Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Özbek Hikâye ve Kıssaları», sayfa 3

Yazı tipi:

AYBEK (1905-1968)

Özbek Edebiyatının gelişmesine önemli ölçüde katkı sağlayan büyük yazar ve şair Musa Taşmuhammedoğlu (Aybek) 1905 yılında Taşkent şehrinde dünyaya geldi.

Aybek, edebiyat alanına 1926 yılında yayımlanan “Duygular” adlı şiir kitabıyla girdi. Şairin “Dilber Devr Kızı” (1931), “Öç” (1932), “Bahtıgül ve Sağındık” (1933), “Demirci Cöre” (1933) adlı eserleri o dönemin en seçkin eserleri olarak bilinir.

Özbek halkının 1916 yılındaki milli bağımsızlık mücadeleleri yazarın “Kutlu Kan” (1940) romanında çok ustalıkla aksettirilmiştir. Yazarın ikinci tarihi eseri de “Nevai” romanıdır. Aybek, Nevai romanını yazarken oldukça önemli ilmi çalışmalar yapmış; bunun yanında bu romanı gizlilik içerisinde kaleme almıştır. Çünkü milli konularda yazan Çolpan’a sahip çıkmaya çalışmış ancak Çolpan suçsuz yere katledilmişti. Aynı akıbete uğramamak için gizlilik içinde “Nevai” romanını yazmış; diğer eserleriyle Sovyet rejiminin şüphelerini yok ettikten sonra bu romanını yayımlamıştır.

Yazarın “Çocukluk” adlı otobiyografi eseri 1963 yılında yayımlanmıştır. Eserde 20. Asrın ilk yıllarında Türkistan’daki günlük hayat, eğitim ve öğretim, üretim ve ticaret hayatı hakkında aydınlatıcı bilgiler vardır.

Fenerci Baba

Türkiye Türkçesine çeviren: Muhammed Emin Tohliyev

Dar sokağın kimsesiz akşamını yalnızca Tursunkul amcanın eski kapısı üzerine yerleştirilen bir fenerin ışıkları aydınlatırdı. Her akşam onu kısa boylu, kırışık yüzlü bir ihtiyar gelip yakardı. Biz ona “Fenerci Baba” derdik. Çok sessiz, sakin bir kişiydi. Elinde küçücük merdiveniyle gelir, ona bir cambaz gibi çıkar, cebinden kirli mendilini çıkarıp fenerin camlarını siler, feneri yaktıktan sonra aşağı iner, omuzluk gibi eğilmiş sırtına küçücük merdiveni yükler ve bir anda gözden kaybolurdu.

Fener için direk dikildiği günden beri biz mahalle çocukları çok sevinmiş ve fenere büyük bir ilgiyle bakmıştık. Ama bu ilgi uzun sürmedi.

Sonra fener kimsenin ilgisini çekmez oldu. Ayrıca mahalle çocukları ile fener arasında anlaşılmaz bir düşmanlık ortaya çıktı. Hepimiz toplanıp önce fenere doppımızı atardık. Doppısıyla vuran çocuk usta nişancı oluşuyla gururlanırdı. Bu da bizi bezdirirdi. Çünkü doppıyı giyip ipekli doppı ile güzelce süslenen fener bambaşka bir renk alır, bizimle adeta dalga geçerdi. Biz elimize taş, kesek alarak fenere hücum etmeye alıştık. Böylece, o daha güçsüzleşirdi. Küçücük bir taş veya kesek onun “gözünü” kırabilirdi. Sonradan Fenerci Baba haftada üç dört defa fenere yeni “gözlük” almak zorunda kalırdı. O gidince biz yeni “gözü” oyardık. Buna rağmen Fenerci Baba bize hiçbir şey demezdi. Onun bu yaptığı bizim hoşumuza gitmez, bizi kovalamasını, yakalamak için beklemesini, hatta birimizi dövmesini isterdik. Ama bizim bu istediklerimizin hiçbiri gerçekleşmezdi.

