Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Ben-Hur», sayfa 3

Yazı tipi:

II
ÜÇ YABANCI

Şu anda ortaya çıkan adam hayranlık uyandıracak bir endama sahipti, çok uzun boylu değildi. Kefiyeyi başında tutan ipek ipi gevşetip, yüzünü açığa çıkaracak şekilde püskülleri geriye doğru itti; neredeyse siyaha yakın güçlü bir yüzdü bu; kısa, geniş alnı, kemerli burnu ve gözleri hafifçe yukarı kalkıktı, gür, düz, sert, metal gibi parlak ve örgüler hâlinde omuzlarına düşen saçları saklanması imkânsız kökeninin belirtileriydi. Firavunlara ve Batlamyuslara benziyordu, Mısır ırkının babası Misrayim’i7 andırıyordu. Beyaz pamuklu bir gömlek olan kamis giyiyordu, kolları dar, önü açık, ayak bileklerine kadar inen, yakası ve göğsü nakışlı; büyük ihtimalle o zamanlar aba diye adlandırılan kahverengi, yünlü bir pelerin atılmıştı gömleğin üzerine, uzun etekli ve kısa kolluydu, içi pamuk ve ipek karışımı bir kumaşla astarlanmıştı, tüm kenarları sarı biyeliydi. Ayaklarında yumuşak deri sırımlarla tutturulmuş sandaletler vardı. Kamis bir kuşakla belinden bağlanmıştı. Yalnız hâli, çölün leopar ve aslan yuvası ve insanoğlunun da vahşi olduğu göz önünde bulundurulunca çok dikkat çekici olan şey hiç silah taşımıyor olduğuydu, develeri yönlendirmek için kullanılan kıvrık sopası bile yoktu, dolayısıyla işinin sakin olduğu, kendisinin de ya alışılmadık şekilde cesur ya da sıra dışı bir koruma altında olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

Yolculuk uzun ve yorucu olduğundan yolcunun kolları ve bacakları uyuşmuştu; bu yüzden ellerini ovuşturdu, ayaklarını yere vurdu, gözlerini kapatıp sakin bir memnuniyetle geviş getiren sadık hizmetkârının etrafında yürüdü. Daire çizerken sıklıkla duruyor, eliyle gözlerine gölge yaparak çölü görülebilen en uzak kıyılarına kadar inceliyordu; araştırma bitince de yüzü, zeki bir izleyiciye, orada randevuyla olmasa da kendisine eşlik edecek birilerini aradığı fikrini vermeye yetecek kadar hayal kırıklığıyla bulutlanıyordu; bu izleyici aynı zamanda hangi işin, medeni bir yerleşim yerinin bu kadar uzağında bir yerde olmayı gerektirdiğini öğrenmek için keskin bir merak da duyardı.

Ne kadar hayal kırıklığı olursa olsun, bu yabancının beklenen misafirlerin geleceğine olan inancında pek bir kuşku yoktu. Bunun bir ispatı olarak önce tahtırevana gitti, gelirken kendisinin kullandığı kutunun karşısındaki kutudan bir sünger ile küçük bir su testisi alıp devenin gözlerini, yüzünü ve burun deliklerini yıkadı; sonra aynı yerden kırmızı-beyaz çizgili, yuvarlak bir kumaş, bir tomar sopa ve kalın bir değnek çıkardı. Bunların, biraz üzerinde çalışınca birbirinin içine geçirilip birleştirildiğinde başından daha yüksek bir direk oluşturabilecek ustalıklı bir tertibat olduğu ortaya çıkıyordu. Direk dikilip de sopalar etrafına yerleştirilince kumaşı üstüne yaydı, tam bir ev olmuştu -emir ve şeyhlerin evlerinden çok daha küçük, ama diğer her bakımdan onların benzeri bir ev- Yine kutudan bir halı ya da kare bir kilim getirip çadırın zeminine yaydı. Bu da bitince, dışarı çıktı, bir kere daha büyük bir özen ve daha hevesli gözlerle etrafındaki bölgeyi taradı. Uzakta dörtnala koşan bir çakal ve Akabe Körfezi’ne doğru uçan bir kartal haricinde tıpkı üzerindeki mavilik gibi aşağıdaki çölde de hayat yoktu.

