Kitabı oku: «Savaş ve Barış II. Cilt», sayfa 9
II
Oğlu evden ayrıldıktan sonra, ertesi gün, Prens Nikolay Andreyiç; Prenses Mariya’yı yanına çağırdı.
“Memnun musun şimdi?” dedi. “Oğlumla aramı bozdun işte, bundan başka şey de istemiyordun zaten. Oldu mu?.. Benim için, ihtiyar ve güçsüz bir insan için ne acı şey! Demek, gönlün buna razı oldu. Artık sevin, sevin!”
Bundan sonra bir hafta boyunca babasını görmedi Prenses Mari-ya. İhtiyar Prens hastaydı ve çalışma odasından çıkmıyordu.
Babasının, bu hastalığı sırasında Matmazel Bourienne’i de yanına kabul etmediğini ve kendisine yalnızca Tihon’un bakmasına izin verdiğini şaşırarak fark etmişti Prenses Mariya.
Prens bir hafta sonra odasından çıktı, eski hayatına başladı yeniden; özel bir çaba harcayarak yapı ve bahçe işleriyle uğraşıyordu. Matmazel Bourienne’le arasındaki bütün eski ilişkileri de kesmişti. Mariya’ya karşı takındığı soğuk tavırla, “Görüyor musun işte; günahıma girdin, Fransız kızıyla ilişkim konusunda Prens Andrey’e yanlış bilgi verdin, oğlumla aramı bozdun; bana sen de gerekli değilsin, bu Fransız kızı da!” demek istiyor gibiydi.
Prenses Mariya; günün yarısını Nikoluşka ile geçiriyor, derslerini kontrol ediyor, Rusça öğretiyor ve müzik dersi veriyordu ona. Arada Desalles’le konuşuyor; günün geri kalan bölümünü de yaşlı dadıyla, kitaplarla ve kimi zaman arka kapıdan ziyaretine gelen din adamlarıyla geçiriyordu.
Prenses Mariya da savaş konusunda bütün öteki kadınlardan farklı düşünmüyordu. Cephede bulunan kardeşi için korkuyor ve hiçbir anlam veremediği insanların birbirlerini öldürmeye varan gaddarlıklarından dehşete düşüyordu. Ama kendisine daha eski savaşlardan farksız görünen bu savaşın önemi hakkında hiçbir fikri yoktu. Savaşın gelişmeleri ile yakından ilgilenen ve bu konudaki düşüncelerini kendisine açan Desalles; din adamlarının, Deccal’in gelişine ilişkin halk arasında yaygınlaşan söylentileri dehşet duyarak açıklamalarına ve artık Prenses Drubetskaya olan ve kendisiyle yeniden yazışmaya başlayan Jüli’nin Moskova’dan yurtseverlik dolu mektuplar göndermesine rağmen böyle bir fikir edinemiyordu.
Bir mektubunda şöyle diyordu Jüli:
Sevgili Dostum,
Size Rusça yazıyorum. Çünkü Fransız olan her şeyden nefret ettiğim gibi dillerinden de nefret ediyorum. Moskova’da hepimiz, İmparator’umuzun getirdiği coşkuyla doluyuz.
Zavallı kocam, Musevi lokantalarında eziyet ve açlık çekiyor. Ama ondan aldığım haberler, daha da yüreklendiriyor beni.
İki oğlunu kucaklayarak “Onlarla öleceğim ama yılmayacağız biz!” diyen Rayevski’nin kahramanlığını duymuşsunuzdur şüphesiz. Gerçekten de bizden iki kat fazla düşman karşısında sarsılmadık. Vaktimizi her zamanki gibi geçiriyoruz ama savaşta olması gerektiği gibi. Alina ve Sophie bütün gün benimle birlikte. Biz, yaşayan kocaların bahtsız dulları, sargı bezleri hazırlarken tadına doyum olmaz konuşmalar yapıyoruz. Bir de siz burada olsanız…
Prens Mariya’nın bu savaşın önemini kavrayamamasının başlıca nedeni, İhtiyar Prens’in savaştan söz etmemesi ve savaştan söz açtığı zaman Desalles’le sofrada alay etmesiydi. Prens o kadar kendinden emin ve sakindi ki Prenses Mariya hiçbir şey düşünmeden inanıyordu ona.
Temmuz ayı içinde durup dinlenmeden çalıştı İhtiyar Prens, yeni bir bahçe düzenledi ve hizmetçiler için yeni bir bina yaptırttı. Prenses Mariya; babasının az uyumasından, çalışma odasında her gün uyuma âdetinden vazgeçmesinden ve yattığı yeri her gün değiştirmesinden kaygılanıyordu sadece. Kimi zaman portatif karyolasını holde kurdurtuyor, kimi zaman misafir odasında divanın üzerinde ya da Voltaire koltuğunda elbiselerini değiştirmeden uyukluyor ve bu sırada Matmazel Bourienne’in yerini alan Petruşa ona kitap okuyor, kimi zaman da geceyi yemek salonunda geçiriyordu.
