Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Ben-Hur», sayfa 4

Yazı tipi:

V
BALTAZAR

Hayat dolu Yunanlı sevinç içinde tebriklerini sundu; sonra Mısırlı tipik bir vakarla, “Seni selamlıyorum, kardeşim. Çok sıkıntı çekmişsin, zaferine çok memnun oldum. Eğer ikiniz de dinlemek isterseniz, şimdi ben size kim olduğumu ve nasıl çağrıldığımı anlatacağım. Bir dakika bekleyin.” dedi.

Dışarı çıkıp develerle ilgilendi ve geri dönünce tekrar yerine oturdu.

“Sizin sözleriniz kardeşlerim, ruhla ilgiliydi.” diye başladı. “Ve ruh, onları anlamamı sağladı. Her biriniz özellikle kendi ülkenizden söz ettiniz, bu konuda açıklayacağım büyük bir mesele var, ama yorumu tamamlamak için önce kendimden ve halkımdan söz edeyim. Ben Mısırlı Baltazar.”

Son sözler sessizce, ama öyle bir saygınlıkla söylenmişti ki, her ikisi de konuşmacıyı başlarıyla selamladılar.

“Irkım için ortaya atacağım pek çok farklılıklar var.” diye devam etti. “Ama bir tanesiyle yetineyim. Tarih bizimle başladı. Korunan kayıtlarla olayları ilk ölümsüzleştiren biziz. Bizim törelerimiz yok ve şiir yerine size kesinlik sunuyoruz. Sarayların ve tapınakların ön yüzlerine, dikilitaşların üzerlerine, mezarların iç duvarlarına krallarımızın isimlerini ve yaptıklarını yazdık. Narin papiruslara filozoflarımızın bilgeliğini ve dinimizin sırlarını emanet ettik, bu sırlardan birinden söz edeceğim. Vyasa’nın Upangaları, Para-Brahm’ın Vedalarından daha da eskidir, Melchior, Homer’in şarkılarından ya da Platon’un fizikötesinden daha da eski, sevgili Gaspar, kutsal kitaplardan ya da Çin halkının krallarından veya Siddhartha’nınkilerden, güzel Maya’nın oğlundan daha da eski, Musa’nın doğumundan daha da eski, insan kayıtlarının en eskisi bizim ilk kralımız Menes’in yazılarıdır.” Bir an duraklayıp iri gözlerini Yunanlı üzerinde nazikçe sabitleyerek, “Hellas’ın gençliğinde öğretmenlerinin öğretmenleri kimdi, Gaspar?” dedi.

Yunanlı gülümseyerek başıyla selamladı.

“Bu kayıtlara göre…” diye devam etti Baltazar. “Ataların Uzak Doğu’dan, üç kutsal nehrin doğduğu bölgeden, yeryüzünün merkezinden -sözünü ettiğin eski İran, Melchior- ne zaman geldiklerini, Tufan’ı ve dünyanın Tufan’dan önceki tarihini Nuh’un oğullarının Aryanlara anlattığı şekilde beraberlerinde getirdiklerini, Tanrı, yaratıcı ve başlangıcı, Tanrı gibi ölümsüz ruhu öğrettiklerini biliyoruz. Şimdi bizi çağıran görev mutlulukla yerine getirildiğinde, benimle gelmeyi isterseniz, kutsal papazlık kütüphanemizi ve diğer şeylerin yanı sıra ölüm, onu kıyamete olan yolculuğuna gönderdikten sonra ruhun tanık olacağı törenin bulunduğu Ölüler Kitabı’nı size gösteririm. Fikirler -Tanrı ve ölümsüz ruh- çöl üzerinden Misrayim’e getirilmiş, o da Nil kıyılarına götürmüş. O zamanlar Tanrı’nın bizim mutluluğumuz için daima istediği gibi bir saflıkları ve anlayışlılıkları varmış; bu ilk tapınmaymış; neşeli, umut dolu ve yaratıcısına sevgi duyan bir ruh için doğal olan bir şiir ve dua.”