Deveye döndü, alçak sesle ve çöl için yabancı bir dille, “Evden uzaktayız, -en hızlı rüzgârlarla yarışan yarışçı- ama Tanrı bizimle. Sabırlı olalım.” dedi.

Sonra eyerin cebinden biraz fasulye çıkardı ve hayvanın burnunun altına asacağı torbaya koydu. Sadık hizmetkârının yemeye hevesle atılışını görünce dönüp dik gelen güneşin ışıltısıyla bulanıklaşan kum dünyasını bir kez daha taradı.

“Gelecekler.” dedi sakin sakin. “Bana öncülük eden onlara da edecek. Hazırlanayım.”

Kutunun içindeki çuvallardan ve kutunun bir parçasını oluşturan söğüt bir sepetten yemeklik malzemeleri çıkardı: palmiye liflerinden sıkı dokunmuş tabaklar, küçük bir deri testide şarap, kurutulup tütsülenmiş koyun eti, çekirdeksiz shami ya da Suriye narı, nakhil ya da Orta Arabistan’ın hurma bahçelerinde yetişmiş El Shelebi hurması, Davut’un “taze peynirleri”8 gibi peynir, şehir fırınından mayalı ekmek. Hepsini taşıyıp çadırın altındaki halının üzerine yerleştirdi. Son hazırlık olarak da Doğu’nun kibar çevrelerinde masadaki konukların dizlerine örtülen üç parça ipek kumaşı yaydı; ziyafetine katılacak insanların sayısını ortaya koyan bir şeydi bu, beklediği sayı buydu.

Her şey hazırdı. Dışarıya çıktı: İşte doğuda, çölün yüzeyinde kara bir benek! Sanki yere kök salmış gibi durdu; gözleri büyüdü; sanki doğaüstü bir şey dokunmuş gibi tüyleri ürperdi. Benek bir el kadar büyüdü, sonunda insan boyutuna geldi. Kısa bir süre sonra, yüksek ve beyaz, üzerinde bir mahfe, Hindistan’a özgü, seyahat tahtı taşıyan, kendi devesinin bir kopyası sallanarak görüntüye girdi. Sonra Mısırlı ellerini göğsünde kavuşturup gökyüzüne baktı.

“Tanrı büyüktür!” diye bağırdı, gözünde yaşlarla, ruhu huşu içinde.

Yabancı iyice yaklaşıp durdu. O da yeni uyanıyor gibiydi. Diz çökmüş deveye, çadıra ve dini bütün şekilde kapısında duran adama baktı. Ellerini kavuşturdu, başını eğdi, sessizce dua etti; kısa bir süre sonra devesinin boynundan kuma indi, Mısırlı ona doğru ilerlerken o da Mısırlıya doğru ilerledi. Bir an için birbirlerine baktılar, sonra kucaklaştılar, her biri sağ kolunu ötekinin omzuna koyup sol kolunu da beline doladı, çenesini önce sol sonra sağ göğsüne dayadı.

“Huzur seninle olsun, Tanrı’nın hizmetkârı!” dedi yabancı.

“Seninle de olsun, gerçek din kardeşi! Huzur içinde ol, hoş geldin.” diye cevap verdi Mısırlı, coşkuyla.

Yeni gelen uzun boylu ve sıskaydı, zayıf bir yüzü, çukur gözleri, kır saçları ve sakalı, tarçın ile bronz karışımı teni vardı. O da silahsızdı. Kıyafetleri Hintlilere özgüydü, takkesinin üzerine kat kat örtü sarılarak türban hâline getirilmişti; üzerinde de Mısırlınınkilere benzer kıyafetler vardı, sadece bileklerinde toplanan geniş paçalı pantolonunu açıkta bırakan abası daha kısaydı. Ayaklarında sandaletlerin yerine kırmızı deriden, uçları sivri terlikler vardı. Terlikler hariç tepeden tırnağa bütün kıyafeti beyaz ketendendi. Yüce, azametli, ciddi bir havası vardı. Doğu’nun İlyada’sının münzevi kahramanlarından en büyüğü olan Vistamitra’nın mükemmel bir temsilcisi gibiydi. Brahma’nın bilgeliğiyle yoğrulan bir “Yaşam” olarak adlandırılabilirdi, “Vücut Bulmuş Sadakat” gibiydi. Sadece gözleri insanlığını kanıtlıyor; yüzünü Mısırlının göğsünden kaldırdığında gözlerinde yaşlar ışıldıyordu.

