Kitabı oku: «Yeşilin Kızı Anne: Ingleside», sayfa 5
BÖLÜM 10
Walter merdivenden aşağı inip dışarı çıktı. Ingleside, şafağın ilk ışıklarında tuhaf görünüyordu. Çukur’daki huş ağaçlarının üzerindeki gökyüzünde gümüş-pembe tuhaf bir ışıltı vardı. Belki de yan kapıdan eve girebilirdi. Susan bazen babası için bu kapıyı açık bırakırdı.
Yan kapı kilitli değildi. Derin bir nefes alıp koridora çıktı. Evin içi hâlâ karanlıktı ve Walter sessiz adımlarla merdivenlerden yukarı çıktı. Yatağa gidecekti. Kendi yatağına… Olur da kimse gelmezse ölüp cennete gidecek ve annesine kavuşacaktı. Sonra Opal’ın söylediklerini hatırladı. Cennet, milyonlarca kilometre uzaktaydı. Terk edilmişlik duygusunun yeni darbesi Walter’a adımlarını dikkatli atmayı unutturdu ve aniden merdivenlerin dönemecinde uyuyan Bücürük’ün kuyruğuna basıverdi. Bücürük’ün acı çığlığı bütün evde yankılandı.
Uykuya dalmak üzere olan Susan, bu korkunç sesin etkisiyle uyandı. Bir önceki gün yeterince yorucuydu. Susan yatağa saat on ikide gitmişti. Ancak telaşın en yoğun olduğu anda Mary Maria Blythe’ın yan tarafında ağrı olduğunu söylemesi yorgunluğunun tuzu biberi olmuştu. Sıcak su şişesi istemiş, merhemle ovalanmayı talep etmişti. Sonra da meşhur baş ağrılarından biri tuttuğu için gözlerinin üzerine ıslak bez koymuştu.
Susan saat üçte, birinin kendisini çağırdığı hissine kapılarak uyanmıştı o gece. Yatağından kalkıp ayaklarının ucunda yürüyerek Mary Maria teyzenin kapısına kadar gitmişti. Ama bu odada sessizlik vardı. Anne’in hafif ve düzenli nefes alıp verişini duyabiliyordu. Susan evi dolaşıp kontrol ettikten sonra yatağına döndü ve bu tuhaf hissin bir kâbustan kalan sersemlik olduğunu düşündü. Ancak Susan, hayatının geri kalanı boyunca spiritüalizme merak sardığı için ayıpladığı Abby Flagg’in “psişik deneyim” olarak adlandırdığı şeyi bizzat yaşadığına inandı.
“Walter’ın beni çağırdığını duydum.” şeklinde bir iddiası vardı.
Susan bir kez daha ayağa kalkıp dışarı çıktı. O gece Ingleside’a doğaüstü güçlerin musallat olduğuna inanıyordu. Üzerinde sadece pazen kumaştan yapılma defalarca yıkanmaktan çekmiş ve kemikli topuklarının üzerine gelmeye başlamış gecelik vardı. Korku dolu gri gözleriyle sahanlıktan kendisine bakan benzi solmuş, titrek, küçük yaratık için bu görüntü dünyadaki en güzel şeydi.
“Walter Blythe!”
Susan iki adımda onu kollarına aldı. Güçlü, şefkatli kollarına…
“Susan… Annem öldü mü?” diye sordu Walter.
Kısa süre içinde her şey değişti. Walter, beslenmiş, giyinmiş ve rahatlamış vaziyette yatağına girdi. Susan ateşi yaktı. Ona bir bardak sıcak süt, bir dilim tost ve çok sevdiği “maymun yüzlü” kurabiyelerden bir tabak dolusu hazırlayıp yatırdı ve ayaklarına sıcak su şişesi koydu. Yaralanmış küçük dizini öptü ve merhem sürdü. Birinin kendisine baktığını, önem verdiğini ve kendisini sevdiğini bilmek güzel bir duyguydu.