O anda Yunanlı ellerini uzatıp bağırdı. “Ah! İçimdeki ışık derinleşiyor!”

“Benim de!” dedi Hintli, benzer bir coşkuyla.

Mısırlı babacan bir tavırla onlara baktı, sonra sözlerine devam etti, “Din sadece insanı yaratıcısına bağlayan yasadır: Saflığında bu unsurlar vardır -Tanrı, ruh, onların birbirlerini karşılıklı tanımaları- pratiğe döküldüğünde bunlardan tapınma, sevgi ve ödül çıkar. Bu yasa, tıpkı kutsal kökenli diğerleri gibi –örneğin, yeryüzünü güneşe bağlayan gibi- başlangıçta yazarı tarafından kusursuz bir şekilde gerçekleştirilmişti. İlk ailenin dini böyleydi, kardeşlerim, yaratılış formülüne karşı kör olmayan babamız Misrayim’in dini de böyleydi, ilk inanış ve ilk tapınmalar gibisi hiçbir yerde görülmemişti. Mükemmellik Tanrı’dır; sadelik mükemmelliktir. Lanetlerin laneti, insanın böyle gerçeklere izin vermemesidir.”

Sanki nasıl devam edeceğini düşünüyormuş gibi durdu.

“Pek çok ulus Nil’in tatlı sularını sevmiştir.” dedi sonra. “Etiyopyalılar, Pali-Putra, Yahudiler, Süryaniler, İranlılar, Makedonyalılar, Romalılar -Yahudiler hariç- hepsi bir zaman onun efendisi olmuştur. İnsanların bu kadar çok gidip gelmeleri eski Misrayim inancını mahvetti. Palmiyeler Vadisi, Tanrılar Vadisi hâline geldi. Yüce olan sekize bölündü, her biri doğadaki yaratıcı bir ilkeyi temsil ediyordu, Ammon-Re de başlarındaydı. Sonra Isıs ve Osiris ile onların suyu, ateşi, havayı ve diğer güçleri temsil eden camiaları meydana geldi. Kudret, bilgi, sevgi ve benzerleri gibi insani niteliklerin akla getirdiği bir başka düzenimiz daha olana kadar çoğalma devam etti.”

“Hepsinde eski budalalık vardı!” diye bağırdı Yunanlı, atılarak. “Sadece erişilmez olanlar bize geldikleri şekliyle kalıyor.”

Mısırlı başını eğdi ve devam etti:

“Biraz daha, kardeşlerim, biraz daha, ben kendime gelmeden önce biraz daha. Gittiğimiz yol eskiden olanla karşılaştırılınca en kutsalı gibi görünüyor. Kayıtlar Misrayim’in, o zamanlar Afrika çölünde yayılan, zengin, üstün yetenekli, doğaya tapan Etiyopyalıların elinde olan Nil’i bulduğunu gösteriyor. İranlılar, tanrıları Ormuzd için güneşe kurban veriyorlardı; Uzak Doğu’nun dini bütün çocukları ilahlarını tahtadan ve fil dişinden oyuyorlardı; ama Etiyopyalılar yazı, kitaplar ve herhangi bir sanatsal yetenekleri olmaksızın, kediyi Re için, boğayı İsis için, böceği Pthah için kutsal sayarak hayvanlara, kuşlara, böceklere tapınıp ruhlarını yatıştırıyorlardı. Onların sert inancına karşı uzun süren mücadele yeni imparatorun dininin benimsenmesiyle son buldu. Sonra nehir kıyısına ve çöle büyük anıtlar dikildi; dikili taş, labirent, piramit, timsah mezarıyla birleştirilmiş kral mezarı. Aryan’ın oğulları böyle derin bir alçalmaya düştüler, kardeşlerim!”

Burada ilk kez Mısırlının sakinliği onu terk etti; yüzü kayıtsız kalsa da sesi ele veriyordu.