“Tanrı büyüktür!” diye bağırdı, kucaklaşma sona erince.

“Ona hizmet edenler de kutsaldır!” diye cevap verdi Mısırlı, kendi haykırışına şaşırarak. “Ama bekleyelim.” diye ekledi. “Ötekinin gelmesini de bekleyelim!”

Kuzeye baktılar; görüntüye girmiş olan, diğerleri gibi bembeyaz üçüncü deve gemi gibi yan yatarak geliyordu. Beraber durup, o da deveden inerek yanlarına gelene dek beklediler.

“Huzur seninle olsun, kardeşim!” dedi adam, Hintliyi kucaklarken.

“Tanrı’nın dediği olur!” diye cevap verdi Hintli.

Son gelen, arkadaşlarına hiç benzemiyordu; vücudu daha ince, ten rengi beyazdı; açık renk dalgalı saçları küçük ama güzel kafasında mükemmel bir taç gibi duruyordu; koyu mavi gözlerinin sıcaklığı düşünceli zihnini, içten ve cesur doğasını ortaya koyuyordu. Başı çıplak ve silahsızdı. Farkında olmadığı bir zarafetle üstüne aldığı battaniyenin altından kısa kollu, açık yakalı, belinde bir kuşakla bağlanmış, dizlere kadar inen bir elbise görünüyordu. Boynu, kolları ve bacakları çıplaktı. Ayaklarında sandaletleri vardı. Tavırlarına bir ağırbaşlılık katmak ve sözlerini sağduyuyla yumuşatmaktan başka bir etkisi görünmeyen elli, belki de daha fazla yıl yaşamıştı. Fiziki teşekkülü ve ruhunun parlaklığı hiç bozulmamıştı. Hangi soydan geldiğini söylemeye gerek yok; kendisi değilse bile ataları Atina’dan gelmişti.

Ona sarılan Mısırlı titreyen bir sesle, “Ruh önce beni getirdi; kardeşlerimin hizmetkârı olmak üzere seçildiğimi biliyorum. Çadır kuruldu, ekmek bölünmek üzere hazır. Vazifemi yerine getireyim.” dedi.

Her birini elinden tutarak içeriye yönlendirdi, sandaletlerini çıkarıp ayaklarını yıkadı, ellerine su döktü, peşkirle kuruladı.

Kendi ellerini de yıkadıktan sonra, “Görevimizin gerektirdiği şekilde kendimize iyi bakalım, kardeşler ve yiyelim ki günün ödevleri için güçlü olabilelim. Yerken de, birbirimizin kim olduğunu, nereden geldiğini ve ne diye çağrıldığını öğrenelim.” dedi.

Onları yüz yüze bakacak şekilde yemeğe oturttu. Aynı anda hepsinin başları öne eğildi, elleri göğüslerinde kenetlendi, hep birlikte yüksek sesle şu basit şükran duasını ettiler:

“Hepimizin ilahı -Tanrı!– burada sahip olduklarımızın hepsi senin; şükranlarımızı kabul edip bizi kutsa ki senin dileklerini yerine getirmeye devam edebilelim.”

Son sözlerle birlikte gözlerini yukarı kaldırdılar, hayretle birbirlerine baktılar. Her biri diğerinin daha önce hiç duymadığı bir dil konuşuyordu; ama ne söylendiğini gayet iyi anlamışlardı. İlahi bir heyecanla ruhları titredi; çünkü bir mucize eseri İlahi Mevcudiyet’i tanımışlardı.

III
YUNANLI GASPAR

Dönemin diline göre konuşmak gerekirse, şimdi anlatılan karşılaşma Roma’nın 7479 yılında meydana geldi. Aylardan aralıktı ve Akdeniz’in doğusundaki bütün bölgelerde kış hüküm sürüyordu. Bu mevsimde çöldeki ilerleyiş şiddetli bir heves olmaksızın fazla uzun sürmez. Küçük çadırın altındaki grup için de aynı şey geçerliydi. Karınları açtı, iştahla yediler ve şaraptan sonra konuşmaya başladılar.