Ağustosun ilk günü, Prens Andrey’in ikinci mektubu da geldi. Ayrılışından az sonra yazdığı ilk mektubunda, babasına söylediklerinden ötürü bağışlanmasını rica etmiş; kendisine yine sevgiyle davranılmasını dilemişti ondan. İhtiyar prens, bu mektuba, sevgi dolu bir cevap yazdı ve bundan sonra Fransız kızını yanından uzaklaştırdı. Prens Andrey’in Vitebsk yakınlarında, Fransızların kenti işgalinden sonra yazdığı ikinci mektup ise bir planı; savaşın gelişmesine ilişkin kısa açıklamaları ve daha sonraki gelişmeler hakkındaki düşüncelerini kapsıyordu. Savaş alanına yakın ve düşmanın yolunun üzerinde bulunmalarının bir tehlike olduğunu belirten Prens, Moskova’ya gitmelerini tavsiye ediyordu.
O gün yemekte, Desalles’in, Fransızların Viteosk’a o girdikleri konusunda söylentiler olduğunu söylemesi üzerine İhtiyar Prens; oğlunun mektubunu hatırladı ve Prenses Mariya’ya “Prens Andrey’den bugün mektup aldım…” dedi. “Okumadın mı?”
“Hayır, mon pere.”61 diye cevap verdi Prenses.
Geldiğini bile duymamış olduğu mektubu okuması imkânsızdı.
Prens içinde bulunulan savaştan söz ederken her zamanki alaycı gülümsemesiyle “Savaştan söz ediyor canım, hani şu savaştan.” dedi.
Desalles, “Çok ilginç olmalı…” dedi. “Prens işin içinde.”
Matmazel Bourienne de “Ah, ne kadar ilginç!” dedi.
İhtiyar Prens, Matmazel’e dönerek “Gidin getirin…” dedi. “Biliyorsunuz, küçük masanın üzerinde, tamponun altındadır.”
Matmazel Bourienne, sevinçle hopladı yerinden. Ama İhtiyar Prens kaşlarını çatarak bağırdı:
“Hayır, olmaz! Sen git Mihail İvaniç.”
Mihail İvaniç çalışma odasına gitti. Ama henüz çıkmıştı ki “Bir şey beceremez bunlar!” dedi Prens. “Her şeyi karmakarışık ederler.”
Kaygılı gözlerle, peçetesini atıp kendisi odaya yöneldi.
O çıkarken Mariya, Desalles, Matmazel Bourienne ve hatta Nikoluşka; hiçbir şey demeden bakışıp durdular. İhtiyar Prens, elinde mektup ve bir plan olduğu hâlde Mihail İvanoviç’le birlikte hızlı adımlarla geri döndü. Hepsini yanına koydu ve yemekte kimseye okutmadı.
Misafir salonuna geçilince mektubu Prenses Mariya’ya verdi. Yeni binalarının planını önüne serdi, gözlerini bunlara dikti ve Prenses Mariya’ya yüksek sesle okumasını söyledi. Mektubu okuyup bitiren Prenses Mariya, sorar gibi babasına baktı. Ama İhtiyar Prens plandan ayırmıyordu gözlerini, düşüncelerine dalmış gitmiş gibiydi.
“Bu konuda ne düşünüyorsunuz Prens?” diye sordu Desalles.
Prens, tatlı bir uykudan uyandırılmış da rahatsız edilmiş gibi ve gözlerini plandan ayırmaksızın “Ben mi ben mi?” dedi.
“Savaş alanının bize bu kadar yaklaşması çok mümkün görünüyor…”
“Ha, ha evet! Savaş alanı, doğru…” dedi İhtiyar Prens. “Her zaman söyledim ve yine söylüyorum, savaş alanı Polonya’dır ve düşman Niemen’den ileri geçemez.”
Düşman Dinyeper’de bulunduğu hâlde hâlâ Niemen’den söz eden Prens’e şaşkın şaşkın baktı Desalles. Niemen’in yerini unutan Prenses Mariya da babasının söylediklerinin doğruluğundan şüphelenmiyordu.
Kendisine daha dün olmuş gibi gelen 1807 Seferi’ni düşündüğü belli olan İhtiyar Prens, “Karlar eriyince hepsi Polonya bataklıklarında boğulurlar.” dedi. “Boğulduklarını görmezler tabii. Bennigsen’in Polonya’ya daha erken girmesi gerekirdi. O zaman durum kökten değişirdi…”
“Ama Prens…” diye çekingenlikle karşı çıktı Desalles. “Mektupta Vitebsk’ten söz ediliyor…”
Prens, hoşnutsuzluğu yüzünden belli olarak “Ha, mektupta mı? Evet, evet…” dedi. (Yüzünde derin bir üzüntü belirmiş ve bir süre susmuştu.) “Evet, Fransızların bilmem hangi ırmakta bozguna uğradıklarını yazıyor.”
Desalles, gözlerini yere indirdi.
“Prens bu konuda bir şey söylemiyor…” dedi kibarca.
“Yazmıyor mu? Ben mi uyduruyorum yani!”
Uzun bir süre sustular. İhtiyar Prens ansızın başını kaldırarak ve yapı planını göstererek “Evet, evet… Mihail İvaniç, söyle bakalım, bunda ne gibi değişiklikler yapmak istiyorsun?” dedi.
Mihail İvanoviç, plana yaklaştı; Prens onunla plan konusunda konuşmaya başladı ve sonra Prenses Mariya ile Desalles’e öfkeyle bakarak odasına geçti.
Prenses Mariya, Desalles’in babasına çevrilmiş bakışlarındaki sıkıntılı ve şaşkın anlamı fark etmişti. Susması da dikkatini çekmiş ve özellikle babasının, oğlundan gelen mektubu salon masasında unutmasına çok şaşmıştı. Ama bundan konuşmaktan, Desalles’e susmasının nedenini sormaktan korkuyordu. Bunları düşünmek bile korku veriyordu kalbine.
Prens’in gönderdiği Mihail İvaniç, Prens Andrey’in misafir odasında unutulan mektubunu almak için Prenses Mariya’nın yanına geldi. Prenses mektubu verdi. Pek yakışık almamasına rağmen babasının ne yaptığını Mihail İvaniç’e sordu.
“Çok meşgul…” dedi Mihail İvaniç saygılı ama alaycı bir gülümsemeyle.
Bu tebessüm, Prenses Mariya’nın sapsarı kesilmesine yetmişti. İvaniç konuşmaya devam etti:
“Yeni yapı üzerinde çok duruyorlar. Biraz okudular.” Sonra sesini alçalttı: “Şimdi de masanın başındalar, herhâlde vasiyetnameleriyle uğraşacaklar.”
Son zamanlarda, İhtiyar Prens’in en fazla sevdiği işlerden biri de ölümünden sonra bırakacağı ve “vasiyetnamem” dediği belgelerin hazırlanmasıydı.
“Alpatiç, Smolensk’e gönderiliyor mu?” diye sordu Prenses Mariya.
“Evet, efendim! Prens’in emirleri için çoktandır bekliyor.”
III
Mihail, mektubu alıp geri döndüğünde Prens gözlüklerini takmış; abajur mumların altında, kapağı açık yazı masasının başında gösterişli bir havayla oturmuş; biraz uzağında tuttuğu ve ölümünden sonra İmparator’a verilecek olan kâğıtlarını (Bunlara “değinmeler” diyordu.) okuyordu.
Mihail İvaniç içeri girdiği zaman, bunları yazdığı zamanları hatırlamanın etkisiyle gözleri dolmuştu. Getirilen mektubu aldı, cebine koydu. Kâğıtlarını yerleştirdi ve çoktandır bekleyen Alpatiç’i çağırttı.
Smolensk’te alacağı şeyler, Prens’in elindeki küçük bir kâğıtta yazılıydı. Prens, kapının yanında bekleyen Alpatiç’in önünde gezinerek emirler vermeye başladı:
“Önce mektup kâğıdı, anladın mı? Sekiz deste, işte şu örneğe uygun olacak, mutlaka, kenarları yaldızlı… Mihail İvaniç’in listesine göre de vernik ve mühür mumu alınacak…” Odada gezinip unutmaması için aldığı notlara baktı. “Sonra da mektubumu Vali’ye kendi elinle vereceksin.”
Yeni yapı için Kont’un düşündüğü çeşitten sürgüler mutlak alınmalıydı. Sonra, vasiyetnamenin konacağı ciltli dosyayı da ısmarlamak gerekiyordu.
Alpatiç’e emir vermesi iki saat kadar sürdü. Prens hâlâ bırakmıyordu adamcağızı. Oturdu, düşünceye daldı, gözleri kapandı, uyukladı. Alpatiç hafifçe kımıldadı olduğu yerde.
“Hadi, git git! Bir şey olursa çağırtırım seni…” dedi Prens.
Alpatiç çıktıktan sonra Prens yeniden yazıhanesine, yazı masasına şöyle bir göz attı; elini kâğıtların üzerinde gezdirdi ve kapağı kapattı. Vali’ye mektup yazmak için masanın başına geçti.
Mektubu hazır edip ayağa kalktığı zaman, vakit hayli geç olmuştu. Uyumak istiyordu ama en kötü düşüncelere yatakta daldığını ve uyuyamadığını biliyordu. Tihon’a seslendi, yatağı bu gece nereye sereceğini göstermek için onunla birlikte odaları dolaştı. Her köşeyi iyice gözden geçirerek dolaşıyordu.
Bir türlü yer beğenemiyordu, uyumaya alışık olduğu yazı odasındaki divan hepsinden kötüydü. Üzerinde yatarken korkunç şeyler düşünmüş olmalıydı, ürküyordu bu divandan. Yer beğenemiyordu; en iyisi, yine de dinlenme odasında piyanonun arkasındaki köşeydi; hiç uyumamıştı orada.
Tihon, sofracıbaşı ile birlikte yatağı getirdi ve yerleştirmeye başladılar.
Prens, “Öyle olmaz!” diye bağırdı. Ve karyolayı köşeden uzaklaştırdı ama sonra yeniden ileri dayattırdı. “Neyse bitti bu iş de. Şimdi dinlenebilirim…” dedi.
Ardından elbiselerini çıkarması için Tihon’a emir verdi.
Kaftanını ve pantolonunu çıkarmak için çaba harcayarak yüzünü buruşturuyor, gözlerini kırpıştırıyordu. Sonra bütün ağırlığıyla çöktü karyolaya; sararmış, kupkuru bacaklarına bakarak küçümsercesine düşüncelere dalmıştı sanki. Ama aslında düşünmüyordu, bacaklarını kaldırıp yatağa yerleştirmesi için harcaması gereken çaba karşısında duraklamıştı. Of, ne güç iş! Of, şu acı çabuk dinse de beni bıraksanız! diye düşündü. Dudaklarını kısıp yirmi bininci defa aynı çabayı gösterdi ve yattı. Ama altındaki yatak, düzgün hareketlerle ve sanki soluyormuş gibi kıpırdanarak sallanmaya başladı. Hemen her gece böyle olurdu. Kapamış olduğu gözlerini açtı yeniden.
“Rahatlık yok ki! Tanrı’nın cezaları!” diye öfkeyle birilerine homurdandı. “Evet, önemli bir şey daha vardı; gece yatakta düşünürüm diye bırakmıştım. Sürgüler miydi? Hayır, söyledim bunu. Salonda bir şey olmuştu galiba. Prenses Mariya bir şey saçmalamıştı. Desal-les denen budala bir şey söylüyordu. Cebimde bir şey vardı, hatırlayamıyorum.”
Tihon’a seslendi:
“Tişka, yemekte ne konuşulmuştu?”
“Prens Mihail’den…”
“Sus bakayım!” diyerek elini masaya vurdu Prens. “Evet biliyorum, Prens Andrey’in mektubu. Prenses Mariya okudu onu. Desal-les de Vitebsk konusunda bir şey söyledi. Şimdi okurum mektubu.”
Mektubu getirtti, üstünde limonatası ve burmalı bir mum duran masanın yaklaştırılmasını emretti; gözlüğünü takıp okumaya başladı. Orada, yeşil abajurdan sızan hafif ışıkta, gecenin sessizliğinde mektubu okuyunca önemini birden kavradı:
“Fransızlar Vitebsk’te. Dört günlük yürüyüşle Smolensk’e varabilirler. Belki de varmışlardır bile.”
“Tişka!”
Tihon yerinden sıçradı.
“Hayır, istemez, istemez!” diye bağırdı Prens.
Mektubu şamdanın altına koyup gözlerini yumdu. Tuna Irmağı, aydınlık bir öğle vakti, kamışlar, Rus ordugâhı ve yüzünde tek kırışık olmayan, gözü pek, neşeli, genç bir general, yani kendisi, Potemkin’in sırmalı çadırına girerken gözünün önüne geldi ve bu gözdeye karşı duyduğu haset aynı güçle canlandı yüreğinde. Potemkin’le ilk karşılaşmasında söylenen bütün sözleri hatırladı. Sarı ve tombul yüzlü, kısa boylu ana kraliçe, kendisini iltifat ederek ilk defa kabul edişi, sonra katafalktaki yüzü ve elini ilk olarak öpme hakkı konusunda Zubof’la çıkan tartışma geldi gözünün önüne.
Ah! Hemen, çabucak o zamana dönebilsem! Şimdiki zaman çabucak sona erse ve beni rahat bıraksalar! dedi içinden.

IV
Prens Nikolay Andrey Bolkonski’nin malikânesi Lisi Gori, Smolensk’in altmış verst kadar arkasında ve Moskova yolunun üç verst uzağındaydı.
Prens’in, Alpatiç’e emirler verdiği gece Desalles; Prenses Mariya ile görüşmek istemiş ve İhtiyar Prens’in sağlığının yerinde olmadığı ve güvenlik konusunda hiçbir önlem almadığı için ve üstelik Prens Andrey’in mektubundan, Lisi Gori’de kalmanın tehlikeli olduğunun açıkça anlaşılmasından ötürü, Prenses Mariya’nın kendisinin Smolensk Valisi’ne bir mektup yazıp Alpatiç ile göndermesini ve durum konusunda kendisine bilgi verip burada kalmanın ne ölçüde tehlikeli olduğunu bildirmesini istemesini rica etmişti. Prenses Mariya, kendi ağzından Desalles’in yazdığı mektubu imzaladı ve hemen valiye götürmesini, tehlike söz konusu ise hemen geri dönmesini Alpatiç’e emretti.
Bütün emirleri aldıktan sonra Alpatiç, kendisini uğurlayan ev halkıyla birlikte, başında beyaz tüylü şapkası -Prens’in armağanıydı bu- ve elinde Prens’inkine benzeyen bir baston olduğu hâlde, besili üç kır atın koşulu olduğu arabaya binmek üzere dışarı çıktı.
Büyük çıngırak bağlıydı, küçüklerinin içine de kâğıt doldurmuşlardı. Prens, Lisi Gori’de kimsenin çıngırak kullanmasına izin vermiyordu. Ama Alpatiç, uzun yolculuklarda büyük ve küçük çıngırakları kullanmayı severdi. Alpatiç’i bütün takımı, ayak işlerine bakan çocuk, muhasebeci, efendilerin ve hizmetçilerin aşçıları olan kadınlar, iki ihtiyar kadın, seyis, arabacı ve ötekiler uğurlamaya çıkmışlardı.
Kızı; Alpatiç’in arkasına, basma kaplı kuş tüyü yastıklar, minderler yerleştirdi. Yaşlı baldızı, gizlice içi dolu bir çıkın yerleştirdi arabaya. Arabacı da binmesine yardım etti.
“Ah, kadınların şu işgüzarlığı! Ah, şu kadınlar, kadınlar!” dedi Alpatiç tıpkı Yaşlı Prens gibi konuşarak.
Sonra tarlalarda yapılması gereken işler hakkında talimat verdi ve Prens’i taklit etmeyi bir yana bırakarak dazlak kafasından şapkasını kaldırıp üç kere haç çıkardı.
Savaşa ve düşmana ilişkin söylentilere dolaylı olarak değinen karısı “Eğer bir şeyler olursa… N’olur geri dönün Yakof Alpatiç, bize acıyın!” diye bağırdı.
“Ah şu kadınlar, şu kadınlar! Kadınların şu işgüzarlığı!” dedi yine Alpatiç kendi kendine. Yer yer sararmış çavdar, henüz yeşil sık yulaflara ve çimenlerle kaplı ve bazı yerleri de kapkara olan tarlalara bakınarak yola koyuldu.
Bu yeni yaz gününü seyrederek, yer yer biçilmiş çavdar tarlalarının oluşturduğu çizgilere bakarak, tohum ve hasat konusunda hesaplar yaparak ve Prens’in unutulmuş bir emri olup olmadığını düşünerek ilerliyordu Alpatiç.
Yolda hayvanları yemlemek için iki kere durduktan sonra, 4 Ağustos akşamı kente vardı.
Yolda ağırlıklara ve askerî birliklere rastlamış, onları geçmişti. Smolensk’e yaklaşırken top sesleri duydu ama buna hiç şaşırmadı. En fazla ilgisini çeken şey, askerlerin yem için biçtikleri besbelli olan ve üzerinde ordugâh kurulmuş bulunan çok güzel bir yulaf tarlasıydı. Bu, çok etkilemişti Alpatiç’i ama kendi işlerini düşünerek çok geçmeden bunu da unuttu.
Otuz yıldır Alpatiç’in hayatla bütün ilgisi, yalnızca Prens’in istekleriyle sınırlanmıştı. Bu çemberin içinden hiçbir zaman çıkamamıştı o. Prens’in emirlerini uygulamaya ilişkin olmayan herhangi bir şey, ilgilendirmezdi Alpatiç’i ve onun için var bile olamazdı.
Alpatiç, 4 Ağustos akşamı Smolensk’e gelince Dinyeper’in öte yakasındaki Gaça varoşunda bir hanın önünde; otuz yıldır gelip gittiği Ferapontof’un Hanı’nın kapısında durdu. Ferapontof, Alpatiç’in olumlu sonuç veren aracılığıyla on iki yıl önce Prens’ten bir koru satın almış ve ticaret yapmaya başlamıştı. İl merkezinde bir evi, bir hanı, bir de uncu dükkânı vardı şimdi. Kalın dudaklı, iri burunlu, çatık siyah kaşlarının üzerinde yumrular göze çarpan, kırk yaşlarında, iri yarı ve koca göbekli bir mujikti Ferapontof.
Sırtında yelek ve basma bir gömlekle, sokağa bakan dükkânının önünde duruyordu. Alpatiç’i görünce hemen yaklaştı.
“Hoş geldin Yakof Alpatiç!” dedi. “Millet kentten çıkıyor, sen kente geliyorsun!”
“Ne? Kentten mi çıkıyor?” dedi Alpatiç.
“Tabii! Şu bizim millet aptaldır derim her zaman, korkarlar Fransızlardan!”
“Kadın uydurması bunlar, kadın lafı!” dedi Alpatiç.
“Tam üstüne bastın! Onları kentte bırakmamak gerektiği konusunda emir olduğuna göre, bu böyledir. Ama köylüler araba başına üç ruble istiyorlar, kimsede insaf kalmamış doğrusu.”
Yakof Alpatiç, yarım yamalak dinliyordu söylediklerini. Semaverin hazırlanmasını ve hayvanlar için kuru ot istedi. Çayını içtikten sonra da yattı.
Bütün gece boyunca hanın önünden askerî birlikler geçti. Alpatiç ertesi sabah, yalnızca kentte kullandığı elbisesini giyerek işlerini yapmak üzere dışarı çıktı.
Aydınlık bir sabahtı, saat sekiz olduğu hâlde hava iyice sıcaktı. Hasat için eşsiz bir gün! diye düşündü Alpatiç. Sabahın erken saatlerinden beri, kentin uzak yerlerinden silah sesleri duyuluyordu.
Saat sekizden sonra silah seslerinin yanı sıra top sesleri de duyulmaya başladı. Sokaklarda, aceleyle bir yerlere giden insanlar ve askerler görülüyordu. Ama arabacılar arabalarıyla dolaşıyor, esnaf dükkânlarının önünde duruyor, kiliselerde ayin yapılıyordu her zamanki gibi. Alpatiç; dükkânlara, resmî dairelere, postaneye, Vali’ye gitti. Buralarda herkes ordudan ve artık kente saldırmaya başlayan düşmandan söz ediyor ve birbirini yatıştırmaya çalışıyordu.
Vilayet konağının önünde toplanmış kalabalık, kazaklar ve Vali’nin uzun yol arabası, Alpatiç’in dikkatini çekti. Merdivenlerde iki soyluya rastladı. Bunlardan birini, eski polis komiserini tanıyordu. Komiser heyecanla konuşuyordu:
“Yalnız olan için sorun yok! Tek başın derdi mi olur? Ama on üç kişilik bir aileyi düşün! Mal mülk de var… Her şeyi berbat ettiler. Ne biçim hükûmet bu… Ah, bu haydutları asardım ben…”
Öteki, “Yeter canım!” dedi.
“Ne olur yani, isterlerse duysunlar! Köpek gibi mi yaşayacağız!”
Çevresine bakınırken Alpatiç’i gördü.
“Aaa! Yakof Alpatiç, burada işin ne?”
Alpatiç, Prens’i andığı zaman daima yaptığı gibi başını gururla dimdik tutup elini göğsüne koydu.
“Ekselanslarının emriyle Vali hazretlerine geldim…” diye cevapladı. “Durum konusunda bilgi edinmemi buyurdular.”
“Edin öyleyse… İşi o kadar berbat ettiler ki ne araba var ne bir şey! Duyuyorsun değil mi?” dedi silah seslerinin geldiği tarafı işaret ederek.
“İşi berbat ettiler, berbat! Mahvolduk! Haydutlar!”
Alpatiç başını sallayıp merdivenleri çıktı. Kabul salonunda birbirine sessizce bakan tacirler, kadınlar, memurlar gördü. Vali’nin odasının kapısı açıldı, hepsi kalkıp o yana yöneldiler. Kapıda bir kâtip göründü, bir tacirle konuştu, boynu istavrozlu bir başka memura seslendi ve kendisine çevrilen bakışlardan, yöneltilen sorulardan kurtulmak için hemen içeri girdi. Alpatiç ileri yürüdü, kâtip ikinci defa kapıda görününce elini redingotunun yakasının içine sokarak iki mektup uzattı.
“Prens Bolkonski’den, Sayın Baron Aş’a…” dedi kurumlu bir şekilde.
Öyle kurumlu bir şekilde söylemişti ki bunu, kâtip hemen dönüp mektupları aldı. Birkaç dakika sonra Vali’nin huzurundaydı. Vali aceleyle şöyle diyordu:
“Prens’e ve Prenses’e hiçbir şey bilmediğimi söyle. Ben, aldığım yüksek emirlere göre davranıyorum. Al, işte!” Alpatiç’e bir kâğıt uzattı. “Ama Prens rahatsız olduğuna göre, Moskova’ya gitmelerini salık veririm onlara… Ben de gidiyorum şimdi, bilgilerine sun bunları…”
Vali sözünü bitirmeden toza toprağa bulanmış, ter içinde bir subay koşarak geldi. Fransızca bir şeyler söylemeye başladı, Vali’nin yüzü allak bullak olmuştu.
Alpatiç’e başıyla işaret etti ve “Git!” dedi.
Sonra subaya bir şeyler sormaya başladı. Vali’nin odasından çıkan Alpatiç’in üzerine, korku ve çaresizlik dolu bakışlar çevrilmişti. Gittikçe şiddetlenen ve yaklaşan silah seslerine elinde olmadan kulak kabartan Alpatiç, hızlı adımlarla hana yöneldi.
Vali’nin Alpatiç’e verdiği kâğıtta şunlar yazılıydı:
Smolensk kentinin hiçbir tehlike karşısında olmadığını ve tehlike ihtimalinin de bulunmadığını belirtmek isterim. Bir taraftan ben, öte yandan Prens Bagration, ayın yirmi ikisinde Smolensk önünde gerçekleşecek birleşme için hareket hâlindeyiz. İki ordunun birleşik kuvvetleri, yurdu düşmanlardan temizleyinceye ya da son neferini kahramanca feda edene kadar, size emanet edilen kenti savunacaklardır. Smolensk halkını yatıştırmak için elinizde haklı nedenler var. Böyle iki kahraman ordunun koruduğu kimseler bundan emin olabilirler.
(Barclay de Tolly’nin, Smolensk Sivil Valisi Aş’a günlük emri, yıl 1812.)
Halk, sokaklarda kaygı içinde dolaşıyordu.
Sandalyelerle, kap kacakla, küçük dolaplarla ağzına kadar yüklü arabalar evlerin avlu kapılarından çıkıp yola koyuluyorlardı. Ferapontof’nun komşularının evi önünde arabalar duruyor, kadınlar ağlaşarak birbirlerinden ayrılıyordu. Koşulu hayvanların önünde dört dönen bir ev köpeği havlayıp duruyordu.
Alpatiç, her zamankinden çok daha hızlı yürüyerek avluya girdi; dosdoğru atlarının, arabasının bulunduğu odunluğa yöneldi. Uyuyan arabacıyı uyandırdı, atları arabaya koşmasını emrederek eve girdi. Ev sahibinin odasından çocuk ağlamaları, iç parçalayıcı kadın hıçkırıkları, Ferapontof’un boğuk ve öfkeli sesi geliyordu. Alpatiç içeri girdiğinde aşçı kadın, ürken bir tavuk gibi çırpınıyordu:
“Bayılttı bizim hanımı, bayılttı! Öyle dövdü, yerlerde öyle sürükledi ki!”
“Ne diye dövdü?”
“Hanım gitmek istedi. ‘Götür beni, çoluk çocuğu perişan etme!’ dedi. ‘Bütün halk çekip gitti, biz niye duruyoruz.’ dedi. Öyle dövdü, yerlerde öyle sürükledi ki!”
Alpatiç, bu sözleri doğru buluyormuş gibi başını salladı. Başka bir şey sormadan satın aldığı şeylerin bulunduğu yere, ev sahibinin odasının kapısında bulunan odaya yöneldi.
Bu sırada başında parçalanmış bir başörtüsü, kollarında bir çocukla, sarı benizli, kupkuru bir kadın kapıdan fırladı ve avluya kaçarken bağırdı:
“Alçak, rezil!”
Arkasından Ferapontof çıktı, Alpatiç’i görür görmez yeleğine ve saçlarına çekidüzen verdi, esnedi ve onun ardından odaya girdi.
“Gidiyor musun yoksa?” dedi.
Alpatiç, cevap vermeden ve ev sahibine bakmadan eşyalarını toplamaya koyuldu ve borcunun ne kadar olduğunu sordu.
“Hesap ederiz canım. Eee, Vali’nin yanında neler oldu?” diye sordu Ferapontof. “Neye karar verildi?”
Vali’nin kesin bir şey açıklamadığını söyledi Alpatiç.
“Olacak iş mi bu?” dedi Ferapontof. “Dorogobuj’a kadar her yük arabası için yedi ruble vermek gerekiyor. Dedim ya, insanlarda insaf kalmamış.”
Bir an durakladıktan sonra, “Perşembe günü işi yolundaydı Silvanof’un, çuvalı dokuz rubleden un sattı orduya…” diye ekledi. “Çay içecek misiniz?”
Atlar koşulurken ikisi birlikte çayı içtiler. Zahire fiyatları, hasat için elverişli ve bereketli havalar konusunda konuştular.
Üç bardak çayı içmiş olan Ferapontof, “Sesler kesildi. Bizimkiler ağır basmış olmalı…” dedi. “Kente giremezler, denmişti; yeterince kuvvetimiz var demek… Geçenlerde anlattılar: Matvey İvaniç Platof, hepsini Marin Irmağı’na dökmüş; bir günde on sekiz bin kadarını boğmuş.”
Alpatiç, satın aldığı şeyleri topladıktan sonra arabacıya verdi ve ev sahibiyle hesabını gördü. Yola koyulan kibitkaların tekerleklerinin gürültüleri, çıngırak ve nal sesleri duyuluyordu avlu kapısından.
Vakit öğleyi hayli geçmişti, sokağın bir yarısı gölgeydi, öteki yarısı da parlak güneş ışığı içindeydi. Pencereden baktıktan sonra kapıya doğru yürüdü Alpatiç. Ansızın bir ıslık ve çarpan bir cismin sesi duyuldu uzaktan. Ardından pencereleri zangırdatan top sesleri geldi.
Alpatiç sokağa çıkınca iki adamın köprüye doğru koştuğunu gördü. Islıklar, kente düşen güllelerin uğultusu, humbaraların patlaması duyuluyordu dört bir yandan. Ama bunlar pek açıkça duyulmuyor ve kenttekiler, ötelerden gelen top seslerinin yanında bu gürültüleri pek fark etmiyorlardı. Napolyon’un yüz otuz topla saat beşte başlamasını emrettiği bombardımandı bu. Halk, bombardımanın anlamını başlangıçta kavrayamamıştı.
Düşen güllelerin ve patlayan humbaraların sesleri, merak uyandırmıştı önceleri. Odunluğun önünde yüksek sesle ağlayıp duran Ferapontof’un karısı, kollarında çocuğu olduğu hâlde avlu kapısına çıktı; bir şey söylemeden halka baktı ve sesleri dinledi.
Aşçı kadın ve bir dükkâncı da kapıya çıktılar. Hep birlikte, neşeli bir merak içinde başlarının üstünden geçen gülleleri görmeye çalışıyorlardı. Sokağın köşesinde, heyecanla konuşan birkaç kişi belirmişti.
“Amma da kuvvetliymiş ha!” dedi biri. “Damı da tavanı da tuzla buz etti.”
“Toprağı da domuz gibi eşeledi…” dedi bir başkası. “İnsanı yüreklendirir bu doğrusu…” diye de ekledi gülerek.
“İyi ki yana fırladın, yoksa dümdüz edecekti seni!”
Ötekiler de bu adamların yanına gittiler. Adamlar bir güllenin, hemen yanı başlarındaki eve nasıl düştüğünü anlatıyorlardı. Bu sırada; başka mermiler, hızlı ve hazin ıslıklarla gülleler, tatlı bir vızıltıyla humbaralar, halkın tepesinde uçuşup durmaktaydı. Ama mermilerin hiçbiri yakına düşmüyor, geçip gidiyordu. Alpatiç, kibitkasına bindi. Ev sahibi kapıdaydı. Anlatılanları merak ettiği için çıplak dirseklerini oynata oynata kırmızı etekliğiyle köşebaşına yönelen aşçı kadına bağırdı:
“Ağzı açık ayran budalası gibi ne yapıyorsun orada?”
“Ay, ne tuhaf şey!” diye mırıldandı aşçı kadın.
Ama ev sahibinin sesini duyunca kıvırdığı etekliğini düzelterek geri döndü.
Bir ıslık daha duyuldu. Ama bu seferki çok yakındı. Bir gülle yukarıdan aşağı kuş gibi süzüldü, sokağın ortasında parladı, bir patlama sesi duyuldu ve etrafı duman kapladı.
Ev sahibi, aşçı kadına doğru koşup haykırdı:
“Rezil! Ne yapıyorsun orada?”
O anda çığlıklar kapladı ortalığı, bir çocuk korkuyla ağlamaya başladı; kalabalık, sapsarı yüzleriyle aşçı kadının çevresinde toplanmıştı.
Aşçı kadının iniltileri ve haykırışları bütün gürültüleri bastırıyordu:
“Ah kardeşlerim, canım kardeşlerim, ölüme bırakmayın beni! N’olur, canım kardeşlerim!”
Biraz sonra, sokakta kimse kalmamıştı. Şarapnel parçasıyla kalça kemiği kırılan aşçı kadını mutfağa taşıdılar. Alpatiç, arabacısı, Ferapontof’un karısı, çocukları ve kapıcı; bodrumda oturmuş, çevreyi dinliyorlardı. Topların uğultuları, mermilerin ıslık sesleri ve aşçı kadının hepsini bastıran iniltileri bitmek bilmiyordu. Hancının karısı, bir yandan çocuğunu sallayarak avutuyor; öte yandan bodruma giren herkese, sokakta kalan kocasının nerede olduğunu acıma hissi uyandıran bir şekilde fısıldayarak soruyordu. Bodruma gelen dükkâncı, kocasının kalabalıkla birlikte mucizeli Smolenski ikonasının kaldırıldığı katedrale gittiğini söyledi ona.
Ortalığın kararmasıyla birlikte top sesleri de kesildi. Alpatiç kapıya çıktı ve eşikte durdu. Saydam gökyüzü dumanlarla kararmıştı. Yükseklerdeki yeni ay hilali, dumanların arasında garip bir şekilde parlıyordu. Top uğultularından sonra her yandan işitilen ayak sesleri, iniltiler, uzaklardan duyulan çığlıklar ve yangın çatırtılarının bozduğu bir sessizlik yayılmıştı kentin üzerine. Aşçı kadın inlemiyordu artık. Şurada burada, duman sütunları göğe yükseliyor ve dağılıyordu. Sırtlarında çeşitli üniformalar bulunan askerler, düzenli bir şekilde değil; bozulan bir yuvadan çıkan karıncalar gibi sağa sola gidiyor, koşuşup duruyorlardı. Bunlardan birkaçının Ferapontof’un avlusuna kaçtığını gördü Alpatiç ve dışarı çıktı. Bir alay itişerek geri geri gidiyor, yolu tıkıyordu.
Alpatiç’i fark eden bir subay “Kent teslim ediliyor, kaçın buradan, kaçın!” dedi.
Ve askerlere dönerek haykırdı:
“Evlere kaçmak neymiş, gösteririm ben size!”
Eve dönen Alpatiç, yola çıkması için arabacıya seslendi. Alpatiç’in ve arabacının ardından, evdekilerin hepsi sokağa döküldü. Dumanları ve alaca karanlıkla birlikte iyice fark edilmeye başlanan yangın alevlerini gören kadınlar, birden haykırıp bağırmaya başladılar. Sokağın öteki ucundan, onların yankısı gibi başka haykırışlar duyuldu. Alpatiç, çatı saçağı altında birbirine karışmış dizginleri ve koşumları düzeltmek için titreyen ellerle arabacıya yardım ediyordu.
Kapıdan dışarı çıkarken Ferapontof’un açık dükkânında, on kadar askerin, yüksek sesle konuşarak torbalarını ve çantalarını buğday unu ve ayçiçeğiyle tıka basa doldurduklarını gördü. Sokaktan dönen Ferapontof da o sırada dükkâna girdi. Askerlere bağırmak istedi önce ama birden olduğu yerde kaldı ve parmaklarını saçlarına geçirerek hıçkırıklarla ve yüksek sesle gülmeye başladı.
“Alın çocuklar, hepsini götürün. Şu iblislere hiçbir şey bırakmayın!” diye haykırdı ve çuvalları yakalayıp sokağa fırlatmaya başladı.
Askerlerin bazıları korkup kaçtılar ama bazıları torbalarını ve çantalarını doldurmaya devam ettiler. Ferapontof, Alpatiç’i görmüştü.
“Rusya bitti artık!” diye bağırdı. “Alpatiç, bitti artık! Hepsini kendi elimle yakacağım, bitti artık!”
Ardından koşarak eve girdi.
Yığınlarca asker, sokağa üşüşmüştü. Geçemeyen Alpatiç beklemek zorunda kaldı. Ferapontof’un karısı da yanında çocukları, bir araba içinde hemen oradan uzaklaşmak için fırsat kolluyordu.