Kitabı oku: «Yeşilin Kızı Anne: Ingleside», sayfa 4
BÖLÜM 8
Walter, babasıyla yolculuk yapmayı genelde severdi. Çünkü güzelliği severdi ve Glen St. Mary yolları çok güzeldi. Lowbridge’e giden yol, cıvıl cıvıl düğün çiçekleriyle süslüydü ve yemyeşil eğrelti otları davetkâr korunun etrafına dağılmışlardı. Ancak o gün babası konuşmak istemiyor gibiydi ve Gri Tom’u, Walter’ın daha önce hiç görmediği bir şekilde sürüyordu. Lowbridge’e vardıklarında Bayan Parker’a çabucak bir şeyler söyledikten sonra Walter’a veda etmeden ayrıldı. Küçük çocuk bir kez daha ağlamamak için kendini tuttu. Kimsenin kendisini sevmediği çok açıktı. Annesi ve babası onu eskiden severlerdi. Ancak artık sevmiyorlardı.
Lowbridge’deki büyük ve düzensiz Parker hanesi, Walter’a çok da dost canlısı gibi görünmedi. Ancak o sırada muhtemelen hiçbir evi sevemezdi. Bayan Parker onu arka bahçeye götürdü. Çocukların neşeli çığlıklarının yankılandığı bir yerdi burası ve Walter bu seslerin kime ait olduğunu görmüş oldu. Bayan Parker kısa süre sonra dikişine döndü ve çocukları tanışmaları için kendi hâllerine bıraktı. Bu şekilde bırakılan her on çocuktan dokuzu sorun yaşamazdı muhtemelen. Ancak Walter Blythe, işte o onuncu çocuktu. Bayan Parker onu sevmişti. Kendi çocukları da dünya tatlısı ufaklıklardı. Fred ve Opal, Montreal havalarında takılsalar da Bayan Parker yeğenlerinin kimseye kaba davranmayacağından emindi. Her şey yolunda gidecekti. Zavallı “Anne Blythe’a” yardım etmekten çok memnundu. Bu yardım, çocuklarından birini başından almak basitliğinde bir şey olsa da. Bayan Parker her şeyin yolunda gideceğini ümit ediyordu. Arkadaşları Anne için, Anne’in kendisi için endişelenmediği kadar endişeleniyorlar, birbirlerine Shirley’nin doğumunu hatırlatıyorlardı.
Arka bahçeye birden ani bir sessizlik çöktü. Burası kocaman bir elma bahçesine çıkıyordu. Walter, Parker çocukları ve onların Montreal’den gelen kuzenlerine utanarak ve ciddiyetle bakıyordu. Bill Parker on yaşındaydı. Al yanaklı, yuvarlak yüzlü bir çocuktu ve annesine çekmişti. Bill, Walter’a çok büyük görünüyordu. Dokuz yaşındaki Andy Parker, Lowbridge çocukları arasında “arsız Parker” olarak nam salmıştı ve ona takılan “Domuz” lakabı yersiz değildi. Walter görür görmez hoşlanmadı ondan. Kısa kesilmiş açık renkli saçları, çilli ve muzip bir yüzü, pörtlek mavi gözleri vardı. Fred Johnson, kendisiyle aynı yaşta olsa da Walter ondan da hoşlanmamıştı. Hâlbuki açık kahverengi bukleleri olan güzel bir çocuktu. Fred’in dokuz yaşındaki kız kardeşi Opal’in de bukleleri ve siyah gözleri vardı. Keskin siyah gözler… Opal, sekiz yaşındaki sarışın kuzeni Cora Parker’a dolamıştı bir kolunu ve iki kız Walter’a küçümseyen gözlerle bakıyorlardı. Eğer Alice Parker orada olmasaydı Walter’ın gerisin geriye kaçması son derece olasıydı.
Alice yedi yaşındaydı. Dünya tatlısı kıvırcık sarı saçları vardı. Gözleri, Çukur’daki menekşeler kadar mavi ve yumuşacıktı. Alice’in pembe, gamzeli yanakları vardı. Fırfırlı, sarı, minik elbisesiyle dans eden bir düğün çiçeğini andırıyordu. Alice, Walter’ı hayatı boyunca tanıyormuş gibi gülümsedi. Alice onun arkadaşıydı.
Konuşmayı Fred başlattı.
“Merhaba evlat.” dedi küçümsercesine.
Bu küçümsemeyi derhâl fark eden Walter daha fazla içine kapandı.
“Benim adım Walter.” dedi tane tane.
Fred hayrete kapılmış gibi yaparak diğerlerine döndü. Bu köylü çocuğuna gününü göstermeye kararlıydı!
“Adı Walter’mış.” dedi Bill’e ağzını alaycı bir şekilde bükerek.
“Adı Walter’mış.” dedi Bill, Opal’a.
“Adı Walter’mış.” dedi Opal zevkten dört köşe Andy’ye.
“Adı Walter’mış.” dedi Andy, Cora’ya.
“Adı Walter’mış.” diye kıkırdadı Cora, Alice’e.
Alice bir şey demedi. Walter’a hayranlıkla baktı ve diğer çocuklar hep bir ağızdan “Adı Walter’mış.” deyip çığlık çığlığa alaycı kahkahalar atarken Walter’ın yaşadığı huzursuzluğa dayanmasını sağladı.
“Ufaklıklar ne kadar da eğleniyorlar öyle!” diye düşündü Bayan Parker hâlinden memnun bir şekilde.
“Annem senin perilere inandığını söyledi.” dedi Andy küstahça yan yan bakarak.
Walter da ona benzer bir bakışla baktı. Alice’in karşısında ezilmek kabul edebileceği bir şey değildi.
“Periler var.” dedi cesurca.
“Yok.” dedi Andy.
“Var.” dedi Walter.
“Perilerin var olduğunu söylüyor.” dedi Andy, Fred’e.
“Perilerin var olduğunu söylüyor.” dedi Fred, Bill’e ve bu şekilde bir kez daha devam ettiler.
Daha önce kimsenin alaylarına maruz kalmamış Walter, âdeta bir işkence çekiyordu ve dayanamıyordu. Ağlamamak için dudaklarını ısırdı. Alice’in karşısında ağlamamalıydı.
“Şöyle temizinden bir dayağa ne dersin?” dedi Andy. Walter’ın narin olduğunu düşünüyordu ve onunla uğraşmak keyifli olacaktı.
“Sus domuz!” dedi Alice korkunç bir şekilde. Her ne kadar sessiz, tatlı ve nazik olsa da çok korkunç bir şekilde seslenmişti ağabeyine. Ses tonunda Andy’nin bile karşı gelemeyeceği bir detay vardı.
“Tabii öyle demek istemedim.” diye mırıldandı utanarak.
Rüzgâr bir anda Walter’ın lehine esmeye başlamıştı. Bahçede dostça denilebilecek bir şekilde ebelemece oynadılar. Ancak yemek için bir kez daha toplaştıklarında evine duyduğu özlem bir kez daha Walter’ı üzdü. Bir an için kendini tutamayarak hepsinin önünde ağlayacak gibi oldu. Ancak yemeğe oturduklarında Alice’in onu dostça dürtmesi biraz olsun toparlanmasını sağladı. Ama hiçbir şey yiyemedi. Çocuk yetiştirme konusunda tartışmalı yöntemleri olan Bayan Parker, bu durum karşısında endişelenmedi ve Walter’ın iştahının kahvaltıda yerine geleceği varsayımında bulundu. Diğerleriyse yemek yemek ve konuşmakla meşgul olduklarından Walter’ı fark etmediler bile.
Walter, bu aile üyelerinin birbirleriyle bağırarak iletişim kurmalarının sebebini merak etti. Hassas ve sağır, yaşlı büyükannelerinin yakın zamanda öldüğünden ve ailenin yüksek sesle konuşma alışkanlığı henüz terk etmediğinden habersizdi. Gürültü başının ağrımasına sebep oldu. Muhtemelen kendi evinde de yemek yiyor olduklarını düşündü. Annesi masanın başında gülümsüyor, babası ikizlerle şakalaşıyor, Susan, Shirley’nin süt kabına krema döküyordu muhtemelen. Nan, Bücürük’e gizli gizli yiyecek veriyor olmalıydı. Ev sakinlerinden olan Mary Maria teyzenin dahi yumuşak, sevilesi bir havası var gibi geldi o sırada. Acaba yemek için zili kim çalacaktı? Bu hafta onun sırasıydı ve Jem evde değildi. Keşke ağlayabileceği gizli bir yer bulabilseydi! Ama Lowbridge’de rahat rahat ağlayabileceği bir yer yok gibiydi. Bir de Alice vardı tabii. Walter, buz gibi bir bardak su içtiğinde ağlama hissinin biraz yatıştığını fark etti.
“Kedimiz öfke nöbetlerine kapılıyor.” dedi Andy kediyi aniden masanın altına doğru tekmeleyerek.
“Bizimki de.” dedi Walter. Bücürük sadece iki kez öfke nöbetine kapılmıştı hâlbuki. Fakat Lowbridge kedisinin, Ingleside kedisinden üstün olması iddiasını kabul edemezdi.
“Eminim bizim kedimiz sizinkinden daha delidir.” diyerek Walter’ı iğneledi Andy.
“Eminim değildir.” diye cevap verdi Walter.
“Hadi hadi. Bırakın kedilerinizle ilgili tartışmayı.” dedi Bayan Parker. Çalıştığı enstitü için “Yanlış Anlaşılan Çocuklar” isimli bir yazı yazabilmek için sessizliğe ihtiyacı vardı. “Dışarı çıkın ve oynayın. Uyku vaktine az kaldı.”
Uyku vakti! Walter bütün gece, birçok gece, tam iki hafta boyunca orada kalmak zorunda olduğunu hatırladı. Bahçeye çıkıp yumruklarını sıktı. Billy ve Andy’nin çimlerin üzerinde boğuştuğunu gördü.
“Bana kurtlu elmayı verdin Bill Parker!” diye kükredi Andy. “Bana kurtlu elma vermek ne demekmiş gösteririm ben sana! Senin kulaklarını ısırıp koparacağım.”
Bu türden kavgalar Parkerların her gün yaşadığı bir şeydi. Bayan Parker çocukların kavga etmelerinin zararlı olmadığı kanaatindeydi. Bu şekilde içlerindeki şeytanlıkları attıklarını ve sonrasında iyi arkadaşlar olduklarını söylüyordu. Ancak daha önce kimsenin bu şekilde kavga ettiğine şahit olmayan Walter’ın ağzı açık kalmıştı.
Fred onlara tezahürat yaparken Opal ve Cora kahkahalar atıyordu. Ancak Alice’in gözleri yaşlıydı. Walter buna dayanamamıştı. Nefes almak için kavgaya kısa bir süreliğine ara veren iki kardeşin arasına girdi.
“Kavgayı kesin.” dedi Walter. “Alice’i korkutuyorsunuz.”
Bill ve Andy bu bebeğin kavgalarına karışmasının komik tarafını fark edinceye dek hayretle bakakaldılar. Sonra ikisi de kahkahalarla gülmeye başladı ve Bill, çocuğun sırtına bir şaplak attı.
“Pek de cesurmuş çocuklar.” dedi. “Eğer büyürse esaslı çocuk olacak. Onun için bir elma var burada. Hem de kurtsuz!”
Alice yumuşacık, pespembe yanaklarındaki gözyaşlarını sildi ve Walter’a hayranlıkla baktı. Ancak bu bakış, Fred’in keyfini kaçırdı. Tabii ki Alice sadece bir bebekti ama bebekler bile Montrealli Fred Johnson etraftayken diğer çocuklara böyle hayranlıkla bakmamalıydı. Bu işi halletmesi gerekiyordu. Fred az önce evdeydi ve telefonda konuşan Jen teyzenin Dick amcaya söylediklerini duymuştu.
“Annen feci hasta.” dedi Walter’a.
“Hayır… Hasta değil!” diye bağırdı Walter.
“Feci hasta. Jen teyzeyi Dick amca’ya söylerken duydum…” Fred, teyzesinin, “Anne Blythe hasta.” dediğini duymuştu ve “feci hasta” demek çok eğlenceliydi. “Sen eve gittiğinde çoktan ölmüş olur.”
Walter acı dolu gözlerle baktı etrafına. Alice bir kez daha Walter’ın yanında durdu. Diğerleri de Fred’in söylediklerini tekrar ettiler. Esmer ve yakışıklı bu çocukta tuhaf bir şeyler vardı ve onunla alay etmek istiyorlardı.
“Eğer hastaysa babam onu iyileştirir.” dedi Walter.
İyileştirirdi, iyileştirmek zorundaydı!
“Korkarım bu imkânsız.” dedi Fred üzülür gibi görünüp Andy’ye göz kırparak.
“Babam için hiçbir şey imkânsız değil.” diye ısrar etti Walter sadakatle.
“Hiç de bile. Russ Carter, bir günlüğüne Charlottetown’a gitmişti ve eve döndüğünde annesi nalları dikmişti.” dedi Bill.
“Üstelik gömmüşlerdi bile.” dedi Andy. Doğru olsun olmasın acıklı bir detay eklemek istemişti. “Russ annesinin cenazesini kaçırdığı için çok sinirlenmişti. Cenazeler çok eğlenceli oluyor.”
“Maalesef daha önce hiç cenazeye katılmadım.” dedi Opal üzülerek.
“Merak etme. Önünde bir sürü fırsatın olacak.” dedi Andy. “Ama görüyorsun ki babam bile Bayan Carter’ı iyileştiremedi ki kendisi senin babandan çok daha iyi bir doktor.”
“Hayır, değil…”
“Evet, öyle. Ayrıca çok daha yakışıklı…”
“Hayır, değil…”
“Evden ayrıldığında hep bir şeyler oluyor.” dedi Opal. “Eve gittiğinde Ingleside’ın yanıp kül olduğunu görsen ne hissederdin?”
“Eğer bir anne ölürse muhtemelen bütün çocukları ayırırlar.” dedi Cora neşeyle. “O zaman sen de gelir burada yaşarsın belki de.”
“Evet… Gel.” dedi Alice tatlı bir şekilde.
“Babaları onları bir arada tutmak ister bence.” dedi Bill. “Sonra tekrar evlenir. Ama belki babası da ölür. Geçen babamın Doktor Blythe’ın ölümüne çalıştığını söyledi. Nasıl da bakıyor öyle… Sende kız gözü var evlat. Gözlerin kız gözü gibi. Kız gözü…”
“Kes sesini.” dedi Opal. Bu eğlenceden aniden sıkılmıştı. “Onu kandırdığınız falan yok. Alay ettiğinizi biliyor. Hadi parka gidip beyzbol seyredelim. Walter ve Alice burada kalabilirler. Çocuklar her yerde peşimize takılsın istemeyiz herhâlde.”
Gittiklerini görmek Walter’ı üzmemişti. Alice’in de durumdan bir şikâyeti yok gibi görünüyordu. Bir kütüğün üzerine oturup birbirlerine utangaç ve keyifli bakışlarla baktılar.
“Sana beştaş oynamayı öğreteceğim.” dedi Alice. “Bir de oyuncak kangurumu vereceğim.”
Uyku vakti geldiğinde Walter, koridordan bozma küçük odada yatarken buldu kendini. Bayan Parker, düşünceli davranarak bir mum ve kalın bir battaniye bırakmıştı çünkü Kanada’nın Maritime illerinde temmuz geceleri bazen çok soğuk olabiliyordu. O gece de öyle bir geceydi. Neredeyse ayaz vardı.
Ancak Walter, Alice’in oyuncak kangurusuna sarıldığı hâlde uyuyamadı. Kendi evinde, büyük penceresi Glen’e, üzerinde minicik bir çatı olan küçük penceresi sarıçama bakan kendi odasında olmayı ne kadar da isterdi! Annesi içeri girip tatlı sesiyle ona şiir okurdu…
“Ben kocaman bir çocuğum… Ağlamayacağım… Ağlamayacağım…” Kendini ne kadar tutsa da gözyaşlarına engel olamadı. Oyuncak kangurunun ne faydası vardı ki? Sanki evden ayrılalı yıllar olmuştu.
O sırada diğer çocuklar parktan geldiler ve neşeyle odaya girip yatağın üzerinde elma yemeye başladılar.
“Ağlamışsın bebek.” diye alay etti Andy. “Sen küçücük tatlı bir kızsın. Anasının kuzusu!”
“Bir ısırık al çocuk.” dedi Bill yarısı yenmiş elmayı uzatarak. “Biraz da neşelen. Annen iyileşirse hiç şaşırmam. Sağlam bünyesi varsa iyileşir. Babam dedi ki eğer Bayan Flagg’in sağlam bünyesi olmasaymış yıllar önce çoktan ölürmüş. Senin annenin bünyesi var mı?”
“Tabii ki var.” dedi Walter. Her ne kadar “bünye” denilen şeyin ne olduğu konusunda hiçbir fikri olmasa da Bayan Flagg’de olan bir şeyin annesinde de olacağını düşündü.
“Bayan Ab Sawyer geçen hafta öldü. Sam Clark’ın annesiyse ondan bir hafta önce öldü.” dedi Andy.
“Gece öldüler.” dedi Cora. “Annem insanların çoğunlukla geceleri öldüklerini söylüyor. Umarım ben gece ölmem. Cennete gecelikle gittiğinizi düşünsenize!”
“Hadi yataklara çocuklar!” diye bağırdı Bayan Parker.
Çocuklar, havluyla Walter’ı boğar gibi yaptıktan sonra yataklarına gittiler. Bu çocuğu sevmişlerdi ne de olsa. Opal arkasını döndüğünde Walter elini tuttu.
“Opal, annemin hasta olduğu doğru değil, değil mi?” diye fısıldadı yalvarırcasına. Bu korkuyla baş başa kalmaya dayanamazdı.
Opal, Bayan Parker’ın deyimiyle “kötü kalpli” bir çocuk değildi. Ancak kötü haberler vermenin heyecanına dayanamıyordu.
“Hasta. Jen teyze öyle dedi. Sana söylemememi istedi ama bence bilmen gerek. Belki de kansere yakalanmıştır.”
“Herkes ölmek zorunda mı Opal?” Bu fikir Walter için hem yeni hem de korkunçtu. Daha önce ölümü hiç düşünmemişti.
“Tabii ki şapşal. Ama gerçekten ölmüyorlar… Cennete gidiyorlar.” dedi Opal neşeyle.
“Hepsi gitmiyor.” dedi kapının dışından onları dinleyen Andy bir domuz fısıltısıyla.
“Peki… Peki cennet Charlottetown’dan çok mu uzakta?” diye sordu Walter.
Opel tiz bir kahkaha attı.
“Sen de amma tuhafsın! Cennet milyonlarca kilometre ötede. Ama ben sana ne yapacağını söyleyeyim. Dua et. Dua etmek iyidir. Bir keresinde on sentimi kaybettim ama dua edince yirmi beş sent buldum. İşte böyle biliyorum.”
“Opal Johnson ne dediğimi duymadın mı? Walter’ın odasındaki mumu söndür. Yangından korkuyorum.” diye bağırdı Bayan Parker odasından. “Uzun süre önce uyumuş olması gerekirdi.”
Mumu söndüren Opal oradan kaçtı. Jen teyze uyumlu bir insandı ama sinirlendiğinde sert bir insan olduğu oluyordu. Andy iyi geceler dilemek için başını kapıdan uzattı.
“Duvar kâğıdındaki kuşlar canlanacak ve gözlerini oyacaklar.” diye tısladı.
Sonra herkes gerçekten yatağa gitti. Mükemmel bir gün olduğu kanaatindeydiler ve Walt Blythe’ın fena bir çocuk olmadığını düşündüler. Ertesi gün onunla alay ederek çok eğleneceklerine inanıyorlardı.
“Sevgili küçük yaratıklar.” diye düşündü Bayan Parker hisli bir şekilde.
Parker hanesine alışılmamış bir sessizlik çöktü. On kilometre ötede, Ingleside’da küçük Bertha Marilla Blythe minik ela gözleriyle etrafındaki mutlu yüzlere bakıyordu. Maritime illerinin son seksen yedi yılda yaşadığı en soğuk temmuz gecesinde “merhaba” demişti dünyaya.
BÖLÜM 9
Karanlıkta yalnız kalan Walter, hâlâ uyumakta güçlük çekiyordu. Kısacık hayatında daha önce hiç tek başına uyumamıştı. Jem ya da Ken her zaman yanında olur onu rahatlatırlardı. Solgun ay ışığı yavaş yavaş içeri süzülünce küçük oda belli belirsiz görülmeye başladı. Ama bu karanlıktan daha fenaydı sanki. Yatağının ayakucundaki duvarda asılı olan resim ona kötü kötü bakıyor gibiydi. Resimler, ay ışığında hep çok farklı görünürlerdi. Gün ışığında hiç fark edilmeyen şeyleri ay ışığında görmek mümkün olurdu. Uzun, dantel perdeler, zayıf kadınları andırıyor, pencerenin iki tarafında ağlıyor gibi görünüyorlardı. Evin etrafında sesler vardı: gıcırtılar, iç çekişler, fısıltılar… Belki de duvar kâğıdındaki kuşlar canlanmaya başlamış, gözlerini oymak üzere hazırlanıyorlardı. Tuhaf bir korku musallat oldu Walter’a. Sonra çok daha büyük bir korku, diğer korkuları silip süpürdü. Annesi hastaydı ve Opal bunun doğru olduğunu söylediğine göre inanmak zorundaydı. Belki de annesi ölüyordu! Yanına dönebileceği bir annesi olmayabilirdi. Walter, annesinin olmadığı bir Ingleside’ı canlandırdı zihninde.
Aniden bu hisse dayanamayacağını fark etti küçük çocuk. Eve gitmeliydi. Hemen, derhâl eve gitmeliydi. Annesini… Annesini ölmeden önce son bir kez görmeliydi. Mary Maria teyzenin söylemek istediği şey buydu galiba. Annesinin öleceğini biliyordu. Birilerini uyandırıp kendisini eve götürmelerini istemenin faydası yoktu. Onu götürmezlerdi, sadece alay edip gülerlerdi. Eve giden yol çok uzundu ama bütün gece yürümeye razıydı.
Yatağından sessizce çıkıp giysilerini giydi. Ayakkabılarını eline aldı. Bayan Parker’ın şapkasını nereye koyduğunu bilmiyordu ancak osırada bunun bir önemi yoktu. Ses çıkarmamalıydı. Kaçıp annesine gitmeliydi. Alice’e veda edemediği için üzgün olsa da küçük arkadaşının kendisini anlayacağını düşündü. Karanlık koridordan geçip merdivenlerden aşağı adım adım indi. Nefesini tutuyordu. Merdivenlerin sonu gelmeyecek gibiydi sanki. Mobilyalar kulak kesilmiş kendisini dinliyor gibilerdi ve birden!..
Walter ayakkabılarından birini yere düşürdü! Ayakkabısı merdivenlerden düşerken tak tuk sesler çıkarıp koridordan geçerek Walter’ın şiddetli olduğunu düşündüğü bir gürültüyle evin kapısına çarptı.
Walter çaresizce tırabzana tutundu. Herkesin bu sesi duyduğunu düşündü. Apar topar odalarından çıkıp gitmesine engel olacaklarını zannetti. Boğazının düğümlendiğini hissetti.
Hiç kimsenin uyanmadığını fark edinceye kadar saatler geçti sanki. Merdivenlerden dikkatlice inmeye devam etmek için beklerken zaman çok yavaş akıyor gibiydi. Ancak nihayet başardı. Ayakkabısını buldu ve dış kapının kolunu dikkatlice çevirdi. Parker hanesinde kapılar asla kilitlenmezdi. Bayan Parker çocukları dışında evde çalınmaya değer bir şey olmadığını söylerdi ve kimse de çocukları istemezdi.
Walter dışarı çıktı. Kapı arkasından kapandı. Ayakkabılarını giydi ve çıt çıkarmadan yoldan aşağı inmeye başladı. Ev, bir köyün hemen dışında olduğundan Walter kısa süre sonra açık yola çıkmayı başardı. Bir an için büyük bir paniğin etkisine kapıldı. Yakalanma ve amacından alıkonulma korkusu geçmişte kalmış, yerini her zamanki korkularına, karanlık ve yalnızlık korkularına bırakmıştı. Daha önce gece vakti dışarıda yalnız yürümemişti hiç. Dünyadan korkuyordu. Dünya kocamandı ve kendisi bu koca dünyada küçücüktü. Doğudan esen buz gibi rüzgâr bile onu geriye doğru itmek istercesine yüzüne esiyordu.
Annesi ölecekti! Walter yutkundu ve yüzünü eve döndü. Yürümeye devam etti. Cesurca yüzleşiyordu korkusuyla. Ay ışığının olduğu bir geceydi ve ay ışığı bir şeyleri görmesini sağlıyordu. Hiçbir şey tanıdık görünmüyordu. Bir keresinde babasıyla yola çıktığında ay ışığının aydınlattığı yola düşen ağaç gölgeleri kadar güzel hiçbir şey olmadığını düşünmüştü. Ama o sırada gölgeler çok siyah ve keskindi. Her an üzerine atlayacak gibiydiler sanki. Arazilerde bir tuhaflık vardı. Ağaçlar artık dost canlısı değillerdi. Onu izliyor, arkasına diziliyorlardı sanki. Alev alev yanan bir çift göz yol kenarından kendisine baktı ve inanılmaz büyüklükte simsiyah bir kedi yolun karşısına geçti. Ya da bu?.. Gece soğuktu. Üzerindeki giysisi inceydi ve üşüyordu. Ama eğer her şeyden bu kadar korkmasaydı soğuğu dert etmezdi. Gölgelerden, tuhaf seslerden ve ormanın bir yerlerinde sinsice dolaşan isimsiz şeylerden korkuyordu. Jem gibi hiçbir şeyden korkmamanın nasıl bir şey olduğunu merak etti.
“Korkmamış gibi yapacağım.” dedi yüksek sesle ve o karanlık gecede kendi sesini kaybetmiş olmanın dehşetiyle ürperdi.
Ama yürümeye devam etti. Annesi ölen biri ne olursa olsun ona ulaşmalıydı. Bir keresinde bir taşa takılıp düşünce dizini fena yaraladı. Başka bir seferde arkasından bir at arabasının geldiğini duyunca araç geçene kadar bir ağacın arkasına saklandı. Doktor Parker’ın yokluğunu fark edip kendisini aramaya çıkmasından korkuyordu. Feci bir dehşete kapılıp durduğu da oldu. Siyah ve tüylü bir şey yolun kenarında oturuyordu. Bu şeyi geçemezdi. Geçemezdi… Ama geçti. Kocaman siyah bir köpekti. Gerçekten de bir köpek miydi acaba? Ama bu şey her neyse onun yanından geçmişti. Kendisini kovalamaya başlar korkusuyla koşmadı. Omzunun üzerinden perişan bir hâlde baktı. O şey ayağa kalkmış ters yönde gitmeye başlamıştı. Walter, kahverengi küçük ellerini yüzüne götürdüğünde alnının terden sırılsıklam olduğunu fark etti.
Hemen karşısında bir yıldız kaydı. Etrafına alev kıvılcımları saçmıştı. Walter, Kitty teyzenin yıldız düştüğünde birinin öldüğünü söylediğini hatırladı. Acaba ölen annesi miydi? Bacaklarının kendisini bir adım daha taşıyamayacağını hissetti. Ancak annesinin ölümü düşüncesi yeniden yürümeye başlamasını sağladı. Artık çok üşüyordu. Üşüme hissi korkusunu bastıracak kadar kuvvetliydi. Acaba evine ulaşabilecek miydi? Lowbridge’den ayrılmasının üzerinden saatler geçmiş gibiydi.
Üç saat geçmişti. Parker hanesinden kaçtığında saat on birken osırada ikiydi. Walter kendini Glen’e inen yolda bulduğunda rahat bir nefes aldı. Ancak köyün içinden geçerken uyku hâlindeki evler çok uzaktalarmış gibi geldi. Onu unutmuşlardı. Bir boğanın çitlerin üzerinden kendisine doğru aniden gürlediğini duyunca Bay Joe Reese’in vahşi hayvanını hatırladı. Kapıldığı dehşetle beraber koşmaya başladı ve kendini Ingleside’ın dış kapısında buldu. Eve dönmüştü… Kendi evindeydi!
Sonra aniden durdu. Terk edilmişliğin korkunç hissiyle titredi. Evinin sıcak, dost canlısı ışıklarını görmeyi bekliyordu. Ancak Ingleside’da tek bir ışık yanmıyordu!
Hâlbuki evde yanan tek ışığı görmemişti Walter. Evin arka tarafında, bebek beşiğinin hemen yanında uyuyan hemşirenin odasında ışık yanıyordu. Ancak Ingleside, terk edilmiş bir ev kadar karanlıktı ve bu Walter’ın şevkini kırdı. Ingleside’ın geceleri karanlık olduğunu hiç görmemiş bunu hiç düşünmemişti bile.
Demek ki annesi ölmüştü!
Evin bahçeye düşen karanlık ve siyah gölgesinden geçerek sendeleye sendeleye ön kapıya doğru yürüdü Walter. Kapı kilitliydi. Zayıfça vurdu kapıya, kapı tokmağına ulaşamıyordu. Ancak cevap veren olmadı. Zaten bunu beklemiyordu da. Dinlemeye koyuldu. Evde hiçbir canlılık belirtisi yoktu. Annesinin öldüğünü ve herkesin gittiğini biliyordu.
O sırada ağlayamayacak kadar üşümüş ve yorgun düşmüştü. Yine de ahırın etrafından dolandı ve samanlığa çıkan merdivenlerden tırmandı. Korkuyu geride bırakmıştı. Sadece rüzgârın ulaşamayacağı bir yer bulup sabaha kadar uzanmayı istiyordu. Belki de annesini gömdükten sonra birileri eve dönerdi.
Birinin babasına hediye ettiği küçük Bengal kedisi Walter’a doğru mırladı. Mis gibi yonca samanı kokuyordu kedi. Walter onu sevine sevine kucağına aldı. Sıcak ve canlıydı. Ama küçük bir farenin yerde koştuğunu görünce kedi Walter’la kalmaktan vazgeçti. Ay, örümcek ağlarıyla kaplı pencereden kendisine bakıyordu. Ancak uzak, soğuk ve anlayışsız ay onu teselli etmiyordu. Glen’deki evlerden birinde yanan bir ışık çok daha arkadaşça geliyordu. O ışık yanmaya devam ettiği sürece dayanabilirdi.
Uyuyamadı. Dizi çok ağrıyordu ve üşümüştü. Karnında da tuhaf bir his vardı. Belki kendisi de ölüyordu. Herkes öldüğüne ya da gittiğine göre ölecek olmayı ümit etti. Acaba gecelerin bir sonu var mıydı? Diğer geceler hep bitmişti ama belki de bu gece hiç bitmeyecekti. Liman Ağzı’ndaki Kaptan Jack Flagg’in bir keresinde çok öfkelendiğinde sabahı etmediğini anlattığı bir hikâyeyi hatırladı. Belki de Kaptan Jack gerçekten sinirlenmişti.
Sonra Glen’deki evden gelen ışık da söndü. Dayanamıyordu artık. Ancak dudaklarından perişan bir haykırış döküldüğünde sabah olduğunu anladı.