“Yabancı topraklardaki bir yolcu için, adını bir arkadaşın ağzından duymak kadar hoş bir şey yoktur.” dedi, yemeğin reisi olduğunu düşünen Mısırlı. “Bizden önce pek çok yoldaşlık günü yaşandı. Şimdi birbirimizi tanımanın zamanı geldi. Eğer uygun görülürse, en son gelen ilk konuşsun.”

İlk önce basiretli bir tavırla yavaş yavaş Yunanlı başladı:

“Ne gariptir ki, kardeşlerim, nereden başlayacağımı ya da ne diyeceğimi bilemediğimi söylemeliyim. Daha ben kendim bile anlamış değilim ki. En çok emin olduğum şey bir Efendi’nin arzusunu yerine getirdiğim ve bu hizmetinde tam bir zevk olduğudur. Yerine getirmek için gönderildiğim amacı düşündüğümde, bu arzunun Tanrı’nın arzusu olduğunu bilmenin verdiği anlatılmaz bir sevinç var içimde.”

İyi adam daha fazla devam edemeden duraklarken, onun duygularını anlayan diğerleri bakışlarını yere indirdiler.

“Buranın batısında…” diye başladı yine. “Asla unutulmayacak bir yer var, dünya ona minnettardır, çünkü minnettarlık insana en saf zevklerini getiren şeylere karşı olur. Sanattan, felsefeden, belagatten, şiirden ve savaştan söz etmeyeceğim; ah kardeşlerim, onun ihtişamı sonsuza kadar parlayacak ve biz bu yolla onu bulup bütün dünyaya ilan edeceğiz. Sözünü ettiğim yer Yunanistan. Ben Gaspar, Atinalı Cleanthes’in oğlu.”

“Benim halkıma…” diye devam etti. “Çalışmak bahşedilmiş, ben de onlardan aynı tutkuyu edindim. Pek çoğunun en büyüğü olan iki filozofumuz, her insanın içinde var olan ruhun bir öğretisini ve onun ölümsüz olduğunu öğretir, diğeri de son derece adil olan tek Tanrı’nın öğretisidir. Okullarda tartışılan pek çok konu içinden çözüme değer olarak bunları seçtim; çünkü Tanrı ile henüz bilinmeyen ruh arasında bir ilişki olduğunu düşündüm. Bu konuda insan zihni aşılmaz bir duvarla karşılaşabilir; o duvara varınca geriye sadece durup yardım çığlığı atmak kalır. Ben de öyle yaptım, ama duvarın ötesinden bana hiç ses gelmedi. Çaresizlik içinde kendimi şehirlerden ve okullardan koparıp aldım.”

Bu sözler üzerine vakur bir gülümseme Hintlinin zayıf yüzünü aydınlattı.

“Ülkemin kuzey kısmı Tesalya’da…” diye devam etti Yunanlı. “Hemşehrilerimin ulu olduğuna inandığı Zeus’un evinin bulunduğu ünlü bir dağ vardır, tanrıların evi; adı Olimpos’tur. Oraya gittim. Dağın batıdan gelip güneydoğuya kıvrıldığı yerdeki bir tepede bir mağara buldum; oraya yerleştim ve kendimi tefekküre adadım, yo kendimi her soluğun bir dua, bir aydınlanma olduğu bekleyişe adadım. Görünmez olsa da yüce olan Tanrı’ya inancımla, rahmeti ve bana cevap vermesi için bütün ruhumla ondan niyaz etmenin mümkün olduğunu biliyordum.”

“Ve verdi, verdi!” diye bağırdı Hintli, kucağındaki ipek örtüden ellerini kaldırarak.

