Kitabı oku: «Özbek Hikâye ve Kıssaları», sayfa 2
Oğlak Kapma Yarışında
Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü
I
Dün babama sorup izin aldığım için bugün ağabeyim de “Gerek yok, gitme!” diyemedi. Çayı alelacele içip atları bağladığımız ahıra koştum.
Babamla annem:
“ Elin ayağın birbirine dolaştı yahu…” deyip gülüştüler.
Kaşağıyı aldım ve kara sakar atımın keçesini üstünden alıp o yanını, bu yanını kaşıdım. Hayvan yerinde duramıyordu. Başını sallıyor, yeri eşeliyor, kuyruğunu sallıyordu. O sırada benim içimden “Allah nasip ederse gelecek yıla oğlak kapma oyununda bir koşturayım ki bana ‘Süvari Turgun’ desinler.” gibi arzular geçiyordu.
Kurban bayramında aldırdığım Moğol işi bayramlık eyerle tayımı güzelce eyerledim. Dayıma yalvar yakar aldırdığım dizgini temizleyip taktım da uzakta durup eksik gedik var mı diye baktım.
“Üzengisi, kuyruk kayışı yerli yerinde; eyer iyi konmuş; kolan düzgün bağlanmış; dizgin de beylerin atlarındaki gibi… Lakin omuz kayışının olmaması biraz canımı sıktı. Biraz düşününce ağabeyimin dizgin yaptırmak için sakladığı kayış aklıma geldi. Sakladığım yerden yavaşça o kayışı alarak omuzluk yaptım.
Tayım şimdi kasılarak boynunu oynatıyor, sanki beylerin atlarına benziyordu. O yanını, bu yanını temizledikten sonra direğin yüksekçe bir yerine bağladım. Şimdi kaldı beyaz kumaş paltomu, Rus stili pantolonumu, Amerikan botlarımı ve tüylü kadife doppımı giymeye… İşte ondan sonra ata binsek beylere benzeriz ya!
Annemin tuhaf bir alışkanlığı var. Ne zaman yeni gisilerimi giyecek olsam gözlerini belertip “Eskitirsin, kirletirsin, düğüne bayrama giderken giyersin” diye kızmaya başlar. Azıcık şeytanca ağlamazsam işler yoluna girmez. Bu sefer de aynen öyle bir ağlamadan sonra giysilerimi giyip atlas işlemeli belbağımı bağladım. Anneme çaktırmadan yavaşça eve girip babamın gümüş saplı kamçısını elbiselerimin altına sıkıştırıp dışarı çıktım. Hizmetçi, et getiriyormuş. Atı ahırdan dışarı çıkarıp beklemesini söyledim. Eti anneme verdim ve koşarak dışarı çıktım.
Annem arkamdan:
– Giysilerini kirletme, tayını fazla koşturma, oğlak kapma yarışındakilerin arasına girip kazaya filan karışma, arkadaşlarınla birlikte kenardan seyret, diye söylenip durdu.
Hizmetçiden atı alıp bindim. Paltomun eteklerini toplayıp sakar tayımın karnına bir iki kamçı değdirmiştim, hayvan oynaklayıp koştu. Hizmetçinin “Ha, maşallah süvari!” diyen sesini işitip sertçe kamçılamıştım. Sakar tayım dörtnala gidiyordu.
II
Çukurarık’ta tayımı sulayıp çıktığımda bir sürü oğlak kapma yarışçısı atlıya rastladım. Onların bazıları ağabeyimin arkadaşlarıydı. Bana hal hatır sordular. Biri ağabeyimin nerde olduğunu sormuştu. Ben de sabahleyin oğlak kapma yarışına gittiğini söyledim.
– Bizim Mahkembay oğlak kapma yarışına çok meraklı, dedi o delikanlı.
– Hayırlı yolculuk küçük bey! Ne tarafa? diye bana sordu.
Ben biraz utanarak:
– Oğlak kapma yarışına, dedim.
“ Maşallah süvari!” “Maşallah, Turgun süvari” dediler. Özellikle bana “süvari” demeleri çok hoşuma gitti. İçimden “babanıza rahmet” dedim.
Bir grup atlı gidiyoruz. Tayım başka atlardan geri kalmıyor ve bazen onların atlarını geçiyor. Tayım atlarını geçtiğinde: “Atınız da çok iyi yürüyormuş küçük bey!” diyerek laf atıyorlar.
Herkes bir şeylerden bahsediyor, arada bana da söz hakkı veriyorlar. Ben utanıyorum. Söz dönüp dolaşıp Mahkem ağabeyime geliyor:
– Şu güne kadar çok oğlak kapma yarışçısı gördüm. Lakin Mahkem kadar oğlak kapma yarışından zevk alanını görmedim, dedi bir tanesi.
Değirmenci Sabir’in oğlu:
– Mahkem’in dedeleri de oğlak kapma yarışçısıymış ya.
– On iki yaşındaki kardeşini görmüyor musunuz? Şu yaşta oğlak kapma yarışında at koşturmak ister.
Bu söz üzerine vücudumun her tarafı titredi. Az kaldı kahkahayla gülecektim.
– Babam Mahkem’in dedesinin oğlak kapma yarışında at sürüşünü bir anlatsa dinleyenler şaşırıp kalır. Yüz, iki yüz süvarinin arasından tek başına oğlağı kapıp çıkarmış ya, dedi palabıyık bir delikanlı.
– O zamanki adamlar içinde oğlak kapma oyununun piriymiş desene sen şuna, dedi değirmenci Sabir’in oğlu.
– Atın iyiyse ve bileğin güçlüyse sen de oğlak kapma oyununun piri olursun, dedi bir başkası.
Ben dedemin övüldüğünü işitince kasılarak gidiyorum. O sırada arkamızdan dörtnala gelen bir atın nal sesleri işitildi. Dönüp baktık ki ala bir keçi kucağında, bağrı açık, önlük giymiş, sarı atlı bir delikanlı gördük. O bize yetiştiğinde durdu ve at üstünde herkese hal hatır sordu.
– Bu hafta bize taşımada yardım ediyorsunuz ha, dedi gülümseyerek Toğan ağabey.
– Evet, tabii ki. Sizin gibi dostlara yardım etmemek olur mu? dedi delikanlı ve sabırsızlandı:
– Haydi. Hızlanın biraz!
O delikanlıyla birlikte yola devam ettik. Biraz bizim atların yürüyüşüne ayak uyduran delikanlının sabrı kalmamış olmalı ki atına şırak diye bir kamçı indirdi ve kuş gibi uçup gitti. Biz sadece onun “Ben biraz hızlanayım” dediğini işitebildik.
Artık o delikanlının atı üzerine sohbet başladı:
– Oğlanın atı çok iyi koşuyor. Böyle atın oldu mu oğlak kapma yarışçısı olmak yakışır, dedi Toğan ağabey.
– Sanki cennet rüzgârı gibi uçuyor, dedi palabıyık delikanlı.
O sırada nedendir anlamadım, herkes kahkahayla güldü. Gülmelerinin sebebini anlamadıysam da onlara katılıp gülmeye başladım.
– Cennet rüzgârı mı, serserilik rüzgârı mı? diye sordu bir başkası.
III
Dombirabad girişinde ağabeyime rastladık. Ağabeyim ve yanındakiler çayhaneye pilav hazırlaması için para toplayıp verdikten sonra yine yola düştük.
Tarla yolu kış mevsimi dışında su görmediği için bir buçuk metreye yakın genişlikteki toprak yolda yirmi otuz oğlak kapma yarışçısı birlikte at koşturuyor, kimi de yavaş yavaş gidiyordu.
Yolu toz toprak kaplamış, kimse kimseyi tanıyamaz hale gelmişti. Bense eve döndüğümde annemin “Elbiseni kirletmişsin!” diye azarlamasından korkarak ilerliyordum. Uzun zaman yol aldıktan sonra oğlak kapma yarışlarında at koşturulan yere geldik. Orası, dört tarafı göz alabildiğine geniş ve dümdüz bir yermiş. Orada çok insan toplanmıştı. Oğlak kapma yarışına katılacak atlılarla yaya gelen seyircilerin haddi hesabı yok.
Büyük karaağacın altında iki tane kocaman semaverin altına odun yığmış kaynatıyorlardı. Semaverden biraz ötede bir iki kişi, üç dört çuval salatalığı birbirine dayayıp koymuşlar; “Mirza boğan salatalık! Kütür kütür salatalık!” diye övüyorlardı.
Ağabeyim ve yanındakiler top karaağacın altına, semavercinin kilim serdiği yere gelip attan indiler. Yakıcı güneşin altında dikilmek eziyet verici olduğundan ben de tayımla beraber karaağacın altında bir yerde durdum. Etraftakiler bana ve tayıma bakıyorlardı. Ben utanıp sıkılarak tayımın yelesini tarıyorum. Etrafımdakiler kendi aralarında gürül gürül konuşuyorlar, sabırsızlıkla oğlak kapma yarışının başlamasını bekliyorlardı. Birisi, “Bugün oğlak kapma yarışları pek heyecan verici olmayacak” dese ikincisi, “Boş laf etme, bugün oğlak kapma yarışları çok heyecanlı geçecek çünkü usta biniciler Salim ile Murat geliyormuş…” diyordu. Yine bir başkası, “Evet, evet… Eğer Salim gelirse oğlak kapma yarışı kızışır…” dese başka biri de: “Salim’in atı Kazakistan atlarındandır. Kamçı istemez. ‘Heyt!’ dese yeter…” diyordu. Sonra adamın biri: “Onlar üç kişiydi. Bir tanesi iki yıldan beri görünmüyor. İşte öyle süvari bir daha bulunmaz…”, dediğinde ötekisi: “Yaşa! Yaşa! Ben de onu çoktandır görmüyorum. Şöyle topluca, yerden bitme bir delikanlıydı…” “Evet, evet! Babana rahmet. Sanki o delikanlı. Ne kadar soruşturduysam da bir daha kimseden haberini alamadım.”
O delikanlı üzerine epeyce tartışma oldu. Biri: “Ölüp gitmiştir…” dese ikincisi: “Yaşıyor!..” diye bağırıyordu. Yine başka birisi onlara karşı çıkıp: “At çiğnemiş. Hastanede ölmüş…” diyordu. Sofu kılıklı bir adam: “Birinin hakkında kötü söz söylemeyin…” demişti. Bir başkası: “Öldüyse ölmüştür. Bunda tartışacak ne var…” deyiverdi. Sonra başkası: “Boşuna oturuyoruz yahu…” diyerek güldü. Tekrar devam etti: “Sırası! Sırası!” Sonra bir gürültü ve tekrar: “Evet! Evet!” Sonra da: “Yok! Yok!”
Bir kişinin “İşte oğlak geldi!” diye bağırmasıyla birlikte herkes sessizliğe gömülüyor, oğlağa bakıyordu. Yine biraz sonra: “Oğlağı küçükmüş. İyi bir biniciye bir lokma bile olmaz…” “Şu iyi, şu!” diye tartışmalar da başlamıştı ki iki süvarinin at oynatıp girişi, herkesin sesini kesti. Yavaş yavaş: “Süvari Selim…”, “Süvari Murat…” diye fısıltılar gelmeye başladı.
– Karası Salim mi? Çiçek bozuğu olan…
– Salim’in bileği güçlü gibi…
Binicilerin birisi boz ata, ikincisi ala ata binmiş heybetli ve neşeli gençlerdi. Onlar geldikten sonra halk sabırsızlanmaya başladı:
– İşte şimdi gerçek bir oğlak kapma yarışı göreceksiniz! diyorlardı.
– Bugün kıyamet kopacak, diyerek baş sallıyorlardı.
– Murat’ın atına bak. Sanki kanadı var gibi.
– Boz atı mı diyorsun, doru atı mı?
– İkisine de başka at yetişemez. İkisi de asil…
– Kulakları dik at iyi koşar.
– İş kulakta değil, soyda…
– Yok, yok! Kişnemesinden belli. Ben deneyip gördüm.
– Kara at iyi koşar derler. Karası iyi, karası!
– Rahmetlik babam, at aldığında tırnağına dikkat ederdi. İş tırnakta…
Bahse giriyorlar, herkes yanındakiyle tartışıyordu. Ben de öyle düşünüyor; onların söylediği özellikleri kara sakar tayımda bulursam seviniyor; bulamazsam kederleniyordum. Mahallemizdeki arkadaşlarımdan Nurhan, Kekeme Haydar ve Sümüklü Şakir de atlarıyla yavaş yavaş geldiler. Biz dördümüz atlarımızı sıraya dizip ordan burdan konuşmaya başladık. Nurhan babasından ala yorga atını istediğinde ileri sürdüğü bahaneyi anlatıp gülüyordu. Kekeme Haydar, sarı atının yolda Sümüklü Şakir’in kısrağına bakıp kişnediğini anlatıp Şakir’le dalga geçiyordu. Hep birlikte gülüyoruz. Şakir ise burnunu çeke çeke: “Yerin dibine girdim. Bundan sonra kısrağa binmem.” diyor; kızarıp bozarıyordu. Atımın omuz kayışını çok beğenip fiyatını sorduklarında ben: “On beş tenge” dedim. Gümüş kamçımı da görsünler diye oynar gibi eyerin kaşına “tak tak” vurdum. Onlar: “O ne? O ne? Gümüş mü?” diyerek kamçıyı elimden alıp baktılar. Ben yavaşça başımı sallayıp kendimi bir tuhaf hissediyordum. Onların atlarına, benimkine; giyimlerine, giyimime bakıp kendimi onlardan epeyce yukarıda görüyordum. Kekeme Haydar, kesik kesik: “Gelin bir koşturalım.” dedi. Nurhan, razı olmadıysa da çekip aldılar. Onların arkasından Şakir de kısrağını koşturdu. Beklemek olmazdı. Onların arkasından tayıma bir kamçı vurdum, hayvan bir gayretle on adımda onları geride bıraktı. Biraz uzaklaştıktan sonra arkama baktım, hepsinin gözü bendeydi. Atımı tekrar sertçe mahmuzlayıp koşturdum. Açık arazinin bir kenarına varınca atımı durdurdum. Uzun süre sonra onlar atlarını yavaş yavaş sürerek yanıma geldiler. Burada atlarımızın koşması hakkında söyleştik. Nurhan, atının koşmamasına sebep olarak ağabeyinin terliyken su vermesini gösterdi. Kekeme Haydarsa esrarkeş İsan’ın oğluna söve söve:
– Pazara un almaya gittiğimizde özellikle tam başına kerpiç attı. O zamandan beri yüz bin kamçı vursan da hayvan kulaklarını kısıp ürkerek duruveriyor, dedi.
Haydar, benim sakar tayım için dedi ki:
– Senin atına hiçbir atın yavrusu yetişemez. Yemini filan kendin ver. Hizmetçiye güvenirsen atının düzenini bozar arkadaş. Demedi deme.
Burada uzun zaman ayaküstü sohbet ettikten sonra tekrar atlara bindik. Sonra onlardan uzaklaştım. Kalabalığa yaklaştıktan sonra “beni de tanısınlar…” diye sakar tayımı üst üste kamçıladım ki rüzgâr oldu, rüzgâr… Şimdi kalabalık bir bana bir de kara sakar tayıma gözlerini dikmişti. Bense “Şimdi beni tanıdınız işte!” diye dikilip tayımın yelesini kamçı sapıyla tarıyordum.
IV
Seyirciler arasında yine bir gürültü koptu: “İşte, oğlak kapma yarışına katılım ücretini topluyorlar!” “Oğlak kapma yarışı şimdi başlayacak!” “Murat süvari de kalktı!” “Salim kalpağını giydi!” “Kasap Ruzi oğlağı kesecek. Bıçağını biliyor…” “Beyzadeler de ayaklandılar.” “Salim, çapanını çıkaracak gibi…” “Hey maşallah süvariler!”
Arkadaşlarımla biz de oğlak kapma yarışının çabucak başlamasını bekliyoruz. Binicilerin kimi palto, çapan çıkarıyor; kimi atının kolanını çekip kontrol ediyor; kimi de oğlak kapma yarışına katılım ücretini veriyordu. Ağabeyim de kocaman sarığı ile kalın paltosunu bana verdi. Kendisi atını oynatarak ortaya çıktı.
Oğlak kapma yarışına girecek olanalar peş peşe ortaya çıkmaya başladılarsa da henüz oğlak ortaya gelmemişti. Bütün seyirciler sabırsızlanarak: “Bu saate kadar deve kesseler yetişirdi. Oğlağı soğutuyorlar mı?” diye söylenmeye başladılar.
Uzun süre sonra kesilen oğlağı kucağına alan yarışın yöneticisi Arif ve onun arkasından da namı yürümüş süvariler kalpaklarını eğrice giymiş, eyere yan oturmuş halde meydana girdiler. Seyirciler oğlağı görünce: “Hey mübarek hayvan, sen misin be!” diye tezahürat yaptılar.
Aradan biri:
– Oğlağın kanı iyice yıkandı mı? diye sordu.
Yarış yöneticisi Arif:
– İçiniz rahat olsun, dedi ve oğlağı yere bıraktı. Sonra kalabalığa yaklaştı:
– Dostlar! Çoluk çocuğu kenara alın. Atların ayakları-altında kalan olmasın. Siz de ihtiyatlı olun, güvenli bir yerde durun! Hayvanla uğraşmak kolay değil! diye bağırdı.
Yönetici Arif, dua etti ve halk da duaya iştirak etti. Atını koşturarak yarışçıların toplandığı yere gitti. Seyirciler toplanan yakınlarına: “Bugün gayretini görelim haydi!” diye bağırıştılar. Oğlak kapma yarışı başladı…
Biri alıyor, diğeri çekiyordu. Diğerinin yanına üçüncüsü ve dördüncüsü ekleniyor, hepsi birden sekiz tarafa çekiştiriyorları. Araya kenarda kalan yarışçılar da girip sıkışıyor, tekrar oğlağa sarılıyorlardı. Çek heyecanlı… Herkes oğlağı kendi takımına kazandırmak istiyor lakin oğlağın kuyruğundan, ayağından, boynundan, karnından çekiştirenler de çok… Kalabalığın arasından oğlağı alıp çıkmak kolay değil. Bazen oğlağı kapıp kalabalığın arasından sıyrılmak isteyenler de görülüyor. Yalnız, onun arkasından diğer yarışçılar kuş sürüleri gibi üstüne üşüşüp on- on beş adımda yakalıyorlardı. Yine çekişme başlıyordu. Bu taraftaki seyirciler: “Oğlağı kucağına sıkıştır! Kucağına!” “Atın başını bırak! Karnına kamçıyı yapıştır!” “Boş gelme! Sıkı tut!” “Dizgini salıver, kamçıyı dişlerinin arasına al! Sağa sola bakınma” “Aldın! Aldın!” “Verme! Sola dön, sola!” “Tut! Bırakma!” “Vay! Lanet olası! Kaptırdın işte! Sen de kendine oğlak kapma yarışçısı mı diyorsun?” “Atın mundar gitsin! At mı eşşek mi bu geberesi mundar!” diye çeşit çeşit seslerle bağırışıyorlardı. Oğlak yere düşse seyircilerden bazıları koşarak oğlağı yerden alıyor; dostunun veya kardeşinin eline tutuşturmaya çalışıyordu. Lakin diğer biniciler oğlağı onun elinden almak için hemen üzerine yığılıyorlardı. O vermemeye çalışıyor, diğerleri araya alıp sıkıştırıyorlardı. Zavallı, bir müddet sonra topallayarak veya ellerini ovuşturarak ortadan güç bela çıkıp gidiyordu.
Baba oğlunu, ağabey kardeşini tanımıyordu. Herkes toz toprak içinde, ter içinde, sıcaktan pişmiş halde oğlağı takımına kazandırma derdindeydi. Başı yarılan mı ararsınız, gözü çıkan mı, attan düşüp kolu kırılan mı… Yeter ki oğlağı kapıp takımına kazandırsın… Takıma kazandırmak da büyük keyif!
Lakin oğlağı kendi takımına kazandırmak kimseye kısmet olmuyordu. Oğlağı takımına kazandıran birçok başarılı süvari sancıdan ölecek gibi olsa da oğlağı takıma kazandırınca atlarını kamçılayıp elli-altmış adım uzaklaşıyorlar ya yine arkadan gelenler tarafından kuşatılıp oğlak ellerinden alınıyordu. Tekrar çekişme başlıyordu.
Oğlak kapma yarışı başlayalı epey vakit geçmişti. Yarışçılar birden durgunluğa bürünüp yarış alanında toplandılar. Biz, atlı ve yaya seyirciler de hep birlikte ortaya koştuk. Ben sonradan vardığım için atlı ve yaya kalabalık ortayı doldurmuşlardı. Ben kenarda kaldım. Ne kadar uğraştıysam da araya girmeyi başaramadığımdan adamların ağzına bakıyordum. Lakin oğlak kapma yarışçıları arasında ne olup bittiğini kimse bilmiyordu. Herkesin yüzünde bir şaşkınlık ifadesi vardı ve herkes birbirine “Ne olmuş?” diye soruyordu.
Birkaç dakika sonra “Kımıldatmayın, sarsmayın!” diye bir ses işitildi. Kalabalık şaşkındı.
Ortadakilerden biri bağırdı:
– Uzaklaşın hey!
İnsanlar bir kenara çekilip yol açtı.
– Ne olmuş? Ne var?
– Yok bir şey… İsanbay’ı at çiğnemiş.
– Durumu kötü mü?
– Yok… Biraz…
Adamlar birbirlerine bakarak: “Felaket… Felaket…” diyorlardı. Öteberi derken beş-altı kişi atın çiğnediği adamı ortadan alıp kenara çıkardılar. Yardımlaşarak getirip top ağacın altına yatırdılar.
Bir kişi derhal at arabası almaya gönderildi. Birisi, “Acaba kendine gelir mi?” diye İsanbay’ın yüzüne su serpiyordu. Kımıldamadı.
– Beş altı atın altında kaldı biçare!
– On atın altında kalsa da bir şey olmazdı. Yalnız, tehlikeli yerine basmışlar gibi…
– Ömrü varsa bir şey olmaz.
“Biçare, geçen yıl bayramda bana yarım som bayram harçlığı vermişti. İnşallah iyileşir” diye aklımdan geçirdim.
Araba geldi. İsanbay ağabeyi arabaya yatırdılar. Ağabeyim ve üç dört arkadaşı birlikte İsanbay’a refakat ederek şehre doğru hareket ettiler.
Kalabalıkta birileri, “Ağrısını hafifletmek için tuzlu suya batırılmış pamuk alsınlar, kızgın kepek bastırsınlar…” diye söyleniyordu.
Onlar gittikten sonra oğlak kapma yarışı yeniden başladı. Ben yarış bitinceye kadar seyrettim. Çok şükür ki hiç kimseyi at çiğnemedi.
* * *
Dün sanki beni at tepmişti. Yerime yatar yatmaz kavak kütüğü gibi kaskatı kalıp uyumuşum. Sabahleyin annem:
– Çabuk kalk! Baban gelirse öldürür, karışmam, diyerek üstümden yorganı çekip aldı. Ben uykulu gözlerle:
– Babam pazara gitmedi mi? diye sordum.
Annem:
– İsanbay’ın cenazesinde, diye cevap verdi.
Uykum açılıverdı.
GAFUR GULÂM
Sovyetler Birliği devrindeki Özbek edebiyatının önemli yazar ve şairlerinden biri olan Gafur Gulam, 1903 yılında Taşkent’te dünyaya geldi. Eski usuldeki okulda, Rus-tuzem okulunda ve sonra da öğretmen okulunda okumuştur. Biraz öğretmenlik yapmış sonra sosyalistlerin “Kızıl Özbekistan”, “Şark Gerçeği” adlı gazetelerinde çalışmış, “Muştum” ve “Yer Yüzü” dergilerinde de görev yaptı (1924-1942).
Daha sonra Özbekistan Fenler Akademisi Edebiyat Enstitüsünde asistan olarak görev yapan (1943-1966) Gafur Gu-lam, 1966 yılında öldü.
İlk şiiri “Güzellik Nede” 1923 yılında basılmıştır. “Dinamo” (1931), “Canlı Şarkılar” (1932) adlı kitaplarıyla şair olarak tanınmıştır. Bu kitaplarda o dönemin ideallerinin talepleri genç komünistlerin ve Bolşeviklerin düşünceleri teşvik edilmiştir. “Kokan” (1930) adlı destanında kollektif çalışmanın çiftçiye şans getiren gücü anlatılmış, kolhoz çevresinde doğan yeni adamlar, yeni hayatlar tasvir edilmiştir. Bu destan, Özbek Sovyet şiirinin büyük başarısı olarak değerlendirilmiş, ders kitaplarında elli yıl okutulmuştur. Aslında Türkistanlı çiftçilerin yerleri ellerinden alınıp, Ukrayna ve Sibirya’ya sürgün edilimişler, yerleri devlete bağlı kolhoza dönüştürülmüştü. Bu tarihî bir gerçektir. Buna rağmen Gafur Gulam’ın şairlik yeteneği inkâr edilemez. Ayıca belirtmek gerekir ki Çolpan, Kadiri ve diğer öldürülen veya sürülen aydınların sonunu gören Gafur Gulam ve çağdaşlarının başka türlü yazmaları mümkün değildi. Gafur Gulam, düzenle iyi geçinmiş, çevresindekilere bunu öğretmiş ve Aybek gibi düzenin yanında mı karşısında mı olduğuna karar verilemeyen birçok aydını da korumuştur. Bu konuda en ayrıntılı kaynak Said Ahmed’in hatıralarını anlattığı “Kaybettiklerim ve Kazandıklarım” adlı eserin Gafur Gulam’la ilgili bölümüdür.
Gafur Gulam’ın yazdığı bütün eserleri toplanıp birkaç defa Özbek Türkçesi ve Rusça olarak yayımlanmıştır. “Lenin ve Şark” adlı kitabı 1973 yılında “Lenin Ödülü” almıştır. Ona üç defa “Mihnet Kızıl Bayrak” madalyası (1937,1951, 1961), “Lenin” madalyası (1949) ve başka devlet ödülleri verilmiştir.
Gafur Gulam’ın eserlerinden senaryolaştırılan “Sen Yetim Değilsin” ve “Yaramaz Oğlan” adlı filmler, Özbek halkı arasında çok sevilmiştir.
Benim Hırsız Yavrum
(Yaşanmış Hikâye)
Türkiye Türkçesine çeviren: Muhammed Emin Tohliyev
Babamız öleli nice yıllar geçti. Bu yıl, on yedinci yılın baharında annemiz de öldü ve biz tamamen yetim kaldık.
Bizim hâlimizi hatırımızı sormaya ninem, annemin annesi Rukiyebibi geliyordu. Ninemize biz “Kara Nine” diyorduk.
Geceleri ninemle birlikte hepimiz ayvanda eski minder ve yastıklarla bir tane kilim üzerinde uyuyorduk.
Eylül ayının sonu, sonbaharın ilk akşamlarından biriydi. Hava biraz serindi. Biz öksüzler birbirimize sarılıp, birbirimizi ısıtıp uyumuşuz. Sıranın en sonunda, sanki anne kuş gibi Kara Nine yatıyordu. O seksen yaşını geçmiş, ağızotu tiryakisi ihtiyar bir kadındı.
Bir akşam Üç Horoz Yıldızı geçip Yedi Eşkiya Yıldızı gökyüzüne dik geldiğinde bir gürültü işiterek uyandım. Ninem birisiyle yüksek sesle konuşuyordu. Avlumuz büyüktü. Atalarımızdan kalma bu avlu dörtgen şeklindeydi. Çevresi evlerle kuşatılan bu avlunun güney tarafında amcalarım oturuyorlardı. Fakat onlar yazın bahçe evlerine taşınıyorlardı. Şimdi orada kimse yok. Şu işe bak, bizim eve hırsız girmiş. Bizi de adam sayanlar varmış meğer. Yarın arkadaşlarıma çok övüneceğim, “Bizim eve hırsız gelmiş!” diye. Gururla söylemek mümkün. Lakin inanırlar mı acaba?
Hırsız amcamoğullarının çatısı üzerinden yavaşça geçip ninemin yakınına geldiğinde hapşırmış. Ninem ise yastığını kucaklayıp dilinin altındaki ağızotunun verdiği keyifle hayallere dalmış yatıyordu. Ninem ağzındakini tükürüp çatıya bakarak:
– Hırsız yavrum, hırsız yavrucuğum! Belki bir şey derdinde, geçimini sağlamak için bu işi yapıyorsundur. Hastalığın geçtikten sonra bu işi yapsan olmaz mı?
Hırsız yukarıdan:
– Ya nine, siz de bir gece olsun dinlenip uyusanıza! Bizim gibiler de bir gün olsun rahat çalışırdık!
Ben konuşmanın burasında uyanmışım galiba. İşittiklerimi olduğu gibi yazacağım:
– Gözünü sevdiğim hırsız yavrum, başımda bu kadar musibet varken, gözüme uyku girer mi? İşte altı aydır bir saat bile uyuduğum yok. Gündüzleri serseri gibi dolaşıyorum. Bir yerde oturup biraz kestiriyorum. Geceleri ise hayallere dalıyorum.
– Neleri hayal ediyorsunuz, nineciğim?
Bu sorudan sonra hırsız üzerindeki kaftanını çıkartıp yastık gibi yaptı ve yaslandı.
– Neleri mi hayal ediyorum? Şu dört öksüzün geleceğini düşünüyorum. Zamanın nasıl olduğunu görüyorsun. Geçim taştan da sert. Devenin gözü kadar ekmeği buluncaya dek akla karayı seçersin. Bekâr arabacı dayılarının kazandığı parayı kendi ailelerinden artırıp bunlara da bir şeyler kalması zor. Ee, bu çocuklar ne zaman büyüyüp kendi ekmeğini kazanırlar ki? Hayal sürmek zorunda kalacağım. Yine de bunların bir tanesi erkek, üçü kız, en büyüğü şimdi onbeş yaşında. Bu zavallı kızlara ne zaman birileri sahip çıkacak. Birileri sahip çıkmazsa, bunlarda kimsenin gözü yok. Zaman ağır, hırsız yavrucuğum.
– Doğru söylüyorsunuz nineciğim, dedi hırsız. Benim de iki çocuğum, eşim, yaşlı annem var. Helva demekle ağız tatlanmaz. Bunlara bakmam lâzım. Dört kişinin ekmeğini kazanmak için başımı ne belâlara sokacağım. Eğer çalışırsam gücüm var, aklım zekâm yerinde. Bu iş benim hoşuma mı gidiyor sanıyorsunuz? Zaman değişti. Kerenski başa geçtikten sonra savaş bitecek demişlerdi. Ama bitmez galiba. Hâlâ devir zenginlerin devri.
– Başka bir iş yapsan olmaz mı yavrum? dedi ninem.
– Ne iş yapayım ki? Her işin sonu boş. Baba mesleği ayakkabıcılığı mı yapayım? Ayakkabı dikmek için ne deri var, ne çivi var, ne de boya. Hamal olarak çalışayım desem şimdi çuval çuval buğday, havuç, şalgam satın alacak zenginler nerede? Dün şu mahallenin koca ayakkabıcılarından Buvamet Dede bütün kalıp, iğne ve ipliklerini iki çuval mısır ununa takas etti. İyi yaptı. Onun ayakkabısını giyecek Özbek, Kazak, Kırgız çiftçileri nerede? Hiç kalmadı. Şehirde sadece onların öksüz çocukları kaldı. Başlarını nereye sokacaklar? Onbeş tane öksüz, kirli elleriyle “Amca ekmek verin!” diyor. Ekmek! Kendi çocuklarıma yok ki onlara nasıl ekmek vereceğim. Sadece ben değil, mahalledeki herkesin durumu böyle. Bıçakçıların da, hocaların da, dericilerin de, öğretmenlerin, mollaların da durumu böyle ağır. Bir kaşık bulaşık suyuna hasretler. Allah savaşı kimseye göstermesin. Kıyamet dedikleri budur herhâlde. Değil mi hırsız yavrum? İnşallah bu öksüzlerin kaderine yazılanı vardır. Peki, sana sorayım. Fakirlikten dolayı bu haram işe girmişsin. Biraz zengin olan insanların evine girsen olmaz mı? Şu mahallede Hafız Kerim denen kumaşçı var, Adil Hoca denen bir zengin var. Matyakupbay denen bir derici var. Bunların serveti bol. Beşikteki bebekleri bile kenarına şiir yazılı porselen kâsede yemek yiyorlar. Onların evine girsen olmaz mı?
– Vay nineciğim çok safsınız. Zenginlerin evinden çalmak mümkün mü? Duvarları sekiz kat, kapıları demirden, avlularında eşek gibi iri üç dört tane köpekleri var. O köpekler eğer avludan kelebek geçse bir hafta havlar. Adil Hoca’nın bekçisinde silah var. Ölmek istemiyorum. Vurmasa bile Sibirya’ya köle olarak gönderiyor.
– Haklısın yavrum. Ama bir iş yaparken tedbirli ol. Milletin karşısında rezil olma yine de.
– Tamam nine. Dün Sası Arif’in ahırından dört tavuk, bir horoz çalmıştım.
– Ne? Tavuk, horoz mu çaldın? Bu yaratıklar ses çıkarıp seni rezil etmedi mi?
– Her işin bir püf noktası var nine. Tavuk çalmaya gittiğim zaman cebimde bir şişe suyla giderim. Sonra ağzımı suyla doldurup püskürürüm. Tavuk gibi ahmak canlı dünyada bulunmaz. Hepsi yağmur yağıyor galiba diye kafalarını içeriye çekip yatarlar. Ben de onları bir bir boğazlarından yakalayıp çuvala koyarım.
– Ya öyle mi? Şöyle desene. Demek ki her işin bir püf noktası var.
– Bir gün sırrımın ortaya çıkmasına, işimin bozulmasına az kaldı. Şansıma takım komutanı Rahman Hoca’ya horoz götürmüştüm, işi kimseye söylemeden halletti. Rahman Hoca’yla ilişkimiz iyi. Geçen yıl bir şeyler satarak seksen üç som rüşvet vermiştim. “Şimdilik bu!” demiştim. Rusya’ya çalışmaya göndermedi.
– Güzel. Çocuklarının rahatını görsün. Şimdi bak hırsız yavrum. Biraz sonra sabah olacak. İşte parlak yıldız da dik geldi. Mutfak yanındaki duttan yavaşça aşağı in. Odunumuz yok. Mutfakta epey eskilerden kalma iki tane ceviz kütük var. Baltayı al ve onların kenarından biraz odun kes. Tencereyi koyacağım. Dün dayın iki tane mısır ekmeği getirmişti. Birlikte çay içeriz.
– Olmaz nine. Odun bir şey değil, ama biraz sonra güneş çıktığı zaman siz benim yüzümü görüp tanıyacaksınız. Biraz da olsa endişem var. Utanacağım.
– Ya böyle mübarek evden hiçbir şey almadan mı gideceksin? Bir dakika. Aa, işte mutfakta büyük bir kazan var! Önceleri şu kazanda yemek pişirirdik. Allah’ın gazabına uğradık galiba. Öyle büyük bir aileden sadece şu dört öksüz kaldı. Bunlar ne zaman büyüyüp, büyük kazanda yemek pişirir ki?
– Öyle demeyin nine. Bu günler de geçecek. Yine büyük aileler bir araya gelirler. İşte o zaman bu kazan da küçük gelecek. O öksüzlerin bir gün işine yarayacak. Düğünlerinde yanlarında oluruz inşallah. Görüşmek üzere nineciğim. Dağ tarafından güneş çıkıyor.
– Görüşmek üzere hırsız yavrum.
– Olur nine. Olur…
Ben o hırsızı tanıyordum. Ama bugüne kadar kimseye söylemedim.