Kitabı oku: «Savaş ve Barış II. Cilt», sayfa 10
Vakit hayli ilerlemişti. Gök yıldızlıydı ve hilal, dumanlar arasında bir görünüp bir kayboluyordu. Askerler ve öteki arabaların yanı sıra ilerlemeye çalışan Alpatiç’in ve Ferapontof’un karısının arabaları Dinyeper’in inişinde durmak zorunda kaldılar. Durdukları dört yol ağzının biraz ilerisinde yanan bir ev ve bazı dükkânlar görünüyordu. Yangın neredeyse sönecekti. Ama alevler kimi zaman azalıyor, kara dumanlar arasında görünmez oluyor kimi zaman da birden parlayarak dört yol ağzında birikmiş olan insanların yüzlerini şaşılacak ölçüde aydınlatıyordu. Yangının önünden kapkara insan silüetleri geçiyor, ateş çıtırtıları arasında koşuşmalar ve çığlıklar işitiliyordu. Alpatiç yere indi ve arabasının kolayca ilerlemeyeceğini görünce yangını seyretmek üzere sokağa girdi. Askerler, yangının çevresinde gidip geliyorlardı. İki askerle yün kumaştan kaput giymiş bir adamın yanan mertekleri yandaki bir avluya sürüklediklerini, başkalarının da kucak kucak kuru ot taşıdıklarını gördü.
Çevresini alev sarmış bir ambarın karşısında duran kalabalığa yaklaştı. Alev duvarları sarmış, arka duvar yıkılmıştı; ince tahtalardan yapılmış çatı, neredeyse çökecekti. Kalabalığın, çatının çökeceği anı beklediği belliydi. Alpatiç de aynı şeyi bekliyordu. Tanıdık bir ses duydu birden:
“Alpatiç!”
Genç Prens’in sesini tanımıştı Alpatiç.
“Aman Tanrı’m! Ekselans, siz!..”
Sırtında peleriniyle, yağız bir at üzerinde kalabalığın arasında duruyordu Prens Andrey ve Alpatiç’e bakıyordu.
“Ne işin var burada?” diye sordu.
“Ekselans, Ekselans!” diyen Alpatiç hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.
Kekeleyerek devam etti:
“Eksel… Eksel… Yoksa işimiz bitti mi?”
“Ne işin var burada?” diye tekrarladı Prens Andrey.
Parlayan alevde, genç efendisinin bitkin ve sararmış yüzünü görüvermişti Alpatiç. Niçin gönderildiğini ve yolda nasıl güçlük çektiğini efendisine açıkladı.
“Ekselans, işimiz bitti mi yoksa?” diye yeniden sordu Alpatiç.
Cevap vermeyen Prens Andrey not defterini çıkardı, dizine dayayarak kurşun kalemle kâğıda bir şeyler yazmaya başladı. Kız kardeşine yazıyordu:
Smolensk terk edilecek, Lisi Gori de bir hafta içinde düşman tarafından işgal edilecek. Derhâl Moskova’ya hareket etmelisiniz. Yola çıktığınızda Usviyaj’a, bana bir adam göndererek haber verin.
Kâğıdı yazıp Alpatiç’e verdikten sonra Prens’in, Prenses’in, oğlunun ve öğretmeninin yola çıkmaları sırasında neler yapılacağı ve kendisine nasıl ve nereye haber gönderileceği konusunda sözlü emirler verdi. Sözlerini bitirmeden kurmay başkanlığı subaylarından birinin maiyetiyle ve at sırtında kendisine yaklaştığını gördü Andrey.
Subay ona tanıdık gelen bir sesle ve Alman aksanıyla “Albay mısınız siz?” diye haykırdı. “Karşınızda evler yanıyor, siz burada öylece duruyorsunuz. Ne demek bu? Hesabını vereceksiniz!”
Haykıran, birinci ordu piyade kuvvetleri sol kanat kurmay başkanı yardımcılığına getirilmiş olan Berg’di ve bu görevin çok elverişli, çok istenen bir görev olduğunu söyleyip duruyordu.
Prens Andrey cevap vermeden ona baktı ve Alpatiç’e emirlerini açıklamaya devam etti.
“Ayın onuna kadar haber beklediğimi söyle. O tarihte hepsinin gittiği konusunda haber alamazsam burada her şeyi yüzüstü bırakıp Lisi Gori’ye gelmek zorunda kalacağım.”
