Kitabı oku: «Savaş ve Barış II. Cilt», sayfa 7
XIX
Rostoflardan dönerken kuyruklu yıldızı seyrettiği ve Nataşa’nın minnet dolu bakışını hatırlayarak önünde sanki yeni bir ufkun açıldığını hissettiği günden beri, yakasını hiç bırakmayan mesele; -dünyevi şeylerin boşluğu ve anlamsızlığı sorunu- Piyer’e azap vermez olmuştu artık. Önceleri her işinde kafasını meşgul eden, “Niçin? Neden?” sorusunun yerine bir başka soru geçmemişti, sorusuna bir cevap bulmuş da değildi; yerini onun çağrışımı almıştı yalnızca. Bayağılıklarını duyduğu ya da kendisine bu tür şeyler anlatıldığı insanoğlunun adiliği ya da budalalığı konusunda bir şeyler okuduğu ya da duyduğu zaman eskisi gibi dehşete düşmüyordu; her şey bu kadar kısa ömürlü ve belirsizken, insanların niçin böyle uğraşıp durduklarını sormuyordu artık. Onu, son gördüğü hâliyle hatırlıyordu ve bütün şüpheler silinip gidiyordu içinden. Aklından çıkmayan sorudan kurtulmuş olduğu için değil ama onun hayalî varlığını, hiçbir şeyin doğru ya da yanlış olmadığı bir başka ve parlak manevi etkinlik dünyasına alıp götürdüğü; yaşanmaya değer bir güzellik ve sevgi âlemine ulaştırdığı için silinip gidiyordu bütün şüpheler. Ne gibi bir iğrençlikle karşılaşırsa karşılaşsın şöyle diyordu:
“Filanca kişi devleti ve Çar’ı soysun, devlet ve Çar da onu yüksek yerlere getirip ödüllendirsin isterse! Dün bana gülümsedi o ve gelip kendisini görmemi rica etti ve ben onu seviyorum; kimse de bunu bilmeyecek!”
Piyer; yine kibarlar âleminde görünüyor, çok içiyor, aynı avare ve dağınık hayatı yaşıyordu. Rostoflarda geçirdiği saatlerin dışındaki zamanı da geçirmesi gerekiyordu çünkü. Moskova’da edindiği ahbaplar, bu tür bir hayata kaçınılmaz olarak çekiyordu onu. Ama savaş alanından daha da kaygılandırıcı haberler geldiği, Nataşa’nın sağlığının düzeldiği ve artık ona karşı eskisi gibi şefkatli bir acıma duymadığı şu son zamanlarda gitgide büyüyen anlaşılmaz bir tedirginlik sardı Piyer’i. İçinde bulunduğu durumun uzun zaman süremeyeceğini, hayatını altüst edecek bir felaketin yaklaştığını hissediyor ve bunun belirtilerini her yerde sabırsızlıkla arıyordu. Farmason kardeşlerden biri, Yuhanna’nın Apokalips’inden çıkarılan ve Napolyon’a ilişkin olan bir kehaneti açıklamıştı.
Apokalips’in on üçüncü bölümünün on sekizinci ayetinde şöyle deniyordu:
Bilgelik burada. Anlayış sahibi kimse canavarın sayısını saysın: Bu bir insanın sayısıdır ve bu sayı altı yüz altmış altıdır.
Aynı bölümün beşinci ayetinde de şöyle denir: Ve onun iri lakırtılar, küfür dolu sözler söyleyen bir ağzı vardır ve ona bir saltanat verilmiştir ki kırk iki aylıktır.