“Dinleyin beni, kardeşlerim.” dedi Yunanlı, gayretle kendini yatıştırarak. “Kulübemin kapısı Termaikos Körfezi’ne nazırdır. Bir gün bir adam giden bir gemiden denize atladı. Kıyıya yüzdü. Onu alıp ilgilendim. Tarihten ve halkının yasalarından çok şey öğrenmiş bir Yahudi’ydi; ben de ondan dualarımın Tanrı’sının gerçekten var olduğunu ve yıllardır onların kanun yapıcısı, hâkimi ve kralı olduğunu öğrendim. Bu hayalini kurduğum aydınlanmadan başka ne olabilirdi! İnancım karşılıksız kalmamıştı; Tanrı bana cevap vermişti!”

“Böyle bir inançla ona yakaran herkese yaptığı gibi.” dedi Hintli.

“Ama ne yazık!” diye ekledi Mısırlı. “Tanrı’nın ne zaman cevap verdiğini bilecek kadar bilge olanlar ne kadar da az!”

“Hepsi bu da değil.” diye devam etti Yunanlı. “Bana bu şekilde gönderilen adam dahasını da anlattı. İlk aydınlanmayı takip eden yıllarda Tanrı’ya giden ve onunla konuşan peygamberlerin onun tekrar geleceğini beyan ettiklerini söyledi. Bana peygamberlerin isimlerini verdi, kutsal kitaplardaki sözlerini aktardı. İkinci gelişinin çok yakın olduğunu da söyledi. Kudüs’te her an bekleniyormuş.”

Yunanlı duraksadı ve yüzünün parlaklığı söndü.

“Doğru.” dedi. Kısa bir süre sonra, “Tanrı’nın ve sözünü ettiği aydınlanmanın sadece Yahudiler için olduğunu söyledi, tekrar olacaktı. Gelecek olan Yahudilerin kralı olmalıydı. ‘Dünyanın geri kalanı için bir şeyi yok mu?’ diye sordum. ‘Hayır.’ dedi, gururlu bir sesle. ‘Hayır, biz onun seçilmiş insanlarıyız.’ Bu cevap benim umudumu kırmadı. Neden böyle bir Tanrı sevgisini ve nimetini bir yerle, bir ırkla sınırlasın ki? Öğrenmeye gönül verdim. Sonunda adamın kibrini kırdım ve atalarının gerçeği canlı tutmak üzere seçildiklerini, bütün dünyanın da sonunda bunu öğrenip kurtulabileceğini öğrendim. Yahudi gittiğinde yine yalnız başıma kalınca, geldiği zaman kralı görmeme ve ona tapınmama izin verilsin diye ruhumu yeni bir duayla ıslah ettim. Bir gece mağaramın kapısında oturmuş varlığımın gizemlerine yakınlaşmaya çalışıyordum, bunun Tanrı’yı bilmek olduğunun farkındaydım. Birdenbire aşağıdaki denizin üzerinde, daha doğrusu yüzeyini kaplayan karanlıkta yanmaya başlayan bir yıldız gördüm; yavaş yavaş yükselip denizin üzerini kapladı, tepenin ve kapımın üzerinde durdu, ışığı üzerime düşüyordu. Yatıp uyudum ve rüyamda bir ses duydum:

‘Ey Gaspar! İnancın zafer kazandı! Dünyanın uzak yerlerinden gelen diğer ikisiyle beraber kutsandın! Vadedildiği gibi onu görecek ve ona şahitlik edeceksin. Sabahleyin kalk ve onları karşılamaya git, sana rehberlik edecek ruha inancını koru.’

Sabah içimde güneşi gölgede bırakan bir ışık hâlindeki ruh ile uyandım. Keşiş giysilerimi çıkardım, eskisi gibi giyindim. Şehirden getirdiğim hazineyi sakladığım yerden çıkardım. Bir gemi geçiyordu. Ona seslendim, gemiye alındım ve Antakya’da karaya çıktım. Orada üzerindeki tahtırevanla bir deve satın aldım. Asi Nehri’nin kıyılarını süsleyen meyve bahçelerinden geçip Emesa, Şam, Busra ve Philadelphia’ya seyahat ettim, oradan da buraya geldim. İşte kardeşlerim hikâyemi duydunuz. Şimdi ben de sizinkini dinleyeyim.”

IV
MELCHİOR

Mısırlı ve Hintli birbirlerine baktılar, Mısırlı elini salladı, Hintli başıyla selam verip başladı:

“Kardeşim güzel konuştu. Benim sözlerim de o kadar bilgece olur umarım.”

