriyle gördüğü canlının ne olduğunu anladı. Dikkatini çeken çok sayıda şeyden biri, hayvanın hava deliklerinden buharla birlikte su fışkırmasıydı:
“Bu bir buzul balığı değil. Eğer öyle olsaydı fışkıran su daha az olurdu ve daha yükseğe çıkardı. Kambur balina olsaydı çığlığını duyardık. Dick, sen ne düşünüyorsun?”
Dick, fışkıran suya baktı. “Su fışkırtıyor efendim. Buhar ve su… Sanırım bu bir oluklu balina. Fakat ender rastlanan büyüklerinden…”
“En az yirmi metre.” dedi heyecandan kızaran kaptan.
Jack “Ne kadar da büyük…” diyerek büyüklerin heyecanına ortak oldu.
“Evet, Jack, evladım!” diye güldü kaptan. “Ve balina kahvaltısını yaparken kendisini kimin seyrettiğini umursamıyor.”
“Evet.” dedi dümenci. “Eğer bunu yakalayabilirsek boş varillerimizi doldurma fırsatımız olur.”
“Böyle bir balinaya saldırmak çok zor bir iş, biliyorsunuz.” dedi Dick.
Kaptan “Haklısın yelkenlimiz jubartenin olası kuyruk darbelerine dayanacak kadar güçlü değil.” diye karşılık verdi.
“Ama kazancımız riske değer, değil mi?”
“Bir kez daha haklısın Dick.” diye cevap verdi kaptan, balinayı daha iyi görebilmek için cıvadranın üzerine tırmandığı sırada.
Tayfa da kaptan kadar heyecanlıydı. Arzuladıkları avlarının hareketlerini ilgiyle izliyor ve bir oluklu balinadan elde edecekleri hasılat üzerinde tartışıyorlardı. Olur da boş varillerini doldurma fırsatını kaçırırlarsa bunun büyük talihsizlik olacağını düşünüyorlardı.
Kaptan Hull düşünceli bir tavır içindeydi ve kaşları çatık bir vaziyette tırnaklarını yiyordu.
“Anne ben balinayı yakından görmek istiyorum. Çok yakından…” dedi küçük Jack.
“Göreceksin çocuğum…” dedi o sırada yanında bulunan kaptan. Eğer ki adamları da ona destek çıkarsa bu armağanı yakalayacağına inanıyordu. Adamlarına döndü ve “Pekâlâ çocuklar ne dersiniz, bu işe girişelim mi? Bilmeniz lazım ki bu işte tek başımızayız ve bize yardım edecek balina avcıları yok. Sadece kendimize güvenebiliriz. Daha önce mızrak fırlatmışlığım var, şimdi de fırlatabilirim. Ne dersiniz?”
Tayfa neşeyle hep bir ağızdan cevap verdi:
“Hayhay efendim, hayhay…”
7
SALDIRI HAZIRLIĞI
Herkes çok heyecanlıydı ve deniz canavarını nasıl yakalayacakları, günün konusu olmuştu. Bayan Weldon bu kadar az kişiyle bu kadar riskli bir teşebbüsün nasıl hayata geçirileceği ile ilgili şüphelerini dile getirdi; Kaptan Hull daha önce de tek yelkenliyle balina avladığı hususunda onu temin etmeye çalışıyordu. Kendisine sorulacak olsa başarısızlıktan korkmaya hiç mahal yoktu. Hanımefendi daha fazla itiraz etmedi; ikna olmuş gibi bir hâli vardı.
Kararını veren kaptan, vakit kaybetmeden ilk hazırlıklara başladı. Oluklu balina yakalama işi ona da tehlikeli geliyordu ve bu konuda endişeliydi. İşte bu yüzden öngörebileceği her türlü tehlikeye karşı tedbir almayı ihmal etmedi.
İki direk arasında tutulan uzun kayık dışında Pilgrim’de üç tane balina kayığı vardı. İki tanesi yelkenlinin sağ ve sol taraflarında asılıydı. Diğeri ise geminin arka tarafında tutuluyordu. Av mevsimi zamanlarında, Yeni Zelandalı balina avcıları da tayfaya katılmışken, bu üç kayığın üçü de kullanılırdı. Fakat mevcut durumda Pilgrim’in tüm mürettebatı tek bir kayığı dahi güçlükle doldurabilirdi. Tom ve arkadaşları yardım etmek istediklerini dile getirseler de teklifleri derhâl reddedildi. Çünkü balina kayığı sadece ve sadece bu işte tecrübeli kişilere emanet edilebilirdi. Kayığın yanlış yöne döndürülmesi veya erken bir kürek hamlesi bütün ekibin güvenliğini tehlikeye atabilirdi. Bütün tecrübeli denizcilerini bu riskli işi gerçekleştirmek üzere yanına alan kaptan, yelkenlisini genç miçoya emanet etmekten başka bir yol bulamamıştı. Dick her ne kadar balina avı macerasında yer almak istese de güçlü bir adamın gemide daha fazla işe yarayacağını bilecek kadar akıllıydı ve bunun üzerine geride kalmayı hiç itirazda bulunmadan kabul etti.
Bu beş denizci arasından dördü kürekleri çekecekti. Lostromo Howick ise arkadaki kürekten sorumluydu. Bu kürek dümen görevi görüyordu ve diğer kürekler bir şekilde işlemez hâle gelirse daha hızlı hareket etmeyi sağlıyordu. Zıpkıncılık hâliyle Kaptan Hull’a bırakılmıştı. Olur da balinaya ilk hamlesi başarısızlıkla sonuçlanırsa zıpkının bağlı olduğu ipi çözüp hayvanı tekrar alt etme niyetindeydi.
Balina avı söz konusu olduğunda başvurulan bir diğer metot ise kayığa yerleştirilen ufak bir top mermisini mızrak veya patlayıcı mermiler vasıtasıyla ateşlemek, bu şekilde hayvanın vücudunda derin kesikler meydana getirip onu yakalamaktı. Fakat Pilgrim bu çeşit bir teçhizatla donatılmamıştı. Bu metot oldukça pahalıya patlıyordu; bunun yanı sıra yeniliklere karşı olan denizciler tarafından ısrarla reddediliyordu. Balıkçılar çoğunlukla eski usul mızrakları tercih ediyorlardı. İşte kaptanımızın elindeki imkânlar bunlardı ve gemisinden yaklaşık altı kilometre uzakta avıyla karşı karşıya gelmek üzereydi.
Hava bu teşebbüsü desteklercesine güzeldi. Deniz sakindi ve rüzgâr hâlâ orta karar bir hâldeydi ki bu da yelkenlinin kaptanın yokluğunda su üzerinde sürüklenmesi ihtimalini ortadan kaldırıyordu.
Sağ taraftaki balina kayığı suya bırakıldı. Dört denizci kayığa yerleşirken Howick onlara mızrakları verdi. Bu silahlardan bazıları iyice bilenmişti. Bunların dışında her biri yaklaşık yüz seksen metre uzunluğunda olan beş ip kangalı da kayığa yerleştirildi. Bazı zamanlarda balinalar suyun öylesine derinlerine dalarlardı ki birbirine bağlanmış bu uzunluktaki ipler dahi yeterli gelmezdi. Bütün hazırlıklar böylece tamamlandıktan sonra tayfaya kalan tek iş kaptanlarının keyfini beklemekti.
Pilgrim’i suda mümkün olduğunca sabit tutmak için yelkenler indirilmişti. Kaptan gemisini terk etmeden önce son kez her şeyin yolunda olduğundan emin bulunmak istercesine şöyle bir baktı. Yelkenler olması gerektiği gibi indirilmişti. Nihayet genç miçoyu yanına çağırdı ve “Şimdi seni birkaç saatliğine burada bırakacağım Dick. Umarım benim yokluğumda gemiyi hareket ettirmeni gerektirecek herhangi bir şey olmaz. Ama yine de gözün açık olsun. Olacağından değil de bu balina bizi bir miktar uzağa sürükleyebilir. Eğer böyle olursa bizi takip edersin. Tom ve arkadaşları sana mutlaka yardım ederler.” dedi.
Zenciler Dick’in emirlerine riayet edecekleri hususunda kaptana söz verdiler. Koca Herkül her an harekete hazır olduğunu gösterircesine gömleğinin kollarını kıvırıyordu. Kaptan sözlerine devam etti:
“Hava fazlasıyla güzel Dick. Rüzgârın şiddetini artırması mümkün görünmüyor. Ama ne olur ne olmaz senden sadece bir tek emrime sıkı sıkıya sarılmanı istiyorum. Gemiyi kesinlikle terk etme. Eğer bizi takip etmen gerekirse bir bayrak çekeceğim.”
“Bana güvenebilirsiniz efendim. Çok dikkatli olacağım.”
“Pekâlâ evladım, başın serin yüreğin zengin olsun. Şu an itibarıyla sen ikinci kaptansın ve sen yaşlarda birinin böyle bir görev üstlendiğine hiç şahit olmadım. Görevinin hakkını ver.”
Dick’in yanağında beliriveren kızarıklık sözlerle anlatılamayacak kadar çok şey söylüyordu.
“Bu delikanlıya güvenilir.” diye mırıldandı kaptan kendi kendine. “Mütevazı olduğu kadar cesur da. Evet bu çocuğa güvenilir.”
Kaptanın bu kararından şüphe etmediği söylenemezdi. Yine de düşüncelerini açık etmenin doğuracağı tehlikelerin farkındaydı;
kendisini, bu işin sadece birkaç saat süreceğine inandırmaya çalıştı. Ayrıca tayfasının içgüdüleri fazlasıyla keskindi. Bir de bunu sadece kendisi için yapmıyordu ki… Hem tayfa kötü giden av sezonunu telafi etmek istiyordu hem de geminin sahibinin beklentileri karşılanmalıydı. İşte bu düşüncelerle nihayet yola koyuldu.
“Size başarılar dilerim.” dedi Bayan Weldon.
“Çok teşekkürler.”
Bu arada küçük Jack de birkaç şey söylemek istiyordu:
“Hayvanı fazla incitmeden yakalamaya çalışacaksınız değil mi?”
“Tabii ki genç beyefendi.” diye cevap verdi kaptan. “Parmaklarımızın dokunuşunu bile hissetmeyecek.”
“Bazen…” dedi Benedict, “böyle hayvanların sırtlarında ilginç böcekler bulunur. Bunlardan bana getirmeniz mümkün mü acaba?”
“Kısa bir süre içinde kendiniz tecrübe edebilirsiniz.” dedi kaptan. “Sen de bize avımızı kesmemize yardım edersin, değil mi Tom?”
“Bu iş için hazır olacağız beyefendi.”
“Bir şey daha var Dick.” diye ekledi kaptan. “Boş varilleri buraya çıkarıp hazırda tutarsan iyi olur.”
“Başüstüne efendim.” dedi Dick.
Eğer her şey yolunda giderse yapılacak şey balinayı güverteye sıkı sıkıya bağlamak olacaktı. Ardından denizciler ayaklarına giydikleri çivili ayakkabılarla balinanın üzerinde ileri geri yürüyüp yağını vücuttan ayırarak etini ilk önce iri, sonra da -fıçılarda saklamak üzere- daha ufak parçalara böleceklerdi. Alışılagelen kural -ağırlığını üçte bir oranında azaltmak üzere- balinanın yağını, yani en değerli kısmını hayvan yüzülür yüzülmez en yakın kara parçasına götürüp eritmek olsa da kaptan, Valparaiso’ya varmadan böyle bir teşebbüste bulunmayacaktı. Rüzgârın yakında daha uygun bir yönden eseceğini ümit eden kaptan, limana üç haftadan kısa bir süre içinde ulaşmayı hedefliyordu. Bu süre içinde yükleri bozulmazdı.
Pilgrim’in yapacağı bir sonraki hareket, bu değerli armağanın bulunduğu yerin yakınına gelmekti. Bu arada hayvancağız kızıl sularda yüzmeye devam ediyor ve koca ağzını sürekli açıp kapamak suretiyle yüz binlerce minik kabukluyu yutuveriyordu. Hiç kimse hayvanın kaçma ihtimali üzerinde durmadı. Her ne kadar herkes bunun bir “savaşçı balina” olduğu hususunda hemfikir olsa da hiçbiri saldırılardan sonuna kadar kaçamazdı.
Kaptan Hull kayığa inerken Bayan Weldon iyi dileklerini bir kez daha yineledi. Bu sırada Dingo da patilerini öne uzatmış, veda edercesine duruyordu.
Nihayet kayık ilerlemeye başladığında Pilgrim’in geride kalan sakinleri daha iyi bir görüş açısı sunan geminin ön kısmına doğru yavaşça ilerlediler.
Kaptan, kayık yol alırken bir kez daha seslendi:
“Dikkatin açık olsun Dick. Bir gözün bizde bir gözün gemide…”
“Hayhay efendim…” diye cevap verdi genç miço.
Yüz ifadeleri kaptanın duygulandığını işaret ediyordu. Bir kez daha bağırdıysa da kayık fazlasıyla ilerlediğinden sesi duyulmadı. Dingo acı acı uluyordu.
Köpek hâlâ ayakta gittikçe uzaklaşan kayığa bakıyordu. Bu uluma batıl inançları kuvvetli olan denizcilere hiç tekin gelmiyordu. Bayan Weldon bile tedirgin olmuştu.
“Neden böyle yapıyorsun Dingo, neden?..” dedi Bayan Weldon. “Arkadaşlarını böyle cesaretlendiremezsin. Gel bakalım buraya beyefendi, bundan daha iyi davranmalısın.”
Dingo tekrar dört ayağının üzerinde durarak yavaşça Bayan Weldon’ın yanına yürüyüp elini yalamaya başladı.
“Of…” dedi Tom kafasını ciddiyetle sallayarak. “Kuyruğunu sallamıyor. Bu kötü bir işaret.”
Köpek bir anda vahşice hırıldamaya başladı. Bayan Weldon kafasını çevirdiği sırada güverteye çıkmış olan Negoro’yu gördü. Herhâlde o da herkes gibi balina gemisinin ne yapacağını merak ediyordu. Köpeğin vahşi tavrını görünce durdu ve eline bir demir parçası aldı.
Hanımefendi aşçıyı yaka paça edecek gibi duran hayvanı güçlükle sakinleştirebildi. Dick Sands bağırdı: “Otur Dingo, otur…” Hayvan istemeye istemeye bu emre itaat etti ve Dick’in yanına geldi. Öfkesi henüz geçmemiş olacak ki hırlamaya devam etti. Negoro ise bir anda bembeyaz kesilmişti; dikkatle mutfağına çekildi.
“Herkül…” dedi Dick, “bu adama dikkat etmeni istiyorum senden.”
“Tabii ki…” dedi Herkül yumruğunu sıkarak. Dick dümenin başına geçti ve balina kayığına dikkatle bakmaya başladı. Kayık artık bir nokta gibi görünecek kadar uzaklaşmıştı.