“Vatandaşlarımı hor görmeyin.” diye başladı tekrar. “Onlar Tanrı’yı unutmuş değiller. Hatırlayacağınız gibi biraz önce, bir tanesi hariç dinimizin bütün sırlarını papirusa emanet ettiğimizi söylemiştim; şimdi size bundan söz edeceğim. Bir zamanlar her türlü değişiklik ve katkılara kendini adayan bir firavunumuz vardı. Yeni sistemi kurmak için eskisini tamamen akıllardan çıkarmaya çabaladı. Yahudiler o zamanlar köleler olarak bizimle kalıyorlardı. tanrılarına sadıktılar; zulüm dayanılmaz olunca asla akıllardan çıkmayacak bir şekilde serbest bırakıldılar. Kayıtlara göre konuşuyorum. Kendisi de Yahudi olan Moşe saraya geldi ve o zamanlar milyonları bulan kölelerin ülkeden ayrılmaları için izin istedi. Bu talep Yüce İsrail Tanrı’sı adınaydı. Firavun talebi reddetti. Ne oldu dinleyin. Önce bütün sular, yani göller ve nehirler, tıpkı kuyulardaki ve kaplardakiler gibi kana dönüştü. Ama hükümdar yine reddetti. Sonra kurbağalar her yeri istila etti. Hükümdar hâlâ kararlıydı. Sonra Moşe külleri havaya savurdu ve Mısırlıları veba salgını vurdu. Yahudilerinkiler hariç bütün büyükbaş hayvanlar öldü. Çekirgeler vadinin yeşilliklerini silip süpürdüler. Gün ortası öyle yoğun bir karanlığa gömüldü ki lambalar bile yanmadı. Sonunda bir gece Mısırlıların ilk çocuklarının hepsi öldüler; Firavun’unki bile kurtulamadı. Sonra boyun eğdi. Ama Yahudiler gidince ordusuyla beraber peşlerine düştü. Son anda deniz ikiye bölündü ve kaçaklar ayakları ıslanmadan geçtiler. Onların peşindekiler geldiklerinde dalgalar geri gelip hepsini boğdu; atları, arabacıları ve kralı. Aydınlanmadan söz etmiştin, Gaspar…”

Yunanlının mavi gözleri ışıldadı.

“Hikâyeyi Yahudilerden öğrendim.” diye bağırdı. “Sen de bunu doğruluyorsun, Baltazar!”

“Evet, ama benim aracılığımla Mısırlılar konuşuyor, Moşe değil. Ben mermerleri yorumluyorum. Zamanın papazları şahit olduklarını kendilerince yazıya döktüler ve aydınlanma meydana geldi. Şimdi kayıtlara girmemiş sırra geliyorum. Benim ülkemde, kardeşlerim, talihsiz Firavun’un zamanından bu yana hep iki dinimiz oldu. Biri özel, diğeri halkınki; biri halk tarafından uygulanan çok tanrılı din; diğeri sadece ruhbanlık tarafından değer verilen tek Tanrı. Benimle birlikte sevinin, kardeşlerim! Pek çok ulus tarafından ayak basılması, krallar tarafından tırpanlanması, düşmanların bütün icatları, zamanın bütün değişimleri boşunaydı. Tıpkı dağların altında saatini bekleyen bir tohum gibi şanlı gerçek de yaşadı ve işte günü geldi!”

Hintlinin bitkin bedeni zevkle titredi ve Yunanlı bağırdı:

“Sanki çöl şarkı söylüyor!”

Mısırlı yakınlardaki testiden bir yudum su içip devam etti:

“Ben bir prens ve rahip olarak İskenderiye’de doğdum, sınıfıma özgü bir eğitim aldım. Ama erkenden mutsuz oldum. Bana empoze edilen inancın bir bölümü ölümden, bedenin yok olmasından sonrasına aitti, ruh en aşağıdan en yüksekteki son varlık olan insanlığa kadar olan ilk gelişimine hemen başlıyordu, hem de fani dünyada önderlik edecek bir referans olmadan. İranlıların ışık âlemini, Chinevat Köprüsü’nün karşısında sadece iyilerin gittiği cenneti duyduğumda aklıma bir düşünce takıldı, öyle ki gündüz de gece de ebedî göç ile cennetteki ebedî hayat fikirleri üzerinde düşünüp durdum. Eğer öğretmenimin öğrettiği gibi Tanrı adilse neden iyi ile kötü arasında bir ayrım yoktu? Sonunda ölümün, kötülerin bırakıldığı ya da kaybolduğu, inançlıların daha yüce bir hayata yükseldikleri bir ayrım noktası olduğu benim için netleşti; aktif, neşeli ve sonsuz bir yaşamdı bu; Tanrı ile yaşam! Bu keşif bir başka araştırmayı daha getirdi. Neden gerçek, papazlığın bencil avuntusu için uzun süre bir sır olarak saklanmalıydı? Baskının nedeni yok oldu. Felsefe en azından bize hoşgörü getirmişti. Mısır’da Ramses yerine Roma vardı. Bir gün İskenderiye’nin en muhteşem ve kalabalık bölgesi olan Brucheium’da vaaz verdim. Doğu ve Batı da izleyicilerim arasına katıldı. Kütüphaneye giden öğrenciler, Serapeum’dan12 gelen rahipler, müzeden gelen aylaklar, hipodrom müdavimleri, Rhacotis’ten vatandaşlar beni dinlemek için durdular. Tanrı, ruh, doğru ve yanlış, cennet, erdemli bir yaşamın ödülü konusunda telkinlerde bulundum. Melchior, taş kesildin! Dinleyicilerim önce şaşırdılar, sonra güldüler. Tekrar denedim, nükteli sözlerle taşladılar beni, Tanrı’mla dalga geçtiler, cennetimi alayla kararttılar. Gereksiz yere oyalanmamak için oradan ayrıldım.”

Hintli uzunca iç geçirip, “İnsanın düşmanı insandır, kardeşim.” dedi.

Baltazar sessizliğe gömüldü.

“Hatamın nedenini bulmak için çok düşündüm ve sonunda başardım.” dedi, tekrar söze başlayarak. “Nehrin yukarısında, şehirden bir günlük mesafede sığır çobanlarının ve bostancıların köyü vardır. Bir tekneye binip oraya gittim. Akşam saatlerinde insanları, kadınları ve erkekleri, yoksulların en yoksullarını bir araya topladım. Tıpkı Brucheium’da yaptığım gibi vaaz verdim. Onlar gülmediler. Ertesi akşam tekrar konuştum, inanıp memnun oldular, haberleri dışarı taşıdılar. Üçüncü toplantıda dua etmek için bir topluluk oluşturuldu. Ondan sonra şehre döndüm. Hiç bu kadar parlak ve yakın görünmemiş olan yıldızların altında nehir boyunca ilerlerken şu dersi çıkardım: Bir reform başlatmak için büyük ve zenginlerin bölgelerine değil, daha ziyade mutluluk çanakları boş olanların -yoksulların ve acizlerin- yanına git. Sonra bir plan yapıp hayatımı adadım. İlk adım olarak büyük mal varlığımı güvence altına aldım, böylelikle kesin bir gelirim olacaktı ve gerektiğinde acı çekenin rahatlamasına sunulacaktı. O günden sonra, kardeşlerim, tek Tanrı, erdemli yaşam ve cennet ödülü konusunda vaaz vererek Nil boyunca bir aşağı bir yukarı köylere ve bütün kavimlere seyahat ettim. Ne kadar olduğunu bilmem ama hayır işledim. Dünyada onun kabulü için hazır olan yerleri gidip bulacağımızı biliyorum.”

Konuşmacının esmer yanaklarına bir kırmızılık yayıldı, ama bu duygunun üstesinden gelip devam etti:

“Bu yıllar boyunca, kardeşlerim, bir düşünceyi dert ettim; ben gidince başlattığım amaç ne olacaktı? Benimle beraber bitecek miydi? Çalışmam için uygun bir amaç bulmayı pek çok kez hayal ettim. Sizden saklayacak değilim, bunu gerçekleştirmeye çalıştım, ama başaramadım. Kardeşlerim, artık dünya öyle bir duruma geldi ki, eski Misrayim inancını yeniden inşa etmek için, reformcunun insani yaptırımdan daha fazlasına sahip olması gerekir, sadece Tanrı adına gelmesi olmaz, sözlerine bağlı kanıtları da olmalı, söylediklerini ispat etmelidir, Tanrı’yı bile. Zihin mitler ve sistemlerle doludur; sahte ilahlar her yeri doldurmuş, -yeryüzünü, havayı, gökyüzünü- her şeyin bir parçası olmuşlar; ilk dine geri dönmek ancak kanlı yollardan, zulüm tarlalarından geçerek olabilir; yani din değiştirenler vazgeçmektense ölmeyi yeğlemelidir. Bu devirde Tanrı’nın kendisinden başka kim insanların inancını böyle bir noktaya taşıyabilir? Irkı kurtarmak için -yok etmeyi kastetmiyorum- o kendisini bir kere daha açığa çıkarmalı; bizzat gelmelidir.”

Üçünü de yoğun bir his kapladı.

“Onu bulmayacak mıyız?” dedi Yunanlı.

“Gerçekleştirmekte neden başarısız olduğumu anlıyorsunuz.” dedi Mısırlı, büyü geçince. “Yaptırımım yoktu. Çabamın kaybolacağını bilmek beni dayanılmaz derecede perişan etti. Duaya inanıyordum ve yakarışlarımı saf ve güçlü hâle getirmek için, tıpkı sizin gibi kardeşlerim, yürünmüş yolların dışına çıktım, insanoğlunun olmadığı, sadece Tanrı’nın olduğu yerlere gittim. Beşinci çağlayanın tepesine, Sennar’da nehirlerin birleştiği yere, Beyaz Nil’in yukarılarına, Afrika’nın bilinmeyen uzaklıklarına gittim. Orada sabahları gökyüzü kadar mavi bir dağ, batı çölünün üzerine serinletici bir gölge savurur, erimiş karlardan oluşan şelaleleriyle doğuda eteklerine yerleşen geniş gölü besler. Göl, büyük nehrin anasıdır. Bir yılı aşkın bir süre dağ, bana ev sahipliği yaptı. Hurmalar bedenimi, dualar ruhumu besledi. Bir gece küçük denizin yakınlarındaki meyve bahçesinde yürüdüm. ‘Dünya ölüyor. Ne zaman geleceksin? Neden kurtuluşu görmüyorum, Tanrı’m?’ diye yakardım. Ayna gibi sular yıldızlarla parıldıyordu. İçlerinden biri sanki yerinden ayrılıp yüzeye yükselmiş, orada göz yakıcı bir parlaklığa erişmişti. Sonra bana doğru hareket etti, bir elin uzanacağı mesafede başımın üzerinde durdu. Yere düşüp yüzümü sakladım. Yeryüzüne ait olmayan bir ses bana dedi ki: ‘İyi çalışmaların başarıya ulaştı. Kutsandın, ey Misrayim’in oğlu! Kurtuluş geldi. Dünyanın uzaklarındaki diğer iki kişiyle beraber kurtarıcıyı görecek, onun için şahitlik edeceksin. Sabah olduğunda, git ve onlarla buluş. Kutsal Kudüs şehrine geldiğinizde insanlara, Yahudilerin kralı olarak doğan o nerede, biz Doğu’da onun yıldızını gördük ve ona tapınmak için gönderildik, deyin. Size rehberlik edecek ruha inanın.’

Işık kuşku duyulmaz bir iç aydınlanması hâline geldi ve bir rehber olarak benimle kaldı. Beni nehirden aşağıya, Memphis’e doğru yönlendirdi, orada çöl için hazırlandım. Devemi aldım, hiç dinlenmeden Süveyş ve Kufileh yoluyla, Moab ve Amman topraklarından geçerek buraya geldim. Tanrı bizimledir, kardeşlerim!”

Durakladı, bunun üzerine kendi başlarına değil de sanki bir telkinle ayağa kalkıp birbirlerine baktılar.