Berg, Prens’i tanıyarak “Prens, yalnızca emirleri yerine getirmek zorunda olduğum için böyle konuşuyorum. Emirleri eksiksiz yerine getiririm. Beni bağışlayın lütfen!” diye özür dilemeye başlamıştı.
Alevlerin orta yerinde bir çatırtı duyulmuştu. Ateş bir an söner gibi oldu ve damdan kalın duman sütunları yükseldi. Ardından daha şiddetli bir çatırtı duyuldu ve ağır bir kütle yere çöktü.
İçinden yanmış çörek kokusu gelen ambarın çöküşüyle birlikte halk “Hurra!” diye bağırdı.
Parlayan bir alev yangının çevresindeki insanların heyecanlı, neşeli ve yorgun yüzlerini aydınlattı.
Yün kaputlu adam, elini havaya kaldırıp haykırdı:
“Yaşasın! Ne güzel yanıyor be! Ne güzel değil mi çocuklar?..”
“Bu, mal sahibinin kendisi!” diyen sesler duyuldu.
Prens Andrey, “Anladın değil mi? Dediklerimi aynen tekrarlarsın…” dedi.
Ve yanında suspus duran Berg’e tek kelime söylemeden atını mahmuzlayıp uzaklaştı.
V
Birlikler, Smolensk’ten çekiliyordu. Düşman da peşlerindeydi. Prens Andrey’in komuta ettiği alay, 10 Ağustos’ta, Lisi Gori’ye giden caddeyi kesen büyük yolda ilerliyordu. Sıcak ve kuraklık üç haftadır sürüp gitmişti. Gün boyunca beyaz bulutlar güneşi kapatarak geçip gidiyorlardı ama akşama doğru hiçbiri görünmez oluyordu. Esmerimtrak ve kırmızı bir buğunun arasına giriyordu güneş. Gecenin bol çiği biraz serinlik veriyordu yalnızca. Biçilmeden bırakılmış ekinler kurumuş, taneler dökülmüştü. Bataklıklar da kurumuştu. Kavrulmuş çayırlarda yiyecek bir şey bulamayan hayvanlar açlıktan böğürüyorlardı. Yalnızca ormanlarda ve geceleyin, çiğ devam ettiği sürece biraz serinlik oluyordu. Ama birliklerin izlediği büyük yolda geceleyin ormanlardan geçilse de serinlik diye bir şey yoktu. Yarım ayak kalınlığındaki kumlu tozda, çiğ taneleri kaybolup gidiyordu. Ortalık ağarırken yola çıkılıyor; ağırlık kolları ve topçu birlikleri dingillere kadar, piyadeler baldırlarına kadar bu yumuşak, boğucu ve geceleri bile soğumayan kumlu tozlarda sessizce ilerliyorlardı. Kumlu tozların bir bölümü ayaklar ve tekerlekler altında daha da ufalanıyor, bir bölümü de havaya yükselip askerlerin üzerinde bir bulut oluşturuyor; gözlere, saçlara, kulaklara, burun deliklerine ve özellikle yolda ilerleyen insanların ve hayvanların ciğerlerine doluyordu. Güneşle birlikte toz bulutu da yükseliyordu. Önü bulutlarla kaplı olmayan güneşe, bu ince ve kızgın toz bulutu arasından çıplak gözle bakılabilirdi. Kocaman, kıpkırmızı bir yuvarlak gibi görünüyordu güneş. Rüzgâr yoktu, durgun hava insanları boğuyordu. Burunlarına, ağızlarına mendiller sarmışlardı. Bir köye varınca hemen kuyulara saldırıyor, su için boğuşuyorlar ve geride çamur kalana kadar içiyorlardı suları.
Prens Andrey, bir alaya komuta ediyordu. Alayın yönetimi, askerlerin rahat ettirilmesi, emir alıp verme bütün zamanını dolduruyordu. Smolensk yangını ve kentin terk edilmesi, Prens’in hayatında yepyeni bir dönem başlatmıştı. Düşmana duyduğu yeni kin, kendi derdini unutturmuştu ona. Bütün varlığıyla, alayının işleriyle uğraşıyordu. Askerlere ve subaylara ilgi gösteriyor, onları hoş tutuyordu. Alaydakiler, “Bizim Prens” dedikleri Andrey’le övünürler ve onu severlerdi. Andrey, Timohin ve benzerleri gibi yeni ve yabancı bir çevreden gelmiş olan ve kendisinin geçmişini bilmesi imkânsız olan kimselere karşı iyi ve sabırlı davranırdı. Eskiden tanıdığı kimselerden biriyle karşılaştığında tüyleri diken diken oluyor; sert, alaycı, hor gören bir kimse hâline geliyordu. Geçmişin anılarına ilişkin her şey tiksindiriyordu onu ve o yüzden o bir zamanların dünyasına karşı haksız bir duruma düşmemeye, vazifesini yerine getirmeye çalışıyordu.