Fransız alfabesi, ilk on harfin birimleri, ondan sonrakilerin onları temsil ettiği İbrani alfabesi gibi ele alınırsa harfler şu değerleri edinir:
A B C D E F G H K L M N O
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 20 30 40 50
P Q R S T U V W X Y Z
60 70 80 90 100 110 120 130 140 150 160
Bu sistem uyarınca “l’Empereur Napoleon”47 sözü rakamlara dökülünce elde edilen sayıların toplamı 666 etmektedir ve Napolyon’un, Apokalips’te haber verilen canavar olduğu meydana çıkmaktadır. Yine aynı işlem yapılınca canavarın egemenlik süresi olan quarante-deux-nün48 toplamı da 666 olmaktadır. Bundan da Napolyon’un iktidarının kırk iki yaşına geldiği 1812’de sona ereceği sonucu çıkarılmaktadır. Bu kehanet Piyer’i çok etkilemişti. Canavarın, yani Napolyon’un iktidarına neyin son vereceğini kendine sık sık soruyor ve harfleri sayıları çevirme yöntemiyle bu soruya bir cevap bulmaya çalışıyor “l’Empereur Alexandre, La nation Russe”49 yazıyor, bunların sayılarını topluyor ama sonuç 666’dan ya fazla ya da eksik çıkıyordu. Bu hesaplarla uğraşırken bir kere kendi adını da yazdı: “Comte Piyer Besuhoff.” Sayıların toplamı yine tutmadı. İmlayı değiştirerek “s” yerine “z” yazdı, bir “de” ve artık olarak “le” ekledi ama istediği sonucu yine de elde edemedi. Aranılan cevap kendi adında bulunuyorsa milliyetinin de mutlaka yazılması gerektiğini düşündü. Le Russe Besuhoff yazdı, rakamları topladı ama 671 çıktı. 5 sayı fazlaydı bu ve 5 “e” harfine, “l’Empereur Napoleon” deyimindeki “article”de bulunan ama düşmüş olan “e”ye tekabül ediyordu. “E” harfini aynı şekilde ama kurallara aykırı olarak düşürerek aradığı cevabı, toplamı 666 eden “l’Russe Besuhoff”ta buldu. Bu buluş heyecanlandırdı onu. Apokalips’te haber verilmiş olayla nasıl ve ne gibi bir ilişkiyle kendisi arasında bağ kurulmuş olduğunu bilmiyordu. Ama bu ilişkiden de hiç şüphe etmiyordu. Nataşa’ya duyduğu aşk, Deccal, Napolyon istilası, kuyruklu yıldız, 666, l’Empereur Napoleon ve l’Russe Besuhoff’un; evet, bütün bunların olgunlaşarak bir araya gelmesi, patlaması ve kendisini esiri gibi duyduğu sihirli ama bayağı Moskova kibarlar dünyasından çekip çıkarması, büyük bir sınanmaya, bir mutluluğa götürmesi gerekiyordu.
Ayinin yapıldığı pazardan bir gün önce Piyer, halka bildiriyi ve ordudan gelen son haberleri yakın dostu Kont Rastopçin’den alıp Rostoflara getirme konusunda söz vermişti. Sabah, Kont Rastopçin’e gittiğinde ordudan yeni gelmiş bir kuryeyle karşılaştı. Kurye, Piyer’in tanıdığı ve Moskova balolarında sık sık rastladığı birisiydi.
“N’olur bana yardım edin…” dedi kurye. “Çantam, yakınlarınızın mektuplarıyla dolu.”
Bu mektupların arasında Nikolay’ın babasına yazdığı da vardı. Piyer bunu aldı, Kont Rastopçin de İmparator’un Moskova halkına çağrısının -yeni basılmıştı- bir kopyasını, son günlük emirleri ve en son afişini verdi ona. Günlük emirleri gözden geçiren Piyer; bunların birinde ölülere, yaralılara ve ödüllendirilenlere ilişkin haberleri okurken Ostrovno Savaşı’nda gösterdiği fayda dolayısıyla dördüncü dereceden Georgiy nişanıyla ödüllendirilen Nikolay Rostof’un ve aynı günlük emirde Nişancı Alayı Komutanlığı’na atanan Andrey Bolkonski’nin adlarını gördü. Piyer, Bolkonski’yi Rostoflara hatırlatmak istemezdi ama oğullarının ödüllendirilmiş olduğunu onlara haber vermek isteğinin önüne geçemedi ve öğle yemeğinde kendisi götürmek üzere İmparator’un çağrısını, Rastopçin’in afişini ve öteki emirleri yanına alarak o emri ve mektubu Rostoflara gönderdi.
Kont Rastopçin’le yaptığı konuşma, Kont’un aceleci ve tedirgin hâli, ordudaki berbat durumundan kayıtsızca söz eden kurye ile karşılaşması, Moskova’da casusların yakalandığı ve Napolyon’un ağustostan önce her iki başkente de gireceğini açıklayan bir kâğıdın kentte elden ele dolaşması konusundaki söylentiler, ertesi gün İmparator’un beklenen gelişi; evet bütün bunlar, kuyruklu yıldızın ortaya çıkışından ve özellikle savaşın başlarından beri Piyer’in yakasını bırakmayan heyecanı ve bekleyiş duygusunu daha da güçlendirmişti.
Orduya katılma düşüncesi çoktandır kafasındaydı ve böyle yapacaktı ama önce evrensel barışı ve savaşın ortadan kaldırılmasını gerçekleştirmek isteyen Farmason Cemiyetine bağlıydı ve ayrıca üniforma giyen ve yurtseverlik gösterisi yapan çok sayıda Moskovalı bayları görünce aynı adımı atmaktan utanç duyuyordu. Orduya girmemesinde en fazla etkisi olan şey ise kendisinin yani l’Russe Besuhoff’un, canavarın esrarlı numarası olan 666’ya sahip olduğu ve iri laflar, küfür dolu sözler söyleyen canavarın iktidarını sona erdirmek konusunda kendine verilen görevin ta ezelden belirlendiği ve bundan ötürü herhangi bir girişimde bulunmanın kendisine düşmediği, olacak olanları beklemesi gerektiği yolundaki belli belirsiz düşüncesiydi.
XX
Rostoflarda, her zamanki gibi yakın dostlar, pazar yemeği için bir araya gelmişlerdi. Onları yalnız bulmak umuduyla önceden gelmişti Piyer.
Bir yıldır o kadar şişmanlamıştı ki eğer bu kadar uzun boylu, geniş omuzlu ve ağırlığını kolayca taşıyacak kadar sağlam yapılı olmasaydı, çok çirkin görünecekti şüphesiz.
Soluyarak ve bir şeyler mırıldanarak merdivenleri çıktı. Arabacısı, bekleyip beklememesi gerektiğini bile sormamıştı: Kont’un, Rostoflara gelince saat on ikiden önce dönmek istemeyeceğini bilirdi. Rostofların uşakları; Piyer’in bastonunu, pelerinini ve şapkasını almak için sevinçle yanına geldiler. Kulüpteki alışkanlığına uygun olarak, bastonunu da şapkasını da sofada bırakırdı Piyer.
Rostoflarda, ilk Nataşa’yı gördü. Daha pelerinini çıkarırken sofada sesini duymuştu onun, salonda solfej çalışıyordu. Piyer hastalığından bu yana onun şarkı söylemediğini biliyordu. Bundan ötürü sesini duyunca çok sevindi. Kapıyı hafifçe açtı ve Nataşa’yı, ayinde giydiği leylak rengi elbiseyle odada gezinip şarkı söylerken gördü. Kapıyı açtığında arkası dönüktü ama birden dönüp Piyer’in ablak ve şaşkın yüzünü görünce kızardı ve hızla ona yaklaştı.
“Yeniden şarkı söylemeye çabalıyordum…” dedi. “Ne de olsa bir uğraş işte…” diye de ekledi özür diler gibi.
“Çok haklısınız.”
“Gelmenize çok sevindim. Bugün öyle mutluyum ki…” dedi Piyer’in uzun zamandır görmediği canlı bir havayla. “Biliyorsunuz, Georgiy nişanını aldı Nicolas. Onunla iftihar ediyorum.”
“Elbette! Günlük emri ben gönderdim. Ama sizi rahatsız etmek istemem…” diyerek salona yürüdü.
“Kont! Şarkı söylemem fena mı?” dedi Nataşa kızararak.
Bakışlarını Piyer’in gözlerine dikmiş, cevap bekliyordu.
“Yoo… Niçin olsun? Ama bunu neden soruyorsunuz bana?”
“Bilmiyorum…” diye cevap verdi Nataşa hızla. “Ama hoşunuza gitmeyen bir şey yapmak istemem. Size mutlak bir inancım var. Benim için ne kadar değerli olduğunuzu, benim için neler yaptığınızı bilemezsiniz.”
Nataşa bu sözleri hızla söylüyordu ve Piyer’in yüzünün kızardığını fark edememişti.
“Aynı emirde onun, Bolkonski’nin (Bu adı, hızla ve alçak sesle söyledi.), Rusya’da, orduda olduğunu okudum. Ne dersiniz? Beni bir gün bağışlar mı?” diye hemen ekledi, sözünü bitirmeye kuvveti yetmemesinden korkuyor gibi. “Bana karşı bir gün kötü duygu beslemekten vazgeçer mi? Ne dersiniz? Ne düşünüyorsunuz bu konuda?”
“Bence…” dedi Piyer. “Onun bağışlayacağı bir şey yok… Onun yerinde olsam…”
Ansızın bir çağrışımla, bir başkası ve dünyanın en iyi ve serbest erkeği olsaydı, karşısında diz çöküp kendisiyle evlenmesini istediğini Nataşa’ya söylediği anı hatırladı Piyer ve aynı şefkat, merhamet ve aşk duyguları sardı benliğini, dilinin ucuna aynı sözler geldi. Ama onları söylemesine izin vermedi Nataşa.
“Evet, evet siz, siz…” Bu siz kelimesini belli bir coşkuyla söylüyordu. “Siz başka… Sizin kadar iyi, gönlü yüce bir kimse bilmiyorum; olamaz da. Eğer o sırada ve hatta şimdi siz olmasaydınız, hâlim ne olurdu kim bilir! Çünkü…”
Birden gözleri doldu, öte yana döndü, notayı gözlerine kadar kaldırdı, okumaya başladı, salonda yeniden yürümek üzere ilerledi.
Bu sırada, koşarak misafir odasına geldi Petya.
Petya on beş yaşında, güzel, pespembe bir oğlan çocuğuydu; dolgun dudaklarıyla Nataşa’ya çok benziyordu. Üniversiteye hazırlanıyordu ama son zamanlarda, arkadaşı Obolenski ile birlikte hüsar yazılmaya gizlice karar vermişlerdi.
Petya bu işi konuşmak üzere adaşına koşmuştu. Hüsarlığa kabul edilip edilmeyeceğini öğrenmesini rica etti Piyer’den.
Piyer, Petya’nın söylediklerini dinlemeden salonda dolaşıp duruyordu.
Petya, kendisini dinlemesi için elini çekiştirdi onun.
“Benim işim için bir şey söyleyin lütfen, Piyotr Kiriliç! N’olur! Tek umudum sizde…” diyordu.
“Ha, senin işin mi? Hüsar mı olacaksın? Söylerim, söylerim! Bugün mutlaka söylerim, unutmam.”
“Sevgili dostum, bildiri sizde mi?” diye sordu İhtiyar Kont. “Kontes Razumovskiler de ayindeydi, yeni duayı orada dinledi, çok güzel diyor.”
“Evet, bende…” diye cevap verdi Piyer. “Yarın İmparator geliyor. Olağanüstü bir soylular toplantısı yapılacak. Ha, sizi de kutlarım.”
“Evet, evet, Tanrı’ya şükürler! Söyleyin bakalım, ordudan ne haberler var?”
“Yeniden çekildik. Smolensk dolaylarına kadar çekildikleri söyleniyor…” diye cevap verdi Piyer.
“Aman Tanrı’m, aman Tanrı’m!” dedi Kont. “Bildiri nerede?”
“Bildiri, ha evet!”
Piyer cebindeki kâğıtları karıştırdı, bulamadı. Bu arada içeri giren Kontes’in elini öptü. Şarkı söylemediği anlaşılan ama misafir odasına da gelmeyeceği belli olan Nataşa’yı bekleyerek kaygıyla karıştırıyordu ceplerini.
“Ma parolc, je ne sais plus oû j’ai fourre…”50 dedi.
“Ah, her şeyi kaybeder…” dedi Kontes.
Nataşa heyecanlı, duygulu bir yüzle geldi ve Piyer’e sessizce bakarak oturdu. O içeri girer girmez Piyer’in üzüntülü yüzü aydınlanmıştı. Kâğıtları ararken birkaç kere Nataşa’ya baktı.
“Ama yemeğe gecikirsiniz sonra.”
“Evet, arabacı da gitti.”
Aynı kâğıtları aramak için sofaya giden Sonya, Piyer’in şapkasının içinde buldu onları. Piyer büyük bir titizlikle astarın içine koymuştu onları. Bildiriyi hemen okumak istedi. Ama Kont işin tadını daha da fazla çıkarmak istiyor olmalı ki yemekten sonra okunmasını istedi.
“Olmaz, yemekten sonra…” dedi.
Yemek sonunda, yeni Georgiy Şövalyesi şerefine şampanya içilirken Şinşin; ihtiyar Gürcü Prenses’in hastalığına, Metivier’in Moskova’da ortadan kaybolmasına, Rastopçin’e bir Alman getirildiğine ve bunun bir şampiyon51 olduğunun bildirildiğine (Kont Rastopçin kendisi böyle diyordu.) ve Kont Rastopçin’in de halka, bunun bir şampiyon değil; düpedüz bir mantar Alman olduğunu söyleyerek Alman’ın serbest bırakılmasını emrettiğine ilişkin haberler aktardı.
“Boyuna da yakalıyorlar…” dedi Kont. “Fransızca az konuşmasını Kontes’e her zaman söyler dururum. Zamanı mı şimdi?”
“Duydunuz mu?” dedi Şinşin. “Prens Golitsin Rus öğretmen tuttu, Rusça öğreniyor. İl commence à devenir dangereux de parler français dans les rues.”52
“E, ne dersiniz Kont Piyotr Kiriliç; milis kuvveti toplanınca sizin de ata binmeniz gerekecek galiba, değil mi?” dedi İhtiyar Kont.
Yemek boyunca sessiz ve düşünceli duran Piyer bu sözler üzerine bir şey anlamamış gibi Kont’a baktı.
“Ha evet, savaş için…” dedi. “Askerlik nerede ben nerede! Ama her şey öylesine garip ki hiçbir şey anlamıyorum doğrusu. Askerlik denilen şeye hiç eğilimim yoktur. Ama bugünlerde hiç kimse hiçbir şeyi açıklayamaz doğrusu.”
Yemekten sonra Kont, rahat bir koltuğa oturdu. Okumadaki maharetiyle tanınan Sonya’dan, bildiriyi okumasını ciddi bir yüzle rica etti.
Birinci başkentimiz Moskova’ya,
Düşman, kuvvetleriyle Rusya’nın sınırlarını aştı. Sevgili yurdumuzu yıkıp yakmaya geliyor.
İncecik sesiyle ve büyük bir dikkatle okuyordu Sonya. Gözlerini kapayan Kont, bazı yerleri iç çekerek dinliyordu.
Dimdik oturan Nataşa; dikkatle ve bir şey öğrenmek ister gibi bir babasına, bir Piyer’e bakıyordu.
Nataşa’nın bakışlarını üzerinde hisseden Piyer, ona bakmamak için çaba harcıyordu. Kontes, bildirinin tumturaklı her cümlesini duyduğunda beğenmediğini ve sinirlendiğini belirten bir şekilde sallıyordu başını. Bütün bu sözler, oğlunun içinde bulunduğu tehlikenin henüz ortadan kalkmayacağını açıklıyordu ona. Dudaklarında alaycı bir gülümseme beliren Şinşin de komik bulacağı ilk şeye; Sonya’nın okuyuşuna, Kont’un bir sözüne, hatta böyle bir bahane bulamazsa bildirinin kendisine gülmeye hazırlanıyordu.
Rusya’yı tehdit eden tehlikelere, İmparator’un Moskova’ya ve özellikle soylulara bağladığı umutlara ilişkin yerleri okuduktan sonra Sonya; sesinin dikkati çekmiş olmasından duyduğu heyecanın etkisiyle titreyerek son sözleri de okudu:
Başkentimizin ve ülkemizin başka yerlerinde bugün düşmanı önleyen ve görüldüğü her yerde bozguna uğratılması için yeni kurulan milislerimizle görüşmek ve onları yönetmek için halkımızın arasına katılmakta gecikmeyeceğiz! Bizi içine sokmayı umduğu felaket, düşmanın başına çöksün! Boyunduruktan kurtulan Avrupa, Rusya’nın onurunu yükseltsin!
Kont, yaşlarla dolu gözlerini açtı; burnunun dibine ağır kokulu bir şey tutulmuş gibi birkaç kere hızla soluyarak “İşte bu çok güzel!” dedi. “Sen yalnız iste Hükümdarım! Her şeyi veririz biz, hiçbir şeyi esirgemeyiz!”
Şinşin, Kont’un yurtseverliği konusunda hazırladığı şaka yollu sözü söylemeye vakit bulamadan Nataşa babasına koştu ve onu öptü.
“Ne tatlı babadır bu!” dedi.
Ardından neşesiyle birlikte kazandığı o bilinçsiz cilvesiyle Piyer’e baktı.
Şinşin, “Bakın hele, şu yurtsever kıza!” dedi.
“Hiç de yurtseverlik değil, yalnızca…” dedi Nataşa alınganlıkla. “Her şey şaka gelir size. Oysa şaka yanı yok bunun…”
Kont, “Ne şakası canım!” dedi. “Bir sözü yeter, hepimiz gideriz. Biz Alman değiliz öyle…”
“Dikkat ettiniz mi ‘görüşmek için’ deniyor…” dedi Piyer.
“Ne için olursa olsun canım…”
Bu sırada hiç kimsenin fark etmediği Petya, babasına yaklaşmıştı. Bir kalın bir ince çıkan sesiyle “Şimdiden söyleyeyim babacığım…” dedi. “İsterseniz anneme de söylerim. Askere yazılmama izin vereceksiniz, kesin olarak söylüyorum bunu. Çünkü duramam artık… İşte bu kadar!”
Kontes gözlerini dehşetle açtı, ellerini çırpıp öfkeyle döndü kocasına.
“Alın bakalım!” dedi.
Kont heyecanını bastırıp kendisini toparlamıştı.
“Hadi, hadi! Askere bak hele! Budalalığı bırak, okuman gerek senin.”
“Babacığım, budalalık değil bu! Benden küçük olan Obolenski Fedya da yazılacak. Asıl sorun, gitsem de gitmesem de okuyamayacak oluşum. Yurdumuzu…” Burada biraz durakladı Petya, kulaklarına kadar kızarmış bir hâlde. “Yurdumuz tehlikedeyken ben okuyamam!”
“Yeter, yeter bu budalalık!”
“Ama her şeyi veririz, esirgemeyiz demediniz mi?”
Yüzü sapsarı kesilmiş, donuk gözlerle küçük oğluna bakan karısına bakarak bağırdı Kont:
“Petya! Sana söylüyorum, kes sesini!”
“Ben de diyorum ki… Şey, Piyotr Kiriliç söylesin…”
“Saçmalama diyorum sana. Ağzı süt kokuyor, bir de askere gidecekmiş! Hadi, hadi…”
Kont, belki de çalışma odasında bir kere daha okumak için kâğıtları alarak odadan çıkarken:
“Piyotr Kiriloviç, haydi tütün içelim biraz…” dedi.
Piyer şaşkın ve kararsız bir hâldeydi. Nataşa’nın şefkati aşan bir duyguyla üzerine çevrilmiş gözleri, allak bullak etmişti onu.
“Ben eve gitsem daha iyi olacak…”
“Ne demek? Geceyi bizde geçirmek istiyordunuz hani? Zaten çok seyrek geliyorsunuz bize. Sonra bu bizimki…” Burada Nataşa’yı göstererek güleç bir yüzle ekledi: “Yalnız sizin yanınızda neşelidir.”
“Evet ama unutmuştum, eve dönmem gerek, bir işim var…” dedi Piyer.
Kont odadan çıkmak üzereydi.
“Peki, gidin öyleyse…” dedi.
Meydan okuyan bir tavırla Piyer’in gözlerinin içine baktı Nataşa.
“Niçin gidiyorsunuz? Niçin?” dedi.
Piyer, “Çünkü seni seviyorum!” demek istedi. Ama söyleyemedi bunları. Kızarıp gözlerini yere indirdi.
“Size seyrek gelmem daha iyi… Çünkü… Hayır, yalnızca işim var.”
“Hayır, söyleyin nedenini. Niçin?…”
Başladığı sözünü biteremedi Nataşa.
İkisi de utanarak ve korku içinde birbirlerine bakıyorlardı. Piyer gülmeye çalıştı ama beceremedi. Yüzünde beliren hafif gülümseme, duyduğu acıyı dile getiriyordu. Nataşa’nın elini öptü ve tek kelime söylemeden çıktı.
Bir daha Rostoflara gitmemeye karar vermişti.
XXI
İsteğinin kesinlikle geri çevrildiğini gören Petya, odasına kapanıp acı acı ağladı. Suratı asık, gözleri kızarmış ve sessiz bir hâlde çaya geldiğinde kimse bir şey fark etmemiş gibi davrandı.
İmparator ertesi gün geldi. Çar’ı görmek için Rostofların hizmetçilerinden birkaçı izin aldılar. Petya o sabah titizlikle giyinip tarandı, büyüklerinki gibi bir yaka taktı. Aynanın karşısında gözlerini kısıp kaşlarını çatıyor, el kol hareketleri yapıyor, omuzlarını silkiyordu. Kasketini giydi sonunda ve kimseye görünmeden arka kapıdan çıktı. Petya, doğrudan doğruya İmparator’un bulunduğu yere gitmeye, bir mabeyinciye (İmparator’un her zaman mabeyincilerle çevrili olduğunu sanıyordu.), kendisinin Kont Rostof olduğunu; yaşının küçük olmasına rağmen yurduna hizmet etmek istediğini; çok genç olmanın, bağlılığa engel olmadığını doğrudan doğruya anlatmaya karar verdi. Kendisinin, her şeyi vermeye hazır… Mabeyinciye söyleyeceği böyle birçok güzel sözü, giyinirken hazırlamıştı Petya.
Çocuk denecek kadar genç olduğu için İmparator’a tanıştırılmasında başarı elde edeceğini umuyordu Petya. (Yaşının küçüklüğü karşısında herkesin nasıl şaşıracağını da hayal ediyordu.) Ama yakası, saçlarını tarayış şekli, ağırbaşlı yürüyüşüyle büyük biri gibi görünmeye çalışıyordu. Ama ilerledikçe ve Kremlin’e doğru akın akın gelen insanlara daha fazla ilgi duymaya başladıkça büyüklere özgü ağırbaşlılığı unutuyordu. Kremlin’e daha da yaklaştıklarında, ezilme tehlikesinden kurtulmaya çalışarak dirseklerini sert ve korkutucu bir tavırla iki yana verdi. Ama bu kararlı hâline rağmen Troytski kapısında, hiç şüphesiz onun ne kadar büyük yurtsever duygularla Kremlin’e geldiğini bilmeyen kalabalık; Petya’yı öyle sıkıştırdı ki herkese uymak ve arabalar kemerlerin altından gürleyerek geçerken olduğu yerde durmak zorunda kaldı. Petya’nın yanında bir köylü kadın, bir uşak, iki tacir ve bir emekli asker vardı. Kapı kenarında bir süre durduktan sonra, bütün arabaların geçmesini beklemeyen Pet-ya; öndekileri iteklemeye ve kararlı bir şekilde dirseklerini işletmeye koyuldu. Ama yanında duran ve ilk dirsek darbesini yiyen kadın kızgınlıkla bağırdı:
“Ne diye itip duruyorsun küçük bey! Herkesin durduğunu görmüyor musun?”
“Böyle herkes yol açmasını bilir…” dedi uşak.
Ve dirsek vurmaya başladı. Petya’yı kapının pek kötü kokan bir köşesine iteledi.
Petya, yüzünü kaplayan teri elleriyle sildi ve büyüklerin taktığına benzeyen sırılsıklam olmuş yakasına çekidüzen vermeye çalıştı.
İmparator’un karşısına çıkacak bir görünüşü olmadığını hissediyor ve mabeyincilerle karşılaşırsa kendisini, Hükümdar’ın huzuruna bırakmayacaklarından korkuyordu. Ama kalabalık, üstüne başına bir çekidüzen vermesine ve bir başka yere geçmesine imkân tanımıyordu. Önlerinden geçen generallerden biri aile dostuydu. Ondan yardım rica etmek istedi Petya ama bunun erkekliğe aykırı düşeceğini düşündü. Arabaların hepsi geçince kalabalık yeniden akın etti. Petya’yı da halkın her tarafını tuttuğu alana alıp götürdü. Yalnız meydanda değil; ağaçlarda, damlarda da insanlar vardı. Kendini meydanda bulan Petya; Kremlin’i kaplayan çan seslerini, halkın coşkun ve neşeli konuşmalarını duydu birden.
Bir ara itiş kakış azaldı ve herkes şapkasını çıkardı, sonra hep birlikte ilerlediler. Petya nefes alamayacak kadar sıkışmıştı. Herkes “Hurra! Hurra! Hurra!” diye haykırıyordu. Petya ayak uçları üzerinde dikiliyor, çevresindekilerle itişiyor ama kalabalıktan başka hiçbir şey göremiyordu.
Bütün yüzlerde aynı heyecan ve duygululuk vardı. Petya’nın yanındaki bir tacir karısı hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
“Babamız, meleğimiz, babamız!” diye tekrarladı gözlerini silerek.
Her yandan “Hurra!” sesleri duyuldu yeniden.
Bir aralık duraklayan kalabalık, yeniden ileri atıldı.
Ne yaptığını bilmeden dişlerini sıktı Petya, gözlerini fıldır fıldır döndürdü ve dirseklerini işletti. O anda, kendini de herkesi de öldürmeye karar vermiş gibi “Hurra!” diyerek ileri atıldı. Ama aynı anda, yüzleri onunkinden farksız insanlar da “Hurra!” diyerek ileri atıldılar.
“İşte İmparator bu!” dedi Petya.
Sonra, Bir başıma ona dilekçe sunmam çok abartılı bir davranış olur! diye düşündü. Ama umutsuzca ileri atılmaktan da geri kalmadı. Önündekilerin omuzları arasından, kırmızı çuha serili bir yolun uzandığı boş bir alan görünüp kayboluyordu. Tam bu sırada, kalabalık geriye doğru dalgalandı. (Ön tarafta, İmparatorluk Alayı’na çok sokulan halkı geriye itiyordu polisler.) Göğsüne korkunç bir darbe yiyen ve sıkıştırılan Petya’nın gözleri karardı ansızın. Kendine geldiğinde ensesinden kırçıl bir tutam saç sarkan mavi cübbeli bir din adamı (bir diyakos yardımcısı olmalı); onu koltuğunun altından bir elle tutuyor, öteki eliyle de kalabalıktan korumaya çalışıyor ve “Ah küçük beyim, sizi ezdiler… Durun biraz, yavaş olun! Ezdiler, ezdiler!” diyordu.
İmparator, Uspenski Katedrali’ne geçmişti. Kalabalık biraz açılır gibi oldu ve diyakos yardımcısı, Petya’yı topların şahına53 doğru sürükledi. Birkaç kişi genç çocuğa acıdı ve birden herkes çevresinde toplandı, bir kalabalık oluştu. Yakında duranlar yardımına koşuyor, redingotunun düğmelerini çözüyor, onu topun dayanağına oturtuyor ve ezenlere lanetler yağdırıyordu.
“Neredeyse ezip öldüreceklermiş!”, “Nedir bu?”, “İnsan mı öldürülecek burada!”, “Zavallıcık, mum gibi sararmış!” diye sesler duyuluyordu.
Çok geçmeden kendine geldi Petya, yüzü gerçek rengini aldı, acısı geçti ve tatsız olay, topun üzerinde bir yer kazanmasına yol açtı. Şimdi buradan İmparator’u, geri dönerken göreceğini umuyordu. Artık dilekçe sunmayı düşünmüyordu Petya. Ah onu bir görebilseydi! Bu bile mutlu olması için yeterdi.
Uspenski Katedrali’nde, biri İmparator’un gelişi öteki Türklerle yapılan barış için düzenlenen iki şükran ayini sırasında kalabalık biraz dağıldı. Kvas,54 çörek ve Petya’nın canının çok çektiği ayçiçeği satıcıları ortaya çıktılar; sıradan konuşmalar duyulmaya başladı. Bir satıcı kadın, yırtılan şalını gösterip onu ne kadar pahalıya aldığını anlatıyordu. Bir başkası, ipekli şalların pahalandığından söz ediyordu. Petya’yı kurtaran diyakos yardımcısı, bir memurla, hangi saygıdeğer papazın ayini yönettiği konusunda konuşuyordu. Diyakos yardımcısı, Petya’nın anlamını kavrayamadığı “yüce kat” sözünü birkaç kez tekrarladı. İki burjuva genci, fındık kıran hizmetçi kızlarla şakalaşıyorlardı. Bütün bu konuşmalar ve özellikle hizmetçi kızlara yöneltilen ve kendisi için o yaşta çok çekici olması gereken sözler hiç ilgilendirmiyordu Petya’yı. Sürekli olarak İmparator’u ve ona beslediği sevgiyi düşünerek topun üzerinde duruyordu. İtişip kakışma sırasında duyduğu acı ve korku, coşkunluğuyla birlikte o anın yüceliğini daha da derinden hissettiriyordu ona.
Birden, rıhtım boyundan gelen top sesleri duyuldu. (Türklerle yapılan barışı kutlamak için atılıyordu bu toplar.) Kalabalık, topları görmek için rıhtıma yöneldi. Petya da oraya koşmak istiyordu. Ama küçük beyi koruması altına alan diyakos yardımcısı engelledi bunu. Top sesleri henüz kesilmemişti ki subaylar, generaller, mabeyinciler; Uspenski Katedrali’nden dışarı fırladılar.
Arkalarından, onlar kadar aceleci olmayan başkaları göründü. Şapkalar yeniden çıkarıldı, topları görmeye gidenler geri döndüler. Sonunda katedralin kapısından üniformalı, kordonlu dört kişi daha çıktı. Kalabalık yeniden “Hurra! Hurra!” diye bağırmaya başladı.
“Hangisi, hangisi?” diye ağlamaklı bir sesle sordu Petya.
Ama hiç kimse cevap vermedi ona. Herkesi derin bir heyecan sarmıştı. Sevinçten ağlayarak, bu dört kişiden birini seçerek (o kişi, İmparator olmadığı hâlde) sanki çıldırmış gibi “Hurra!” diye haykırdı Petya.
Ve ne olursa olsun hemen ertesi gün askere yazılmaya karar verdi.
İmparator’un arkasından koşan kalabalık, onu saraya kadar izledi ve sonra dağılmaya başladı. Vakit hayli geç olmasına rağmen Petya bir şey yememişti. Buram buram terliyor ama eve gitmiyor, sayısı hâlâ hayli fazla olan kalabalık arasında sarayın önünde duruyor, pencerelere bakıyor, Hükümdar’ın sofrasına katılan yüksek görevli kimselere de pencerelerde arada bir görünüp kaybolan uşaklara da aynı ölçüde imreniyordu.
Valuyef, yemek sırasında pencereden dışarı bakarak İmparator’a “Halk, Majestelerini görmekten hâlâ umudunu kesmedi…” dedi.
Yemek sona ermişti, elinde yiyip bitirmediği bir bisküviyle balkona çıktı İmparator. Aralarında Petya da olduğu hâlde halk ileri atıldı.
“Meleğimiz, babamız! Hurra! Babamız!..” sesleri ortalığı kapladı.
Halk ve onlarla Petya, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Kadınlar, bazı yufka yürekli erkekler ve Petya; heyecandan yine ağlamaya başlamışlardı.
İmparator’un elinde tuttuğu bisküviden büyük bir parça kırılarak önce balkonun korkuluğuna, oradan da yere düştü. En ileride duran önlüklü bir arabacı, parçayı hemen yakaladı; kalabalıktan birkaç kişi de arabacıya doğru atıldı. Bunu fark eden İmparator, bisküvi tabağının getirilmesini emretti ve balkondan bisküvi atmaya koyuldu. Petya’nın gözleri kanlanmıştı, ezilme tehlikesi daha da tahrik ediyordu onu; hemen bisküvilerin üzerine saldırdı. Nedenini bilmeden İmparator’un elinden düşmüş bisküvilerinden birini mutlaka alması gerektiğini hissediyordu; hiçbir şey, bu isteğini gerçekleştirmekten alıkoymamalıydı onu! İleri atıldı, bir bisküviyi ele geçirmeye çalışan ihtiyar bir kadını yere yıktı. Düşmüş olmasına rağmen kendini mağlup saymıyordu ihtiyar kadın, bisküvilere uzandı ama yetişmedi. Pet-ya, diziyle ihtiyarın koluna vurup bir yana itti onu ve geç kalmaktan korkar gibi “Hurra!” diye bağırdı.
Ama sesi kısık çıkıyordu artık.
İmparator gittikten sonra halkın büyük bir bölümü dağıldı.
“Bekleyelim demedim mi? Bak, dediğim çıktı işte!” diye sevinçle söylenen sözler duyuluyordu.
Çok mutlu olmasına rağmen eve gitmek ve bugünün verdiği tadın sona erdiğini görmek, Petya’nın yüreğini üzüntüyle dolduruyordu. Petya, eve değil; kendisi gibi askere yazılmaya çalışan on beş yaşındaki arkadaşı Obolenski’ye gitti. Eve dönünce de izin verilmezse kaçacağını kesin olarak açıkladı. Ertesi gün Kont İlya Andreyiç; oğlunun isteğine büsbütün boyun eğmemekle birlikte, onu tehlikesiz bir göreve yerleştirmek için imkânlar araştırmaya başladı.