“Halklarımızı ve onların tarihlerini tanımlama şeklimizde bir amaç olduğunu söylemiştim.” diye devam etti Mısırlı. “Bulacağımız kişi ‘Yahudi Kralı’ diye adlandırılıyor, onu bu isimle sormamız söylendi. Şimdi buluşup da birbirimizi dinlediğimize göre onun kurtarıcı olacağını biliyoruz, sadece Yahudilerin değil, yeryüzündeki tüm ulusların. Tufan’dan sağ kurtulan resulün üç oğlu ve onların aileleri vardı, onlar sayesinde insanlar yeniden türediler. Asya’nın merkezindeki iyi bilinen Zevk Bölgesi, eski Aryana-Vaêjoda ayrıldılar. Hindistan ve Uzak Doğu birincinin çocuklarını aldı; en gencinin soyu Kuzey’den geçip akın hâlinde Avrupa’ya gitti; ikincininkiler de Kızıl Deniz civarındaki çöllerden taşıp Afrika’ya geçtiler, bunların çoğu çadırlarda otursalar da bazıları Nil boyunca binalar yaptılar.”

Aynı anda gelen bir dürtüyle üçünün elleri birleşti.

“Bir şey bundan daha kutsal bir biçimde düzenlenebilir mi?” diye devam etti Baltazar. “Tanrı’yı bulunca, kardeşler ve onlardan sonra gelen nesiller bizimle birlikte ona saygıyla diz çökecekler. Kendi yollarımıza gitmek üzere ayrıldığımızda, dünya yeni bir ders almış olacak: Cennet kazanılabilir ama kılıçla ya da insan erdemiyle değil, inanç, sevgi ve iyi işlerle.”

İç geçirmelerle ve kutsanmış gözyaşlarıyla bölünen bir sessizlik oldu; çünkü onları dolduran sevinç kalıcı olmayabilirdi. Bu, Hayat Nehri’nin kıyılarında, Tanrı’nın yanında kurtarılmışlarla dinlenen ruhların tarifsiz sevinciydi.

Elleri birbirinden ayrıldı ve beraber çadırdan dışarı çıktılar. Çöl, gökyüzü kadar hareketsizdi. Güneş hızla batıyordu. Develer uyuyordu.

Kısa bir süre sonra çadır söküldü ve yemekten arta kalanlarla beraber kutuya kondu; sonra dostlar da develere binip Mısırlı tarafından yönlendirilerek tek sıra hâlinde yola koyuldular. Soğuk gecede rotaları batıya doğruydu. Develer çizgiyi ve aralıkları koruyarak sabit adımlarla ileri atıldılar; sanki arkadan gelenler öncünün ayak izlerine basıyordu. Sürücüler bir kere bile konuşmadılar.

Yavaş yavaş ay çıktı. Üç uzun boylu ve beyaz figür donuk ışıkta sessiz bir şekilde ilerlerken, kötü karanlıklardan gelen hayaletler gibi görünüyorlardı. Birdenbire önlerindeki havada, alçak bir tepenin zirvesinde parlak bir alev belirdi. Ona bakarlarken, görüntü büyüleyici bir parlaklık noktasına dönüştü. Kalp atışları hızlandı; ruhları titredi ve tek bir ses hâlinde bağırdılar: “Yıldız! Yıldız! Tanrı bizimle!”

VI
YAFA PAZARI

Kudüs’ün batı duvarının üzerindeki bir aralıkta Beytüllahim ya da Yafa Kapısı denilen “meşeden kapaklar” asılıdır. Bu kapakların ardında kalan alan, şehrin tanınmış yerlerinden biridir. Davut Sion’a göz koymadan çok önceleri orada bir kale vardı. Sonunda Jesse’nin oğlu Yevusluları yerlerinden edip de kaleyi inşa etmeye başladığında, kalenin surları yeni duvarın kuzeybatı köşesini meydana getirdi ve duvar eskisinden daha azametli bir kule tarafından korunuyordu. Bununla birlikte, muhtemelen orada birleşen yollar başka bir noktaya yönlendirilemediğinden ve dışarıdaki alan bildik bir pazar yeri hâlini alsın diye kapının konumu değiştirilmemişti. Süleyman zamanında bölgede Mısır’dan tüccarların, Tyre ve Sidon’dan zengin satıcıların da dâhil olduğu büyük bir hareketlilik vardı. Yaklaşık üç bin yıl geçmiş ve ticaret burada devam etmişti. İğne ya da silah, salatalık ya da deve, ev ya da at, kredi ya da mercimek, hurma ya da tercüman, kavun ya da adam, güvercin ya da eşek arayan bir yolcunun sadece Yafa Kapısı’nda aradığını sorması yeterlidir. Bazen ortam öyle hareketlidir ki, kim bilir onu inşa eden Herod zamanındaki eski pazar nasıl bir yerdi, sorusunu akla getirir. Şimdi okur o döneme ve o pazara götürülecek.

Yahudi sistemine göre, önceki bölümlerde anlatılan bilgelerin karşılaşmaları yılın üçüncü ayının yirmi beşinci gününde olmuştu, yani aralığın yirmi beşinde. Yıl, 193. Olimpiyatın ikincisi ya da Roma’nın 747’si, Büyük Herod’un on yedinci, saltanatının otuz beşinci, miladi takvimin başlangıcından önce dördüncü yıldı. Günün saatleri, Yahudiye geleneğine göre, güneşle beraber başlar, ilk saati güneş doğduktan sonraki ilk saattir; kesin söylemek gerekirse, belirtildiği gibi günün ilk saatinde Yafa Kapısı’ndaki pazar dopdolu ve canlıydı. Şafaktan itibaren büyük kapılar sonuna kadar açılırdı. Daima yoğun olan ticaret, kemerli girişten daracık bir sokağa ve büyük kuleyi geçtikten sonra şehrin içine uzanan meydana kadar girerdi. Kudüs tepelik bir şehir olduğundan sabah havası öyle az buz ayaz olmazdı. Sıcaklık vaat eden güneş ışınları etraftaki büyük duvarların mazgalları ve kuleleri üzerinde dolaşır, güvercinlerin mırıltıları ve gidip gelen kuş sürülerinin kanat sesleri buralardan aşağıya gelirdi.

Gelecek sayfaları anlamak için Kutsal Şehir’in sakinleri kadar yabancılarını da tanımadan önce kapıda durup manzaraya bakmak iyi olur. Şimdikinden çok farklı bir ruh hâline bürünecek olan bu halka göz gezdirmek için bundan daha iyi bir fırsat bulunmaz.

Manzara ilk bakışta tam bir karmaşadır; hareket, ses, renk ve nesne karmaşası. Özellikle sokakta ve meydanda durum budur. Zemin geniş ve şekilsiz kaldırım taşlarıyla kaplıdır, her bir çığlık, gıcırtı ve toynak vuruşu yanda yükselen sağlam duvarların arasındaki çınlayan ve gürleyen kargaşayı daha da artırır. Kalabalığa biraz karışmak, sürmekte olan ticarete biraz aşina olmak analiz etmeyi mümkün kılacaktır.

Şurada, Celile’nin bahçelerinden ve taraçalarından yeni getirilmiş mercimek, fasulye, soğan ve salatalıkla dolu küfelerin altında uyuklayan bir eşek duruyor. Eşeğin sahibi müşterilere hizmet vermediği zamanlarda, sadece bilenlerin anlayabileceği bir sesle mallarını duyuruyor. Kıyafetleri oldukça basit; sandaletler, bir omuza atılan ne beyaz ne de boyalı bir battaniye ve bele sarılmış bir kuşak. Onun yanında, çok daha heybetli ve tuhaf, ama eşek kadar sabırlı olmayan, gırtlağının, boynunun ve vücudunun altındaki tüyleri kabarık, bir deri bir kemik, gri bir deve diz çökmüş; kutulardan ve sepetlerden oluşan yükleri büyük bir semerin üzerine tuhaf bir şekilde dizilmiş. Sahibiyse, ufak tefek, kıvrak ve tozlu yollardan ve çölün kumundan nasibini alan teniyle bir Mısırlı. Soluk bir tarbooshe, boynundan dizlerine kadar inen, kolsuz ve kemersiz bir elbise giyiyor. Ayakları çıplak. Yükün altında huzursuz olan deve sızlanıyor ve zaman zaman dişlerini gösteriyor, ama adam hayvanın kayışlarını tutmuş, hiç aldırmadan bir aşağı bir yukarı adımlayarak sürekli Kedron meyve bahçelerinden gelen taze meyvelerinin reklamını yapıyor; üzümler, hurmalar, incirler, elmalar ve narlar.

Sokağın meydana açıldığı köşede sırtlarını duvarın gri taşlarına dayamış kadınlar oturuyor. Giysileri ülkenin mütevazı sınıflarında yaygın olanlardan; belden gevşekçe bağlanmış, yerlere kadar boylu boyunca inen keten elbise, başı örttükten sonra omuzlara da sarılacak kadar geniş atkı ya da şal. Onların mallarıysa, kuyulardan su getirmek için Doğu’da hâlen kullanılan türden birkaç toprak küp ve deri şişeler. Küplerin ve şişelerin aralarında, taş zeminde kalabalığa ve soğuğa aldırmadan yuvarlanıp duran, hep tehlike altında olduğu hâlde hiç canı yanmayan, yarım düzine kadar çıplak çocuk oyun oynuyor; esmer bedenleri, amber rengi gözleri ve gür, siyah saçları İsrail kanını doğruluyor. Bazen anneleri şalların altından kafalarını kaldırıp ana dillerinde tevazuyla mallarını duyuruyorlar: şişelerde “üzüm balları”, küplerde “sert içecek”. Sesleri genel curcuna içinde kaybolup gidiyor, pek çok rakiple başa çıkacak güçte değiller. Çıplak bacaklı, kirli gömlekli, uzun sakallı, güçlü kuvvetli adamlar olan bu rakipleri sırtlarına bağlanmış şişelerle dolaşıp, “Şarap balı! En-Gedi üzümleri!” diye bağırıyorlar. Bir müşteri içlerinden birini durdurduğunda, şişe tepeden yuvarlanarak ağzındaki kapak kaldırılıyor ve hazır olan bardaklara leziz meyvenin koyu kırmızı suyu boşaltılıyor.

Kumru, ördek ve sıklıkla bülbül, daha da sıklıkla güvercin gibi kuşları satanlar da daha az gürültücü değiller; bu kuşların alıcıları onları yakalayan, dorukların cesur tırmanıcılarının tehlikeli hayatlarını pek akıllarına getirmiyorlar.

Kırmızı ve maviye bürünen, kocaman beyaz sarıkların altında yıkılacak gibi duran mücevher satıcıları; ev eşyası satıcıları; giysi tüccarları; insanları yağlamak için merhem satıcıları; ihtiyaç için olduğu kadar tuhaf da olan her türlü malzeme satıcıları, orada burada yularlara asılarak, kâh bağırıp kâh dil dökerek dolaşan ve eşek, at, buzağı, koyun, oğlak, deve gibi, yasa dışı olan domuz hariç her türlü hayvan ticareti yapan satıcılar arasında güçlükle yürüyorlar. Bunların hepsi buradalar; anlatıldığı gibi tek başlarına değil, pek çoklar; bir yerde değil, pazardaki her yerdeler.

Sokak ve meydandaki bu manzarayı gören, satıcılara ve mallarına göz gezdiren okurun ikinci olarak ziyaretçilere ve alıcılara dikkat göstermesi gerekir, çünkü en iyi araştırmalar kapıların dışında, manzaranın çeşitli ve hareketli olduğu yerde yapılır; çünkü orada tentelerin, çadırların, daha büyük alanların, daha büyük kalabalıkların, daha sınırsız özgürlüğün ve Doğu güneşinin ihtişamının etkileri vardır.

12.Mısır Tanrısı Serapis’e adanmış tapınaklar. (ç.n.)
₺32,31

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
Hacim:
3 s. 5 illüstrasyon
ISBN:
978-605-121-953-0
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre