Kitabı oku: «Cem Sultan», sayfa 3
UĞURSUZ, UĞUR GETİRİR!
Konya’da şehzade sarayı, bir tarih kitabı kadar düşündürücü eserlerdendi. Karamanoğulları’nın yaptırdıkları bu büyük ev, acı ve tatlı sayısız hatıraların yuvasıdır. Çok düğünler görmüş, çok matemler geçirmiş, dolup boşalmış ve nihayet vali konağı hâlini almıştı. Fakat yine saray adını taşıyor. Çünkü içinde oturan vali, bir prenstir, Fatih’in oğlu Cem Sultan’dır.
Babası tarafından yedi sene evvel Karaman valiliğine tayin olunarak Konya’ya gönderilen prens, henüz yirmi iki yaşındadır. Bununla beraber adını dillere düşürmüştür. Genç ve ihtiyar herkes, onun canlı bir şahsiyet olduğuna tam bir kanaat beslemektedir. Akıllıdır: En karışık meseleleri bir hamlede halletmeyi becerir. Cesurdur: Parslarla pençeleşir. Naziktir: Gönül avlamayı bilir. Kuvvetlidir: Manda yavrularını sırtında taşır. Silahşordur: Sapandan gürze kadar her şeyi mükemmel kullanır. Nişancıdır: At nalını yüz elli metreden okla vurur. Yüzgeçtir: Coşkun suları, yürür gibi geçer. Bilgiçtir: Arapça anlar, Acemce söyler, fıkıhtan çakar, heyetten söz açar, iyi yazar, iyi konuşur.
Yiğitliğe ruhen meftun olan ve büyüklüğü güler yüzlülükle cömertlikten ibaret sayan bir halk için Cem, kâmil bir insan demekti. O, aklın yaşta değil başta olduğunu mükemmelen ispat ediyordu, herkese parmak ısırttırıyordu.
Onun ismi etrafında hayli dedikodular da vardı, sarayında tuhaf eğlenceler yarattığı, kadınlara erkek ve erkeklere kadın elbisesi giydirip birtakım oyunlar yaptırdığı, hovardalıkta çok ileri gittiği söyleniyordu. Fakat bunlar, nihayet birer rivayetti. Ne âyandan ne eşraftan kimsenin onu sarhoş veya çapkın gördüğü yoktu. Hangi yüreklere el uzattığı, kimleri güldürüp kimleri ağlattığı meçhuldü. Kulaktan kulağa sürüklenen fısıltılar hep müphemdi, maddeye istinat ettirilmiyordu.
Cem Sultan, bu dedikodulardan bihaberdi. Yalnız halkın sevgi tarafına kıymet ve ehemmiyet veriyordu. Kendini biraz daha sevdirmek için zaman zaman hamleler yapıyordu. Bütün Konya’da ekmeksiz kulübe, çıplak omuz, yalın ayak bırakmamıştı. Âdeta Hızır rolü oynuyordu.14 Dört yana dağıttığı memurların kimseye sezdirmeden yaptıkları tecessüs neticesinde yoksullara gıda, hastalara ilaç, çıplaklara elbise dağıtıyordu. Borçluları alacaklıların tazyikinden kurtarıyordu, yetim kızlara koca buluyordu ve bütün bunları umulmayan zamanlarda yaparak yardımlarına bir nevi manevi kıymet verdiriyordu.
O devirde Karaman vilayeti birçok Türk aşiretleriyle dolu idi. Cem, onların da ruhi temayüllerini okşamakta maharet gösteriyordu. Sık sık sürgün avları yapar ve aşiret beylerini yanında bulundurarak kendi biniciliğini, atıcılığını, vuruculuğunu onlara lezzetle seyrettirirdi. Bu nümayişler, mahsulsüz kalmıyordu. Her aşiret -yavaş yavaş- Cem’in şahsında bir destan mevzusu görmeye başlıyordu.
Cem, müstebit bir hükümdarın oğluydu, idaresini deruhte ettiği vilayetin mesuliyetsiz amiri mevkisinde bulunuyordu. Ne yaparsa yanına kalabilirdi, kimse kendinden hesap soramazdı. Bu sebeple har vurup harman savurabilirdi. Karaman vilayetini soyup soğana çevirmek elinden gelirdi. Lakin o, adil davranıyordu. Herkes için şefkatli görünüyordu, bir aldığı yere on veriyordu, iradından fazla masraf yapıyordu, borçlarını da babasına ödetiyordu.
Şehzade terbiyesine çok aykırı düşen bu yaşayışın, halka hoş görünmeye çalışmaklığın sebebi, pek mühimdi. Genç prens, Osmanlı saltanatı için kavgaya hazırlanıyordu. Taç, onun için mutlaka erişilmesi ve yakalanması lazım gelen hayati bir serap idi. Ne ay ne güneş, o serabın pırıltısını gözünden silemiyordu. Cem, o cazip hedefe erişebilmek için engin bir yardıma muhtaç olduğunu da müdrikti. Daha çocukken, henüz on üç yaşında iken babası aleyhine bir hükûmet darbesi hazırlamak istemişti, Fatih’in Anadolu’da Uzun Hasan’la çetin bir harbe girişmesinden ve kendisinin de padişah vekili sıfatıyla İstanbul’da bulunmasından istifade ederek böyle bir teşebbüse girişmişti. Yardımcıları yahut yardakçıları iki nediminden ibaretti. Öğütçüsü de anası Çiçek Hatun’du.
Bu dört kişilik heyetin en büyük silahı yalandı. Fatih’in, Uzun Hasan’a karşı mağlup olduğunu, zincire vurulup Diyarbekir’e götürüldüğünü, orada öldürüldüğünü etrafa yayarak güya “darbe-i hükûmete zemin” hazırlamak istiyorlardı. Hâlbuki İstanbul’da kalan muhafız yeniçeriler, acemi oğlanları, bir kısım sipahiler ve bilhassa halk, Fatih’in mutlaka galip geleceğine iman besliyorlardı, padişah vekili namına ortaya atılan rivayetlere ehemmiyet vermiyorlardı.
Netice tabiatıyla hüsran oldu, Fatih’in galebesine ait müjdelerin gelmesiyle Cem takımının yakmaya çalıştığı mum söndü. Hatta genç prensin hayatı tehlikeye düştü. Fakat Fatih, umulmaz bir şefkat gösterdi, padişahlık isteyen oğluna ilişmedi, yalnız nedimlerini öldürttü, kendisini de Karaman’a yolladı.
İşte o günlerden beri o serap, o ılgım salgım15 Cem’in göz bebeklerinde yaşıyordu. Babasının elinden alamadığı saltanat tacını, onun mezarına basarak kapmak, yakalamak emelini güdüyordu. Lakin meramına kavuşabilmek için büyük bir yardımcı kuvvete lüzum olduğunu -geçirdiği tecrübeden sonra bilhassa- anladığından iyi görünerek ve iyilik yaparak Karaman muhitinde o yardımı temine uğraşıyordu. Her verdiği bahşiş, her saçtığı tebessüm rüşvetti, sırasında o rüşvetin karşılığını toplayacaktı!
Saray haricinde tasavvurunu sezdirecek küçük bir kelime söylemezdi, sadece vazifesiyle meşgul oluyor gibi görünürdü. Fakat adamlarıyla baş başa kalınca hep o serabı anardı ve ancak o mevzu üzerine konuşurdu. Bazı ihtiraslar, bulaşık illetlere benzer, gönülden gönüle geçer. Saltanat hırsı bu sari hastalıkların en mühimlerindendir. Cem’in beslediği ihtiras da etrafında yaşayanlara tamamen sirayet etmişti. Anası Çiçek Hatun başta olduğu hâlde karısı, ağaları, nedimleri, hep o hülya ile vakit geçiriyorlardı, aynı rüyayı yaşıyorlardı.
Fatih Sultan Mehmet, henüz sağ ve sapasağlam bulunduğu, veliahdın da sıhhati yerinde olduğu hâlde Konya sarayındakiler, âdeta Osmanlı tahtına sahip geçiniyorlardı. Çiçek Hatun, kendi yatağında bir valide sultan gibi uyuyordu. Defterdar şahidi, bütün imparatorluğun maliye amiri gibi hesaplar yürütüyordu. Nişancı Sadi, şimdiden Macar kralına, Mısır sultanına, Venedik dojuna gönderilecek “name-i hümayun”ların müsveddelerini hazırlıyordu, Şair Kandi, gün başına bir cülus tarihi yazıyordu!
O gece de aynı şeyi konuşuyorlardı. Cem Sultan’ın tahta çıkmasıyla beraber vezirler, valiler ve kumandanlar arasında yapılacak değişiklikleri -kim bilir kaç yüzüncü defa olarak- müzakere ediyorlardı. Cem’in maiyet alayı kumandanı olan Gedik Nasuh, Sadrazam Karamanlı Mehmet Paşa’nın azlolunup olunmayacağını sordu. Şehzade menfi bir işaret yaptı.
“Hayır…” dedi. “Onu yerinde koyacağım. Bana sadakati var!”
“Cenabın benden iyi bilir ama davaya delil ister şehzadem. Mehmet Paşa’nın sana sadık olduğu ne malum?”
“Amasya’dakini babama gamz etti,16 kötülemeye savaştı. Beni sevmese bunu yapmazdı.”
Cem, büyük kardeşi Beyazıt’ı hep o suretle, “Amasya’daki” kelimesiyle anardı. Onun adını ağzına almaktan iğrenirdi. Şimdi de Karamanlı Vezir’in sadakatini delil ile ispat etmek isterken aynı şeyi yapmıştı. Fakat berikiler, efendilerinin kardeşini hürmetsiz bir lisanla anamazlardı, bunu bizzat Cem’e karşı saygısızlık addederlerdi. Şu kadar ki hürmetle de anmak ellerinden gelemezdi, çok dikkatli hareket etmek mecburiyetinde kalırlardı.
Gedik Nasuh da bu dikkati yaptı, Beyazıt’ı dile almadan hadiseyi sordu:
“Ben kulun bu işi bilmiyorum. Karamanlı Vezir sana yarar ne yaptı ki?”
“Amasya’dakinin gece gündüz afyon yuttuğunu, salaklaştığını, bu gidişle bunayacağını babama söyledi”
“Sonu ne oldu?”
“Babam kızdı. Amasya’dakinin lalası Fenarizade Ahmet Bey’e ağır bir mektup yazdı, bir iyi azarladı.”
“Azarlanan lala!..”
“Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla demezler mi? Bu da öyle… Silleyi yiyen Ahmet Bey olsa da acısını çeken öbürüdür!”
“İş sözde kalıyor şehzadem. Hâlbuki söz uçar!”
“Yazı uçmaz Nasuh Bey. Zaten Karamanlı Vezir, o mektubun suretini bana gönderdi. Muska gibi saklıyorum. Günü gelir, lazım olur.”
“Aklım kısadır şehzadem, beni hoş gör, anlamadım. O mektuptan size ne fayda hasıl olur?”
“Amasya’daki ile bir gün karşılaşırsak, boy ölçüşürsek o mektubu bir mızrağın ucuna asıp onun askerlerine gösteririm. ‘Bakın, okuyun, Fatih’in hayvan dediği bir adamın ardına düşmekten utanın!’ diyeceğim.”
“Şevketlu hünkâr bunu demiş mi şehzadem?”
“Demiş ama, nezaketle!”
Ve nedimlerinden Ayas Bey’e döndü.
“Şu mektubu getir.” dedi. “Gedik Nasuh da görsün. Karamanlı Vezir’in bana nasıl yardım ettiğini anlasın.”
Biraz sonra, Fatih tarafından, Beyazıt hakkında hayli ağır sözleri ihtiva etmek şartıyla Fenari Ahmet Bey’e yazılan meşhur mektubun sureti elden ele geziyordu. Bu mektup, Fatih’in muhabbetini Beyazıt’tan Cem’e çevirmek için çalışan Nişancı Paşa’nın verdiği jurnal üzerine yazılmıştı, Cem’in dediği gibi, sureti de yine onun eliyle Konya’ya gönderilmiş bulunuyordu.
Osmanlı tahtına usulen namzet olan bir prensin nasıl yaşadığını, kimlerle düşüp kalktığını, ne gibi itiyatlar ve iptilalar taşıdığını Fatih’in lisanından söyleyen bu mühim vesika salonda bulunanlar tarafından ayrı ayrı okunuluyor ve her ağızdan “Çok iyi, çok iyi!” kelimeleri dökülüyordu.
Cem, nedimlerinden en küçük payelisinin de mektubu okumasını müteakip Nişancı Sadi’ye emir verdi:
“Bunu bir de sen oku, hepimiz dinleyelim. Ola ki içimizde yazıyı seçemeyenler bulunsun!..”
Sadi, hemen ayağa kalktı, salonun ortasına geldi, minberde hutbe okur gibi bir vaziyet aldı, yüksek sesle okumaya başladı:17
“Fenarizade Ahmet Bey’e hüküm ki,
Oğlum Beyazıt’ın hizmetinde bulunan Mahmut ve talebeden Müeyyetzade Abdurrahman’ın birçok naşayeste ahvali olduğu, mukaddema Uğurlu Mehmet’in firarına ve Alaüddevle’nin mahpus ve Âşık Bey’in maktul olmasına ve oğlumun hazinesine birtakım şerirlerin el uzatmasına sebep oldukları, o taraflarda avam-ü havas kendilerinden müteezzi oldukları bana arz olunmuştur.
Envai hususiyatla fesatlarından gayri benim oğlumu ‘tabızati’ muktezasından çıkarılıp esrarı mühimme ilka edip hatırı şerifine gubarı hayretten inkisar müterettip olmuş; maacini garibe ve dahi berşü afyondan mürekkep olmuş nice mükeyyefatı acibe getirip menafi-i kesire ve fevaid-i latife arz edip daire-i insaniyetten çıkarıp mizacı şerifine fütur tari olmuş.
İmdi sen ande ne maslahat için konup durursun ve ne beklersin? Bunun gibi fezahat anlaşılmaz mı? Eğer muttali olup da tecahül ediyorsan bundan eşed hıyanet olur mu? İntizamı mesalih için sana siyaset ettirmek muktazi idi. Lakin oğlumun şerefi hizmeti için, ecdadının yüzü suyu için affettim.
Hükmü vacibülimtisal vardığı gibi bir an tehir ve terahi etmiyerek mazmuniyle amel eyleyesin. Fermanım oldur ki bu bedbahtların vücudu napaki bieyyihal zail ola!
10 Muharrem 884”
Cem, mektubun okunması bitince Gedik Nasuh’a sordu:
“Daire-i insaniyetten çıkan, mizacına fütur tari olan bir adam, padişah olur mu?”
“Olmaz.”
“Bu hükmü babam da vermiş ve yazmıştır. Biz zamanında kuvvetli bir fetva gibi bu mektuptan istifade edeceğiz. Şimdilik Karamanlı Vezir’e teşekkür edip geçelim.”
Onlar, yeni baştan azillere, nasıplara18 girişeceklerdi. Fakat Şair Kandi, bahsi başka mecraya çevirdi:
“Padişahlığa layık olmayan şair de olamaz. Çünkü ‘Kelamülmüluk, mülukülkelam.’19 derler. Nasıl ki şehzademin de her sözü öyledir. İmdi bu hakikati inkâr ederek onu -Beyazıt’ı demek istiyor- şair tanıyanlara da ceza tertip buyurulmalı.”
Cem gülümsedi:
“Var ol Kandi! Adın gibi sözün de şeker… Amasya’dakini ben tahttan atmak istiyorum. Sen de şairlik postundan düşürüyorsun. İkimizin de hedefi bir. Yalnız onu şair tanıyanlar kim? İsimlerini ver de kelleleri düşürüleceklerin defterine yazalım, günü gelince kayıtlarını görelim!”
Kandi, şöyle bir düşündü ve saydı:
“Necati, Tacizade, İbni Kemal, Müeyyetzade Vasfi, Hacı Hüseyin oğlu!”
“Bunlar ne yaptılar?”
“Her dud ki peyda şeved ez sinei çakem, / Ebri şevedü girye künet ber seri hakem! beyitini ayrı ayrı tanzir ettiler.”20
“Beyit, Amasya’dakinin imiş. Onun ağzına böyle düzgün söz yakışmaz ama öyle diyorlar. Saydığın adamlar da öyle sanıp nazire düzmüşler demek.”
“Evet şehzadem, bu suçu işlemişler. Birer birer falakaya yatırılmalıdır.”
Cem, bu gülünç teklif üzerine münakaşaya yürüyecek miydi, kardeşinin şairliğini de kıskanmak çocukluğunda ısrar edecek miydi? Onun, saltanat hırsıyla, Beyazıt’ı her şeyde ve her vesileyle küçültmek, alçaltmak istediğine göre bu manasız mevzu üzerinde de tevakkuf etmesi21 muhtemeldi. Gelen kapıcılardan birinin “Lâlî geldi, huzura çıkmak istiyor!” demesi, bahsin kapanmasını mucip oldu ve bütün gözler, misafirin girdiği kapıya çevrildi.
Lâlî, o devrin tanınmış şairlerindendi, bilhassa Farisi dilinde ihtisası vardı. Birkaç yıl evvel kendini Acem göstererek Topkapı Sarayı’na girip çıkmak, Fatih’le sık sık görüşmek yolunu bulmuştu. Böyle milliyetini inkâr ve başka bir milliyete intisap eder görünmesi, Fatih’in tuhaf bir âdetinden ileri geliyordu.
Türk kanı taşıyan ve Türklere hükümdarlık eden bu şöhretli hünkâr, Acem harsına bağlıydı. Etrafına hep o harsı benimsemiş adamları toplamak isterdi. Lâlî, onun bu zaafından istifade etmeyi kurarak kendini Acem göstermiş, Acem tanıtmış ve Fatih’in birçok parasını almıştı.
Bir gün nasılsa foyası meydana çıktı, mükemmel bir kötek yiyerek saraydan kovuldu. Artık onun adı Uğursuz kalmıştı, bütün şairler kendisini o isimle anıyorlardı. Fakat Lâlî, yediği dayağı kalem sillesiyle iade etmekten çekinmedi, şu manzumeyi yazdı, Fatih’e yolladı, kendine Uğursuz diyen şairleri de uzun hicviyelerle hırpaladı ve sonra Karaman vilayetine kaçtı, Cem Sultan’a sığındı:
Gevhere kıymet olmaya kanda,
Dür bahasın bula mı ummanda.
Söylenür nükte vü mes’eledir bu:
Olur elbet çırağ dibi karanu!
Eğer ademde marifetse murad:
Ne fazilet verirmiş ana bilad?
Taştan sadır oldu gerçi gühar
Muteberdir veli, niteki hüner!
Rum’da kellenmesin mi Acem?
Oldu bu izzetiyle çün ekrem!
Acemin her biri ki Rum’a gelir,
Ya vezaret ya sancak uma gelir!
Lakabı da kendiyle birlikte gelmişti, genç prensin sarayında muhabbet ve ikram görmekle, en mahrem meclislere girip çıkmakla beraber yine Uğursuz diye çağrılıyordu. Hatta bizzat Cem, onu o suretle yâd ederdi, yüzüne karşı da o ismi verirdi, bu gece de aynı şeyi yaptı.
“Gel bakalım Uğursuz.” dedi. “İnşallah meclisin meymenetini kaçırmazsın.”
O, hiç tınmadı, şehzadeyi yerlere kadar eğilerek selamladı ve heyecanlı bir sesle iki üç beyit okudu:
“Sultan Cem ki Husrevi Cemşit nişan iken,
Mahi saadete eşiği asüman olur.
Her yerde âdetiyle kerem hemnişin olup,
Her yerde mevkibiyle zafer hem inan olur.”
Lâlî, hakikaten şairane okuyordu, kelimeler ağzında can buluyordu ve dinleyenlerin kulakları onun ahenkli sesinden, müheyyiç22 bir musiki dinler gibi zevk alıyordu. Bu zevkin en yükseği Cem’de idi, yerinde duramayacak kadar coşkunluk gösteriyordu ve bağırıyordu:
“Bre Sinan, bre Üveys, durman, şu Uğursuz’un ağzına altın koyun!”
Nedimler, efendilerinin emrini yerine getirmek için koşuyorlar, avuç avuç altın getirip şairin ağzına akıtıyorlardı. O, bir taraftan bu altınları çıkarıp koynuna dolduruyordu, bir taraftan da kasideyi okumaya devam ediyordu. Şiiri bitirdikten sonra yürüdü, Cem’in eteğini öptü, bir tarafa çöktü.
Şehzade, şairin sebebiyet verdiği heyecanı giderdikten sonra sordu:
“Ne var, ne yok Uğursuz?”
“Hayırlar şehzadem, şimdilik bekliyoruz.”
“Neyi?”
“Ayın güneş olmasını!”
Cem, tegafül gösterdi.23
“Acayip…” dedi. “Nasrettin Hoca merhumun ‘Eski aylar, kırpıla kırpıla yıldız olur.’ dediğini duymuştuk ama ayın güneş olduğunu işitmemiştik. Bu, nice olur?”
“Şimdi aysın sultanım, tahta geçtiğin gün güneş olacaksın..”
Cem, içini çekti:
“Bir ay da Amasya’da var, güneş olmayı bekliyor.”
“O bekleyedursun. Biz doğacak güneşi bugünden kutlularız…”
Eski mevzu yine tazelenmişti, hülyalar, şarap kuvvetiyle küstahlaşarak dillerde gelişigüzel dolaşıyordu. Kelimeler sarhoştu, fikirler yalpalıyordu. Fakat meclis şendi. Başıboş bırakılan ikbal hırsının ağızlarda şahlanmasından herkese neşe bulaşıyordu. Ara sıra remiller atılıyor, fallar açılıyordu. Kâğıtlara çizilen hatlar, eğri büğrü rakamlar ve fal için kullanılan baklalar, boncuklar da -meclisin zevkleşen ruhundan ilham alıyorlarmış gibi- hep iyi neticeler müjdeliyorlardı. Cem de nedimleri de muhiti unutmuşlardı, zamanı unutmuşlardı, benliklerini unutmuşlardı. Konya’dan İstanbul’a göçmüşler, saltanat mevkisine geçmişler gibi hayale kapılmışlardı. Biri bol keseden veriyordu, öbürleri çılgın bir tehalükle bu muhayyel bahşişleri kapışıyorlardı, benimsiyorlardı.
Cem, tam çakırkeyif olunca şöyle bir gerindi.
“Eh…” dedi. “Hayli çene çaldık, biraz da eğlenelim.”
Lâlî, hayalin humarını24 birdenbire gideremediği için sayıkladı:
“Ferman padişahımız efendimizindir!..”
Cem, güldü ve memnuniyetini hazmetmeye çalışarak şaire hakikati ihtar etti:
“Ay henüz güneş olmadı, gece bitip gün doğmadı. Sen vakitsiz ötüyorsun Uğursuz!
O, mırıldandı:
“Söyleyene bakma, söyletene bak. Lisanülhak, aklamülhak!..”
“İyi ama sen halkın lisanı değilsin ki… Salt kendi düşünceni söylüyorsun.”
“Halk, bir denizse şair onun dalgasıdır!”
Şairlerden pek hoşlanmayan Gedik Nasuh, yanı başındaki Lala Yakup Bey’e fısıldadı:
“Dalga geçiriyor, dalgalaşıyor!”
O da aynı fısıltı ile cevap verdi:
“Yazık ki efendimiz, onlara kıymet veriyor!”
Beri taraftan Sadi, şehzadeye emrini hatırlattı:
“Eğlenelim buyurmuştunuz, kimleri çağıralım?”
“Hepsini, ne varsa hepsini!..”
Biraz sonra meclis, curcuna içindeydi. Renk renk çengiler, çeşit çeşit sazlar, tel ve ayak gürültüsü şehzade sarayının bu ücra köşesini çılgınlar mahşerine çevirmişti. Bazen bir kadeh, hedefini şaşırarak yere dökülüyordu ve o vakit, birkaç çift dudağın halılara kapanarak nakışları yaladığı görülüyordu. Bazen elmas bir pırlangıç25 gibi fırıl fırıl dönen beyaz bir topuk, süzgün gözleri ardında sürüklüyor ve hayran ağızlarda “İmlik26 değil ilik!” demek isteyen sessiz iştiyaklar titriyordu.
Cem de sarhoştu, lakin vakarını bozmuyordu, nedimlerinin derece derece harap oluşlarını, kendilerini kaybedişlerini seyrediyordu. Onun en büyük zevki adamlarını sarhoşlatmak, çıldırtmak ve sonra tek bir bakışla hepsini birden ayıltıvermekti. Şimdi saz ve raks arasında bu zevkini tatmin etmeye savaşıyordu.
Yıkılmakta birinciliğe Kandi namzetti, bir rakkasın dönüşünü hayran hayran seyrederken başı dönmüştü, oturduğu yerde iki tarafa sallanıyordu. Bir aralık davrandı, var kuvvetini ayaklarına verip kalktı, elini kulağına koydu, ezan okur gibi ırladı:
“Çalınır çengler, ayaklar karsılır,
Raks urur rakkas, çardak sarsılır!”
Beyit, Cem’in dedesi İkinci Murat’ındı ve Kandi bu beyiti okumakla şu çılgınlıkların Osmanoğulları’nda eskiden de mevcut olduğunu anlatmak istiyordu. Şehzade, bu nükteyi anlamadı, dedesinin ruhuna sarhoşça selam verildiğini sandı, herife bir kâse şarap daha sundurdu. Kadeh, yarıya kadar altınla doluydu. Lakin Kandi, bu ikramı gözüyle de göremedi, bir tarafa yanlamıştı, ımızganıyordu.
Şehzade, onun zelzeleler geçirdiğini anlayınca Celal Bey’e seslendi:
“Kandi’nin tutarı27 var, yatır da salyası neşemize bulaşmasın!..”
Sonra kulağına eğilip başka bir emir verdi:
“Lala, hâlâ dik duruyor. Sun suyu, yık kâfiri!”
Celal Bey, sert bir adam olan Lala Yakup Bey’e sataşmaktan korkuyordu, özür diledi:
“O da Nasuh Bey de iti28 kişilerdir. Olur ki itleşirler, beni dalarlar…”
“Korkma, ben buradayım. Sırıtan dişi söker, koparırım. Hele sen yanaşa gör!”
Celal Bey, biraz ötede beride dolaştıktan sonra Yakup Bey’in yanına geldi. Hâlbuki o, vaziyeti kavramıştı, şehzadenin emriyle kendisinin sarhoşlatılacağını anlıyordu, tavrını bozmadı, güler bir yüz takındı, fısıldadı:
“Üzerime varma yoldaş, incinirsin!..”
Uzaktan görenler, lalanın tatlı tatlı konuştuğunu sanırlardı. Onun taklit olunmaz bir hüneri, işte bu becerikliliği idi. Küfrederken, birinin kalbini ve haysiyetini kırarken âdeta gülümserdi, iltifat ediyormuş gibi bir çehre takınırdı. Şimdi de aynı maskeyi takınmıştı, şakalaşır gibi davranıp Celal Bey’i tehdit ediyordu.
Bu tuhaf huylu lala ile askerî oyunlardan başka şeylere kıymet vermeyen Gedik Nasuh müstesna olmak üzere bütün meclis duman ve buhran içindeydi. Şarabın yarattığı bulutlar, hepsinin beynini karartmıştı. Sazla raksın sinirlere verdiği gerginlik ise bu sarhoş kütleye pek ağır buhranlar geçirtiyordu. Yıkılanlar bile o buhranların ağırlığından kurtulamıyorlardı, köpüklü ağızlarını çarpıta çarpıta topuk ve gerdan sayıklıyorlardı.
Saat, bu curcuna içinde hayli ilerlemişti, gece yarısına az bir şey kalmıştı. Annesi Çiçek Hatun tarafından artık içeri gelmesi için gönderilen haberlere kulak asmayan Cem de yavaş yavaş sölpükleştiğini anlıyordu, eğlenceyi harem dairesinde tamamlamayı tasarlıyordu. İşte o sırada bir uşak geldi, Cem’in kulağına şu haberi fısıldadı:
“Karamanlı Hacı Çelebi geldi, fermanınızı bekliyor!”
Şehzadenin hayli süzgün görünen gözleri birdenbire sertleşti:
“Hacı Çelebi beni görmek mi istiyor? Sapıtmış olmasın?”
“…”
“Gece yarısı ziyaret mi olur be herif! Bunu düşünüp de derviş gidisini kapı dışarı edemedin mi?”
Uşak, manalı manalı, efendisine baktı, dudaklarını yine onun kulağına yaklaştırdı:
“Mühim bir keşif varmış, efendime söyleyecekmiş!”
“Pirinin emriyle geldiğini anlatmak istemiş. Fakat ben gece yarısı onun pirini de dinleyemem!”
Bunu söylemekle beraber düşünmekten de geri kalmıyordu. O diyarın pek nüfuzlu bir şahsiyeti olan Hacı Çelebi’yi geri çevirmek işine gelmiyordu, onu gece yarısı kabul etmeyi de kendi şerefine uygun bulmuyordu.
Aslanlar inlerinde, padişahlar da halvetinde rahatsız edilemezlerdi! Bu sebeple somurta somurta düşündü, kendini küçültmeyecek ve Çelebi’yi darıltmayacak bir şekil tasarladı. Gedik Nasuh’u çağırdı.
“Bak…” dedi. “Karamanlı Çelebi gelmiş, beni görmek istiyormuş. Galiba herif, tekke ile sarayı bir tutuyor, beni de istedikçe yataktan kaldırılır bir şeyh sanıyor. Sen git de bu sersemi gör, beni niçin rahatsız ettiğini anla. Fakat birdenbire gönlünü kırma, nazik davran. Belki bir haber getirmiştir.”
Gedik Nasuh’un gidip gelmesi, on dakikalık bir iş oldu. Yüzü değişmişti, telaş içindeydi. Odaya koşar gibi girmişti ve şehzadenin kulağına heyecanını dökmüştü:
“Taziyeye gelmiş!”
“Taziyeye mi?”
“Evet!”
Şimdi Cem’in de rengi atmıştı, acı acı yutkunuyordu. Taziye, ağır bir musibetin verdiği elemi dindirmeye çalışmak, o musibetten yaralanan yüreklere teselli katmak demekti. Fakat bu insani vazifeyi yapanların, yapmak isteyenlerin felaket giren evlere böyle vakitsiz gelmeleri âdet değildi. Hacı Çelebi’nin âdet hilafına hareket etmesi nedendi? Acaba sağucu görünüp de saveci mi çıkacaktı?29 Babasının ölümünü söyleyip de kendisine saltanat mı müjdeleyecekti?
Cem’in zihnine bu soru düşer düşmez ihtiyarı yıkıldı, düşünceleri darmadağınık oldu, hemen yerinden fırladı.
“Saz sussun, çengiler dağılsın, herkes yerine çekilsin!” dedi ve birdenbire vücut bulan sessizliği çiğneyerek odadan çıktı, sofaları hızlı hızlı geçti, koridorları sert adımlarla dolaşarak misafirin bulunduğu salona girdi.
Çelebi, en baş köşede oturuyordu, bir şeyler okuyordu, Cem’in içeri girmesini görmemiş göründü, selamını almadı, yerinden kıpırdamadı, okuyup üflemekte devam etti, neden sonra başını kaldırıp uzakça bir yere oturmuş olan Cem’e baktı.
“Aleyna ve aleykümüsselam.” dedi. “Sizi rahatsız ettim, fakat ‘el-memuru mazur’! Âlem-i gayptan işaret aldım, geldim.”
Genç prens, şeyhin dua ile meşgul görünüp ayağa kalkmamasına kızmakla beraber vaziyetteki nezaketi düşünerek güler yüz gösterdi, aynı zamanda haysiyetini korumayı unutmadı, o sırada herkesi kabul edebileceğini gösterir bir eda takındı:
“Ben de uyanıktım, yazı ile uğraşıyordum. Evvelce Şahidî’nin Leyla ile Mecnun’unu Türkçeye çevirip şevketlu babama göndermiştim. Memnun olduklarını anlayınca şevklendim, Hoca Selman’ın Cemşit ve Hurşit’ini tercümeye başladım. Şimdi de onunla meşguldüm. Kim gelse beni uyanık bulacaktı.”
Zeki Çelebi onun ne ile oyalandığını pek iyi anlamıştı, lakin bu anlayışını sezdirmeye lüzum görmedi, maksada geçti:
“Bursa’dan geldik, şehre geç girdik, sabahleyin sizden iltifat göreceğimizi umuyorduk, rahatsız etmeyi hatırdan geçirmiyorduk. Malumunuzdur, hadis var: Yolcu, ziyaret olunur. Fakat bir düş, beni sizin ziyaretinize sevk etti.”
Hacı Çelebi, Kütahya’da Sinan Paşa’ya yaptığı oyunu, hemen aynen tekrarlıyordu, evliya ağzı kullanıp kendi meramını kovalıyordu. Genç prens, böyle dolaplara gelecek adamlardan değildi. Şu kadar ki, Çelebi’nin ağzındaki baklayı şiddetle merak ediyordu. Onun bir düşten bahsetmesi üzerine rengi bozuldu, kaşları çatıldı. Zira taziyeye geldiğini söyleyen şeyhin rüyadan mülhem olmasını gülünç buluyordu. Bununla beraber mutat olan kelimeleri mırıldandı:
“Hayırdır inşallah Çelebi, ne gördünüz?”
“Üçler, yediler, kırklar, Kutbülaktap’ın ardına düşmüşlerdi, bir tabut götürüyorlardı.”
“Ölü, diri haberi getirir, derler. Belki bir yavrumuz veya yavrunuz olur.”
“Erenlerin karıştığı düşler, tevil olunmaz, aynen kabul edilir. Gördüğüm tabut, bir hakikat taşıyordu.”
“Ne gibi?”
“Tabutta örtülü olan şalın üzerinde iki tarih, yazılıydı: 20 Cemaziyelevvel, 857 ve 4 Rebiülevvel, 886…”
“Bu tarihlerin birini bilirim: Babamın İstanbul’a girdiği gündür. Öbürünü anlamadım.”
“Babanın dünyaya veda ettiği gün!”
“Dime şeyhim, damlaya uğrayacağım!”
“Üçler, yediler, kırklar ve Kutbülaktap Hazretleri hayale alet olmazlar. Onlar mutlaka babanın tabutunu taşıdılar ve bana da o vakıayı bildirdiler.”
Cem’in dudakları ve elleri titriyordu. Bir rüya şeklinde olsun, babasının ölümünü işitmek ona yakıcı bir heyecan vermişti. Haberin doğru veya yanlış olması ihtimalleri üzerinde duramıyordu, yalnız saltanatın o dakikada mahlul olduğu noktasına zihni saplanmıştı, karmakarışık düşünceler geçiriyordu.
Hacı Çelebi, genç prensin bu vaziyetini bir müddet gözden geçirdi ve başka bir teraneye geçti:
“Yiğit ol şehzadem, gam yeme. Şah olsun, dilenci olsun, herkes ölecektir. Baban da dünya tahtını bıraktı, Allah’ına kavuştu. Şimdi sen kendini düşün. Malum ya, rahmetli baban, Karamanlı Vezir’e uydu, bir kanun düzdü. Biz de görüp okuduk. O kanunda şöyle bir hüküm var:
‘Her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, kardeşlerini nizam-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz etmişlerdir. Anınla amil olalar!’30 Gördüğüm düşü belki size de söylemezdim, baykuşluk etmezdim. Lakin bu hükmü hatırlayınca dayanamadım, yanına geldim. Taziyelerime bir de tavsiye katıyorum: Başının çaresine bak!”
Açık konuşmak olursa işte bu kadar olurdu. Koca Çelebi, gaipten duyarak ölüm haberi getirdiği gibi, o haberin evlat yüreğinde açacağı acıyı mühimsemeyerek nasihate de girişiyordu. Bu, belki bir cüretti, tahammül olunmaz bir küstahlıktı. Lakin ruha hitap eden bir hareketti, hedefin tam ortasını bulan taşa benziyordu. Nitekim Cem de bu isabetli hareketin tesirinden kendini kurtaramadı, babası için ağlamayı unutarak öbür mevzuya geçmek ıstırarında kaldı.
“Beli…”31 dedi. “Bilirim. Amasya’dakine saltanat müyesser olursa ömrüm ışığı sönecektir.”
“Allah’ın yaktığı çırayı kul söndüremez. Elverir ki tedbir almakta kusur edilmesin.”
“Nidelim, bilmem ki? Zihnim tartağan32 oldu, bir çare aklıma gelmiyor!”
Cem, burada ihtiyat gösteriyordu. İlk sersemliği geçmişti, Hacı Çelebi’ye yüreğini tamamen açmaktan, planlarını sezdirmekten çekiniyordu. Hatta rüyaya istinat eden şu haberden bile huylanmaya başlamıştı. Çelebi’nin Bursa dönüşünde babasından gizli bir emir telakki etmesi ve kendisinde saltanat hırsı olup olmadığını anlamaya girişmesi de mümkündü. Aile tarihinde zaten misal de vardı. Vaktiyle Birinci Murat, oğullarından Saveci’nin tahta göz dikip dikmediğini böyle umulmaz vasıtalarla tecessüs ettirmiş ve sonunda evladına kıyıvermişti. Osmanoğulları erkânından olup da bu maceraları, babalardan evlatlara gelecek felaketleri bilmemek nasıl kabil olurdu?
Cem, muvazenesi bozulan beynini düzeltmeye çalışarak bütün bunları düşündü, küçük bir falsonun hayatını tehlikeye koyacağını göz önüne getirerek ricat hareketleri yapmaya savaştı. Hâlbuki o, hayli gaflet göstermişti, lüzumsuz gevezelikler yapmıştı. Şimdi gafletini tamire çalışmak manasız bir didinme oluyordu. Bununla beraber Çelebi’ye karşı müteessir tavırlar aldı, sözü yine gerilere çevirdi:
“Tanrı büyüktür, bu halka acır, babamı yok etmez, beni de tasaya düşürmez. Sabah olur olmaz fıkaraya sadaka dağıtalım, kurbanlar kestirelim, gördüğünüz düşün hayra çevrilmesi için Tanrı’ya yalvaralım, şu acıklı sohbeti de gizli tutalım, yâre değil, ağyara da faş etmeyelim.”
Çelebi maksadına ermeden geri dönecek adamlardan değildi. Oraya gelişi keramet taslamak, Şehzade Cem üzerinde nüfuz kazanmak emeline müstenit olmakla beraber candan düşman tanıdığı Karamanlı Vezir’i de lekelemek istiyordu. Kerametfüruş Çelebi’nin İstanbul’daki vakıalardan haberi yoktu, zavallı vezirin öldürüldüğünü bilmiyordu!33 Bu sebeple onu Cem’in gözünden düşürmek azmini besliyordu. Çünkü Cem’in miskin bir tevekkülle emrivakilere boyun eğmeyeceğini takdir ediyordu, saltanat için mücadeleye girişeceğini kuvvetle umuyordu. Bu mücadeleden galip çıkması ihtimali de vardı. Hülasa kendini ona sevdirmek, Karamanlı veziri onun gözünden düşürmek lazımdı ve bu iki hedefi tutmak için olanca kuvvetiyle çalışıyordu.
Hacı Çelebi, genç şehzadenin tereddütler içinde kelime gevelediğini görünce gülümsedi.
“Biz düş görmesek…” dedi. “Siz babanızın ölümünü karşınıza dikilecek cellattan öğrenecektiniz. O zaman da iş işten geçmiş olacaktı…”
Cem, sert bir hareket yaptı, Çelebi’nin sözünü kesti:
“Susunuz, o uğursuz haberi tekrarlamayınız. Tanrı benim ömrümü alsın, babama versin.”
“Belki biz de böyle bir fedakârlık yapardık, şevketlu hünkâr için ömrümüzü peşkeş çekerdik. Ne çare ki, ecel geldi, onu götürdü.”
“Susunuz dedim, susunuz! İçime alev yayılıyor.”
“Ben susarsam baban dirilir mi?”
“…”
“Dirilmez, çünkü o âleme giden bir dahi geri gelmez. Ne yazık ki Karamanlı vezir, size bir haber uçurmadı. Bakın, bugün ayın dokuzu. Kardeşiniz çoktan müjdeyi almıştır. İstanbul’a yollanmıştır. Üç güne varmaz, senin de katlin emri Konya kadısına gelir!”
Beyazıt’ın İstanbul’a yollanması ihtimali Cem’in ihtiyatkârlığını altüst etti, sinirlerini yaktı, gözlerini kararttı ve bağırır gibi bir sesle sordu:
“Mehmet Paşa onu çağırmış mı demek istiyorsunuz?”
“Evet, öyle diyorum ve hatta hükmediyorum. Zira düşümde Amasya’ya doğru giden bir de keklik görmüştüm.”