Kitabı oku: «Cem Sultan», sayfa 4
“Keklik mi?”
“Beli, keklik, ağzında bir de mektup vardı!”
Cem, daha fazla dayanamadı, ayağa kalktı.
“Şeyhim…” dedi. “Beni berbat edip bıraktın, yüreğime kor döktün, zihnime bulut yığdın! Var git, rahat et. Beni de kendi hâlime koy ki, babam için Tanrı’ya yalvarayım.”
Hacı Çelebi, artık gidilmek lazım geldiğini anladı, şehzadeyi selamladı ve öğüdünü tekrarladı:
“Bizim düşümüz yalan çıkmaz, söylediklerime inan, başının çaresine bak, biz duadan geri kalmayız, elimizden gelen yardımı da esirgemeyiz.”
Cem, cevap vermedi, tahtın öbür vârisine yazacağı jurnali zihninde hazırlamakla meşgul olan Çelebi’yi oda kapısına kadar götürdü ve onun uzaklaşmasıyla beraber kendi hareme koştu. Annesiyle görüşmek, ondan hem fikir hem kuvvet almak istiyordu. Koridorları hızlı hızlı geçerken bir odanın eşiğinde Şair Lâlî’yi gördü. Herifçeğiz sızmıştı. Eşiği yastık yaparak upuzun yatıyordu.
Şehzade bir saniye durdu, sızgın şairi gözden geçirdi ve mırıldandı:
“Buna Uğursuz diyorduk, bu gece uğur getirmişe benziyor. Çelebi’nin dediği doğru çıkarsa Lâlî’yi reisüşşuara yaparım, adını da bizim enişte gibi Uğurlu korum!”34
Ve bir şey hatırlamış gibi elini alnından geçirdi.
“Çelebi…” dedi. “Büyük bir bahşiş hak etmişti, alamadı. O bahşişi şu uğurluya vereyim!”
Sonra belindeki lahuri kuşaktan kaim köstekli ve birkaç kubbe camlı güzel bir saat çıkardı, sızgın şairin koynuna soktu, yine yürümeye koyuldu. Artık harem dairesindeydi. Dar koridorlara kanat geren koyu karanlığı, renk renk camlar arkasına saklanan kandillerin korkak işaretleriyle yarabiliyordu. Geçtiği yerler, halayıkların ve harem ağalarının koğuşları idi. Gecenin bu vaktinde onlarda yalnız karanlık, yalnız sessizlik yaşardı ve bu hayatın ninnisini uyuyanların rüyalı mırıltıları söylerdi.
Cem, bir ayak evvel kendi dairesine varmak için adımlarını açmıştı, o ıssız zulmetten içine garip bir ürküntü geliyordu. Cılız kandillerden dökülen soluk benekler, görünmeyen gözlerden dökülen yaşlara benziyordu. Bu yaşlar, gecenin ruhundan dökülmüyormuş, babasının mezarına doğru uçuyormuş gibi onu rahatsız ediyordu. Kendi dairesine varınca bol ziyaya kavuşacak, ağlayan gecenin kucağından kurtulacaktı.
Nihayet oraya yaklaştı, uyumak hakkını kendi ayaklarıyla çiğneyen nöbetçilerle ve telleri ziyadan örülü bir süpürge gibi karanlığı mütemadiyen silip dağıtan avizelerle karşılaştı. Nöbetçiler, habersiz gelen efendilerini korku ile karışık bir hürmetle selamlıyorlar ve yine kendi mıntıkalarında kalıyorlardı. Ona kılavuzluk eden avizeler, fenerler, kandillerdi. Ve Cem, bu parlak kılavuzların nefesleriyle işlenen nur halı üzerinde hızlı hızlı yürüyordu.
O, anasının yanına gitmek istiyordu, prensesin yattığı yer, kendi yatak odasının yanı başında bulunuyordu. Her iki daireye girilecek noktada, büyük dehlizin bitim yerinde başka bir oda vardı. Genç prens, kapısı Türkmen kilimleriyle perdelenen bu odanın önünde birdenbire durdu, Şair Lâlî’nin sızgın gövdesi önünde yaptığı gibi elini alnından geçirdi, düşünmeye daldı. İki adım ileride bir harem ağası, daha ötede diğer bir köle göze çarpıyordu. Onlar, kendi renklerinin tarihini gecenin ağzından dinler gibi siyah bir sükût içinde dimdik duruyorlardı, küçük bir canlılık göstermiyorlardı.
Cem, iki üç dakikalık bir düşünce geçirdikten sonra başını salladı.
“Müjdeyi…” dedi. “İlkin İren’e vereyim. Anam ikinciye kalsın!”
Ve mahzuz bir hamleyle perdeyi kaldırdı, odaya girdi.
Burası bütün eski evlerde, konaklarda, saraylarda olduğu gibi şirvanlı, ocaklı bir yerdi. Tek bir penceresi vardı ve bu pencere aydınlık yolu olmaktan ziyade süs olsun diye yapılmışa benziyordu, açıklara ve göğe değil, dehlize bakıyordu. Dolaplarla, raflarla yer yer zedelenen duvarların yaralarına çini merhemler sürülmüştü. Bu merhemlerin parlak renkleri o hendesi35 yaraları biraz örtüyor gibiydi.
Kapının tam karşısına gelen yataklıkta genç bir kız yatıyordu. Yorgana değil, kendi saçlarına sarınmış görünen bu kız, ilk bakışta beğenilen, gözlerde imrenti uyandıran mahluklardandı. O uyku hâliyle ve o yarı karanlık içinde bilhassa güzel görünüyordu. Başı ucunda yanan iki iri mumun yüzüne aksettirdiği gölgeler, kemalini bulmuş bir ay üzerinde kehkeşanlar dolaşıyor zannını uyandırıyordu. Omuzlarından göğsüne ve daha aşağılara doğru uzanan saçlar o güzel çehreye, altın telden örülme saçaklı bir ağ içine giren mehtap manzarası veriyordu.
Yatağın ayak ucunda ve yerde başka bir kız daha vardı. Bu, bir halayıktı, başını yatağın kenarına iliştirerek uykuya dalmıştı. Gerçi o da güzeldi, lakin berikine göre onun letafeti, tavuslar yanında sülün güzelliğini andırıyordu.
Genç prens, kollarını göğsüne kavuşturarak bir müddet yataktaki kızı süzdü, yanık yanık içini çekti, sonra adımlarını sessizleştirerek ilerledi, genç halayığın yavaşça kulağını çekti ve o, korku ile karışık bir telaş içinde gözlerini açınca parmağını ağzına götürdü, fısıldadı:
“Sus ve çık!”
Halayık, iliklerine kadar yayılan derin bir iç titreyişini sendeleyen ayaklarında toplayarak odadan çıktı, yerini Cem’e bıraktı. Şehzade, tıpkı o halayık gibi yatağın ayak ucuna ilişmişti. Uyuyan bir güneş seyreder gibi kızı gözden geçiriyordu. Babasının ölümüne dair işittiği haberi unutmuşa benziyordu. Çünkü bakışlarında saltanat hırsının ısırıcı siyahlığı yoktu, bilakis güzelliğe hayran bir ruhun munis yumuşaklığı parlıyordu. İhtimal ki şu kız, İren namını taşıyan bu Rum dilberi, masum bir gaflet içinde açık bıraktığı emsalsiz güzellikleriyle Cem’in benliğinde ani bir fırtına koparmıştı ve ona her şeyi unutturup yalnız güzelliğe hayran olmak zevkini yükletmişti.
Beşerî ihtiraslar, aldatıcı renklerden tecrit olunarak layıkıyla tahlil olunsa onların hep bir kaynaktan doğduğu neticesine varılır. Para hırsı, şöhret hırsı, ikbal hırsı, hatta bilgi hırsı güzellikten azami mikyasta istifade etmek hırsının çocuklarıdır. İnsanlar, para kazanmak için -iyi ve kötü- her vasıtaya başvururlar, birçok çukurlara girip çıkarlar. Bu zahmetin, bu didinmenin gayesi altından mezar yapmak değildir, güzelliklerden para kuvvetiyle müstefit olmaktır. Şöhretin, ikbalin, bilginin temin edeceği netice de odur. Meşhur adam, dimdik duran bir mihraptır, önünde en güzel kadın başları eğilir. Âlimlere bilgilerinin mükâfatını veren de okudukları veya yazdıkları kitaplar değil, yakut dudaklardır!
Kâinatın yaratılmasındaki hikmeti “aşk”a atfedenler ve hassasiyetli hayatı aşk cazibesine bağlı sayanlar pek doğru düşünen kimselerdir. İşte Cem de şu uyuyan kızın ayağı ucunda aynı hakikati canlandırıyordu, güzellik nurunu gözleriyle içerek her şeyi ve hatta babasının ölümü meselesini unutuyordu.
Genç prensin hayran temaşası hayli uzun sürdü ve ilkin ruhunu gıcıklayan duygular, yavaş yavaş sinirlerine geçmeye başladı. Artık uyuyan güzelliğin uyanmasını, şu muhteşem heykelin dile gelmesini istiyordu. Bu dilekle biraz uzandı, dudaklarını kızın kulağına yaklaştırdı, yalvarır gibi bir sesle şu beyiti okudu:
Kız, ılık bir su gibi kulağına akan şu yalvarışlardan tatlı bir ezinti duyarak gözlerini açarken Cem de geri çekilmişti, şahlanan iştihalarını çiğnemek ister gibi sert hareketler yapıyordu. Çünkü şuursuz bir incizap içinde ağzından dökülüveren o sözler, babasınındı ve şimdi tabii bir tedai37 ile babasının ölümünü düşünüyordu.
Zaten oraya sevişmek için değil, görüşmek için gelmişti. Fakat kızın takat yıkan, tahammül eriten güzelliği önünde heyecana kapılarak her şeyi unutmuştu. Babasının şiiri, kuvvetli bir sünger gibi o heyecanı gidermişti ve gözünün önünde tahta giden dikenli, eğri büğrü, korkunç yollar kıvrılmaya başlamıştı.
Bununla beraber gözü, İren’in açılan gözlerindeydi. Bu açılışta engin ve derin bir ufkun iki yeşil zümrütten doğabileceğini ispat eden mucizevi bir inkişaf vardı. Zarif ve çok zarif kaşların altında mahmur bir naz ile kımıldanan gözler, bir çift canlı zümrüde benziyordu ve bu zümrütler, kibar titreyişler içinde uçsuz bucaksız bir yeşil semaya beşik oluyordu!
Cem kafatasının içinde uzayıp giden saltanat yoluyla gözünün önünde açılıp duran bu parlak ufkun arasında bocalıyordu. O ufkun yeşil bir tebessüme inkılap edivermesi üzerine dayanamadı, saltanat yolunu zihninden bir kere daha sildi ve gülen göğe kapandı.
“Oh, İren!” dedi. “Ne kadar güzelsin!..
Kız, gerinir gibi kollarını açtı ve Cem’i, pamuk bir çember içine alarak şakradı:
“Senin kadar değil!”
Cem’in dudakları, yeşil zümrütlere, gülümseyen haz ufuklarına doğru kayarken gözünün önünde boş bir taht canlandı ve dudaklarındaki iştiha o tahtın ayaklarına aktı. Kız yaklaşan aşkın tereddüdünü sezerek kaşlarını çatıyordu, belki sitem edecek, belki yalvaracaktı. Fakat şehzade, ciddiyetiyle onu susturdu ve haber verdi: “Babam öldü İren; taht, beni bekliyor!”
Âşığını yatarken dinlemekte zevk bulan kız, Osmanlı tahtının namzedini o vaziyette tutmakta tehlike sezmiş gibi hemen yerinden fırladı, saçlarını arkaya attı. İsa’nın resmine yüreğini açan dindar bir Hristiyan gibi dizüstü çöktü, erganunlar kadar tannan38 bir sesle genç prensi kutluladı:
“Mübarek olsun aslanım, uğurlu olsun sultanım. Zaten iki gündür gözüm seğiriyordu, bir müjde bekliyordum. Onu yine senin ağzından duydum, bahtiyar oldum.”
Cem, diz çöken İren’in saçlarını okşayarak anlattı:
“Babama öldü diyorlar. Doğru mu yalan mı bilmiyorum. Fakat ben bahtımı deneyeceğim, gün doğar doğmaz padişahlığımı ilan edeceğim…”
“İyi edersin aslanım, Allah yardımcın olsun. Lakin…”
“Ey, lakin?..”
“Lakin ben ne olacağım? Bir köşede kalıp unutulacak mıyım? Başına giyeceğin taçtan benim de hayatıma bir ışık düşmeyecek mi?”
Cem, elini çenesine götürdü, bir nebze düşündü:
“Babanı Atina dükası yapacağım, sen de taç giyen bir düşes olacaksın!”
Kız, ölüm hükmü almış gibi ürküntü gösterdi, elleriyle yüzünü örttü, inledi:
“Düşes mi? Atina düşesi mi? Ben, Rainer’ın dul karısı değilim, Franko Akçiyauli de değilim. Adımı düşes koyup beni mezara mı atacaksın? İstemem aslanım, istemem, böyle bahşişler istemem…”
Cem güldü:
“Hatırladığın vakalarla benim ikramım arasında münasebet yok. Rainer’ın dul karısı bir düşmandı, öldürüldü. Franko, nihayet bir tüysüz oğlandı, biraz yüz verilip sonra derisi yüzüldü. Sen benim sevgilimsin, biricik İren’imsin!”
“Baban da vaktiyle Erico’nun kızına böyle söylemişti. Fakat onu parçalatmaktan da geri kalmamıştı. Zaten siz padişahlar hep böylesiniz, ‘seviyorum’ dediklerinizi ısırmaktan, hatta kıtır kıtır kestirmekten zevk alırsınız. Şimdi de beni seve seve, okşaya okşaya öldürmeyi kuruyorsunuz!”39
Cem, kaşlarını çattı:
“Aşk, belki hâkim olur, fakat zalim olmaz. Sevilenlerin zulmüdür ki, kendilerini en nihayet mazlum mevkisine düşürür. Siz, sevgimizin kıymetini bildikçe başımızın tacısınız. Aşkımıza hürmette kusur ettiğiniz gün ökçemizin altına düşersiniz…”
“Ben size tapıyorum!”
“Ben de seni çıldırasıya seviyorum!”
“O hâlde beni niçin Atina’ya yolluyorsunuz?”
“Şerefini yükseltmek için!”
“Siz İstanbul’da kalacaksınız, ben Atina’da yaşayacağım, öyle mi? Bu, canımı alıp tenime kürk giydirmek gibi bir şey olur. Ben senin ayağının dibinde yükselmek isterim.”
“Yanlış düşünüyorsun İren. Padişahlardan uzak kalanlar daha fazla sevilirler. Buna inan ve düşes ol!”
Kız, sesine ağlayan bir eda çizdi, tebessümlü bir hıçkırıkla çırpındı:
“İstemem, istemem, istemem!..”
Cem, yeşil zümrütlerdeki durgunluğu eliyle sildi, bahsi başka mecraya çevirdi:
“Hele dur, acele etme. Bir kere tahtı ele geçirelim, sonra konuşuruz. Şimdi sen bana fikrini söyle: Yarın padişahlığımı ilan edeyim mi, etmeyeyim mi?”
“Sen bilirsin aslanım. Fakat babamla konuşsan fena olmaz. O, güngörmüş kölendir, senin uğruna can verir.”
“Babanın sadakatinden eminim, lakin seven gönüller iyi görürler. Ben de senden fikir almak istiyorum.”
“Ben seni padişah görmek isterim”
“Demek ki ortaya atılayım?..”
İren, düşünür gibi başını önüne eğdi, bir müddet o vaziyette kaldı, sonra ellerini Cem’in dizlerine koydu:
“Hiç durma aslanım!” dedi. “Hak senindir, zafer de senin olacaktır.”
“Hazzettim İren. Sözlerin beni bir kat daha cesaretlendirdi. Şimdi anacığımı göreyim, bir de onun fikrini alayım.”
“Babamı görmeyecek misiniz?”
“Onunla sabah görüşürüm!”
Genç prens, Rum dilberinin çenesini okşayarak odadan çıktı, anasının dairesine doğru yürüdü. Eğer bir buse daha almak için içine iştah düşseydi ve geri dönseydi, kendisine tapındığını söyleyen İren’in alelacele eline bir kalem aldığını ve babasına hitaben şu satırları karaladığını görürdü:
Cem babasının öldüğünü müjdeledi. Eğer bu haber sahih ise şimdi bütün kiliselerde, Avrupa’nın her yerinde Angelus duası 40 okunuyor demektir. Fakat bizim vazifemiz oturduğumuz yerde o duaya iştirak etmek değildir. Biz, ırkımızın öcünü almakla mükellefiz. Beklenen saat geldi, çattı. “Patera”da kımıldayan zekâ, şimdi bütün Anadolu’da yürümelidir. 41 Ana Makabe’nin ruhu kılavuzun olsun!42
KADIN KİNİ YAMAN OLUR!
Cem kendi dairesine ayak attığı zaman şehzadelikten padişahlığa geçmiş gibi hissen değişmişti. İren’in sözleri ona hem yürek kuvveti hem gurur vermişti. Başka türlü yürüyordu, başka çeşit bakıyordu. Bu, her gencin ruhunda sık sık beliren gaflet dalgalarıdır. Basit bir imtihana hazırlanan gençler, büyük bir harbe giriyorlarmış gibi heyecanlanırlar ve imtihan sonunda eşsiz bir zaferin gururunu duyarlar. Yine o gençler, kendi hülyalarından hakikat zevki alırlar, boşluklar arasında şişkinlikler tevehhüm ederler. Cem de gençti, henüz yirmi iki yaşlarındaydı. Padişahlık hülyalarını o anda tahakkuk etmiş gibi görerek engin bir sevinç içinde kanatlanıyordu, başka ufuklarda yürüdüğünü sanıyordu. Kendini selamlayan hizmetçilerine bakışında bile bu değişiklik belli oluyordu. Evvelce o hizmetçileri lazımlı birer unsur tanıyarak iltifat ederdi, şimdi birer hiç mesabesinde görüp müstağni bakışlarla çiğneyip geçiyordu.
Anasının dairesiyle kendi dairesi arasında oğlunun ve kızının odaları vardı. Her biri ayrı anadan doğan bu çocuklar, henüz süt emme çağında bulunuyorlardı. Cem, padişahlığa yükselmek üzere bulunduğu bir anda onları da görmek arzusuna kapıldı, ilkin oğlunun odasına girdi. Çocuk beşikte, sütninesi yerde, annesi de yatakta yatıyordu. Şehzade hiçbirini uyandırmadan bir iki adım attı, som gümüşten yapılmış, taşlarla süslenmiş olan beşiğin örtüsünü açtı, mışıl mışıl uyuyan yavruyu uzun uzun süzdü.
“Merhaba evlat!” dedi. “Güle güle uyu, güle güle büyü. Bir gün gelecek, sana üçüncü Murat denecek!”
Fakat birdenbire durakladı, kaşlarını çattı, gamlı gamlı düşünmeye daldı. Şu minimini yavrunun bir gün üçüncü Murat diye anılacağını gelişigüzel söylemişti ve bu söylenişle de onun Osmanlı tahtına namzet bulunduğunu tasrih etmiş oluyordu. Hâlbuki Murat ismini taşıyan bu çocuktan iki yaş büyük bir oğlu daha vardı, adı Oğuz Han’dı, İstanbul sarayında bulunuyordu, Fatih tarafından terbiye ettiriliyordu, yetiştiriliyordu.
Şimdi o ne âlemdeydi? Beyazıt İstanbul’a gelip de tahta çıkarsa masum yeğenini sağ bırakacak mıydı? Yoksa gizli bir kuvvet, Oğuz’un ölüme mahkûm olduğunu ve Murat’ın istikbalde kendine vâris olacağını mı hissettiriyordu?
Cem, işte bu mülahaza ile kederlenmişti, uzakta ve ölüm tehlikesi karşısında bulunan yavrusunu düşünüyordu. Gün doğar doğmaz ilan edilecek saltanat, yapılacak harp, kazanılacak zafer ve hiçbir şey, o yavrunun hayatını kurtaramazdı. Demek ki o, tahta çıkmak için ilkin kendi oğlunun cesedine basmak mecburiyetinde idi. Bu, ne feci bir yükseliş veya ne hazin bir alçalıştı!
Genç prens, gözlerine dolan nemleri eliyle sildi, yavaşça eğilerek küçük Murat’ın yüzünü öptü.
“Elhükmü lillah!” dedi. “Oğuz’u kurtarmak için tahtı feda edemem. O ölürse Üçüncü Murat sağ olsun. Ben de henüz gencim, dincim. Dördüncü, beşinci Muratları da dünyaya getirebilirim. Boş düşüncelerle üzülmek doğru değil!”
Sonra beşiğin örtüsünü çekti, odadan çıktı, yanındakine girdi. Orada da bir iki dakika kalarak beşikteki kızını öpüp okşadı, müteakiben anasının dairesine geçti. Ne Murat’ın ne de küçük kızın odasında onların anneleriyle alakadar olmamıştı. Her ikisi de sayılı güzellerden olan bu biçare anneler, kocalarının ziyaretini ummadıkları için uykuya dalmışlardı, hicranlarını rüyalarla avutuyorlardı. Eğer onlar, Cem’in odalarına geleceğini bilseler, kirpiklerini kırpmadan beklerlerdi ve o geceyi bir şifa gecesi sayarlardı. Fakat saadet, kendilerini renksiz bir rüya gibi ziyaret etmişti!
Cem, İren’in ve kendi zevcelerinin odalarına sellemehüsselam girivermişti. Zaten saray ananesi de öyleydi, oda kapıları kapanmazdı, efendinin istediği zaman girebilmesi için daima açık bulundurulurdu. Aynı anane valide sultanın oda kapısını da açık tutuyordu. Şu kadar ki, o kapının önünde iki harem ağası nöbet bekliyordu, onlar canlı birer kilit gibi kapıyı kapalı bulunduruyorlardı.
Cem, kölenin yanına gelince durdu ve sordu:
“Valide uyuyor mu?”
Birisi yerlere kadar eğildi ve cevap verdi:
“Hayır sultanım, uyumuyorlar, sizi bekliyorlar.”
“Beni mi bekliyorlar, ne münasebet?”
“Sizin buraya teşrifinizi değil, dairenize gelmenizi bekliyorlar. Bize emir buyurdular, avdetinizi kendilerine arz edeceğiz, o zaman istirahate çekileceklerdir.”
“Demek şimdi oturuyor?”
“Evet sultanım!”
Cem, eşiği atladı, kapının perdesini eliyle salladı, hafifçe öksürdü ve izin istedi:
“Valide! Sizi görebilir miyim?”
Cevap, bir ipek hışırtısı ve bir billur ses oldu:
“Anan sana kurban, sultanım. Hoş geldin, safa getirdin.”
Ve perdeyi kaldıran Cem, kollarını açan annesiyle kucak kucağa geldi. Fatih’in nikâhlı dul hayatı yaşayan güzel karısı, mücessem bir şefkat ve mücessem bir muhabbet hâlinde oğlunun saçlarını karıştırıyor, yanaklarını okşuyor ve bu nüvazişler içinde onu, köşe minderine doğru götürüyordu.
Çiçek Hatun o sırada otuz sekiz yaşlarındaydı, lakin otuzunda görünüyordu, o kadar terdi, tazeydi. Dokuz yıldan beri kocasının yüzünü görmemişti, bütün yüreğini oğluna vermişti. Cem için yaşıyordu, Cem’den hayat alıyordu. Çehre itibarıyla en zarif çiçeklerden güzeldi, endamca harika sayılacak bir nefasete malikti. Bakışında dayanılmaz bir letafet, tebessümlerinde baygınlık yaratan bir tatlılık vardı, hakikaten kusursuzdu, tam bir imparatoriçe idi.
Cem, anasının güzelliğine hayrandı, zekâsına büyük bir itimat beslerdi, gençliğini kendi için feda ettiğinden dolayı da ona minnettarlık taşırdı. Padişahlığı olanca ihtirasıyla arzu etmesinin bir sebebi de anasını kürenin en büyük kadını mevkisine çıkarmak içindi. O devirde, kraliçelerin, imparatoriçelerin birçok rakibeleri vardı. Hele Türk sarayında hükümdar kadınları, kocalarının yalnız rüyasını yaşarlardı. Onların en yüksek emelleri “ana” olmaktı, fakat o saadete erince kocalarını kaybederlerdi. Nitekim Çiçek Hatun da ana olduktan sonra kocasını değil, Topkapı Sarayı’ndaki odasını bile arkada bırakmak mecburiyetine düşmüş, ta Konya’ya atılmıştı.
Lakin valide sultanlar, mutlak bir infirat43 içinde hüküm sürerlerdi. Ne gözdeler ne hasekiler ne maşukalar, valide sultanla rekabet edemezlerdi. Onlar, incisine daima koynunu açan bir sedef gibi rakipsiz kalırlardı. Cem’in padişah olmasıyla beraber Çiçek Hatun da valide sultanlık mevkisine geçeceği için tabiatıyla dünyanın en büyük kadını olacaktı.
Cem, anasına işte bu saadeti müjdeleyecekti. Fakat içine bir tereddüt, bir çekingenlik gelmişti. Verilecek haber, bu güzel kadına “dul”luk acısını aşılayacaktı. Genç prens, anasının yüreğine kendi ağzından bu zehrin dökülmesini çok ağır buluyordu.
Ölen adam, filhakika kendisinin de babasıydı, bu sebeple en büyük acıyı, sızıyı ve matemi yine kendisinin duyması lazımdı. Lakin ölüm tac-ü taht getiriyordu ve bu büyük miras, bütün o acıları, hatta ölüye acımak kabiliyetini silip süpürüyordu. Hâlbuki annesi, dolayısıyla yükselse bile bir taraftan yaralanıyordu. Sakatlanıyordu, dul kalıyordu. O vaziyetin ifade ettiği ruh boşluğu, kolay kolay doldurulamazdı, valide sultanlık bile o ruhi uçurumun üstünde nihayet yaldızlı bir tül olabilirdi.
Cem, anasıyla yan yana oturdukları minderin üzerinde bu mülahazayı geçirirken Çiçek Hatun sordu:
“Aslanım, niçin bu vakte kadar oturdun? Sana yazık değil mi?”
Cem, gülümsemeye çalıştı ve anasının yumuşak ellerini hürmetle öperek cevap verdi:
“Ben erkeğim, uykusuzluğa dayanırım. Siz kadınsınız, naziksiniz. Öyleyken uyumuyorsunuz. Sitem caizse ben yapmalıyım!..”
“Beni uykusuz bırakan sensin! Sen uyumalısın ki ben de uyuyabileyim…”
“Doğru değil valide, hiç doğru değil. Bana uyarsanız çabuk solarsınız. Bundan sonra böyle yapmayın. Hem kendiniz üzülmeyin hem beni üzmeyin.”
“Peki aslanım, peki… Bir daha beklemem, uyurum. Tek sen üzülme!..”
Cem, dalgınlaştı. Matemli müjdeyi nasıl vereceğini düşürüyordu. Çiçek Hatun, şu vakitsiz ziyaretin mühim bir sebebe müstenit olduğunu zaten anlamıştı.
Oğlunun düşünceye daldığını görünce o sebebin kendi tahmininden de büyük olduğunu sezdi, meraka kapıldı, şehzadeyi söyletmeye savaştı:
“Düşünüyorsun aslanım, nen var?”
Cem, başını kaldırdı, annesinin ihtiyarlamayan yıldızlara benzeyen parlak gözlerine baktı.
“Bilmem neden…” dedi. “Hatırıma kardeşim Mustafa Sultan44 için söylenen mersiye geldi, yüreğim üzüldü.”
“Allah o yattıkça sana ömür versin. Şimdi öyle şeyler hatırlamakta ne mana var?..”
“Ben hatırlamadım, kendiliğinden zihnime geldi!”
“Zihin senin değil mi? Tatsız düşüncelere yer verme, iyi şeyler düşün!..”
Cem, birdenbire ayağa kalktı, anasını da -ellerinden tutarak- birlikte kaldırdı.
“Dinle…” dedi. “Dinle! O mersiyeyi dinle!”
Ve Çiçek Hatun’un hayretli bakışları arasında okudu:
Dolab-ı çarh döktüğü seyl-i fena imiş,
Bağ-ı zemane dopdolu har-i cefa imiş,
Ahır kefen değil mi, tutayın ki bezminin:
Cam-ı tıraz-ı camına iş-ü safa imiş,
Ol şeh kani ki saye salam derdi âleme,
Kanmadan uçtu, bilmedik ol hod humâ imiş.
Çeşm-i ümidi toprağa girdi yer ehlinin;
Ah-ü huruşu göklere çıksa reva imiş!
Sesi, kelimelerle beraber ağlıyordu, bitirir bitirmez de annesini kucakladı, haykırdı:
“Bunları kardeşim için yazdılar. Şimdi babam için okuyorlar!..”
Çiçek Hatun’un gözleri irileşti, rengi sarardı, dudakları titredi, dişlerinde bir inilti belirdi:
“Baban için mi, baban için mi?”
“Evet anne, babam için. Çünkü o, artık yaşamıyor!”
Kadın iki elleriyle saçlarını yakaladı, o ipek yığınını koparıp dağıtmak ister gibi bir hareket yaptı, sonra ellerini başından indirerek birleştirdi, parmaklarını kırarcasına sıktı, müteakiben mindere atıldı, dirseklerini dizlerine dayadı. Başını avuçlarının içine aldı, sessizce ağlamaya koyuldu.
Cem, kolları göğsünde, anasına bakıyordu. İşte matemli müjdeyi söylemişti. Artık işin sonunu getirmek lazımdı. Şu akan yaşlar, padişah karılığından ayrılmak felaketini karşılamak için dökülüyordu ve hakiki dulluk hayatının temelini kuruyordu. Biraz sonra aynı çehrede valide sultanlığın tebessümleri dolaşacaktı.
Genç prens, anasının ağlamasına iki üç dakika kadar müsaade edebildi. Daha fazla dayanamadı. Avrupa saraylarında olduğu gibi o da kendi sarayında ve babasının ölümü haberi karşısında “Kral öldü, yaşasın kral!” diye bağırılmasını istiyordu. Dul annesinin matemini gurup eden güneşe yollayıp şen gözlü valide sultanın yeni doğan güneşe bakmasını diliyordu.
Bu duygu ve bu düşünceyle yavaşça sokuldu, ellerini genç dulun omuzlarına koydu.
“Anne…” dedi. “Babam öldü. Fakat ben yaşıyorum!”
Çiçek Hatun yaş dolu gözlerini kaldırdı, evlat gibi değil, padişah gibi konuşan oğluna uzun uzun baktı ve son hıçkırığını dökerek mırıldandı:
“Allah benim ömrümü alsın, sana versin oğlum!”
“Peki ama ağlıyorsun, yüreğimi dağlıyorsun. Hâlbuki ben buraya seninle görüşmeye geldim. Valide sultanların vazifesi alelade kadınlar gibi ağlamak değil, oğullarına kuvvet vermektir. Gözünü sil, başını doğrult, bana tahta giden yolu göster!..”
Çiçek Hatun, mezara düşen taç için döktüğü gözyaşını kâfi gördü, giyilecek taç için harekete geçmek lazım geldiğini anladı, verilen haberin matemli cephesini silerek müjde tarafını göz önüne getirdi, oğlunu yanına oturttu.
“Hakkın var aslanım…” dedi. “Benim borcum kocamı değil, oğlumu düşünmektir. Şüphe yok ki şimdi pasaklı Gülbahar45 da öyle yapıyor, oğlu için çalışıyor.”
Fakat büyük adı, bütün küreyi kaplayan bir kocanın ölümü önünde birdenbire kayıtsız kalmayı, oğlunun arzusuyla da olsa hoş göremediğinden hem vicdanını avutmak hem Cem’i bu çirkin vaziyetin lekesinden korumak için eski hatıralardan yardım aramak ıztırarında kaldı, şu sözleri söyledi:
“Kumamı (ortağımı demek) anınca ömrümün en büyük acısını hatırladım. O acı, şimdi duyduğum acıdan da büyüktür. Çünkü beni senden ayıracak bir hadiseden doğmuştur. Mademki taht için kavgaya hazırlanıyoruz, kinlerimizi de silahlandırmalıyız. İşte ben sana şu sayılı günde en büyük kinimi söylüyorum. Kulağını aç, öcümü almayı kendine borç bil!”
Biraz durdu, gözlerini intikam iştiyakıyla parlatarak anlattı:
“Seni doğurduğum gün ben gülüyordum, Gülbahar Hatun için için ağlıyordu. Çünkü seni kendi oğluna rakip görüyordu. O sırada baban geldi. Bir harp kaybetmiş gibi kızgındı, tahtından atılmış gibi azgındı. Ne selam verdi ne hatır sordu. Hatta yüzüme bile bakmadı, doğru beşiğe yanaştı, seni aldı, dudaklarının hizasına kadar kaldırdı. Ben seni öpeceğini, bağrına basacağını, bana da bir aslan doğurduğum için teşekkür edeceğini sanıyordum, onun ağzından senin yüzüne dökülecek buselerin neşesini emmek için ruhumu açıyordum. Hâlbuki baban iki üç saniye kadar senin gül yüzüne, yumuk gözlerine, pembe dudaklarına baktıktan sonra bana döndü, mutfakta günah işleyip çocuk kazanan pis bir halayığı azarlar gibi bağırdı:
‘Bunu dişi doğuramaz mıydın, üçüncü bir oğlanın bana ne lüzumu vardı?..’
Ben zangır zangır titriyordum, ölüm sancıları çekiyordum. İçime yayılan korku, babanın haykırışından değildi, senin içindi. Çünkü sen pek yüksekteydin, kızgın bir padişahın avcunda bulunuyordun. O avcun açılmasıyla beraber düşecektin, tuz buz olacaktın. İşte bu sebeple korkuyordum, titriyordum. Yalvarmak için dudaklarımda kudret yoktu, dilim donmuş gibiydi, ağzımın içinde dönmüyordu.”
Cem, henüz haber aldığı bu çok eski vakıadan heyecana kapılmıştı, gözlerini aça aça soruyordu:
“Sonra?..”
“Baban sert bakışlarıyla beni bir kere ve bir kere daha kamçıladı, seni de ta başının üstüne yükseltti, oradan yere attı! Baban parslar kadar kuvvetliydi, sen bir gül koncası kadar naziktin. O atılışla darmadağın olacaktın. Ben bu manzara önünde ‘Oğlum!’ diye haykırdım ve bayıldım. Fakat bayılırken ortağımın, güya beni kutlulamak için odama gelip de babanın bu hareketine şahit olan Gülbahar Hatun’un güldüğünü gördüm. Ayıldığım zaman baban gitmişti. Sen, Allah’a şükür yaşıyordun ve Gülbahar’ın o çirkin, o murdar, o hain gülüşü de göz bebeklerimde duruyordu. Aradan yıllar ve yıllar geçti, o gülüşün gözümde yaşattığı sızı geçmedi. Şimdi senin padişahlığını kutlularken bile o sızıyı duyuyorum. Senden de öcümü almanı istiyorum!”46
Cem, annesinin ellerini öptü, teminat verdi:
“Hiç gam yeme, bu öç alınacaktır. Zaten tahtı ele geçirmek, Gülbahar Hatun’u da yıkmak demektir. Elverir ki biz er davranıp bu büyük işi becerelim.”
Çiçek Hatun, gamlı gamlı başını salladı:
“Evet aslanım, erce ve erken davranıp tahtı ele geçirmek lazım. Bunu öbürleri yaparsa ben bir daha yıkılmış olacağım. Belki de senden ayrılacağım.”
“Taht işi baht işidir ama senin benden ayrılmana imkân yok. Bu can tende iken seni ben hicrana kor muyum?”
“Öyle deme aslanım, öyle deme. Taht yolu yalnız padişah ayağı öper, başka ayaklara diken örer. Ne ana ne baba ne kardeş o dikenlerden kendilerini kurtaramazlar.”
Cem, teselli vermek isterken Çiçek Hatun onun ağzını kapadı:
“Düşün ki…” dedi. “Ben Sırp beyzadesiyim, kral kızıyım. Osmanoğulları sarayında Sırp kadınlarının uğursuz bir tarihi var. Büyük deden Yıldırım’ın çıldırasıya sevdiği Olivera da bir Sırp’tı, kocasını kaybettikten sonra sarayın yabancısı sayıldı, kovuldu. Deden Murat’ın başkadın yapıp da güzelliğine tapındığı Marya’yı bizzat baban saraydan çıkardı, kıymetsiz bir kedi gibi sokaklara attı. Babanın anası Miliçça da bir Sırp prensesiydi, Vaccovichio’nun kızıydı. O da sırrolup gitti. Doğurduğu çocuğun, Fatih Sultan Mehmet’in adı dünyanın ağzında gezerken zavallı Miliçça’nın ismini kimse anmadı ve anmıyor.47 Demek Osmanoğulları sarayında Sırp prenseslerinin bahtını karartan bir uğursuzluk yaşıyor. O saraya sevilerek girenler, kovularak çıkıyorlardı.”
Cem, yine anasının ellerini öptü.
“Sen…” dedi. “Hiçbir zaman Olivera veya Marya olmayacaksın, sarayımın güneşi olacaksın ve ben ruhumun ışığını daima senden alacağım.”
Çiçek Hatun, ümitsizliğini ifade eden bir hareket yapmakla beraber münakaşadan çekindi, teslimiyet gösterdi:
“İnşallah öyle olur.”
Ve sonra ciddileşti:
“Şimdi ne yapacaksın, Gülbahar’ın miskin oğlunu nasıl gidereceksin?”
Cem, sağ dizini sol dizinin üstüne geçirdi, ellerini de bu bitişik dizler üzerinde kilitledi.
“Yapılacak şey…” dedi. “Basit. Sabah olur olmaz tellal çıkaracağım, saltanatın bana geçtiğini Konyalılara müjdeleyeceğim, hutbeyi namıma okutturacağım, aynı zamanda her tarafa beyannameler göndereceğim, bana biat olunmasını isteyeceğim, bir taraftan da leşker toplayacağım.”
“Gülbahar’ın oğlu senden büyük. Buna ne diyeceksin?”
“Babamın beni ona tercih ettiğini söyleyeceğim. Zaten elimde vesika da var: Babam onun insanlıktan çıkmış bir afyon budalası olduğunu yazıyor!”
“Kimlerle danışacaksın, kimlere güveneceksin, yanına kimleri alacaksın?”
“Şair Şahidî, Musahip Sadi, Haydar, Kapıcıbaşı Sinan, İmam Nasuhi, Defterdar Ahmet, Sofu Hüseyin, Celal Bey, Şirmert Ağa, Sofu Sadi Bey, Çaşnigirbaşı Ayas, lalam Yakup, Frenk Süleyman… Bunların her biri bir kale, hatta bir ülke değer!”
Çiçek Hatun, biraz düşündü:
“Şu saydığın adamların çoğu söz ehli, saz ehli. Bilgilerine diyecek yok ama ordu yürütmeye güçleri yeter mi şüpheli. Gülbahar’ın oğlu ile savaşa girince lalan Yakup’tan başkası meydanda at oynatamaz. Fakat dünya hâli bu, ona bir zarar erişirse askerini kimin eline vereceksin? Şimdiden düşün de ikinci bir başbuğ bul, yanında yedek dursun!”
“Gedik Nasuh var.”
“Fena değil, o da yavuz dövüşkendir, tam savaş eridir. Lakin lalan kadar sana sadık mı bilmiyorum.”
“Sadakat kolay temin olunur, sadık olmayanlar da yine kolaylıkla giderilir.”
“Sen benden iyi bilirsin ama Gedik Nasuh’a pek bel bağlama. Lalan Yakup’u da hoş tutmaktan geri kalma.”
“Sözünü unutmam, ikisini de idare ederim.”
“Frenk Süleyman’a sakın inanma. O kendini beğenir, herkesten başka türlü görür, başka türlü düşünür. Mümkün ki seni yanlış yola götürsün.”
Erico, Ağrıbuz’da Venedik valisi idi. Orayı alan Fatih, Erico’nun kızı Ana (yahut İren) hakkında lütufkâr bulunmak istedi. Fakat kız, küstahlık gösterdiğinden öldürüldü. Avrupalı tarihçiler ve bir kısım romancılar Fatih’in Franko’ya gönül verdiğini ve sonra bıkıp öldürdüğünü yazarlar ki, yalandır. Erico’nun kızını da “namus kahramanı” şeklinde tasvir ederler. Fatih aleyhine olarak uydurulan İren hikâyesi bu kızın macerasından bozmadır. (y.n.)
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.