Birdenbire durdu, bir an için düşünüp devam etti:

“Beni Melchior olarak tanıyabilirsiniz, kardeşlerim. Dünyanın en eskisi olmasa da, en kısa sürede harflere dökülecek bir dille konuşacağım, yani Hindistan’ın Sanskritçesi. Ben Hintliyim. Halkım bilgi tarlalarında ilk dolaşan, onları ilk paylaşan ve ilk güzelleştiren insanlardır. Bundan sonra her ne olursa olsun dört Vedalar10 yaşamalıdır, çünkü onlar dinin ve faydalı bilgilerin başlıca kaynaklarıdır. Bunlardan Brahma tarafından gönderilen ve tıp, okçuluk, mimari, müzik ve altmış dört mekanik sanattan söz eden Upavedalar türetilmiştir. Esinlenmiş azizler tarafından ortaya çıkarılan Vedangalar astronomi, dil bilgisi, vezin, telaffuz, efsun ve sihirli sözler, dinî ayinler ve törenlere adanmıştır. Bilge Vyasa tarafından yazılan Upangalar evrenin kökeni, kronoloji ve coğrafya ile ilgilidir. Ayrıca tanrılarımızın ve yarı tanrılarımızın ebedileştirilmesi için tasarlanan kahramanlık şiirleri Ramayâna ve Mahabhârata vardır. Kardeşlerim, Büyük Şastralar ya da kutsal kanunlar kitabı işte böyledir. Şimdi bunlar benim için unutulmuştur, ama zaman içinde ırkımın gelişmekte olan dehalarını sergilemeye hizmet edeceklerdir. Hızlı bir tekâmül vaatleriydi onlar. Neden bu vaatlerin başarısız olduğunu sorabilirsiniz. Ne yazık! Kitapların bizzat kendileri ilerlemenin bütün kapılarını kapattılar. Onların yazarları yaratılanın korunması bahanesiyle, bir insanın keşiflere ya da icatlara kalkışmaması prensibini dayattılar, çünkü Tanrı lazım olan her şeyi sağlamıştı. Bu şart kutsal bir yasa hâlini alınca, Hindu dehanın lambası bir kuyuya düştü, o zamandan beri daracık duvarları ve acı suları aydınlatıyor.

Size, Şastraların Brahm denilen Ulu Tanrı’yı öğrettiklerini, ayrıca Purânaların ya da Upangaların kutsal şiirlerinin bize erdem, iyi işler ve ruhtan söz ettiğini söylediğim zaman bu bahislerin gösteriş için olmadığını anlayacaksınız, kardeşlerim. Eğer kardeşim söylememe izin verirse.” Konuşmacı Yunanlıyı saygıyla selamladı: “Onun halkı daha bilinmeden asırlarca önce iki büyük fikir olan Tanrı ve ruh, Hindu zihninin bütün enerjisini içine çekmişti. Dahasını da söylememe izin verin, Brahm da aynı kutsal kitaplar tarafından Üçlü -Brahma, Vişnu ve Şiva- olarak öğretilir. Bunların içinden Brahma’nın ırkımızın yazarı olduğu söylenir, yaratılış esnasında ırkımızı dört sınıfa ayırmıştır. İlk olarak, aşağıdaki dünyalara ve yukarıdaki göklere insanlar yerleştirmiştir; sonra yerküreyi dünyevi ruhlar için hazır hâle getirmiştir; daha sonra kendi ağzından, kendisine en çok benzeyen, Vedaların tek öğretmeni yüce ve asil Brahma sınıfı çıkmıştır ve aynı zamanda da dudaklarından bütün yararlı bilgiler dökülmüştür. Kollarından Kshatriya ya da mücahitler, göğsünden Vaisya ya da üreticiler -çobanlar, çiftçiler, tüccarlar- ayaklarından, bir aşağılamanın işareti olarak, diğer sınıfların vasıfsız işlerini yapmaya mahkûm Sudra ya da köleler -serfler, hizmetçiler, işçiler, esnaf- çıkmıştır. Şunu da unutmayın ki, onlarla beraber doğan yasa bir sınıfa mensup kişinin bir diğerinin üyesi olmasını yasaklamıştı. Brahman düşük bir sınıfa giremezdi, kendi mertebesinin yasalarını ihlal ederse, kendisi gibi aforoz edilenler dışında herkes için yok sayılarak aforoz edilirdi.”

Tam bu noktada Yunanlının hayal gücü böyle bir aşağılamanın bütün sonuçlarını görerek hevesli dikkatini alt edip, “Böyle bir durumda, kardeşlerim, bu ne güçlü bir sevgi dolu Tanrı ihtiyacıdır!” dedi.

“Evet.” diye ekledi Mısırlı. “Bizimki gibi sevgi dolu bir Tanrı.”

Hintlinin kaşları acıyla çatıldı; bu duygusu geçince yumuşak bir sesle devam etti:

“Ben Brahman olarak doğdum. İlk beslenmem, ismimin verilmesi, ilk kez güneşe çıkarılmam, ikinci kez doğan biri olmamı sağlayan üçlü basamaktan geçişim, birinci sınıfa girişim, hepsi kutsal metinler ve değişmez törenlerle kutlanmıştı. Bir kuralı ihlal etme korkusu olmaksızın yürüyemez, yiyip içemez ya da uyuyamazdım. Hele de ceza, kardeşlerim, ceza ruhuma veriliyordu! Kusur derecelerine göre ruhum gökyüzünden birine gönderilir -en aşağıda Indra’nınki, en yüksekte Brahma’nınki vardı- ya da bir kurt, sinek, balık veya hayvanın yaşamını sürmek için geri sürülürdü. Mükemmel itaatin ödülü sonsuz mutluluk ya da Brahm olmaya geçişti.”

Hintli bir an için düşündü, devamında, “Bir Brahman’ın hayatının ilk rütbe denilen kısmı öğrencilik hayatıdır. İkinci rütbeye girişe hazır olduğumda -yani evlenip aile reisi olmaya hazır olduğumda- her şeyi sorguladım, Brahm’ı bile. İtirazcıydım. Kuyunun derinlerinden yukarıda bir ışık keşfetmiştim ve yukarıya çıkıp onun neye ışıldadığına bakmak istiyordum. Sonunda -ah, ne zorlu yıllardı!– mükemmel bir günde kalkıp hayatın ilkesini, din unsurunu ve ruhla Tanrı arasındaki bağlantıyı yani sevgiyi gördüm.” dedi.

İyi adamın ufalan yüzü görünür şekilde alevlendi ve ellerini sıkı bir şekilde kenetledi. Ardından bir sessizlik oldu, bu esnada diğerleri gözleri yaşlı bir şekilde Yunanlıya bakıyorlardı. Sonunda devam etti:

“Sevginin mutluluğu hareket hâlindeydi; sınanması da birisinin diğerleri için ne yapmaya hevesli olduğuydu. Dayanamadım. Brahm dünyayı o kadar çok sefaletle doldurmuştu ki. Sudra bana sesleniyordu; sayısız hayranları ve kurbanları da öyle. Ganga Lagor adası Ganj Nehri’nin kutsal sularının Hint Okyanusu’nda kaybolduğu yerdedir. Oraya gittim. Bilge Kapi-la için orada inşa edilen tapınağın gölgesinde, kutsal adamın kutsanmış hatırasının evinin etrafında tuttuğu öğrencilerle aynı duayı ederek sükûn bulmayı düşündüm. Ama yılda iki kere Hindu hacılar sularda arınmak için geliyorlardı. Perişanlıkları benim sevgimi güçlendirdi. Konuşma dürtüsüne rağmen çenemi kenetledim, çünkü Brahm, Üçlü ya da Sastralara karşı tek bir kelime, orada burada kızgın kumlarda ölmek için kendilerini sürükleyen, aforoz edilmiş Brahmanlara karşı bir şefkat hareketi -edilen bir dua, verilen bir bardak su- bile sonumu getirebilirdi ve ben de onlardan biri oldum, ailem, ülkem, ayrıcalıklarım, sınıfım yoktu. Sevgi fethedildi! Tapınaktaki öğrencilerle konuştum, beni dışladılar. Hacılarla konuştum beni taşa tuttular. Yollarda vaaz vermeye kalkıştım, dinleyicilerim benden kaçtılar ya da canımı istediler. Sonuç olarak bütün Hindistan’da huzur ve güven bulabileceğim hiçbir yer kalmamıştı, aforoz edilenler arasında bile, çünkü düşmüş de olsalar hâlâ Brahm’a inanıyorlardı. Büyük üzüntümde Tanrı hariç herkesten saklanacak bir yalnızlık aradım. Ganj Nehri’ni ta Himalayalar’ın yukarılarındaki kaynağına kadar izledim. Nehrin lekesiz saflığıyla çamurlu bölgelerden geçip rotasına girdiği yer olan Hurdwar’da bir geçide girince ırkım için dua ettim ve sonsuza kadar onları kaybettiğimi düşündüm. Vadilerin içinden, tepelerin üzerinden, buzulların karşısından, yıldızlar kadar yüksek görünen zirvelerden geçip şahane bir güzellik olan Lang Tso Gölü’nün yolunu tuttum, güneşin karşısında kardan zirvelerini ebediyen sergileyen Tise Gangri, Gurla ve Kailas Parbot’un eteklerinde uykuya daldım. Orada, tam yeryüzünün merkezinde, Indus, Ganj ve Brahmapootra’nın farklı rotalara gitmek üzere yükseldikleri yerde, insanoğlunun ilk meskenlerini aldıkları ve şehirlerin anası Belh’i11 büyük gerçeği kanıtlaması için terk edip dünyayı doyurmak için ayrıldıkları yerde, ilkel durumuna geri dönen doğanın uçsuz bucaksız enginliklerinden emin bir şekilde, birine emniyet, diğerine yalnızlık vaatleriyle bilge ve sürgünü davet ettiği yerde, orada dua ederek, oruç tutarak, ölümü bekleyerek Tanrı’yla yalnız oturdum.”

Yine ses alçaldı ve eller ateşli bir şekilde birleşti.

“Bir gece gölün kıyısında yürüyor, beni dinleyen sessizlikle konuşuyordum. ‘Tanrı ne zaman gelip hak talep edecek? Günahlardan arınma olmayacak mı?’ Birdenbire suda bir ışık ürkekçe ışıldamaya başladı; kısa süre içinde bir yıldız yükselip bana doğru hareket etti ve başımın üzerinde durdu. Parlaklığı beni şaşkına çevirmişti. Yerde uzanırken sonsuz bir sevimliliğin sesini duydum, ‘Senin sevgin zafer kazandı. Kutsandın, Hindistan’ın oğlu! Günahlardan arınma yakındır. Yeryüzünün uzaklarından iki kişiyle birlikte kurtarıcıyı görecek ve onun geldiğine tanık olacaksın. Sabah olduğunda gidip onlarla buluş, sana rehberlik edecek ruha güven.’

O zamandan beri ışık benimle kaldı; onun ruhun görünür varlığı olduğunu biliyordum. Sabah geldiğim şekilde hayata başladım. Dağın yarığında çok değerli bir taş buldum, Hurdwar’da sattım onu. Lahor, Kâbil ve Yezd’den İsfahan’a geldim. Orada deveyi satın aldım ve kervanı beklemeden Bağdat’a yöneldim. Yalnız başıma korkusuzca seyahat ettim, çünkü ruh benimleydi, hâlâ da öyle. Ne mutluluk, kardeşler! Kurtarıcıyı görecek, onunla konuşacak ve ona tapınacağız! Ben bitirdim.”

7.Ham’ın oğlu (Yaradılış: 10: 6, 13). Mısır halkının kurucu babası olarak tanımlanır ve Mısır topraklarına adını vermiştir.
8.Kutsal Kitap: Samuel 17:18.
9.MÖ 6.
10.Dünyanın en eski kutsal metinleri olan Vedalar, Aryan din edebiyatının tamamını içine alan ve Hinduizm dinine inananlar için kutsal olan bilgileri ihtiva eder. (ç.n.)
11.Afganistan’ın kuzeyinde yer alan eski bir yerleşim yeridir.
₺31,92

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
Hacim:
3 s. 5 illüstrasyon
ISBN:
978-605-121-953-0
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre