Kitabı oku: «Ben-Hur», sayfa 5
VII
KUDÜS HALKI
Tam gidiş geliş hareketliliğinin kıyısında, kapıda duralım ve bir süre izleyip dinleyelim.
Tam zamanı! İşte önemli bir sınıftan iki adam geliyor.
“Tanrı’m! Ne kadar da soğuk!” diyor, içlerinden biri, zırhlar içinde güçlü bir figür; başında pirinçten bir başlık, vücudunda ışıl ışıl parlayan bir zırh. “Ne kadar soğuk! Comitium’da,13 rahiplerin aşağı dünyaya giriş dedikleri mezar odasını hatırlıyor musun, Caius? Bu sabah orada biraz ısınacak kadar durabilirdim!”
Bu sözlerin muhatabı askerî pelerinin kapüşonunu kaldırıp başını ve yüzünü açıyor, alaycı bir gülümsemeyle, “Mark Antony’yi yenen birliklerin başlıkları Galya karıyla doluydu;14 ama sen -ah benim zavallı dostum- sen Mısır’dan yeni geldin, kanında oraların yazını getirdin.”
Bu son sözle girişte gözden kayboluyorlar. Hiç konuşmasalar da zırh ve güçlü adımlar onların Romalı askerler olduklarını ortaya sererdi.
Sonra kalabalığın arasından, zayıf, yuvarlak omuzlu, kahverengi kaba giysiler içinde bir Yahudi geliyor; uzun, keçeleşmiş saçları gözlerine ve yüzüne, arkadan da sırtına kadar dökülüyor. Yalnız. Onunla karşılaşanlar eğer daha beterini yapmazlarsa, kahkahayla gülüyorlar, çünkü o bir Nazarite,15 Musa’nın kitaplarını reddeden, kendisini nefret edilen yeminlere adayan, yeminler geçerli olduğu sürece saçlarını kestirmeyen, hor görülmüş bir mezhepten.
Onun gidişini izlerken birdenbire keskin ve kararlı haykırışlarla hızla sağa sola açılan kalabalıkta bir kargaşa oluyor. Sonra da bunun nedeni ortaya çıkıyor; bir adam, nitelik ve kıyafetine bakılırsa bir Yahudi. Sarı ipekten bağcıklarla kafasına tutturulan kar beyazı keten bir örtü serbestçe omuzlarına dökülüyor; elbisesi zengin bir şekilde nakışlı, altın püsküllü kırmızı bir kuşak birkaç kez beline dolanmış. Tavırları sakin; hatta kendisine yol verenlere aceleyle gülümsüyor. Cüzzamlı mı? Hayır, sadece bir Samiriyeli. Geri çekilen kalabalık eğer kendilerine sorulsa onun elbisesinin değmesinin bile kirlilik yaratacağı bir Asurlu olduğunu söylerlerdi; sonuç olarak ölmekte olan bir Yahudi bile ondan can kabul etmezdi. Aslında, düşmanlığın nedeni kanda değildi. Davut, Sion Dağı’na taht kurduğunda, onu sadece Yahuda desteklemişti, on kavim Shechem’in yolunu tutmuştu, Shechem eski bir şehirdi ve o tarihlerde kutsal anılar açısından çok zengindi. Kavimlerin birleşmeleri bile bu şekilde başlayan ihtilafı çözemedi. Samiriyeliler, Gerizim Dağı üzerindeki tapınaklarına bağlı kaldılar ve olağanüstü kutsallığını korurken, Kudüs’teki öfkeli din bilginlerine gülüyorlardı. Zaman bile bu nefreti yatıştıramadı. Herod zamanında, inanca dönmek Samiriyeliler hariç bütün dünya için geçerliydi. Sadece onların Yahudilerle arkadaşlığı kesinlikle ve ebediyen yasaklanmıştı.
Samiriyeli kemerli kapıdan geçip içeri girerken, şimdiye kadar gördüklerimize hiç benzemeyen, istesek de bakışlarımızı üzerlerinden alamadığımız üç adam çıkıyor dışarı. Alışılmadık bir endamda ve oldukça kaslılar; gözleri mavi ve tenleri o kadar açık renk ki kanları tenlerinde mavi kalemle çizilmiş gibi parlıyor. Saçları açık renk ve kısa; küçük ve yuvarlak kafaları boyunlarının üzerinde sütun gibi duruyor. Göğüs kısmı açık, kolsuz ve bol, yünlü gömlekleri, kollarını ve bacaklarını çıplak bırakarak vücutlarını çevreleyişi akla hemen arenayı getiriyor; tam burada aldırışsız, kendinden emin ve küstah tavırlarını da eklediğimizde insanların onlara yol vermelerine ve onlar geçtikten sonra tekrar dönüp bakmak için durmalarına hiç şaşmıyoruz. Onlar Romalılar gelmeden önce Yahudiye’de bilinmeyen gladyatörler, güreşçiler, koşucular, boksörler, silahşorlardır; eğitimde olmadıkları zamanlar kralın bahçelerinde dolaşırken ya da sarayın kapısında muhafızlarla otururken görülürler, muhtemelen Sezaria, Sebaste veya Eriha’dan gelirler. Yahudi’den çok Yunanlı olan Herod, oyunlara ve kanlı gösterilere duyduğu Romalı aşkıyla orada tiyatrolar inşa ettirmiştir, şimdi de gelenek olduğu üzere Galyalı vilayetlerden ya da Tuna Nehri üzerindeki Slav kavimlerden getirdiği savaşçı erkekler için okul yaptırmıştır.
“Baküs aşkına!” diyor, içlerinden biri, yumruk yapılmış elini omzunda gezdirerek. “Kafatasları yumurta kabuğundan bile kalın değil.”
Hareketlere eşlik eden gaddar bakış bizi öyle tiksindiriyor ki bakışlarımızı daha hoş bir şeylere çevirmekten mutluluk duyuyoruz.
Karşı tarafımızda bir meyve tezgâhı var. Sahibi kel kafalı, uzun yüzlü biri, burnu da bir şahin gagası gibi. Tozun içine yayılmış bir halının üzerinde, sırtını arkasındaki duvara dayamış oturuyor; başının üzerinde dar bir perde asılı; etrafında bir elin uzanabileceği mesafede, küçük taburelerin üzerine dizilmiş badem, üzüm, incir ve nar dolu hasırdan kutular duruyor. Gözlerimizi gladyatörlere dikmemizden farklı bir nedenle bakışlarımızı alamadığımız biri yaklaşıyor yanına: Gerçekten çok yakışıklı bir Yunanlı. Dalgalı saçlarının döküldüğü şakaklarının etrafını mersin ağacından bir taç ve ona tutturulmuş solgun çiçekler çevreliyor. Kırmızı gömleği yumuşacık yünlü bir kumaştan, önden ışıl ışıl altından şahane bir armayla sımsıkı tutturulan devetüyü rengi bir kuşağın altında, aynı metalle süslenmiş kat kat etekleri dizlerine kadar iniyor; yine yünlü, beyaz-sarı karışımı bir atkı boynunu dolanıp sırtına dökülüyor; açıktaki kolları ve bacakları fildişi kadar beyaz; banyo, yağlar ve fırçalarla mükemmel bir muamele görmediği sürece olamayacak kadar parlak.
Yerinde oturmaya devam eden satıcı ileri doğru eğiliyor, ellerini uzatıp avuç içleri aşağıya bakacak şekilde Yunanlının önünde birleştiriyor.
“Bu sabah neler getirdin, Paphos’un oğlu?” diyor, genç Yunanlı, Kıbrıslıya değil de kutularına bakarak. “Karnım aç. Kahvaltı için neyin var?”
“Pedius’tan gelen gerçek meyveler, tıpkı Antakyalı şarkıcıların seslerini iyileştirmek için sabahları yediklerinden.” diye cevap veriyor satıcı, genizden gelen sesiyle.
“Ama bu incirler Antakyalı şarkıcılar için olan en iyilerinden değil!” diyor Yunanlı. “Sen Afrodit’e tapanlardansın, ben de öyle, tıpkı başımdaki mersin ağacından tacın kanıtladığı gibi. O şarkıcıların sesleri Hazar rüzgârının soğuğunu taşıyor. Bu kuşağı görüyor musun? Kudretli Salome’nin hediyesi…”
“Kralın kız kardeşi!” diye bağırıyor, Kıbrıslı, selam vererek.
“Kraliyet zevkini taşıyor. Neden olmasın ki? Kardeşi kraldan daha çok Yunanlıdır. Kahvaltım! Al işte paranı, Kıbrıs’ın kırmızı bakır paraları. Bana üzüm ver, bir de…”
“Hurma da almayacak mısın?”
“Hayır, ben Arap değilim.”
“Ya incir?”
“Yahudi de değilim. Hayır, üzümden başka bir şey istemem. Hiçbir su, Yunanlının kanıyla üzümün kanının karışımından daha tatlı değildir.”
Bu kirli ve kalabalık pazarda bütün saray fiyakasıyla bu şarkıcı kolay kolay zihinlerden çıkarılmayacak bir görüntüdür; işte birisi sanki bütün merakımıza meydan okurcasına onun peşi sıra geliyor. Yüzü yere dönük bir şekilde ağır ağır yolun yukarısına yürüyor; aralıklarla duraklıyor, ellerini göğsünde birleştirip yüzünü uzatıyor ve sanki duaya başlayacakmış gibi gözlerini gökyüzüne doğru çeviriyor. Kudüs’ten başka hiçbir yerde böyle birine rastlanamaz. Alnında, örtüyü sabitleyen bir banda tutturulmuş deriden kare bir kese görünüyor; benzer bir başka kese de bir kayışla sol koluna bağlanmış. Elbisesinin kenarları derin püsküllerle süslenmiş; muskalar, elbisesinin geniş kenarları ve bütün bedenine hâkim olan yoğun kutsallıktan onun bir Ferisi, yani yobazlığı ve gücü dünyanın felaketine neden olacak organizasyonlardan (dinde bir mezhep, siyasette bir parti) birinden olduğunu anlıyoruz.
Kapının dışındaki kalabalık Yafa’ya giden yolu tamamen kaplıyor. Bakışlarımızı Ferisi’den çevirince, tam zamanında alacalı kalabalıktan ayrılan, inceleme konusu olabilecek bir grup dikkatimizi çekiyor. İlk önce içlerinden, berrak ve sağlıklı teni, parlak siyah gözleri, uzun, gür sakalı, üzerine tam oturan, mevsime uygun, pahalı giysileriyle gayet asil görünen bir adam beliriyor. Elinde bir değnek, boynunda da ipe asılı irice bir altın mühür taşıyor. Bazılarının kuşaklarında kısa kılıçlar olan birkaç hizmetkâr ona eşlik ediyor; ona büyük bir saygıyla hitap ediyorlar. Grubun geri kalanını halis çöl ırkından iki Arap oluşturuyor; zayıf, sırım gibi olan bu adamlar koyu bronz renginde, çukur yanaklı, parlak kem gözlü. Başlarında kırmızı fes, abalarının üzerinde sol kollarını ve bedenlerini sarıp sağ kollarını açıkta bırakan, kahverengi yünden haikleri ya da battaniyeleri var. Araplar beraberlerindeki atları satmak istediklerinden yüksek sesli bir şakalaşma hüküm sürüyor, sabırsızlık içinde yüksek perdeden, tiz bir sesle konuşuyorlar. Asil adam konuşma işini çoğunlukla hizmetkârlarına bırakıyor; ara sıra vakarla sorulara cevap veriyor ve Kıbrıslıyı görür görmez durup incir satın alıyor. Bütün grup Ferisi’nin hemen ardından ana kapıdan geçiyor. Biz de meyve satıcısının yolunu tutacak olursak, o bize güzelce selam verip, bu yabancının çok seyahat eden ve Suriye’nin sıradan üzümleriyle Kıbrıs’taki denizin çiyiyle zenginleşen üzümler arasındaki farkı iyice öğrenen bir Yahudi ve şehrin prenslerinden biri olduğunu söyleyecektir.
Böylece öğleye, bazen de daha geç saatlere doğru, istikrarlı alışveriş akını, alışıldığı üzere Yafa Kapısı’ndan girip çıkarak beraberlerinde İsrail’in bütün kavimlerinden, eski inançların aralarında parsellendiği ve geliştirildiği her türlü mezhepten, bütün dini ve sosyal gruplardan, sanatın çocukları ve zevk elçileri olan maceracı güruhtan, Sezarların ve atalarının dönemlerinden, özellikle de Akdeniz civarlarında oturan önemli insanlar da dâhil her türden şahsiyeti taşıyor.
Diğer bir deyişle, kutsal tarihi ve mübarek peygamberlerle bağlantısı zengin olan, taşları gümüşten, her yeri sedir ağaçlarıyla dolu, Hazreti Süleyman’ın Kudüs’ü, Roma’nın bir kopyası, dinsizlik merkezi ve pagan bölgesi hâline gelmişti. Yahudi bir kral16 bir gün papaz kıyafetlerine bürünüp tütsü sunmak için ilk tapınağın içine girip bir cüzzamlı olarak dışarı çıktı, ama okumakta olduğumuz dönemde Pompey17 de Herod’un tapınağına girmiş, hiçbir zarar görmeden, sadece boş bir oda bularak çıkmıştı, Tanrı’dan hiçbir işaret yoktu.
VIII
YUSUF VE MERYEM
Şimdi okurdan, Yafa Kapısı’ndaki pazarın bir bölümü olarak tanımlanan meydana geri dönmesini rica ediyoruz. Günün üçüncü saatiydi ve insanların çoğu gitmişti, ama baskı bariz bir azalma olmadan devam ediyordu. Yeni gelenler arasında, güney duvarlarının yanında, bir erkek, bir kadın ve büyük bir dikkat gerektiren, eşekten oluşan bir grup vardı.
Adam hayvanın başında durmuş, dizginlerini tutuyor ve hem hayvanı dürtmek için hem de baston olarak çifte amaçla kullanılmak üzere seçilmiş bir sopaya yaslanıyordu. Elbisesi etrafındaki sıradan Yahudilerinki gibiydi, sadece yepyeni görünüyordu. Başından aşağıya dökülen örtü ve boynundan topuklarına kadar onu örten cüppe ya da elbise, muhtemelen tatil günleri sinagoga giderken giymeye alışkın olduğu kıyafetlerdi. Gayet açık olan yüz hatları ellilerinde olduğunu söylüyordu, çizgi çizgi kırlaşmış siyah sakalları da bu tahmini doğruluyordu. Bir yabancı ve taşralının yarı meraklı, yarı boş bakışlarıyla etrafına bakınıyordu.
Eşek acelesizce, pazarda bol bulunan kucak dolusu yeşil otları yiyordu. Hayvan uykulu memnuniyeti içinde etrafındaki karmaşa ve velveleden hiç etkilenmiyor; sırtındaki semerde oturan kadına da hiç aldırmıyordu. Soluk yünlü kumaştan bir örtü kadını tamamen kaplamış, beyaz bir atkı da başını ve sırtını örtmüştü. Arada bir etrafında olanları görme ya da duyma merakının dürtüsüyle, yüzünün görünmezliğini koruyacak şekilde atkıyı hafifçe kenara çekiyordu.
Biri adama yaklaşıp seslendi.
“Nasıralı Yusuf değil misin, sen?”
Konuşan adam yakında duruyordu.
“Öyle derler.” diye cevapladı Yusuf, usulca dönerek. “Ah sen, huzur seninle olsun, dostum, Haham Samuel!”
“Ben de sana aynı şeyi diliyorum.” Haham durakladı, kadına bakarak ekledi. “Sana, evine barkına ve bütün yardımcılarına.”
Bu son sözleri söylerken elini göğsüne koyup kadına başını eğdi, bu arada kadın da onu görmek için kısa bir süreliğine örtüsünü geri çekip yüzünü gösterdi. Böylelikle selamlaşanlar sanki dudaklarına götürecekmiş gibi birbirlerinin sağ ellerini yakaladılar, ama son anda bırakıp her biri kendi elini öptü, sonra da avucunu alnına koydu.
“Kıyafetlerin o kadar az tozlanmış ki…” dedi Haham, samimiyetle. “Geceyi babalarımızın şehrinde geçirdiğin anlaşılıyor.”
“Hayır.” dedi Yusuf. “Gece olmadan ancak Bethany’ye kadar gelebildik, orada bir handa kaldık, şafak vakti tekrar yola koyulduk.”
“Demek önünüzde uzun bir yol var, umarım Yafa’ya kadar değildir.”
“Beytüllahim’e kadar.”
O ana kadar hahamın açık ve dostça olan yüzü asılıp meymenetsiz bir hâl aldı; öksürük yerine bir homurtuyla boğazını temizledi.
“Evet, evet, anlıyorum.” dedi. “Beytüllahim’de doğmuşsun, şimdi de Sezar’ın emrettiği gibi vergi için yazılmak üzere kızınla beraber oraya gidiyorsun. Yakup’un çocukları Mısır’daki aşiretler gibiler, ne Musaları var ne de Yuşaları. Güçlüler nasıl da yere serildi!”18
Yusuf hiç istifini bozmadan cevap verdi:
“Bu kadın benim kızım değil.”
Ama haham siyasi fikirlere takılı kalıp açıklamaya hiç aldırmadan sözlerine devam etti, “Zealotlar Celile’de neler yapıyorlar?”
“Ben marangozum, Nasıra da bir köy.” dedi Yusuf, tedbirli bir şekilde. “Benim tezgâhım herhangi bir şehre giden yolun üzerinde değil. Ahşap yontmak ve tahta kesmek, parti tartışmalarına katılacak zaman bırakmıyor bana.”
“Ama sen Yahudi’sin.” dedi haham, ısrarla. “Yahudi’sin ve Davut’un soyundansın. Eski geleneklere göre Yehova’ya verilen paradan başka bir vergi ödemekten haz duyuyor olamazsın.”
Yusuf sessizliğini korudu.
“Benim vergilerin miktarından bir şikâyetim yok.” diye devam etti arkadaşı. “Dinarın ne önemi var ki. Ama yok! Vergi yüklenmesi hakarettir. Hem ayrıca vergi ödemek zulme itaatten başka bir şey değildir. Söylesene Yahuda’nın Mesih olma iddiası doğru mu? Sen onun taraftarlarının içinde yaşıyorsun.”
“Taraftarlarının onun Mesih olduğunu söylediklerini duydum.” dedi Yusuf.
O anda kadının örtüsü kenara çekilip bir an için yüzü açıkta kaldı. Hahamın gözleri ona doğru çevrildi ve yoğun bir ilgiyle parlayan, sonra da yanaklarına ve alnına kırmızılık yayılan nadir güzellikteki yüzü görecek zamanı buldu. Ve örtü tekrar yerine geri çekildi.
Politikacı nerede kaldığını unuttu.
“Kızın çok alımlı.” dedi, sesini alçaltarak.
“O benim kızım değil.” diye tekrarladı Yusuf. “Beytüllahimli Yohakim ve Anna’nın kızı, çok ünlüler, mutlaka duymuşsundur…”
Nasıralının hızlı açıklamasını duyunca hahamın merakı daha da arttı.
“Evet.” dedi, saygılı bir şekilde. “Biliyorum onları. Davut’un soyundan geliyorlardı. Çok iyi tanırdım.”
“Öldüler.” diye devam etti Nasıralı. “Nasıra’da öldüler. Yohakim varlıklı değildi, kızları Marian ve Meryem arasında pay edilecek bir ev ve bahçe bıraktı sadece. O da bu kızlardan biri. Yasa gereği kendi payını koruması için yakın akrabadan biriyle evlenmesi gerekiyordu. Benimle evlendi.”
“Demek sen de…”
“Onun amcasıyım.”
“Evet, evet! İkiniz de Beytüllahim’de doğduğunuz için Romalılar onu da sayılmak üzere oraya götürmek zorunda bırakıyor seni.”
Haham ellerini kavuşturup öfkeyle gökyüzüne bakarak, “İsrail Tanrı’sı hâlâ yaşıyor! Bu onun intikamı!” dedi.
Bunu dedikten sonra birdenbire dönüp uzaklaştı. Yusuf’un şaşkınlığını gören yakınlardaki bir yabancı, sakin bir sesle, “Haham Samuel bir Zealot’tur.19 Yahuda kendisi bile ondan daha hiddetli değil.”
Adamla konuşmak istemeyen Yusuf duymamış gibi yaparak eşeğin etrafa saçtığı otları küçük bir yığın hâlinde topladı, sonra tekrar bastonuna dayanıp bekledi.
Bir saat sonra ikili, kapıdan geçip sola dönerek Beytüllahim yolunu tuttular. Hinnon Vadisi’ne iniş engebeli ve yer yer dağılmış yabani zeytin ağaçlarıyla süslüydü. Nasıralı elinde eşeğin dizginleri kadının yanında dikkatle ve nazikçe yürüyordu. Sol taraflarında Sion Dağı’nın etrafından güneye ve doğuya uzanan şehir duvarları yükseliyor, sağ taraflarında ise vadinin batı sınırını oluşturan sarp çıkıntılar yer alıyordu.
Yavaş yavaş Gihon Nehri’nin aşağı göletini geçtiler, güneş tepenin gölgesini hızla küçültüyordu. Süleyman’ın havuzları üzerindeki kemerli köprülerin paralelinden ilerlediler ağır ağır, şimdilerde Kötü Nasihat Tepesi olarak anılan tepe üzerindeki köy evine kadar geldiler; oradan Rephaim ovasına çıkmaya başladılar. Güneş tüm parlaklığıyla bildik çevrenin taşlı yüzeyine vuruyordu. Onun etkisiyle Yohakim’in kızı Meryem örtüsünü tamamen indirip başını açtı. Yusuf ona, oradaki bir kampta Davut tarafından şaşkınlığa uğratılan Filistinlilerin hikâyesini anlattı. Ciddi bir yüz ifadesi ve sıkıcı bir adamın cansız tavrıyla bıktırıcı bir şekilde konuşuyordu. Kadın pek dinlemiyordu.
İnsanoğlunun karada, gemilerin de denizde gittikleri her yerde Yahudilerin yüzü ve endamları tanıdıktır. Irkın fiziki görünümü hep aynıdır; ama yine de bazı bireysel farklılıklar vardır. “O kırmızı yanaklı ve güzel yüzlüydü.” Jesse’nin oğlu Samuel’in karşısına getirildiğinde işte böyleydi. O zamandan beri insanoğlu böyle tasvir ediliyordu. Şiirsel anlatım atalarının özelliklerini onun ünlü soyuna kadar getirir. Süleymanlarımızın yüzleri ve saçları açık renk, kestane rengi sakalları güneşte altın ışıltılıdır. Abşalom’un buklelerinin de bu şekilde olduğuna inandırıldık.
Meryem on beşinden fazla değildi. Vücudu, sesi ve tavırları genç kızlıktan geçiş dönemini gösteriyordu. Yüzü oval, teni solgundu. Kusursuz bir burnu vardı ve hafif aralık duran dolgun dudakları ağzının hatlarına sıcaklık ve yumuşaklık katıyordu. Göz kapakları ve uzun kirpikleriyle gölgelenen iri gözleri maviydi. Hepsiyle uyumlu olan Yahudi gelinlerine özgü altın saçları oturduğu eyerin arkasına kadar özgürce dökülüyordu. Boynu sanatçıları bile kuşkuda bırakacak kadar nadir görülen bir yumuşaklıktaydı. Yüz hatlarının bu çekiciliğine, ancak ruhun açığa vurabileceği bir saflık ve elle tutulamaz şeylere özgü bir soyutluk gibi tarifsiz diğerleri de ekleniyordu. Titreyen dudaklarla, gözlerini gökyüzüne doğru kaldırıyor, sık sık ellerini tapınır ve dua eder gibi göğsünde kavuşturuyor, sanki kendisini çağıran bir sesi hevesle dinliyormuş gibi başını uzatıyordu. Zaman zaman Yusuf ağır ağır konuşmasının arasında ona bakmak üzere dönüyor, kadının yüzünü bir ışıkla alevlendiren ifadesini görünce lafını unutup başını eğerek yürümeye devam ediyordu.
Büyük ovanın kenarından geçip sonunda Mar Elias’a ulaştılar; oradan vadinin karşısında, beyaz duvarları bir bayırı süsleyen, yapraksız meyve bahçelerinin üzerinde ışıldayan Beytüllahim’e, eski Ekmek Evi’ne baktılar. Orada durup dinlendiler, Yusuf kutsal yerleri gösterdi eliyle, sonra vadiden Davut’un güçlü adamlarının üstün başarılarından20 biri olan kuyuya doğru indiler. Daracık yer insanlar ve hayvanlarla doluydu. Bu kadar kalabalık olan kentte narin Meryem’e bir yer bulamayacağı korkusu sardı Yusuf’u. Gecikmeksizin Rahel’in türbesini işaretleyen taş sütunu aceleyle geçip yolda karşılaştığı hiç kimseyle selamlaşmadan bayırdan yukarı çıktı; köy kapılarının dışındaki kavşakta yükselen hanın kapısında durdu.
IX
BEYTÜLLAHİM’DE
Handa Nasıralının başına gelenleri tam olarak anlatmak için okura Doğu hanlarının Batı dünyasındakilerden farklı olduğunu hatırlatmak gerekir. Acemcede han diye adlandırılırlardı ve en basit hâliyle etrafı çitlerle çevrelenmiş, barakasız ve evsiz, sıklıkla da kapısız ya da girişsiz alanlardı. Yer aldıkları bölgeler su bulunmasına, gölgelik ve korunaklı oluşlarına göre seçilirdi. Kendisine bir eş aramak için Padan-Aram’a giden Yusuf’un kaldığı hanlar da böyleydi. Bugünlerde benzerleri çölün durak yerlerinde de görülebilir. Öte yandan bazıları, özellikle de Kudüs ve İskenderiye gibi büyük şehirlerin arasındaki yollarda olanlar gösterişli yapılar, onları inşa ettiren kralların anısına dikilen anıtlardı. Bununla birlikte genel olarak, bir şeyhin halkını yönettiği idare merkezi niteliğindeki bir alandan başka bir şey değillerdi. Asgari kullanımları yolcuları barındırmak olan bu yerler, aynı zamanda pazar yerleri, fabrikalar, kaleler, tüccarların ve zanaatkârların toplanma ve konaklama yerleri olduğu kadar gezgin yayaların da barınaklarıydı. Bütün yıl boyunca duvarlarının ardında bir kentin günlük ticari faaliyetleri gerçekleştirilirdi.
Bu hanların eşsiz yönetimleri Batılıları hayrete düşürecek nitelikteydi. Ne hancı vardı ne memur ne aşçı ne de mutfak; yönetimi ya da mülk sahipliğini temsilen kapıda bir kâhya vardı sadece. Gelen yabancılar kimseye hesap vermeden istedikleri kadar kalırlardı. Bu sisteme göre her gelen kendi yiyeceğini ve pişirme gereçlerini yanında getirmek ya da handaki satıcılardan almak zorundaydı. Aynı şey yatak ve hayvan yemleri için de geçerliydi. Yolcuların mülk sahibinden tek talebi su, dinlenme, barınak ve korunmaydı ve bunlar da bedava sağlanıyordu. Sinagogların sükûneti kavgacıların tartışmalarıyla bozulurdu da hanlarınki asla. Evler ve bütün eklentileri kutsaldı. Bir kuyu bile bu kadar kutsal değildi.
Beytüllahim’de, Yusuf ve karısının önünde durdukları han, ne çok ilkel ne de çok görkemli olan hâliyle sınıfının iyi bir örneğiydi. Tek katlı bina, dört köşeli taş blokları, dümdüz damı, penceresiz duvarları, doğu tarafında ya da öndeki ana giriş kapısıyla tamamen Doğu’ya ait özellikler taşıyordu. Kapının önünden geçen yol öylesine yakındı ki eşik neredeyse tamamen toz kaplıydı. Düz taşlardan oluşan çitler kuzeydoğudan başlayıp batıya, kireç taşından kayalıklara doğru, bayır aşağı iniyordu. Görkemli bir han için son derece önemli olduğu üzere hayvanlar güvenli bir alanda tutuluyordu.
Beytüllahim gibi tek bir şeyhin bulunduğu bir köyde birden fazla han olamazdı ve uzun yoldan gelen bir Nasıralı kentte konukseverlik talebinde bulunamazdı. Üstelik gelme nedeni olan sayım haftalar hatta aylar sürebilirdi. Bilindiği üzere taşradaki Romalı temsilciler işlerini çok yavaş yapıyorlardı ve bu kadar belirsiz bir süre için karısıyla beraber bir tanıdık ya da akrabaya yük olması söz konusu bile değildi. Büyük eve yaklaşmadan, henüz eşeği zorladığı bayırı tırmanırken, handa kalacak yer bulamama korkusu sancılı bir endişe hâlini almıştı; çünkü büyük bir telaşla sığırlarını, atlarını ve develerini kimisi suya, kimisi yakınlardaki mağaralara getirmekle uğraşan adamların ve çocukların kalabalığını görmüştü. Hanın yakınına vardığında, kapıda yığılan kalabalığı görünce dehşeti yatışmadı, bitişik alan bile dolup taşmıştı.
“Kapıya ulaşamayız.” dedi Yusuf, ağır ağır. “Burada durup mümkünse neler olduğunu öğrenelim.”
Karısı cevap vermeden yüzündeki örtüyü kenara çekti. Yüzünün yorgun ifadesi yerini meraka bıraktı. Kendisini onun için merak konusu olan bir kalabalığın kenarında buldu. Büyük kervanların sürekli gidip geldikleri ana yolların herhangi birisindeki hanlarda yaygın olan bir durumdu bu. Oraya buraya koşuşturup duran yayan adamlar Suriye diliyle bağırıp duruyorlar; at sırtındaki adamlar develerin üzerindeki adamlara sesleniyorlar; bazı adamlar inatçı inekleri ve ürkmüş koyunlarıyla mücadele ediyor, bazılarıysa ekmek ve şarap satıyordu; kalabalığın arasında bir çocuk kalabalığı, köpek sürüsünü kovalıyordu. Herkes ve her şey aynı anda hareket hâlinde gibi görünüyordu. Narin izleyici manzaradan yorgun düşmüştü ve kısa bir süre sonra iç geçirip eyere iyice yerleşerek sanki huzur ve sükûn arayışıyla bakışlarını güneye, batan güneşin altında hafifçe kızaran Cennet Dağı’nın yüksek tepelerine çevirdi.
O böyle bakıp dururken kalabalığı yarıp kendisine yol açan bir adam eşeğin yanında durup kaşlarını çatarak arkasını döndü. Nasıralı ona seslendi.
“Ey Yahuda’nın oğlu, dostum, bu kalabalığın nedenini sorabilir miyim?”
Sert bir şekilde dönen yabancı Yusuf’un ciddi yüzünü görünce, selamlarcasına elini kaldırıp onun sesiyle uyumlu şekilde derin ve yavaş bir sesle cevap verdi:
“Huzur seninle olsun, haham. Ben Yahuda’nın oğluyum, sana cevap vereyim. Bilirsin bir zamanlar Dan kavminin toprakları olan Beth-Dagon’da oturuyorum ben.”
“Ve Modin’den Yafa’ya gidiyorsun.” dedi Yusuf.
“Demek Beth-Dagon’a gittin.” dedi adam, yüzü daha da yumuşayarak. “Gezginleriz biz! Yıllardır babamız Yakup’un dediği gibi Ephrath’tan uzaktayım. Bütün Yahudilerin doğdukları şehirlerde sayılacakları duyurusu yapılınca geldim.”
“Ben ve karım da onun için geldik.” diye cevap veren Yusuf’un yüzü bir maske kadar donuktu.
Meryem’e bakan yabancı sesini çıkarmadı. Meryem Gedor’un çıplak tepesine bakıyordu. Güneş yüzüne vuruyor, menekşe rengi gözlerini dolduruyordu. Aralık dudaklarında soluğu titriyordu. O anda bütün insani güzelliği saflaşmış gibi görünüyordu.
“Ne diyordum? Ah! Hatırladım. Buraya gelme emrini duyunca sinirlendiğimi söyleyecektim. Sonra tepeyi ve kenti, Kidron’un derinliklerine doğru inen vadiyi, şarapları ve meyve bahçelerini, tahıl tarlalarını, çocukluğumda benim için dünyanın duvarları olan bildik dağları -buradaki Gedor, oradaki Gibeah ve Mar Elias- düşündüm ve zalimleri affedip karım Rachel ve çocuklarımız Deborah ve Michal’le buraya geldim.”
Adam tekrar duraklayıp kendisine bakıp dinlemekte olan Meryem’e baktı. Sonra, “Haham, karın benimkinin yanına gitmez mi? Orada, yolun kıyısındaki zeytin ağacının altında çocuklarla birlikte duruyor. Sana söyleyeyim…” Yusuf’a döndü: “Han doldu. Kapıda sormanın bir faydası yok.” dedi.
Yusuf’un niyeti de zihni gibi acelesizdi; kısa bir tereddüt geçirdi ama sonunda, “Çok nazik bir teklif. Handa bizim için yer olsa da olmasa da sizinkilerin yanına gideriz. Önce gidip kâhyayla kendim konuşayım. Hemen dönerim.” dedi.
Eşeğin yularını yabancının eline tutuşturup hareketli kalabalığın içine daldı.
Kâhya kapının dışında, sedir ağacından büyük bir kütüğün üzerinde oturuyordu. Arkasındaki duvara bir mızrak dayanmıştı. Yanındaki kütüğün üzerinde bir köpek oturuyordu.
“Yahuda’nın huzuru seninle olsun.” dedi Yusuf, sonunda kâhyanın karşısına dikilince.
“Dileklerin misliyle senin olsun.” diye cevap verdi kâhya ciddiyetle, ama hiç kıpırdamadan.
“Ben Beytüllahimliyim.” dedi Yusuf, en ölçülü hâliyle. “Acaba bizim için bir yer…”
“Hiç yok.”
“Belki adımı duymuşsundur, Nasıralı Yusuf. Burası atalarıma ait. Ben Davut soyundan geliyorum.”
Bu sözler Nasıralının umudunu taşıyordu. Eğer başarılı olmazsa, yalvarmaları boşuna olacaktı, para teklif etmek bile. Yahuda’nın oğlu olmak kavimsel açıdan önemli bir şeydi, Davut’un soyundan olmak da başka bir şeydi; bir Yahudi için bundan daha büyük bir övünç olamazdı. Çoban, Saul’un halefi olup kraliyet ailesi kuralı bin yıldan fazla zamandır vardı. Savaşlar, felaketler, öteki krallar ve zamanın sayısız aşamaları onun torunlarını sıradan Yahudi düzeyine indirmişti. Yedikleri ekmek hiç de mütevazı olmayan bir çabayla önlerine geliyordu, ama yine de kutsal bir şekilde korunan ve ilk bölümü soyağacı olan tarihlerinin faydasını görüyorlardı; bilinmiyor olamazlardı. İsrail’de her nereye giderlerse bu aşinalık peşinden huşuya varan bir saygıyı getiriyordu.
Eğer bu Kudüs’te ve başka yerlerde böyleyse kesinlikle Beytüllahim’deki bir hanın kapısında da böyle olabilirdi. Yusuf’un dediği gibi, “Burası atalarıma ait.” demek doğruyu sade bir dille ve abartısız söylemek demekti, çünkü bu ev Boaz’ın karısı olarak hüküm süren Ruth’un eviydi; Jesse ve en genci Davut olan on oğlunun doğduğu evdi; Samuel’in kralı arayıp bulduğu evdi; Davut’un dost Gileadlı Barzillai’nin oğluna verdiği evdi; Yeremya’nın dualarıyla Babillilerden kaçan ırkının geri kalanını kurtardığı evdi.
Sözler etkisiz kalmadı. Kapı görevlisi kütüğün üzerinden indi, sakalını sıvazlayarak, “Haham, bu kapının bir yolcuyu içeri almak için ilk kez ne zaman açıldığını bilmiyorum ama bin yılı geçmiştir. Bunca zaman boyunca içeride yer varken iyi bir adamın geri çevrildiği hiç olmamıştır. Eğer bir yabancıya böyle yapılmışsa, Davut’un soyundan gelen birine hayır diyen kâhyanın haklı gerekçesi vardır. Seni tekrar selamlıyorum, eğer benimle gelirsen evde hiç konaklayacak yer olmadığını sana gösteririm, ne odalarda ne girintilerde ne de meydanda, hatta damda bile. Ne zaman geldiğini sorabilir miyim?”
“Şimdi.”
Kâhya güldü.
“ ‘Seninle konaklayan bir yabancı, aileden biri gibidir ve onu kendinden biri gibi seveceksin.’ der yasalar, değil mi haham?”
Yusuf sessizdi.
“Eğer yasa böyleyse, uzun zaman önce gelen birine, ‘Sen yoluna git, burada senin yerini alacak bir başkası var.’ diyebilir miyim?”
Yusuf sükûnetini koruyordu.
“Eğer böyle söylersem burası kime ait olur? Şu bekleyenlere bir baksana, bazıları öğleden beri bekliyor.”
“Bütün bu insanlar kim?” diye sordu Yusuf, kalabalığa dönerek. “Bu saatte neden buradalar?”
“Kuşkusuz seni buraya getiren neden yüzünden, Haham, yani Sezar’ın buyruğu.” kâhya Nasıralıya sorgulayan bir bakış attı. Sonra devam etti, “Evde kalacak yer bulanların çoğunu buraya getiren o. Dün Şam’dan Arabistan’a ve Aşağı Mısır’a giden bir kervan geldi. Burada gördüklerin o kervandan erkekler ve develer.”
Yusuf hâlâ ısrarlıydı.
“Meydan oldukça geniş.” dedi.
“Evet, ama yükler yığılı, ipek balyaları, baharat torbaları, her türlü mal.”
Sonra bir an için Yusuf’un yüzü duygusuzluğunu kaybetti, fersiz gözleri yere dikildi. Hararetle, “Kendim için aldırdığım yok, ama yanımda karım var, gece soğuk, bu yüksekliklerde hava, Nasıra’dan da soğuk oluyor. Açık havada yaşayamaz ki. Kentte hiç yer yok mu?”
“Bu insanların…” Kâhya elini kapının önündeki kalabalığa doğru salladı. “Hepsi kenti araştırdılar, kalacak yerlerin hepsinin dolu olduğunu söylediler.”
Yusuf yine zemini inceledi, kısmen kendi kendine, “O çok genç! Onu tepede yatırırsam soğuktan ölür.”
Sonra tekrar kâhyayla konuştu.
“Belki ana-babasını da tanıyorsundur, bir zamanlar Beytüllahim’den olan Yohakim ve Anna, tıpkı benim gibi Davut soyundan.”
“Evet, tanıyorum. İyi insanlardı. Gençliğimdeydi.”
Bu sefer kâhyanın gözleri düşünceli bir şekilde zemini araştırdı. Birdenbire kafasını kaldırdı.
“Eğer yer bulamazsam…” dedi. “Sizi geri çeviremem. Haham, sizin için elimden geleni yapacağım. Kaç kişisiniz?”
Yusuf biraz düşünüp cevap verdi, “Karım ve bir arkadaşla ailesi, Yafa yakınlarındaki küçük bir kent olan Beth-Dagon’dan geliyorlar, hepimiz altı kişiyiz.”
“Çok iyi. Hemen getir onları; biliyorsun güneş dağın arkasına indiğinde çabucak akşam oluyor, şimdi neredeyse dağın ardında.”
“Evsiz yolcunun ve konuklarının hayır dualarını sunuyorum.”
Böyle diyen Nasıralı sevinç içinde Meryem’in ve Beth-Dagonluların yanına gitti. Kısa bir süre içinde Beth-Dagonlu eşeklerin üzerindeki kadınlarla beraber geldi. Karısı tombuldu, kızları da annelerinin gençliğine benziyorlardı. Kapıya doğru yaklaşırlarken, kâhya onların aşağı sınıftan olduklarını anladı.