Gerçekten de 6 Ağustos’tan, yani Smolensk’in terk edilmesinden -oysa ona göre bu kent savunulabilirdi ve savunulmalıydı- ve özellikle hasta babasının Moskova’ya kaçmak ve çok sevdiği, kendisinin kurup yaşanır hâle getirdiği Lisi Gori’yi talancılara bırakmak zorunda kalışından beri her şey kapkara görünüyordu Prens Andrey’e. Ama alayı, bu tür genel düşüncelerden kurtulmasını sağlıyordu. 10 Ağustos günü, alayının bulunduğu kol, Lisi Gori hizasına ulaşmıştı. Babasının, oğlunun ve kız kardeşinin Moskova’ya gittiklerini bildiren mektubu iki gün önce almıştı Prens Andrey. Lisi Gori’de yapacağı bir şey yoktu ama kendisine özgü dert tazeleme arzusuyla oraya gitmesi gerektiğine karar verdi.
Atını eyerlenmesini emretti ve konak yerinden, doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği babasının malikânesine doğru yola çıktı. Bir sürü kadının çene çalarak çamaşır tokaçladıkları gölün kıyısında kimsenin bulunmadığını ve yarı yarıya batmış salın, gölün ortasında ağır ağır yüzdüğünü gördü. Bekçi kulübesine yaklaştı. Açık olan taş avlu kapısında kimse yoktu. Bahçenin yollarında otlar büyümüştü bile; danalar, atlar İngiliz bahçesinde başıboş dolaşıyorlardı. Prens Andrey kış bahçesine yaklaştı: Camlar kırılmış, kasalardaki fidanların kimi kurumuş kimi de devrilmişti. Bahçıvan Taras’a seslendi ama cevap veren olmadı. Taraçanın üstünden kış bahçesine dolandı, oymalı parmaklığın tamamen yıkılmış olduğunu ve eriklerin dallarıyla koparılarak yolunduğunu gördü. Yaşlı bir mujik -Prens Andrey, çocukluğunda kapıda görürdü onu- yeşil bir sıraya oturmuş, ağaç lifinden çarık örüyordu.
Sağır olduğu için Prens Andrey’in geldiğini duymamıştı. Yaşlı mujik, Prens’in oturmayı sevdiği sırada oturuyordu. Yanında, kırık ve kurumuş bir manolyanın dallarına lif çilesi asılıydı.
Prens Andrey eve yöneldi; eski bahçedeki birkaç ıhlamurun kesilmiş olduğunu, bir alaca atın yavrusuyla güller arasında dolaştığını gördü. Evin panjurları çivilenmişti. Yalnızca aşağıda bir pencere açıktı. Hizmetkârlardan birinin çocuğu, Prens Andrey’i görerek içeri kaçtı.
Ailesini göndermiş olan Alpatiç, yalnız başına Lisi Gori’de kalmıştı. Evinde oturmuş Ermişlerin Hayatı’nı okuyordu. Prens Andrey’in geldiğini öğrenince gözlükleri burnunun üstünde, düğmelerini ilikleyerek evden çıktı; hızla Prens’e yaklaştı ve hiçbir şey söylemeden dizlerine sarılarak ağlamaya başladı.
Sonra böyle bir çocuk gibi davranmasına kızıp kendini toparlayarak olup bitenleri anlatmaya başladı. Değerli ne varsa Boguçorovo’ya gönderilmişti. İki yüz elli kental kadar tutan buğday da oraya ulaştırılmıştı. Alpatiç’in dediğine göre bu yıl olağanüstü olan ot ve ekin yeşilken askerler tarafından biçilmişti. Mujikler çok kötü durumda kalmıştı. Bir kısmı Boguçorovo’ya gitmiş, geriye az bir kimse kalmıştı.
Alpatiç sözünü bitirmeden Prens Andrey sordu:
“Babam ve kız kardeşim ne zaman gittiler?”
“Moskova’ya ne zaman gittiler?” demek istiyordu Prens. Ama Alpatiç Boguçorovo’ya ne zaman gittiklerinin sorulduğunu sanarak ayın yedisinde ayrıldıklarını bildirdi ve yeniden evdeki işlerden söz ederek emir bekledi.
“Makbuz karşılığı orduya yulaf vermemi emir buyurur musunuz? Bizde hâlâ bir yüz kental kadar var…” dedi.
Sorularının yersizliğini bilen ama çektiği acıyı dindirmek için sorup duran ihtiyarın güneşte parıldayan kellesine bakan Prens Andrey, Ona ne cevap vermeli? diye düşündü.
“Peki ver öyleyse…” dedi sonunda.
“Bahçenin hâli gözünüzden kaçmamıştır. Önleyemediğimiz için böyle oldu. Üç alay geceledi burada, hele dragonları sormayın! Şikâyet etmek için komutanın rütbesini ve adını aldım.”
“Peki sen ne yapacaksın? Düşman buraya gelirse kalacak mısın?” diye sordu Prens.
Alpatiç yüzünü çevirerek ona baktı ve gösterişli bir hareketle elini gökyüzüne doğru kaldırarak “O benim koruyucumdur, ne isterse o olur!” dedi.
Başları açık bir köylü ve hizmetkâr kalabalığı çimlerin üzerinde ilerleyerek Prens Andrey’e yaklaşıyordu.
Prens, Alpatiç’e doğru eğilerek “Eh öyleyse görüşmek üzere…” dedi. “Sen de git, ne götürebilirsen yanına al götür! Köylülere de Ryazan’daki ya da Moskova yakınındaki malikâneye gitmelerini söyle.”
Alpatiç, Prens’in bacaklarına sarılıp ağlamaya başladı. Prens, yumuşak bir hareketle onu kendisinden ayırdı ve atını sürerek ağaçlı yoldan dörtnala indi.
İhtiyar mujik, taraçada, sevilen bir ölünün yüzündeki sinek gibi kayıtsızca olduğu yerde duruyor; çarığın kalıbına vuruyordu. İki kız çocuğu, etekleri kopardıkları eriklerle dolu koşarak geliyorlardı. Ansızın Prens Andrey’le karşılaştılar; büyüğü, Prens’i görünce küçüğün elini korkuyla kavradı; etrafa saçılan erikleri toplamaya zaman bulamadan bir kayın ağacının arkasına saklandılar.
Prens Andrey, kendilerini fark ettiğini anlayıp korkuya kapılmasınlar diye başını hemen çevirdi. Bu güzel ve korku içindeki küçük kız çocuğuna bakmaya çekiniyordu ama bakmak için güçlü bir istek de duyuyordu içinde. Çocukları görünce yepyeni, rahatlatıcı, yatıştırıcı bir duygu kaplamıştı benliğini; kendisininkilerden kökten farklı ama o ölçüde haklı başka ilgi ve isteklerin de var olduğunu kavramıştı. Bu küçük kızlar, tutkuyla tek bir şey istiyorlardı: Yeşil erikleri götürüp kimse görmeden yemek. Ve Prens Andrey, onların bu girişiminin başarıya ulaşmasını içtenlikle diliyordu. Onlara şöyle bir bakmaktan alamadı kendini. Çocuklar, güven içinde olduklarını sanarak pusularından çıktılar; incecik sesleriyle yaygaralar kopararak eteklerinin uçlarını kaldırıp çayırın üzerinde küçük ve esmer bacaklarıyla neşe ve canlılık içinde koşturdular.
Prens Andrey, birliklerin izlediği büyük yoldaki tozlu bölgeden kurtulunca biraz ferahlamıştı. Ama Lisi Gori’ye yakın bir yerden büyük yola yeniden çıkan ve küçük bir göl bendi yakınında mola vermiş olan alayına yetişti. Öğleüstü saat ikiydi ve güneş, tozlar içinde kırmızı bir topu andıran ceketinin içinde sırtını dayanılmaz bir acıyla yakıp kavuruyordu. Toz, dinlenen birliklerin üzerinde hiç kımıldamadan asılıp kalmış gibiydi. Esinti yoktu, su bendi boyunca ilerlerken çamur kokusunu ve gölün çevreye yaydığı serinliği duyuyordu Prens Andrey. Çok pis de olsa suya girmeye can atıyordu. Haykırmalar ve kahkahaların duyulduğu göle baktı. Bu küçük, bulanık ve sazlı su birikintisi; yarıdan fazla yükselmiş ve bendi doldurmuş gibiydi. Elleri, yüzleri ve boyunları kiremit kırmızısı askerlerin beyaz ve çıplak gövdeleri, küçük gölün her yanını doldurmuştu. Bütün bu çıplak ve beyaz vücutları, çamurlu gölün içinde yakalanmış balıklar gibi çırpınıp duruyorlardı. Bu suya batıp çıkmalarda neşeli bir yan vardı ve bu da insanın içini hüzünle dolduruyordu.
Baldırı kayışlı sarışın ve genç bir asker -Prens Andrey onu üçüncü bölükten tanırdı- hız alıp dalmak için haç çıkararak geri geri çekiliyordu. Saçları dağınık ve yağız bir astsubay, beline kadar suya girmişti ve kaslı gövdesini hareket ettiriyor, bileklerine kadar kapkara elleriyle başını ıslatarak neşeli neşeli soluyordu. Şamar sesleri, çığlıklar, bağırmalar her yanı kaplamıştı.
Kıyılarda, bentte, küçük gölde, her yerde, kaslı ve sağlıklı insan gövdeleri görülüyordu. Küçük kırmızı burunlu Subay Timohin; elinde bir havlu, bendin üzerinde kurulanıyordu. Prens’i görünce tedirgin oldu ama bir şeyler söylemekten de geri kalmayarak “Çok iyi geliyor insana Ekselans…” dedi. “Siz de bir deneseniz!”
“Çok pis su!” dedi Prens Andrey yüzünü buruşturarak.
“Derhâl temizleriz efendim.”
Timohin, daha giyinmeden gerekeni hemen yapmak için koştu.
“Prens suya girmek istiyor!” diye bağırdı.
“Hangi Prens? Bizimki mi?” diyen sesler yükseldi.
Askerler hemen toparlanmaya çalıştılar. Prens, onları yatıştırana kadar zorluk çekti. Salaçta su dökünmenin daha iyi olacağına karar vermişti.
Ten, gövde, chair â canon… 62 diye düşündü çıplak gövdesine bakarak ve soğuktan çok, pis suya dalıp çıkan insan vücutları karşısında içini kaplamış olan ve ne olduğunu pek kavrayamadığı tiksintinin ve dehşetin etkisiyle titredi.
Prens Bagration, Smolensk yolu üzerindeki Mihailovka karargâhından 7 Ağustos’ta şu mektubu yazdı:
Sayın Kont Aleksey Alekseyeviç,
(Arakçeyef’e yazdığı bu mektubu İmparator’un da okuyacağını bildiği için sözcükleri, elinden geldiği kadar titizlikle seçiyordu.)
Smolensk’in düşmana bırakılması konusundaki raporunu, nazırın daha önce sunduğunu sanıyorum. En önemli bir yerin düşmana boşu boşuna terk edilmesi çok ağır, çok üzücü bir şeydir ve orduyu umutsuzluğa sürüklemiştir. Ben, bu konuda nazıra kesinlikle ısrar ettim ve yazdım da. Ama hiçbir şey yola getirmedi onu. Napolyon’un şimdiye kadar hiç karşılaşmadığı zor bir duruma düşmüş olduğuna şerefim üzerine yemin ederim. Ordusunun yarısını kaybederdi de yine Smolensk’i alamazdı. Askerimiz, her zamankinden daha yiğitçe dövüştü ve dövüşüyor. Ben, bin beş yüz kişiyle düşmanı otuz beş saatten fazla duraklattım ve sonunda yendim. Ama nazır, on dört saat bile dayanmak istemedi. Bu ayıptır ve ordumuza sürülmüş bir lekedir. Ona gelince; yaşamaya layık bir kimse bile değildir bence. Kaybın büyük olduğunu söylerse yalandır bu ancak dört bin kişi kaybettik, hatta o kadar bile değil. On bin olsaydı, ne olurdu; savaş bu! Ama bu durumda düşman, çok büyük kayıplara uğrayacaktı.
İki gün daha dayansaydık ne olurdu? En azından düşman kendisi gidecekti çünkü ne askerlere ne de atlara içirecek suları vardı. Çekilmeyeceği konusunda bana söz verdi ama geceleyin çekildiğini bildirdi ansızın. Böyle savaşılamaz ve böyle olursa sonunda düşmanı Moskova’ya getiririz…
Barış yapmayı düşündüğünüz söyleniyor. Tanrı, bundan korusun bizi! Bütün fedakârlıklardan ve saçma sapan çekilmelerden sonra barış mı yapmak? Bütün Rusya’yı karşınıza alırsınız ve her birimiz sırtımızdaki üniformadan utanırız. Bu durumda bulunduğumuza göre, Rusya direndikçe ve insanlarımız ayakta durdukça savaşmak gerekir.
İki kişinin değil bir kişinin komuta etmesi zorunludur. Nazırınız, belki nazır olarak iyidir ama general olarak kötü değil; tiksindiricidir ve yurdumuzun alın yazısı ona teslim edilmiş bulunmaktadır… Neredeyse çıldıracağım, böyle yazdığım için küstahlığımı bağışlayın. Barış yapmayı ve nazırı ordunun başında bırakmayı salık veren kimsenin, hepimizin mahvolmasını istediği besbelli. Gerçeği yazıyorum size: Milis kuvvetlerini hazırlayın. Çünkü nazır, konuğunun önüne düşmüş ve ona, başkentin yolunu kibarca göstermiştir. Yaver Woltzogen, tüm orduda şüphe uyandırıyor. Bizim değil, Napolyon’un adamı olduğu söyleniyor ve her konuda nazıra akıl veriyor. Ona yalnızca kibarca davranmıyorum, rütbece yüksek olduğum hâlde bir onbaşı gibi boyun eğiyorum. Bu çok acı ama Velinimetim, İmparatorumu sevdiğim için böyle yapıyorum. Şanlı ordumuzu böyle adamlara teslim ettiği için İmparator’umuza üzülmekle yetiniyorum. Çekildiğimiz için yorgunluktan ve hastalıktan ötürü on beş bin kişi kaybettik, saldırıya geçseydik bu olmazdı. Tanrı aşkına söyleyin bana: Rusya’mız -anamız- bu kadar korktuğumuzu, böyle güzel ve yüce bir yurdu alçaklara teslim ettiğimizi, her yurttaşın yüreğinde nefret ve utanç duyguları uyandırdığımızı görünce ne der? Niçin ve kimden korkuyoruz? Nazır; kararsızın biriyse, ödlekse, kafasızsa, ağırsa benim kabahatim mi bu? Bütün ordu kan ağlıyor ve ona lanetler yağdırıyor…
VI
Hayat olayını içine sokabileceğimiz sayısız kategorileri, içeriğin ağır bastıkları ve biçimin ağır bastıkları olmak üzere iki ana bölümde toplayabiliriz. Bu sonuncular arasında Petersburg hayatı da yer alabilir ve kır, taşra, bölge hayatına ve hatta Moskova’daki hayata ters düşmesi bakımından böyledir bu. Değişmez bir hayat tarzı vardır bu kentte.
1805 yılından bu yana Bonapart’la barışmış, bozuşmuş, anayasalar yapmış, bunları bozmuş yenilerini düzenlemiştik. Ama Anna Pavlovna ile Helen’in salonları; birincisi yedi, ikincisi beş yıl önce nasılsa öyle kalmışlardı. Anna Pavlovna’nın salonunda, Bonapart’ın başarılarından yine şaşkınlık ve hayranlıkla söz ediliyor; bu başarılar ve Avrupalı hükümdarların ona büyük bir uysallıkla boyun eğmeleri, Anna Pavlovna’nın temsilcisi olduğu saray çevresine üzüntü ve tedirginlik vermekten başka amaç taşımayan kalleşçe bir komplo olarak görülüyordu. Rumyantsef’in bile ziyaret ederek şereflendirdiği ve çok zeki bir kadın olarak kabul ettiği Helen’in çevresinde ise “Büyük Millet”ten ve “Büyük Adam”dan, 1812’de de tıpkı 1808’de olduğu gibi heyecanla söz ediliyor ve hemen bir barışla sonuçlandırılması gereken Fransa ile düşmanlık hâli esefle ele alınıyordu.
Son zamanlarda, İmparator ordudan döndükten sonra, bu karşıt salonlarda heyecanlı bir hava esmiş ve bazı düşmanca belirtiler ortaya çıkmıştı ama çevrelerin eğilimleri herhangi bir değişikliğe uğramamıştı. Anna Pavlovna’nın çevresine, Fransızlardan, yalnızca en koyu kralcılar kabul ediliyor; Fransız Tiyatrosu’na gitmemek gerektiği ve tiyatronun masrafının bir kolordununkini karşılayacak kadar çok olduğu yolunda vatanseverlik dolu bir düşünce ileri sürülüyordu. Askerî olaylar heyecanla izleniyor, bizimkilerin başarılı olduğu konusunda söylentiler çıkarılıyordu. Helen’in, Rumyantsef’in, yani Fransızseverlerin çevresinde ise savaşın sertliği ve düşmanın gaddarlığı konusunda çıkarılan söylentiler yalanlanıyor; Napolyon’un anlaşma yolundaki bütün girişimleri üzerinde duruluyordu. Sarayın ve ana kraliçenin gözetimi altında bulunan kız öğretim kurumlarının Kazan’a götürülmesi konusunda zamansız tekliflerde bulunanlar eleştiriliyordu. Bütün savaş olayları Helen’in çevresinde, genellikle barışla bitecek beyhude gösteriler olarak ele alınıyor; şimdi Petersburg’da bulunan ve Helen’in evine sık sık gelen Bilibin’in -zaten, her akıllı insanın bu eve gelmesi gerekiyordu- sorunu, barutun değil onu icat edenlerin çözümleyeceği yolundaki düşüncesi benimseniyordu. İmparator’un Petersburg’a dönüşüyle birlikte duyulan Moskova’daki coşku konusunda, bu salonda, ihtiyat da elden bırakılmadan ince ince dalga geçiliyordu.
Anna Pavlovna’nın çevresinde ise bu coşkulardan hayranlıkla ve Plutarkhos’un eski Romalılardan söz ettiği gibi söz ediliyordu. Hep aynı önemli görevde bulunan Prens Vasili, iki çevre arasında birleştirici halka gibiydi: “Ma bonne amie”63 Anna Pavlovna’ya gider, “dans le salon diplomatique de ma fille”e64 uğrar ve birbiri peşi sıra çok sık yaptığı bu ziyaretlerden aklı karışıp bir salonda söylemesi gerekeni ötekinde söylerdi.
İmparator’un gelişinden pek az sonra, Anna Pavlovna’nın salonunda savaştan söz eden Prens Vasili; Barclay de Tolly’yi sert bir dille eleştirdi ve kimin başkomutanlığa getirilmesi konusunda karar veremediğini söyledi. Kendisinden genellikle, “un homme de beaucoup de mérite”65 diye söz edilen davetlilerden biri, Petersburg milis şefi seçilen ve gönüllü kabulü için hazine salonundaki toplantıya başkanlık eden Kutuzof’u o gün gördüğünü anlatarak onun aranan her niteliğe sahip bir kimse olduğunu ihtiyatla ileri sürmek cesaretini gösterdi.
Anna Pavlovna üzüntüyle gülümsedi ve Kutuzof’un, İmparator’un başına dert açmaktan başka bir şey yapmamış olduğunu söyledi.
“Asilzadeler toplantısında söyledim ve tekrarladım ama kimse dinlemedi…” diye söze karıştı Prens Vasili. “Onun milis şefi seçilmesinin, İmparator’un hoşuna gitmeyeceğini söyledim. Dinlemediler beni. Hep bu itiraz etme hastalığı…” diye sözüne devam etti. “Hem de kimin için oynuyorlar bu oyunu? Doğrusu bilmek isterdim. Moskova’nın aptalca coşkusunu taklit etme isteğinden doğuyor bunlar.”
Prens Vasili, şaşırarak Moskova’nın heyecanlarıyla Helen’in salonunda alay etmek ve Anna Pavlovna’da ise onlara hayranlık duymak gerektiğini unutmuştu. Ama kendisini hemen topladı:
“Kont Kutuzof gibi Rusya’nın en yaşlı generalinin orada toplantı yapması ne demek, et il en reslera pour sa peine!66 Ata binemeyen, toplantıda uyuklayan, kötü huyları olan bir kimse nasıl olur da başkomutan atanır? Bükreş’te âleme rezil oldu. Askerlik niteliklerinden söz etmiyorum ama bunak ve kör bir adam şu anda bu göreve getirilir mi? Korgeneral de hayret verici bir şey! Burnunun ucunu görmez o, körebe oynamaktan başka işe yaramaz! Evet, burnunun ucunu bile göremez!”
Kimse bu sözlere karşı çıkmadı.
24 Temmuz’da bunlar doğru olarak kabul ediliyordu. Ama 29 Temmuz’da Kutuzof’a “Prens” unvanı verildi. Kendisinden kurtulmak için böyle yapmış olabilirlerdi ve Prens Vasili’nin düşüncesi hâlâ geçerliydi ama bunu açıklamakta artık pek acele etmiyordu. Ne var ki 8 Ağustos’ta, savaş sorunlarını görüşmek üzere General Feldmaraşal Saltikof, Arakçeyef, Vyazmitinof, Lopuhin ve Koçubey’den oluşan bir komite toplandı ve başarısızlıklarının, tek bir komutanın bulunmamasından ileri geldiğine karar verdi. Komitedekiler, İmparator’un Kutuzof’tan hoşlanmadığını bildikleri hâlde, kısa bir görüşmeden sonra onun başkomutanlığa getirilmesini önerdiler. Aynı gün Kutuzof, ordulara ve orduların işgali altında bulunan ülkelere “tam yetkili başkomutan” olarak atandı.
Prens Vasili, 9 Ağustos’ta, Anna Pavlovna’nın salonunda “un homme de beaucoup de mérite”67 ile yeniden karşılaştı. Bu adam, bir kız öğretim kurumuna atanmak istediği için Anna Pavlovna’ya yaranmaya çalışıyordu. Prens Vasili, bütün istekleri yerine gelmiş bir kimse; zafer kazanmış bir general gibi içeri girdi.
“Eh bien, vous savez la grande nouvelle. Le prince Koutouzov est maréchal.”68 diye söze başladı. “Bütün anlaşmazlıkların sona ermesi sevindirdi beni.”
Salondakileri sert bir bakışla süzdü ve anlam dolu bir sesle ekledi:
“Enfin voilà un homme!”69
L’homme de beaucoup de mérite, yüksek bir görev kapmak istemesine rağmen daha önce aynı düşüncede olmadığını Prens Vasili’ye hatırlatmaktan kendini alamadı. (Anna Pavlovna’nın salonunda, Prens Vasili’ye karşı da bu haberi sevinçle karşılayan Anna Pavlovna’ya karşı da kabaca bir davranıştı bu ama kendini tutamamıştı.)
Prens Vasili’ye daha önce söylediklerini hatırlatarak “Mais, on dit qu’il est aveugle, mon Prince…”70 dedi.
Prens, bütün güçlükleri çözdüğü sesi ve öksürüğüyle “Allons done, il y voit assez. Allez, il voit assez…”71 diye tekrarladı.
Ardından sözüne devam etti:
“En fazla memnun olduğum nokta da İmparator’un, ona, bütün ordular ve bölgeler üzerinde tam bir yetki, yani şimdiye kadar hiçbir başkomutanın alamamış olduğu yetkiyi vermiş olmasıdır. İkinci bir otokrat sayılır artık…” diye bilmiş bilmiş gülümsedi.
“Umarım, umarım!” dedi Anna Pavlovna.
“İmparator, bu yetkiyi istemeye istemeye verdi…” diyorlar. “On dit qu’il rougit comme une demoiselle à laquelle on lirait Joconde en lui disant: Le souverain et la patrie vous décernent cet honneur.”72
“Peut-être que le coeur n’était pas de la partie.”73 dedi Anna Pavlovna.
“Ooo, hayır, hayır!” diye heyecanla bağırdı Prens Vasili.
Kutuzof’u kimseye vermiyordu artık. Onun kusursuz bir insan olduğunu düşünmekle kalmıyor, herkesin de ona hayranlık duyduğuna inanıyordu.
“Hayır, İmparator onu daha önce de takdir etmişti!” diyordu.
“Gerçek iktidarı Prens Kutuzof ele alsa da kimsenin işlerini karıştırmasına izin vermese…” dedi Anna Pavlovna.
Prens Vasili, bu kimsenin kim olduğunu anında anlamıştı. Yavaşça “Kutuzof’un, orduda veliahtın bulunmamasını kesin olarak ileri sürdüğünü çok iyi biliyorum…” dedi. “Vous savez ce qu’il a dit à l’empereur?”74
Prens Vasili, Kutuzof’un İmparator’a söylediği ileri sürülen “Kötü bir şey yaparsa onu cezalandıramam, iyi bir şey yaparsa da ödüllendiremem!” sözünü tekrarladı ve “Kutuzof kadar zeki insan bulunmaz. Je le connais de longue date…”75 diye ekledi.
Saray nezaketini pek iyi bilmeyen l’homme de beaucoup de mérite de söze karışmaktan kendini alamamıştı:
“Hatta Prens’in, Hükümdar’ın da orduya gelmemesini istediği söyleniyor.”
Bunu söyler söylemez Prens Vasili ve Anna Pavlovna yüzlerini hemen öteye çevirip onun saflığı karşısında iç çekip hüzün dolu gözlerle birbirlerine baktılar.