“Annemin ölmediğine emin misin Susan?”
“Annen sağ salim, mışıl mışıl uyuyor kuzucum.”
“Peki hasta mı? Opal dedi ki…”
“Dün bir süre kendini iyi hissetmedi ama her şey sona erdi ve bu kez ölüm tehlikesi yoktu kuzucum. Uykunu alıncaya dek bekle. Sonra onu ve başka bir şeyi görebileceksin. Lowbridge’deki o küçük şeytanları bir elime geçirirsem! Lowbridge’den buraya kadar yürüdüğüne inanamıyorum. On kilometre boyunca! Hem de böyle bir gecede!”
“Çok üzüldüm Susan.” dedi Walter ciddiyetle. Ama her şey sona ermişti. Güvendeydi ve mutluydu. Evdeydi. Uyumuştu…
Uyandığında neredeyse öğlen olmuştu. Pencereden güneş ışığının içeri süzüldüğünü görünce yalpalaya yalpalaya yürüyerek annesinin yanına gitti. Çok aptalca davrandığını ve Lowbridge’den kaçtığı için annesinin kendisine kızacağını düşünmeye başladı. Ama annesi ona sarılıp kendine doğru çekmekle yetinmişti. Olan biteni Susan’dan öğrenmişti ve Jen Parker’a söyleyecek bir çift lafı vardı.
“Ölmeyeceksin değil mi anneciğim?.. Bir de beni hâlâ seviyorsun, değil mi?”
“Canım, ölmeye hiç niyetim yok. Ayrıca seni o kadar çok seviyorum ki canım yanıyor. Bütün gece Lowbridge’den buraya kadar yürüdüğünü düşünmek çok zor.”
“Hem de aç karnına.” diye omuz silkti Susan. “Bunları anlatabilecek kadar hayatta kalması âdeta bir mucize. Mucizeler hâlâ yaşanıyor demek ki. Bu da bunun delili işte.”
“Cesur delikanlı.” diye güldü omzunda Shirley’i taşıyan babası. Walter’ın başını okşadı ve küçük çocuk babasına sarıldı. Kimse babası gibi değildi bu dünyada.
“Bir daha evden gitmeme gerek olmayacak, değil mi anneciğim?”
“Sen istemediğin sürece, hayır.” dedi Anne.
“Ben asla…” diye söze başlayan Walter aniden durdu. Alice’i bir daha görmeyecek olmayı dert etmiyordu hiç.
“Buraya bak kuzucuk.” diyen Susan, elinde sepet taşıyan beyaz giysili ve şapkalı genç bir hanımefendiyi içeri buyur etti.
Walter sepete baktı. Bu bir bebekti! Tombik, ufak tefek, ipeksi bukleleri saçını kaplayan ve minicik elleri olan bir bebek…
“Çok güzel değil mi?” dedi Susan gururla. “Kirpiklerine baksana. Ben daha önce bir bebeğin bu kadar uzun kirpikleri olduğunu hiç görmedim. Bir de sevimli kulaklarına baksana. Ben her zaman ilk kulaklara bakarım.”
Walter tereddüt ediyordu.
“Çok tatlı Susan… Kıvrım kıvrım minicik ayak parmaklarına baksana! Ama… Ama çok küçük değil mi?”
Susan güldü.
“Üç kilo altı yüz gram küçük değil kuzucuğum. Ayrıca etrafını fark etmeye çoktan başladı. Daha bir saatlik bile değilken kafasını kaldırıp Doktor’a baktı. Ben böylesini daha önce hiç görmedim.”
“Saçları kızıl olacak.” dedi Doktor hâlinden memnun bir ses tonuyla. “Annesi gibi altın-kızıl çok güzel saçları olacak.”
“Babası gibi ela gözleri olacak bir de.” dedi Doktor’un karısı sevinçle.
“Neden hiçbirimizin sarı saçı yok anlamıyorum.” dedi Walter, Alice’i düşünerek.
“Sarı saç mı? Drewlar gibi yani!” dedi Susan ölçüsüz bir tiksintiyle.
“Uyurken çok şirin görünüyor.” diye mırıldandı hemşire. “Uyurken gözlerini böyle büzüştüren bir bebeği daha önce hiç görmedim.”
“O bir mucize. Bütün bebeklerimiz çok tatlı Gilbert. Ama bu içlerinde en sevimli olanı.”
“Tanrı sizi affetsin.” dedi Mary Maria teyze burun kıvırarak. “Dünyada sizinkilerden önce de bebekler vardı biliyorsun Annie.”
“Ama bizim bebeğimiz daha önce hiç yoktu bu dünyada Mary Maria teyze.” dedi Walter gururla. “Susan, öpebilir miyim? Bir kerecik… Lütfen…”
“Öpebilirsiniz.” dedi Susan geri çekilen Mary Maria teyzeye arkasından ters ters bakarken. “Akşam yemeği için kiraz turtası yapacağım. Mary Maria Blythe’ın dün öğlen yaptığı kiraz turtasını keşke görebilseydiniz Bayan Blythe. Sanki kedinin dışarıdan getirdiği bir şey gibiydi. Ziyan etmektense yiyebileceğim kadarını yiyeceğim. Ama ben hayatta olduğum müddetçe böyle bir turta Doktor Bey’in önüne asla koyulmayacak.”
“Herkes hamur işi konusunda senin kadar iyi değil.” dedi Anne.
“Anneciğim.” dedi Walter. Kapı, Susan’ın arkasından kapandıktan sonra. “Bence biz çok güzel bir aileyiz, sence de öyle mi?”
“Hem de çok güzel bir aile.” diye düşündü Anne bebeği yanında uzanırken mutlulukla. Kısa süre sonra yeniden çocuklarıyla beraber olabilecekti. Eskiden olduğu gibi hareket edebilecekti. Çocuklarını sevecek, onları eğitip mutlu edecekti. Küçük sevinçlerinde, hüzünlerinde, yeşeren umutlarında ve taze korkularında hemen annelerine koşacaklardı. Büyük gibi görünen küçük sorunlarında ya da kalpleri kırıldığında onların yanında olacaktı anneleri. Ingleside’da ilmek ilmek güzellik dokuyacaktı kendi elleriyle. Ayrıca Mary Maria teyzenin iki gün önce söylediğini duyduğu gibi “Çok feci yorgun görünüyorsun Gilbert? Kimse seninle ilgilenmiyor mu?” demesi için hiçbir gerekçesi olmayacaktı.
Aşağıda Mary Maria teyze karamsar bir şekilde kafasını sallıyor ve “Yeni doğan tüm bebeklerin bacakları çarpık olur. Bunu biliyorum Susan. Ama bu bebeğin bacakları çok eğri büğrü. Tabii bunu zavallı Annie’ye söylemek olmaz. Sakın bundan Annie’ye bahsetme Susan.”
Susan belki de ilk kez söyleyecek bir söz bulamadı.
BÖLÜM 11
Ağustos sonuna gelindiğinde Anne kendine gelmişti ve mutlu bir sonbaharın yolunu gözlüyordu. Küçük Bertha Marilla günbegün büyüyüp güzelleşiyor, kardeşlerinin ilgi ve sevgisinin merkezinde duruyordu.
“Ben bebek denilen şeyin her zaman bağıran bir şey olduğunu sanırdım.” dedi Jem küçük kız kardeşinin minicik parmaklarının kendi parmaklarına dolanmasına zevkle izin verirken. “Bertie Shakespeare Drew öyle demişti bana.”
“Drew bebeklerinin her an bağırdığından hiç şüphem yok Sevgili Jem.” dedi Susan. “Drew oldukları düşüncesiyle bağırıyorlardır muhtemelen. Ama Bertha Marilla bir Ingleside bebeği Sevgili Jem.”
“Keşke ben de Ingleside’da doğsaydım Susan.” dedi Jem hüzünle. Ingleside’da doğmamış olmak Jem’i hep üzerdi. Di, bu durumu zaman zaman yüzüne vururdu.
“Burada yaşamak biraz sıkıcı gelmiyor mu sana?” dedi bir keresinde Anne’in Queen’s Kolejinden eski bir arkadaşı küçümsercesine. Kendisi Charlottetown’da yaşıyordu.
Sıkıcı da ne demek! Anne, neredeyse misafirinin yüzüne gülecekti. Ingleside için “sıkıcı” demek!.. Her gün yepyeni mucizeler getiren dünya tatlısı bir bebek varken hem de. Diana, Küçük Elizabeth ve Rebecca Dew’ün ziyaret planları varken… Yukarı Glen’den Bayan Sam Ellison, dünya üzerinde daha önce sadece üç kişide görülmüş bir hastalığın pençesinde Gilbert’ın tedavisi altındayken… Walter okula başlayacakken… Nan, annesinin tuvalet aynasındaki koca bir şişe parfümü içmişken… Öleceğini düşünseler de en ufak bir kötüleşme belirtisi göstermemişti küçük kız. Ingleside’da hayatın “sıkıcı” olduğunu söylemek tuhaftı. Yabancı bir kara kedi arka verandada on kedicik yavrulamışken… Shirley kendini banyoya kilitleyip kapıyı nasıl açacağını unutmuşken… Bücürük bir parça yağlı sinek kâğıdının içinde yuvarlanmışken… Mary Maria teyze gecenin köründe elinde mumla sinsi sinsi dolaştığı bir vakit perdeleri ateşe verip tüm ev ahalisini ayağa kaldırmışken Ingleside’ın “sıkıcı” olduğu yorumu komikti.
Mary Maria teyze hâlâ Ingleside’da kalıyordu. Zaman zaman acınası bir şekilde, “Benden sıkıldığınız zaman haber verin. Ben kendi başımın çaresine bakmaya alışkınım ne de olsa.” derdi. Bu ifade karşısında söylenebilecek tek bir söz vardı ve Gilbert da bu sözü söylüyordu hâliyle. Yine de ilk zamanlar söylediği kadar içtenlikle söylememeye başlamıştı artık. Gilbert’ın akraba düşkünlüğü azalmaya başlamıştı bile. Bayan Cornelia’nın burun kıvırarak “tam da erkek” gibi tespitini haklı çıkaracak bir çaresizlikle anlamaya başlamıştı Mary Maria teyzenin evinde ufaktan bir soruna yol açıyor olduğunu. Bir keresinde içinde kimse yaşamayan evlerin acı çektiğini söyleyerek imada bulunmaya cüret etmişti. Ona hak veren Mary Maria, Charlottetown’daki evini satmaya niyetli olduğunu söyledi sakince.
“Fena fikir değil.” diyerek onu teşvik etti Gilbert. “Şehirde satılık çok tatlı ufak bir ev biliyorum. Arkadaşlarımdan biri Kaliforniya’ya taşınacak. Hani bayıldığınız Bayan Sarah Newman’ın evi var ya. İşte ona çok benziyor.”
“Ama o yalnız yaşıyor.” diye iç çekti Mary Maria teyze.
“Hâlinden de memnun.” dedi Anne ümitle.
“Tek başına yaşamaktan zevk alan insanlarda bir sorun vardır Anne.” dedi Mary Maria teyze.
Susan tam homurdanacakken kendine güç bela engel oldu.
Diana eylül ayında bir haftalığına geldi. Sonra Küçük Elizabeth geldi. Ne var ki o artık Küçük Elizabeth değildi. Uzun boylu, incecik, güzel bir genç kızdı artık. Ancak altın saçları ve hüzünlü gülümsemesi olduğu gibi duruyordu. Babası Paris’teki ofisine dönüyordu. Elizabeth ise evi çekip çevirmek için onunla gidecekti. Anne’le birlikte eski limanın engebeli kıyılarında uzun yürüyüşler yapıyor, sessiz ve dikkatli sonbahar yıldızlarının bakışları altında eve dönüyorlardı. Windy Poplars’daki eski günlerine dönüyor, Elizabeth’in hâlâ sakladığı ve sonsuza kadar da saklamayı planladığı peri diyarı haritasındaki adımların izinden gidiyorlardı.
“O harita gittiğim her yerde, kaldığım her odanın duvarında asılı duruyor.” dedi.
Bir gün Ingleside bahçesinden bir rüzgâr geçti. Bu rüzgâr sonbaharın ilk rüzgârıydı. O gecenin sabahında gün doğumu biraz haşindi. Yaz bir anda yaşlanmıştı. Mevsim dönüşü kapıdaydı.
“Sonbahar için henüz erken.” dedi Mary Maria teyze, bu mevsimin kendisine hakaret ettiğini ima eden bir ses tonuyla.
Ne var ki sonbahar da güzeldi. Koyu mavi körfezden esen rüzgârlarda ve ekin zamanı gökte yükselen ayın görkeminde neşe vardı. Çukur’da şairane yıldız çiçekleri açmıştı ve çocuklar elmalarla dolu bostanda kahkahalar atıyorlardı. Yukarı Glen yamaçlarındaki otlakların berrak ve sakin geceleriyle, bulutların benek benek kapladığı gökyüzünde uçuşan kuşlar da eşlik ediyordu onların kahkahalarına. Günler kısalmaya devam ettikçe kumulların üzerinden sinsice yaklaşan gri sisler limanın yukarısına doğru yol alıyorlardı yavaş yavaş.
Yaprakların dökülmesiyle beraber Rebecca Dew, yıllar boyunca verdiği ziyaret sözünü nihayet tutu. Bir haftalığına gelmeye niyetlense de iki hafta kaldı. Ziyaretini uzatmasının sebeplerinden biri de Susan’dı. Susan ve Rebecca Dew birbirlerini görür görmez anladılar kafa dengi insanlar olduklarını. Belki de bunun sebebi ikisinin de Anne’i seviyor olmasıydı. Belki de Mary Maria teyzeye duydukları nefretti.
Yağmurun bahçedeki ölü yaprakların üzerine damla damla döküldüğü ve rüzgârın Ingleside’ın köşelerinde çığlık çığlığa gezindiği bir akşam Susan, mutfakta içini döktü Rebecca Dew’e. Doktor ve eşi bir yere misafirliğe gitmişlerdi ve ufaklıkların hepsi yataklarının rahatına çekilmişlerdi. Mary Maria teyzenin de baş ağrısından dolayı ortalıkta görünmeyişleri onlar için büyük şanstı. “Sanki başımın etrafı demirle sarılmış gibi.” diye sızlanmıştı yaşlı kadın.
“Her kim…” dedi Rebecca Dew ocağın kapağını açıp da ayaklarını rahatça fırına yerleştirdiği sırada, “Akşam yemeğinde şu kadının yediği kadar çok kızarmış uskumru yerse o kişi başının ağrımasını hak etmiştir. Hani ben de az yemedim, inkâr edemem. Sizin kadar güzel uskumru pişirenini görmedim Bayan Baker ama dört tane de yemedim yani.”
“Sevgili Bayan Dew.” dedi Susan içtenlikle. Örgüsünü bırakıp Rebecca’nın küçük siyah gözlerine ilgiyle baktı. “Burada bulunduğu sürede Bayan Mary Maria Blythe’ın nasıl biri olduğunu az çok gördünüz. Ama gördükleriniz devede kulak kalır. Sevgili Bayan Dew, size güvenebileceğimi hissediyorum. Biraz içimi döksem söylediklerim aramızda sır olarak kalır öyle değil mi?”
“Tabii ki Bayan Baker.”
“Bu kadın buraya haziran ayında geldi ve ömrünün geri kalanını burada geçirmeyi planlıyor bence. Bu evdeki herkes ondan nefret ediyor. Doktor Bey bile her ne kadar saklamaya çalışsa da ondan çok rahatsız. Ama kendisi akrabalarına çok düşkün olduğundan babasının kuzeninin evinde kendini rahatsız hissetmemesi gerektiğini söylüyor. Bayan Blythe’a nasıl da yalvardım.” dedi Susan bu eylemi dizlerinin üzerinde gerçekleştirdiğini ima eden bir ses tonuyla, “Ağırlığını koyup Mary Maria Blythe’ı yollaması için dil döktüm. Ama Bayan Blythe’ın kalbi çok yumuşak. Biz de işte böyle çaresiziz. Bayan Dew… Elimizden hiçbir şey gelmiyor.”
“Keşke benim elime düşse.” dedi Rebecca Dew. Kendisi Mary Maria teyzenin iğnelemelerinden nasibini almıştı. “Ben de misafirperverliğin hakkının verilmesi gerektiği kanaatindeyim herkes gibi. Ama emin olun Bayan Baker, ben doğruca yüzüne der, haddini bildirirdim.”
“Eğer yerimi bilmesem ben de onun hakkından gelirdim Bayan Dew. Ama ben bu evin hanımı değilim. Bazen kendi kendime ciddi ciddi şöyle diyorum, ‘Susan Baker, sen bu evde paspas değilsin de nesin?’ Ne yaparsın işte, elim kolum bağlı. Bayan Blythe’ı terk edemem ve Mary Maria Blythe’la kavga ederek onun derdine dert ekleyemem. Ben görevimi yapmaya devam edeceğim. Neden biliyor musunuz Bayan Dew?” dedi Susan ciddiyetle, “Doktor ve karısı için seve seve canımı feda ederim. Bu kadın gelmeden önce çok mutlu bir aileydik biz. Ama buraya geldiğinden beri bize hayatı zehir etti. Bu işin sonunun nereye varacağını bilmek için kâhin olmak lazım gelse de benim kendimce bir fikrim var. Hepimizin sonu tımarhanede bitecek. Tek bir şey değil ki… Onlarca hatta yüzlerce şey var. Bir tane sivrisineğe katlanılır. Peki milyonlarcasına dayanabilen var mıdır Bayan Dew?”
Bu düşünce Rebecca Dew’ün kafasını üzülerek sallamasına sebep oldu.
“Bayan Blythe’a evini nasıl idare etmesi gerektiğini, ne giyeceğini söylüyor. Gözü hep üzerimde. Daha önce hiç bu kadar kavgacı çocuk görmemiş hayatında. Çocuklarımızın asla kavga etmediklerini sen de gördün… Arada bir belki…”
“Hayatımda gördüğüm en takdire şayan çocuklar onlar Bayan Baker.”
“Her işe burnunu sokuyor, meraklı meraklı bakıyor…”
“Ben de onu yakaladım bir keresinde Bayan Baker.”
“Hep bir şeylere alınıp güceniyor ama asla yeterince gücenip evden ayrılmıyor. Zavallı Bayan Blythe’ı huzursuz edecek kadar yalnız ve ihmal edilmişçesine oturuyor. Hiçbir şeyi beğenmiyor. Eğer bir pencere açıksa cereyandan şikâyet ediyor. Eğer tüm pencereler kapalıysa arada bir temiz hava gerektiğini söylüyor. Soğana dayanamıyor. Kokusuna bile dayanamıyor. Soğan midesini bulandırıyormuş. Bu yüzden Bayan Blythe hiçbir yemekte soğan kullanmamamızı söyledi. Yani…” dedi Susan kendinden emin bir şekilde. “Soğan herkesin damak tadına hitap eder. Ama bu evde kullanmak yasak.”
“Ben de soğanı pek severim.” dedi Rebecca Dew.
“Kedilerden hiç hoşlanmıyor. Kediler ürpermesine sebep oluyormuş. Görse de görmese de. Evde kedi olduğunu bilmek tüylerini diken diken ediyormuş. Bu yüzden zavallı Bücürük evde yüzünü göstermeye cesaret edemiyor. Ben de kedi meraklısı değilim Bayan Dew, çok sevmem. Ama istedikleri gibi kuyruklarını sallama hakları olduğunu düşünürüm. Bir de ‘Susan yumurta yiyemediğimi asla aklından çıkarma.’, ‘Susan soğuk tost yiyemediğimi sana kaç kez söylemem lazım?’ ya da ‘Susan bazı insanlar kaynar çay içmekten zevk alabilirler ama ne yazık ki ben o şanslılardan biri değilim.’ demeleri yok mu!.. Kaynar çaydan şikâyet ediyor Bayan Dew! Sanki ben birine kaynar çay ikram edecek biriymişim gibi!”
“Böyle bir şeyi yapacağınıza kimse ihtimal vermez Bayan Baker.”
“Eğer sorulmaması gereken bir soru varsa mutlaka sorar. Doktor bir şeyleri kendisinden önce karısına söylediği için kıskanır. Ayrıca her zaman hastalarıyla ilgili ağzından laf almaya çalışıyor. Bu da Doktor’un sinirlerini bozuyor Bayan Dew. Bir doktorun ağzını sıkı tutması gerekir çok iyi bildiğiniz üzere. Bir de ateşten dolayı sinir krizlerine kapılması yok mu?.. ‘Susan Baker.’ der bana. ‘Umarım şömineyi hiçbir zaman gaz yağıyla yakmaz gaz yağına bulanmış paçavraları ulu orta bırakmazsın. Bir saatten az bir süre içinde kendiliğinden tutuştukları biliniyor. Evin yanıp kül olduğunu görmek ister misin Susan? Hem de senin hatanla…’ Yani Bayan Dew, bunları dedi demesine ama son gülen ben oldum. Tam da o gece perdeleri tutuşturdu. Çığlıkları hâlâ kulağımda yankılanır. Hem de zavallı Doktor iki gece uykusuz kalmışken nihayet uyuduğu bir gece oldu bunlar. Beni en çok kızdıran da ne biliyor musunuz Bayan Dew? Her gün hiç aksatmadan kilere gidip yumurtaları sayması. ‘Kaşıkları da saysana.’ dememek için tüm gücümle zorluyorum kendimi. Çocuklar hâliyle nefret ediyorlar ondan. Bayan Blythe çocukların nefretlerini göstermelerine engel olmak için ne yapacağını şaşırıyor. Bir keresinde Bayan Blythe ve Doktor evde değilken Nan’e tokat attığı bile oldu. Kendisine ‘Bayan Methuselah’2 dedi diye. O hınzır şeytan Ken Ford’dan duymuş da söylemiş.”
“Ben de tokatlardım onu.” dedi Rebecca Dew haşince.
“Bir kez daha böyle yaparsa onu tokatlayacağımı ben de söyledim. ‘Ingleside’da arada bir çocuklara şaplak atılır.’ dedim ona. ‘Ama asla tokat atılmaz. Aklınızda bulunsun.’ Bunun üzerine bir hafta boyunca surat asıp küstü. Ama en azından bir daha çocuklara elini kaldırmaya cesaret edemedi. Anneleriyle babaları çocukları cezalandırdığında keyfine diyecek yok. Bir keresinde Küçük Jem’e, ‘Ben anneniz olsaydım var ya…’ dedi. Bunun üzerine ufaklık, ‘Ha ha, siz asla kimsenin annesi olamayacaksınız.’ dedi ama çocuğu bu noktaya o getirdi Bayan Dew. Kendi kaşındı. Neyse, Doktor bunun üzerine ufaklığı akşam yemeğini yemeden yolladı yatağa. Peki sizce ona daha sonra kim yemek kaçırdı dersiniz?”
“A, kim?” diye kıkırdadı kendini hikâyeye kaptıran Rebecca Dew.
“Yemeği götürdükten sonra öyle bir dua etti ki duysanız içiniz parçalanırdı Bayan Dew. Hem de hepsi kendi sözleriydi, ‘Ey Tanrı’m, Mary Maria teyzeye karşı terbiyesizlik ettiğim için lütfen affet beni. Ey Tanrı’m lütfen Mary Maria teyzeye karşı her zaman kibar olmama yardım et.’ gözlerim yaşlarla doldu. Zavallı kuzucuk. Ben ne çocukların ne yetişkinlerin saygısızlık ya da terbiyesizlik etmelerini asla kabul etmem Bayan Dew. Bertie Shakespeare Drew o kadının suratına tükürük topu atıp da burnunu iki santimle kaçırdı bir keresinde. Ben de çocuk eve giderken dış kapıda bekleyip bir torba dolusu çörek tutuşturdum eline. E, tabii bunu neden yaptığımı söylemedim. Ama çok mutlu oldu. Ne de olsa çörek dediğin şey ağaçta yetişmiyor. Annesi Bayan Pek Cimri de hiç çörek yapmaz. Nan ve Di ise… Bunu sizin dışında kimseye söylemem Bayan Dew. Eğer Doktor ve eşi duysalar derhâl engel olurlar. Nan ve Di kafası yarılmış eski porselen bebeklerine Mary Maria teyzenin adını verdiler. İhtiyar ne zaman onları azarlasa bebeği yağmur suyu fıçısında boğmaya gidiyorlar. Çok neşeli boğmalarımız oldu emin olun. Ama bu kadının geçen gece ne yaptığını söylesem inanmazsınız Bayan Dew.”
“Ondan her şeyi beklerim Bayan Baker.”
“Duyguları bir sebepten incindiği için ağzına tek lokma koymadı akşam yemeğinde. Ama sonra yatağa gitmeden önce kilere gidip zavallı Doktor’a hazırladığım yemeği silip süpürdü. Geriye kırıntı bile bırakmadı. Lütfen benim kâfir olduğumu düşünmeyin ama Yüce Tanrı’nın bazı insanlardan neden bıkmadığına akıl sır erdiremiyorum Bayan Dew.”
“Yine de mizah anlayışınızı kaybetmemeye bakın Bayan Baker.” dedi Rebecca Dew ciddiyetle.
“Çektiğimiz bu çilenin komik bir tarafı olduğunun da pekâlâ farkındayım Bayan Dew. Ama asıl soru ihtiyar bize yaşattıklarının farkında mı? Sizi tüm bunlarla rahatsız ettiğim için çok üzgünüm Sevgili Bayan Dew. Ama çok rahatladım. Bunları Bayan Blythe’a anlatamam ve eğer içimi dökmezsem patlayacak gibi hissediyorum artık.”
“Bu hissi çok iyi bilirim Bayan Baker.”
“Peki şimdi…” dedi Susan aniden ayağa kalkıp. “Yatmadan önce bir bardak çaya ne dersin? Yanında da soğuk tavuk budu… Nasıl olur?”
“Hakkını vermek lazım ki.” dedi Rebecca Dew iyice ısınmış ayağını fırından çıkarırken. “Hayata dair yüce şeyleri unutmamamız gerekir. Ama yine de ölçüyle yenen güzel bir yemeğin keyfi apayrı…”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.