Kitabı oku: «Cem Sultan», sayfa 2
Leylek Murat’ın da içlerine karıştığı Sinan Paşa konukları da aynı şeyleri konuşuyorlardı. Koğuşumsu geniş odada birer posta uzanmışlardı, çorba gelinceye kadar çene yarışı yapıyorlardı. Hacı Çelebi’nin adamları dervişliğe bel bağlamış kimseler olmakla beraber yine attan ve silahtan anlarlardı, savaş hikâyelerinden zevk alırlardı. Çünkü onlar da Türk’tü. Zaman zaman teberlerini omuzlayarak gazaya giderlerdi, ya Mora’dan ya Sırbistan’dan mürşitlerine canlı ve cansız armağanlar getirirlerdi.
Bu yiğitliğe vurgun ve bizzat yiğit adamlar, şimdi de dil birliği yapmışlardı, Midilli’nin nasıl alındığından, Belgrat önünde nasıl çarpışıldığından, Mora’nın nasıl altüst edildiğinden, Kazıklı Voyvoda Vlad’la nasıl boy ölçüşüldüğünden, Arnavutluk’ta nasıl at oynatıldığından tutturarak son yarım asrın harp menkıbelerini birer birer anlatıyorlardı.
Bu anlatışta ve dinleyişte, gökten indiğine inanılan ayetleri okuyanlarla dinleyenlerdeki o büyük cezbe, o derin heyecan göze çarpıyordu. Riya yoktu, mübalağa yoktu, süs yoktu. Sade ve basit konuşuluyordu, lakin o sadelikte sinir yakan, gözlere ışık dolduran bir hususiyet vardı. Mesela Arnavutluk’ta Akçahisar önünde Kumandan Balaban Bey’in ölüşünü anlatan yolcu, gözlerini kapayarak, sesini yavaşlatarak gamlı bir terane gibi bildiklerini anlatıyordu; dinleyenler de sanki vakayı gözleriyle görüyorlarmış gibi teessür duyuyorlardı, bambaşka bir hâl alıyorlardı. Hikâye şöyleydi:
“Keçi yollarından geçtik, kayalardan atladık, uçurumlardan aştık, güç bela Akçahisar’a ulaştık. Rahmetli Balaban, bir teke gibi en önde gidiyordu. Fakat ne teke!.. Kaplandan yiğit, aslandan atılgan. Onun adım atışına baktıkça imreniyorduk, mübarek adam, yürümüyordu, sıçrıyordu. İşte biz onun ardından yol aldık, Paşadağı’na vardık. Yunus Bey’i beklemeye koyulduk. Onun getireceği yoldaşlarla birleşip sel gibi şehre akacaktık. Meğer Arnavutlar, Yunus Bey’i pusuya düşürmüşler, yakalamışlar. Bizim bu uğursuzluktan haberimiz yok. Dikenden, çalıdan parçalanan ayaklarımıza tımar yapıyoruz, kılıçlarımıza cila veriyoruz, bekliyoruz. Dağa çıktığımızın sabahı, gün doğar doğmaz, ne görelim: Yunus Bey’le oğlu Hızır Bey, zincirler içinde dağın ortasına getirilmemiş mi?.. Artık Balaban’daki coşkunluğu sorma. Yavrusu öldürülen kurt gibi homurdanıyordu, saçları dimdikti, gözleri kıpkırmızıydı. Hakkı da vardı. Zincire vurulan Yunus, onun kardeşi, Hızır da yeğeni idi.
Biz de onun kadar acı duymuştuk, kabımıza sığamaz olmuştuk, saldırmak için emir bekliyorduk. Balaban, çok sürmedi, bu emri verdi, yine kendi önde olduğu hâlde dağdan aşağı atıldık. Tam şehrin varoşu önünde Balaban şöyle bir durakladı, iki tarafına sallandı, sonra geri döndü, eliyle bize kaleyi göstererek yıkıldı. Tam boğazından bir tüfek yarası almıştı!..”
Birisi sordu:
“Siz ne yaptınız?”
“Yürüyen kaya dönmez ya, ilerledik, ezerek, kırarak yürüdük, şehre girdik. Ne çare ki aldığımız palanga, Balaban’ın tırnağına değmezdi.”
Bu hikâyeyi Otlukbeli tepelerinde çarpışan başka bir adamın söylediği menkıbeler ve onu, İzonzo suyunu yüzerek geçen bir başkasının hatıraları takip ediyordu. Yalnız Leylek Murat susuyordu, dinler gibi görünüp tahtırevan güzeliyle meşgul oluyordu. Kırk yıllık âşıkmış gibi muzdaripti, üzüntü geçiriyordu, kendisini Hacı Çelebi ile görüştürecek olan adamın henüz harekete geçmemesinden dolayı da ayrıca sinirleniyordu.
Bir saat, iki saat işte böyle geçti, nihayet sofralar kuruldu, konuklara etli pilav ve bol ayran ikram edildi, arkasından da namaz işareti verildi. Leylek Murat, tahtırevan güzelini mihrap ve mabut mevkisine koyarak ve hep onu düşünerek yoldaşlarla birlikte namazını kıldı, duasını yaptı. Doğrusunu söylemek lazım gelirse dua hususunda en samimi olan o idi. Candan, yürekten yalvarıyordu, yüzünü yarı görüp de henüz adını öğrenmediği sevgiliye kavuşabilmek için Allah’tan, yana yakıla yardım diliyordu.
Bu iş bittikten sonra yine odaya döneceklerdi, yatsıyı bekleyeceklerdi, Leylek Murat’ta ise daha bir dakika dayanmak kudreti kalmamıştı, bu sebeple yoldaşlaştığı adama sokuldu.
“Hani ya…” dedi. “Beni Çelebi’ye götürecektin?”
“Ha, evet, götürecektim, fakat paşa ile konuşuyorlar diye geciktirdim, istersen şimdi gidelim.”
Biraz sonra Çelebi’nin oturduğu yere varmışlardı. Kılavuz, orada kümelenen adamların arasına girdi, içlerinden biriyle üç dört kelime konuştu ve Leylek Murat’ı göstererek son vazifeyi yaptı:
“Çelebi’ye sevgisi olan yiğit budur, elini öpüp hizmetinde bulunmak istiyor. Bu sevabı da sen kazan, arkadaşı götürüp tanıt!..”
Hacı Çelebi, Karaman diyarının hakiki hükümdarı idi. Binlerce ve binlerce adamın yüreğinde saltanat sürüyordu, küçük bir işaretiyle koca bir vilayet ayağa kalkardı, yine bir işaretiyle o halk kuzulaşırdı. Maddi ve manevi hastalıkların hekimi, büyük ve küçük davaların kadısı, geçinemeyen karı kocaların öğütçüsü hep o idi. Üfürür, muska verir, hüccet yazar, öğüt dağıtırdı. Dualarının müspet netice verdiği bilinmezse de bağ ve bahçe davalarında, miras işlerinde, gönül meselelerinde verdiği hükümlerin istinaf7 ve temyiz edilmesine imkân yoktu, bu hükümler mutlak bir itaatle kabul olunup gidiyordu.
Devrin hususiyetlerinden istifade ederek hükûmet içinde hükûmet kurmuş ve hazineler düzmüş olan zeki Çelebi, her şeyden evvel adamlarını çoğaltmak isterdi. Bunun için propagandalar yaptırır, gün başına birçok adam kandırırdı. Yine o maksatla, uzaktan, yakından yanına gelenlere güler yüz gösterir ve icabına göre paraca da fedakârlığa katlanırdı. Adamlarına, gelenlerin kim olursa olsun geri çevrilmemesini emretmişti. Vezirleri, beylerbeyileri kapısında bekleten Çelebi, yalın ayak bir ziyaretçiyi hemen huzuruna kabul ederdi.
Leylek Murat da kendisiyle çarçabuk karşılaştı. Sinan Paşa, kudretli ve kıymetli misafirini, rahat etsin diye, yalnız bırakarak içeri çekilmişti, o da kendi hesaplarıyla uğraşıyordu. Leylek’in yanına getirilmesi üzerine taylasanlı8 sarık altında büsbütün büyük görünen başını kaldırdı, zeki gözlerini ulak kılıklı ziyaretçiye dikti.
“Gel bakalım evlat…” dedi. “Elimi öp!”
Leylek Murat, Çelebi’nin saçlı, sakallı çehresinde de tahtırevan güzelini görüyordu, uzatılan eli öperken de onun yumuşak ellerini öpüyormuş gibi tuhaf bir haz alıyordu.
Çelebi, misafirin bakışından ve dudaklarındaki titrek alevden bir şeyler sezinsemekte gecikmedi, şu sözleri söyledi:
“Aşk, en iyi kılavuzdur. Sevenler, sevebilenler murada ererler, Mevla’yı bulurlar.”
Leylek Murat’ın yüzü birdenbire kızardı, Çelebi’nin, kendi yüreğini okuduğuna, hatta kendi adını da keramet kuvvetiyle bildiğine zahip olmuştu. Hâlbuki o, şu iri kıyım adamın sevda taşıdığını sezinsemekle beraber o sevdanın kendi yanındaki kadınlardan birine taalluk ettiğini elbette tahmin etmiyordu. Yalnız, ziyaretçinin aşk ızdıraplarını, hicran acılarını, ruhi elemlerini avutmak ve unutmak için kendi dergâhına intisap etmek istediğine hükmetmişti. Murat kelimesini kullanması ise tesadüfi idi.
Şimdi o, Leylek Murat’ın kılığını, kıyafetini gözden geçiriyordu. Onun âşık olduğuna şüphe yoktu, aşktan bahsedilirken kızarması da bu hakikati ispat ediyordu. Lakin şu kıyafetin bir âşığa ne münasebeti vardı? Yahut bir ulağın bir şeyhe kapılanmak istemesi ne demekti?
Hem ulak hem mürit?.. Zeki Çelebi, bu iki zıt sıfatı birbirine yaklaştırmak istiyordu. Ulaklar, ancak padişah ve vezir adamı olabilirlerdi. Mürit ise onlarla alakasız insanlardı. O hâlde bu sevdalı adam, ne yaman bir ateşe tutulmuştu ki, vaziyetini unutup şeyhler kapısına yanaşıyordu.
Hacı Çelebi, ilkin bu ciheti halletmek istedi, kurnaz bir soruşla Leylek Murat’ı söyletmeye girişti:
“Bize yanaşan meramına yanaşmış olur. Elverir ki sözü doğru, özü doğru olsun. Nasıl, kendine güveniyor musun?”
Zavallı Leylek, tahtırevan güzelinin baygın gözlerini hatırlayarak hemen cevap verdi:
“Özüm de sözüm de doğrudur.”
“Öyleyse tanışalım: Adın ne?”
“Bildiniz ya, Murat!”
Çelebi, onun adını ne suretle bilmiş olacağını düşünmeye lüzum görmedi. Çünkü o, aklından bile geçmeyen şeylerin kendisinden zuhur ettiğine hükmedildiğini bilirdi. Alelade sözlerinin halk ağzında renk renk tefsirlere uğradığını da görüp duyuyordu. Bu sebeple hay-retsiz ve tereddütsüz sözlerine devam etti:
“Nereden gelip nereye gidiyorsun?”
“Gebze’den yola çıktım, Konya’ya gidiyorum, ününü duydum, gönül verdim, kapına geldim.”
Ulak Murat, işte burada leylekliğini gösterdi, taşıdığı aşkın verdiği sersemlikle her şeyi apaçık söyledi, Vezir Karamanlı Mehmet Paşa’nın kendini gece yarısı otağa çağırdığını, Cem Sultan’a verilmek üzere eline bir kâğıt tutuşturduğunu, alelacele yola vurduğunu birer birer anlattı, mektubu da koynundan çıkarıp şeyhin önüne koydu.
“İşte…” dedi. “Bu kâğıt için ulak oldum, lakin ayaklarım artık kösteklendi, senden ayrılıp da ileri gidemem, varsın mektup beş gün sonra yerini bulsun. Ben seninle bile gideceğim.”
Çelebi’nin kaşları çatılmıştı, kafasında bir sürü mülahazalar kaynaşıyordu, Karamanlı Mehmet Paşa, Cem Sultan isimleri ayrı ayrı iki burgu hâlinde zihnini oyuyordu. Çünkü o, Nişancı Vezir’in amansız bir düşmanı idi, Cem Sultan’ı da günahı kadar sevmezdi. Vezir ile düşmanlığı çocukluklarından başlamıştı. Her ikisi de Karamanlı ve bir mahalleli idiler. Küçükken sık sık dövüşürlerdi ve bu dövüşmeler daima Çelebi’nin dayak yemesiyle nihayetlenirdi.
Biri şeyhlikle, diğeri devlet adamlığı ile hayat yolunda yükseldikçe çocukluk kini başka bir istikamet almış ve sönmez bir husumet hâline geçmişti. Nişancı Vezir, devletçi gözü ile onu tahlil ve takip ediyordu, tehlikeli bir unsur sayarak hakkında bazı mahrem tedbirler almaya savaşıyordu. Çelebi de vaktiyle kendisini döven, hırpalayan mahalle komşusunun şimdi imparatorluğu idare etmek mevkisine geçmesini kıskanıyordu, her yerde onun aleyhinde lisan kullanıyordu, şerefini kırmaya çalışıyordu. Bu gidişle bir gün bunların karşı karşıya geleceklerinde şüphe yoktu. Ya Karamanlı Paşa, bir fırsatını bulup onu ordularla ezecekti. Yahut Hacı Çelebi, padişaha hulul ederek rakibini kündeden atacaktı.
Çelebi’nin Cem Sultan’ı sevmemesi de yine Nişancı Vezir yüzündendi. Genç prensle şöhretli vezir arasında gizli bir dostluk bulunduğunu adamları sayesinde öğrenmişti. Düşmanının dostu kendisinin düşmanı olacağı için Cem Sultan’dan huylanıyordu. Onun, içine amber karıştırıp şarap içmesini, delikanlılarla güreş tutmasını, ırmaklarda yüzüp kumda yatmasını vesile yaparak kulaktan kulağa dedikodular yürütüyordu ve şehzadeyi kötülemeye, kötü göstermeye uğraşıyordu.
İşte bu vaziyette bir adamla, Leylek Murat’la karşılaşmış, mahrem bir mektuptan haberdar olmuş ve hatta o mektubu ele geçirmiş bulunuyordu. Artık gaflet ve tereddüt gösteremezdi, mutlaka bu fırsattan istifade edecekti. Fakat telaşa kapılmıyordu, kayıtsız görünüyordu. Leylek Murat’ın mektubu önüne koyması üzerine husule gelen şaşkınlığı da bir lahza içinde gidermişti, zihnini işletip planlar sıralıyordu. Gafil âşığın hikâyesi bittikten sonra gülümsedi.
“İyi ama evlat…” dedi. “Emanete hıyanet olmaz. Sen bu mektubu bana vermek için değil, Cem Sultan’a götürmek için aldın. Vazifeni yapmalısın.”
Leylek, hafakanlar içindeydi. Uğursuz mektubu götürmek, Çelebi’nin kafilesinden ayrılmak demekti. Bu ayrılış ise aziz sevgiliyi kaybetmekten başka bir şey değildi. Leylek, böyle bir felakete tahammül kudretini nefsinde bulamıyordu. Lakin mektubu götürmemek cihetini de birdenbire ileri süremiyordu. Böyle bir hareketin, Çelebi tarafından da söylenildiği veçhile, emanete hıyanet sayılacağını ve bizzat Çelebi’nin bu kayıtsızlığı hoş görmeyeceğini düşünüyordu. Tükürüğüne sakalla bıyık arasında hedef bulamayan alıklar gibi yutkunup duruyordu!..
Çelebi, aşk yüzünden pot üstüne pot kıran ulağın donuk donuk bakışından, sık sık yutkunuşundan tam bir sersemliğe düştüğünü anladı, işi kendi çıkarına göre idare etmeye koyuldu:
“O kadar sıkılma oğul…” dedi. “Bu dünyada yalnız ölüme çare bulunmaz, başka her derdin dermanı vardır. Baba ile evlat gibi konuşup anlaşarak bu mektup maslahatını da kitaba uydururuz, hesaba sığdırırız. Sen bana işin içyüzünü deyiver.”
Hangi işin içyüzü?.. Leylek Murat, bu kelimelerden tahtırevan güzeline gönül verişinin sorulduğunu zannetti. Dervişin fikri neyse zikri de odur derler. Alık Murat da kulağına çarpan her sesin yüreğinde yanan emelle alakadar olduğunu sanıyordu. Fakat o gönül sırrını açığa vurmaya da cüret gösteremiyordu. Yine yutkunuyordu, ellerini ovuşturuyordu.
Çelebi, maksadını izaha lüzum gördü:
“Bir kere bana haber ver: Şevketlu hünkâr nicedir?”
“Hastadır.”
“Hasta mı? İyi biliyor musun?”
“Üsküdar’da mizacını bozdu, ata binemez oldu, tahtırevana kondu. Hünkârçayırı’na öyle geldi!”
“Allah şifalar versin. Ya Nişancı Vezir?”
“Turp gibidir!..”
“Sana bu kâğıdı verirken ne dedi?”
“Üç günde Konya’ya gideceksin buyurdu.”
“Seninle bile çıkan başka ulak var mıydı?”
Leylek Murat, başını eğip düşündü. Sadrazamın otağına girerken Keklik Mustafa’nın bir kapı yoldaşına, “Bana yol göründü kardeş, Allah’a ısmarladık.” dediğini hatırladı. Vezirin huzuruna çıkmakta acele ettiği için o zaman bu sözlere ehemmiyet vermemişti. Ancak şimdi manalarını anlıyordu ve Çelebi’ye de anlatıyordu:
“Gaibi Allah bilir ama Keklik Mustafa da benim gibi yola çıkarılmış olsa gerek!”
“O nereye gitti dersin?”
“Bilemem.”
Leylek Murat bilmeyedursun, Hacı Çelebi keyfiyeti, kendi gözü önünde cereyan etmişçesine anlayıvermişti. Onun uzun uzadı düşünmeye lüzum görmeden tertip ettiği kıyas şuydu: Hünkâr, ya ölmüştür ya ölmek üzeredir. Nişancı Vezir, bu mühim hadiseden veliahdı da Cem Sultan’ı da haberdar etmek için yola iki ulak çıkarmıştır. Bundan maksadı da tahtın iki vârisine birden hoş görünmek, hulus çakmaktır.
Çelebi, yalnız bir noktayı halledemiyordu. Karaman valisi olan Cem Sultan’ı bulmak için Konya’ya gidecek olan ulak yolunu bırakıp da kendinin yanına niçin geliyor? Bu, şöhretine karşı hakikaten gönül kaptırmaktan mı ileri gelen bir hareketti, yoksa pek saf ve hatta âşık görünen bu adamın gizli ve kirli bir maksadı mı vardı?
Bu noktanın aydınlanması lazım olmakla beraber Çelebi kuvvetin şimdilik kendisinde olduğunu, maslahatı dilediği şekle sokabileceğini düşünerek daha fazla üzülmedi, çarçabuk kararını verdi, önünde duran mektubu Leylek Murat’a uzattı.
“Bunu al…” dedi. “Koynuna koy, yerine git, rahat et. Yarın yine görüşürüz, yapılacak işi kararlaştırırız. Sen artık benimsin, benim adamımsın. Ne hacetin varsa görülür, gam yeme, sıkılma!..”
Alık Leylek, muradına ermiş olmak zevkiyle hemen koştu, Hacı Çelebi’nin elini öptü ve artık tahtırevan güzelinden ayrılmayacağını, onu göre göre, onun nurunu içe içe yolculuk yapacağını düşünerek odadan çıktı, yatacağı koğuşa gitti. Oradakiler hep uyumuşlardı, o da hemen bir posta uzandı, heybesini başının altına koyarak gözlerini kapadı, hülyalarına sarıla sarıla uyumaya koyuldu.
Beri tarafta Hacı Çelebi, Sinan Paşa’ya haber göndermişti, mutlaka görüşmek lazım geldiğini bildirmişti. Paşa, günün yorgunluğunu çıkarmakla meşguldü, yuttuğu afyonun sarhoşluğu ile genç ağızlardan masal dinliyordu ve bu masallardan aldığı ilhamlarla birtakım sahneler yaratıp duruyordu. Çelebi’nin davetini işitince yüzünü ekşitti, okkalı bir küfür savurdu, lakin o davete icabet etmemeyi de beceremedi, mahmur mahmur kalktı, kürküne büründü, selamlığa çıktı, Çelebi ile yüzleşir yüzleşmez de dilbazlığa girişti:
“Yine keramet gösterdiniz, gönlümü okudunuz. Odamda hep sizi düşünüyordum, sohbetinizin iştiyakını çekiyordum, yüzümü kızartıp yanlarına gitsem mi diyordum. Lütfettiniz, beni meramıma erdirdiniz.”
Çelebi, çok ciddi idi, bu müdaheneye9 karşı tebessüm bile göstermedi, paşaya yanı başında yer gösterdi.
“Hele oturun…” dedi. “Bir keşfimiz var!”
Sinan Paşa’nın gözlerinde bir hoşnutsuzluk parlayıp söndü. O, şeyhlerin keşiflerini çok görmüş ve çok duymuş bir adamdı. Bir tekke yaptırmak yahut da yapılı bir tekkeye köy bağışlatmak için gaipten emirler getiren bu cerrar10 keşşafların hünerleri birbirinin aynı idi. Hacı Çelebi ihtimal ki böyle bir teklifte bulunacak ve kendisini lüzumsuz bir masrafa sokacaktı. Fakat keşif demek, lahuti11 âlemlerden haber vermek demek olduğu veya o suretle telakki edildiği için hoşnutsuzluğunu belli etmedi, bilakis memnun göründü ve sahte bir tehalükle12 memnuniyetini mırıldandı:
“Hayırdır inşallah, uğurdur inşallah!”
Çelebi, küçük bir peygamber gibi ağırlaştı, dudaklarını paşanın kulağına yaklaştırdı:
“Deminden dualarımızı, niyazlarımızı bitirmiştik, seccade üzerinde şöyle bir dalar gibi olmuştuk, Süheybi Rumi Hazretleri’ni gördük, şevketlu hünkârın dünyadan el çekmekte bulunduğunu söyledi.”
Sinan Paşa’nın rengi attı. Bu keşif, yaman bir keşfe benziyordu, çünkü devlet idaresinde büyük bir inkılap vukuya geleceği söyleniyordu. Padişah ölürse saltanat değişiyor demekti, saltanat değişince valilikler filan da değişecekti, o hâlde kendisinin de mukadderatında iyi veya kötü değişiklikler vukuya gelecekti. Acaba şeyh, bu değişikliği de haber verebilecek mi idi?..
Paşa bu düşünce ve büyük bir heyecanla kulaklarını dikmişti. Çelebi de tekerlemelerine devam ediyordu:
“Doğrusu, pek iyi anlayamadım, Süheybi Rumi’ye de soramadım, onun için hünkârın henüz sağ mı yahut ölü mü olduğunu söyleyemem. Yalnız şurası muhakkak ki Sultan Mehmet hastadır, hem de ağır hastadır. Nişancı Vezir telaşa düşüp Amasya’ya, Konya’ya ulaklar çıkarmıştır.”
Sinan Paşa’nın ağzında hayret belirdi ve dişlerinde üç kelime çıtırdadı:
“Konya’ya mı, ne münasebet?..”
“Süheybi Rumi Hazretleri ancak hadiseleri haber verdiler, bu hadiselerin sebeplerini söylemediler, yine o mübarek zat, Konya’ya gidecek ulağın şu dakikada Kütahya’da bulunduğunu, Cem Sultan için vezirin yazdığı mektubu da koynunda taşıdığını söyledi!”
Keşfin bu kadarını ummayan paşa, garip bir ürküntü içindeydi. Eğer bu sözler sahih ise, Karamanlı vezirin Cem Sultan’a yolladığı ulak Kütahya’da bulunuyorsa Hacı Çelebi’nin keramet ehli olduğuna artık şüphe kalmıyordu. Bununla beraber onun büyüklüğü, küçüklüğü sonra düşünülecek bir mesele idi. İlkin yapılacak şey, ulakla mektubu yakalamaktı. Paşa, bu düşünceyle yerinden fırladı.
“İzin ver şeyhim…” dedi. “Herifi buldurayım. Keşfiniz doğru ise büyük bir felaketin önünü almış olacağız.”
“Orasını siz bilirsiniz. Biz ancak gaipten aldığımız haberi söyleriz, ilerisine karışmayız.”
Hemen kaydedelim ki, Sinan Paşa, Fatih’in büyük oğlu Beyazıt’ın eniştesidir. Gerçi Cem Sultan da onun kayınbiraderiydi. Lakin nikâhında bulunan kadın, Beyazıt’la ana baba bir kardeştir, Cem’le anaları ayrıdır, bu sebeple Sinan, kendini yalnız Beyazıt’ın eniştesi tanır. Onun şu uydurma, fakat hakikate uygun keşiften heyecana kapılması da bu yüzdendir, Nişancı Vezir’in saltanatı Cem Sultan’a vermek istemesinden kuşkulanmasındandır.
Böyle bir yakınlık, sıhri13 münasebet de olmasa Sinan Paşa, ulak meselesine kayıtsız kalamazdı. Padişahın ölmek üzere bulunmasının veliahttan evvel diğer bir şehzade tarafından haber alınmasına mâni olmak isterdi, çünkü böyle bir hareket, kendisini yeni hünkâra sevdirmiş olacaktı. Hülasa şahsi ve siyasi sebeplerle Cem Sultan aleyhine cephe almak mecburiyetinde bulunuyordu. Zaten Hacı Çelebi’nin planı da onun bu hususiyetine istinat ediyordu. Kurnaz şeyh, Sinan Paşa’nın Beyazıt’a taraftar olacağına emindi ve Nişancı’nın çevirmek istediği entrikayı bozmak için bu taraftarlıktan istifade etmek istiyordu. Kuvvetle umduğu gibi Sinan, ulağın elindeki mektubu alır ve esrarı meydana çıkarırsa Nişancı için felaket muhakkak demekti. Çünkü Sinan Paşa’nın öğrendiği şeyleri Beyazıt’a bildirmesi gayet tabii idi.
Çelebi bir taşla birkaç kuş vurmak üzere bulunuyordu. Bir kere keramet taslıyordu, gaipten haberler veriyordu, sonra Sinan Paşa’nın itimadını kazanıyordu, daha sonra Nişancı Vezir’i uçuruma sürüklüyordu, tahta namzet olan Beyazıt’ın teveccühünü de temin etmek yolunu bulmuş oluyordu.
Zeki Çelebi, oynadığı oyunun mükemmeliyetinden dolayı için için sevinirken Sinan Paşa da odadan çıkıyordu, eşiğin önünde birdenbire durakladı.
“Şeyhim!” dedi. “Ulak acaba nerede? Handa mı, evde mi? Bağda mı, bahçede mi? Uzun uzun aramayalım, ola ki elden kaçırırız.”
“Şehirdedir, dışarıda değildir. Araştırsanız kolay bulursunuz. Adı da Murat olacak. Süheybi Rumi Hazretleri öyle buyurmuşlardı!”
Yarım saat sonra, Leylek Murat, Sinan Paşa’nın dairesinde idi. Tatlı rüyalarla dolu uykusundan uyandırılarak itile kakıla götürülmüş, koynundaki mektup alınmış, bir odunluğa tıkılmıştı. Niçin ve neden böyle bir muameleye uğradığını bilemiyordu, sersem sersem düşünüyordu. Padişah ulağına el kaldırmak kimsenin haddi değilken o, hapse sokulmuştu. Buna inanamayacağı geliyordu. Fakat içine sokulmuş olduğu dar mahzen, başına gelen felaketi alnına çarpıp duruyordu.
Zavallı Leylek, o hâlinde de gönül verdiği meçhul güzeli hatırlamaktan geri kalmıyordu. Nasıl olsa bu badireden kurtulacağına itimat besliyordu. Çünkü kendisini hapse sokanların er veya geç, ağır bir suç işlediklerini anlayacaklarını umuyordu. Onlar, ulaklığından şüphe etmiş olabilirlerdi. Lakin Cem Sultan’a hitaben yazılı olan mektubu görür görmez bu şüphelerinden utanacaklardı, özürler dileyip yakasını bırakacaklardı.
O böyle düşünüyordu, tuzağa düştüğünü hatırına bile getirmiyordu. Nasıl bir vazife ifasına memur edildiğini bilmediği, Çelebi ile Nişancı ve Sinan Paşa ile de veliaht arasındaki münasebetleri de hatta tasavvur edemediği için hakikati idrak etmekten çok uzak bulunuyordu. Ağır bir hakarete uğradığını görüyordu ve sadece tahtırevan güzelini göz önünde tutuyordu!
Onu, bu biricik düşünceden ayıranlar yine Sinan Paşa’nın adamları oldu. Gün doğumuna yakın bir zamanda onlar, iki iri yapılı adam, odunluğa geldiler, kapıyı açtılar, şimşek süratiyle ellerini bağladılar, sürüye sürüye götürdüler, bir dere kenarında diz çökerttiler, bir şey söylemeden ve söyletmeden başını kestiler, cesedini suya attılar. Şimdi tahtırevandaki güzelin hayali, o cesetsiz baştaki fersiz gözlerde ve vehmî bir aşkın hüsranı da başsız cesetteki işlemeyen yürekte yaşıyordu.
Sinan Paşa, Leylek Murat’ın öbür dünyaya gönderildiğini yine Hacı Çelebi’nin yanında Cem Sultan’a ait mektubu beraberce okumakta iken haber aldı.
“Âlâ…” dedi. “Bu iş de bitti, şimdi biz İstanbul’u kollayalım, Nişancı Vezir’in orada ne kozlar kırdığını anlayalım, bu kâğıdı da şevketlu hünkâra gönderelim.”
Hâlbuki Nişancı Vezir’in tedbirleri hiç de takdire uygun çıkmadı. Konya’ya gönderdiği ulak, bu suretle kazaya uğradığı gibi Hünkârçayırı’nda bıraktığı ordu da saklanılan hakikati pek çabuk öğrendi, akın akın İstanbul’a indi, Fatih’in ölümünü saklayan vezir aleyhine ayaklanarak onu öldürdü! Yalnız Keklik Mustafa, yolunda arızasız yürüdü, yüz altmış fersahlık mesafeyi dört günde aldı, babasının ölümünü veliahda müjdeledi.
Hikâyemize mevzu ittihaz ettiğimiz Cem Sultan’ın ilk talihsizliği işte bu hadisedir. Eğer Leylek, Keklik’ten evvel Konya’ya varsaydı, Cem Sultan da kardeşinden önce İstanbul’a girebilseydi, Osmanlı tarihinin sahifeleri büsbütün değişirdi. Yavuzlar, Kanuniler sahnede görünmezdi. Mustafalar, Deli İbrahimler, hatta Abdülhamitler vücut bulmazdı. Onların yerinde başka simalar yaşardı ve bildiğimiz hikâyelerin, menkıbelerinin de rengi başkalaşırdı.
Fakat o vakit bu eser de yazılmazdı. Çünkü Cem Sultan, bugünkü hususiyeti kaybederdi, yüksek bir facia mevzusu olmaktan çıkardı. Belki manalı, belki manasız bir bakış ve Leylek Murat’ın yüreğinde o bakıştan husule gelen yanış, bütün bu değişikliklere mâni oldu.
Büyük hadiseler, ekseriya küçük sebeplerden doğar!