Bir gün akşama doğru sokak çocuklarla doluydu. İçimizden en korkusuz, en acımasız olan Topal Kasım:

– Çocuklar, dedi.

Tozdan kirli yüzlerimiz yeni bir şey bekleyip onun gözlerine çevrildi.

– Biraz sonra “Fenerci Baba” gelecek. Feneri kıralım.

Ne yapacağını göstermek için eliyle bir şeyler aramaya başladı.

Ellerimizden vızıldayarak uçan taş ve kesekler fenerin bütün gözlerini delip geçmişti. Fenerci Baba’nın eğilmiş küçücük gövdesi yaklaşmaya başladı.

– Deli çocuklarım, bu nasıl iş? Fenere dokunmasanız olmaz mı? O yukarıda. Siz yerde oynasanız olmaz mı?

Çocuklar ses çıkarmadılar.

– Şimdi siz çocuksunuz, gözleriniz istediğiniz her şeyi görebilir. Karanlık da gündüz de sizin için bir. Yatsı namazı olmadan annenizin kucağında mışıl mışıl uyuyacaksınız. Ama bizim gibi ihtiyarlar için fener olması çok önemli, dedi.

Çocukların hepsi yaşlı adama bakıyordu.

– Geçen gün akşam kuvvetli bir yağmur yağıyordu. Buraya gelmiştim, sokak karanlık içindeydi. Fenerin camı kırıldığı için rüzgâr onu söndürmüş. Çayın kenarına geldiğimde suda bir şey vardı. Bu neymiş diye fenerle çaya baktım. Benden de ihtiyar bir adam çaydan çıkamıyordu. Hemen ona yardımcı oldum, elinden tutup çektim. Güçlükle çaydan çıkardım. Giysileri çamur içindeydi, çok ıslaktı.

Çocuklardan biri:

– Ya, adamcağızın sakalı, yüzü de çamur muydu?

– Evet öyleydi. Ben onu evine götürdüm, dedi ihtiyar.

Gözümün önünde fenerci Baba’nın söyledikleri canlandı.

Topal Kasım:

– Yalan, yalan! diye bağırdı.

Bütün çocuklar:

– Gerçek! diye cevap verdiler.

– Eğer yine bir çocuk fenerin “gözünü” kırarsa biz onu yakalayacağız ve amcaya teslim edeceğiz, diye söyledi Ahmet.

Fenerci Baba:

– İnşallah bundan sonra kırmazsınız.

– Hayır, kırmayız, diye cevap verdik.

Küçücük merdiveni omzuna atarak karanlığa girip gözden kayboldu.

O olaydan sonra fenere kimse dokunmadı.

Şimdi onun yerinde tel kafesle sarılmış, yumurtadan biraz büyükçe bir elektrik lambası yanıyor. Onu kimsenin yakmasına gerek yok. Ne kibrit, ne gaz yağı gerekmiyor. Hiçbir çocuk artık onu taşlamıyor. Elektrik lambasının ışığında gezerken çocukluğumun bir parçasını ve Fenerci Baba’yi hatırlarım.

ABDULLA KAHHAR (1907-1968)

Özbek edebiyatının ünlü temsilcilerinden biri olan Abdulla Kahhar 17 Eylül 1907’de Kokan (Hokand)’da bir demirci ailesinin çocuğu olarak doğdu.

Çocukluğu Kokan çevresindeki Yaypan, Kudaş, Buveyda, Alkar, Akkorgan gibi köylerde geçti. 1930 yılında Merkezi Asya Devlet Üniversitesi Pedagoji fakültesini bitirdi.

Yazar, Puşkin’in ”Subay Kızı”, Gogol’un “Evlenme” ve “Teftişçi” komedilerini bizzat kendisi; eşi Kibriya Kahharova ile ise Lev Tolstoy’un “Savaş ve Barış” eserlerini Özbekçeye çevirmiştir.

Eserleri:

“Köy Hüküm Altında”, (1932, ilk kitabı), “Serap” romanı, “Hikâyeler”, “Nineler Telefon Açtı”, “Kadınlar”, “Hırsız”, “Hasta”, “Nar”, “Çiftçınar Işıkları” (1951) hikâye kitapları, “Sinçelek” (1958) ve tiyatroları: “Şahi Suzane, Ayacanlarım, Ağrıyan Dişler, Tabuttan Ses.”

Hasta

Türkiye Türkçesine çeviren: Muhammed Emin Töhliyev

Satıbaldı’nın karısı hastalandı. Satıbaldı hastayı okuttu, faydası olmadı. Tabibe gösterdi. Tabib kan aldı. Zavallının gözleri görmez oldu. Üfürükçü okuyup üfledi. Tuhaf bir kadın geldi, söğüt dalı ile vurdu. Tavuk kesip kanını sürdü… Bunların hepsi elbette parayla oluyordu. Böyle zamanlarda kalın olan gerilir, ince olan kopardı.

Şehirde bir doktorun muayenehanesi vardı. Satıbaldı’nın bu muayenehane hakkında bildiği şuydu: Serin ve sessiz bir parkın içinde, ağaçların arasında kalmış yüksek ve güzel beyaz bir bina; porselen kollu gri kapısında zil düğmesi vardı. Pamuk tohumu, koza ve küspe ticareti yapan patronu Abdugani Bey, ambarda devrilen çuvalların altında kalıp nerdeyse ölümün eşiğine geldiğinde bu muayenehaneye değil Fergana’ya gitmişti. Muayenehane denildiğinde Satıbaldı’nın gözünün önüne üstü kapalı fayton ve 25 somluk kağıt para gelirdi.

Hasta ağırlaştı. Satıbaldı, patronunun yanına halini anlatmaya gitti ama bu gidişten maksadının ne olduğunu kendisi de pek bilmiyordu. Abdugani Bey, onu dinlediğinde çok üzüldü. Elinden gelse hemen şimdi onun karısını ayağa kaldırmaya hazır olduğunu söyledi ve sonra sordu:

– Bahaeddin Nakşibend’in meczuplarına bir şeyler adadın mı? Ya Gavs-i Azam’a?

Satıbaldı çıkıp gitti. Hastanın yanında gürültü patırtı etmemek ama bu vaziyette geçimini sağlamak için evde yapabileceği bir iş öğrenmeye mecbur kaldı. Çeşit çeşit sepet örmeyi öğrendi. O, sabahtan akşama kadar yakıcı güneşin altında, dalların arasına oturup sepet örüyordu.

Dört yaşındaki kızcağızı eline mendil alıp annesinin yüzünü ölmüş, yarı canlı pis sineklerden koruyordu. Bazen elinde mendille boynunu büküyor, uyuyup kalıyordu. Her taraf sessizdi. Yanız sinekler vızıldıyordu. Her zaman yakından veya uzaktan bir dilenci sesi geliyordu:

– Hey dost! Allah rızası için! Allah resulü der ki: Sadaka belayı def eder!

Bir gece hasta çok sıkıntı çekti. Onun her inlemesinde Satıbaldı, beynine çivi çakılır gibi ızdırap çekiyordu. Komşusu olan yaşlı kadından yardım istedi. Yaşlı kadın hastanın dağılan saçlarını düzeltti. Sağını solunu okşadı. Sonra… Oturup ağladı.

– Günahsız bir çocuğun seher vakti ettiği dua kabul olur. Kızınızı uyandırın, dedi.

Kızcağız bir müddet uyku sersemliği ile ağladı. Sonra babasının öfkesinden, annesinin perişan halinden korkup yaşlı kadının öğrettiği gibi dua etti:

– Ey Allah’ım. Annemin deydine deva bey…

Hasta her gün önceki günden kötüye gidiyordu. Sonunda iyileşmesinden umut kesildi. “İçimize dert olmasın” diye başında iyileşmesi için kırk kez Yâsîn suresi okuttular. Satı-baldı, ördüğü sepetlerin çoğunu satın alan bakkaldan yirmi tenge borç aldı. Kırk kez Yâsîn okunduktan sonra hasta iyileşir gibi oldu. Hatta gözünü açıp küçük kızı yanına aldı ve fısıldadı:

– Allah, kızımın seher vakti ettiği duayı dergahında kabul etti babası. Ben iyiyim. Seher vakti kızımı uyandırmayın.

Tekrar gözlerini yumdu. Bu kapamadan sonra gözlerini bir daha açmadı. Seher vakti geldiğinde canını teslim etti.

Satıbaldı, küçük kızını ölünün yanından alıp başka tarafa yatırırken küçük kız uyandı ve gözünü açmadan öğrendiği duayı okudu:

– Ey Allah’ım. Annemin deydine deva bey…

1936

MİRKERİM ASIM (1907–1984)

Mirkerim Asım 1907 yılında Taşkent’te dünyaya geldi. 1918–1921 yılları arasında ilköğrenimini tamamlamış ve ardından 1921–1924 yılları arasında Nerimanov adındaki meslek okulunda eğitim görmüştür. Musa Taşmuhammed oğlu Aybek ve Hamil Yakubov ile bu meslek okulunda tanışmıştır. 1926 yılında ise Moskova devlet pedagoji enstitüsünün tarih ve iktisat fakültesinde okumuş ve 1930 yılında buradan mezun olmuştur. Daha sonraları Semerkand’da Öğretmen Hazırlama Kursu’nda görev yapmış, ardından 1932 yılında ise Özbekistan Eğitim Bakanlığına bağlı Pedagoji Araştırma Enstitüsü’nde çalışmıştır.

Mirkerim Asım’ın başlıca yazdığı eserler, Estrabad, Ali Şir Nevai ve Derviş Ali, Sürgün, Nevai’nin Hısletleri, Uluğ-bek ve Nevai, Makedonskiy, Arab Halifeliği, İran Şahlarının Baskını, Moğol İstilasi, Otrar, Tomaris, Temür Melik, Aleksandr ve Spitamen, Mahler Ayım ve Hanpaşşa, Kervan Çanı, Elçiler, Zulmet İçre Nur (Nevaî), Ceyhun Üstünde Bulutlar (Berunî), İbni Sina Kıssası, Cebirin Doğuşu (El-Harezmî), Kırılan Setar (Meşrep).

Mirkerim Asım ayrıca M. Şalahov’un Durgun Akardı Don, S. Baradin’in Yıldırım Beyazıt romanlarını ve L. G. Batn’ın Hayat Bostanı kıssası ve daha birçok eseri Özbekçeye çevirmiştir.

Mirkerim Asım 1984 yılında Taşkent şehrinde vefat etmiştir. Vefatından sonra kendisinin verdiği büyük emeklerden ötürü 2002 yılında madalya ile mükâfatlandırılmıştır.

Şırak

Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü

Yazla birlikte Yeksert kenarındaki çöllerde otlar da susuzluktan kurumayabaşladı. Buralarda yaşayan Şek aşiretleri otu bol yaylalara göç etme telaşına düştüler. Yeni yerlere göçmek hayvancılıkla uğraşanlar için bir bayram gibiydi. Onlar, bahar mevsiminde yaşayıp alıştıkları yerleri bırakıp gitmeden önce birbirlerine misafir olurlardı. Şifalı otları yiyip semiren kısrakların sütünden yapılan keskin kımızları içip çakırkeyif olan delikanlılar kızlarla düğünlerde karşlıklı söz atışmaları yapar, hoşça vakit geçirirlerdi.

Yalnız bu sefer insanların içi rahat değildi. Otlaklarda ne türkü sesleri ne de kızların keyifli gülüşleri işitilmiyordu.

Yüksek bir yerde kurulan ak otağın etrafında eğnine tüysüz deriden palto, başlarına ucu incecik uzun kalpaklar giymiş silahlı muhafızlar bekliyordu.

Otağın içinde Şek aşiretlerinin aksakalları meclis kurmuş oturuyorlardı. Sedirin üstüne atılan ayı derisi üstüne bağdaş kurup oturan Rustek, aksakallarına durumu anlatıyordu:

– İran şahı Daryus Ceyhun ırmağını geçip, Soğdiya’yı ele geçirdi. İranlılar ülkeyi yağmalayıp erkekleri köle, kadınları cariye kılıyorlar. Şimdi sıra bize geldi. Habercilerimiz şahın bizim tarafa Ranasbat kumandasında büyük bir ordu göndermeyi düşündüğünü bildiriyorlar…

Rustek, saçı ve sakalı ağarmış; biraz kamburlaşıp çökmüş, iri yapılı, yaşlı bir adamdı. O bir zamanlar geniş omuzlu, uzun boylu bir pehlivandı. Bire bir çarpışmalarda Şek soyunun düşmanlarından nice bahadırları yere sermiş, Soğdiya’da ve İran’da büyük ün kazanmıştı.

Şimdi, Şeklerin ve Soğdiyalıların en şiddetli düşmanı olan İran şahı ve onun kötü niyetleri hakkında konuşurken öfkeden nefesi tıkanıyor; gözleri ateş saçıyordu. Ateşli sözlerle düşmanı def etmek için yapılması gerekenler hakkında aksakallarla fikir alışverişi yapıyordu.

– Elinden hiçbir iş gelmeyen yaşlı erkekleri ve yaşlı kadınları, çocuklu kadınları, koyun ve at sürüleri ile uzak çöllere gönderirsek ve geri kalan kadın erkek herkesi silahlandırırsak; düşmanla kanımızın son damlasına kadar, diye söze başladı aşiretin aksakallarından Saksefer.

O, yaklaşık olarak altmış yaşlarında olsa da gençler gibi yüzünün iki yanı da kıpkızıl, çalışkan ve zorluklara tahammülü olan bir insandı. Devam etti:

– Savaşın yükünü çekmek namussuz yaşamaktan daha iyidir. Zalim İran şahına köle olmaktansa savaş meydanında ölmek daha iyidir…

Rustek, onun uzun sözlerini sabırla dinleyip başını eğerek düşüncelere daldı.

– Savaşta mertçe ölmek sözde kolaydır. Lakin düşmanı ezip yok etmek, ondan intikam almak zordur. Bizim mertlik gösterip adımızı yükseltmeyi değil; ülkemizin, insanımızın hürriyetini nasıl koruyacağımızı düşünmemiz gerekir, dedi heyecanlanan Saksefer’e bakarak.

Aksakallar, dillerini yutmuş gibi seslerini çıkarmadan oturuyorlardı. Birçok ülkeyi ele geçiren, savaş meydanlarında çok tecrübe sahibi olan, iyi silahlarla donatılan İran ordusuyla vuruşmanın kolay olmadığını iyi biliyorlardı.

İleri gelenler bu sıkıntılı durumu çözüme kavuşturmak için oturmuş kafa yorarlarken otağın kapısında nöbet tutan delikanlı Şırak adlı bir çobanın içeri girmek için izin istediğini söyledi.

Rustek:

– Şırak mı? O da kim?

Saksefer:

– Şırak bizim aşiretten. Bütün ömrü çobanlıkla geçti. Kendisi ileri görüşlü, bilgili, güzel destanlar okuyan yaşlı bir adamdır. Eskiden harabelerde akrep yakalayıp kendini soktururdu. Acı hissetmezdi. Anlattıklarına göre gençliğinde onu yılan sokmuş da otlardan yaptığı ilaçları sürüp iyileşmiş. O zamandan beri yılandan, akrepten korkmaz.

– Madem öyle, çağırın ihtiyarı, buraya gelsin.

Kapıdan altmış yaşını aşmış, çevik, dimdik duran yaşlı bir adam girerek içerdekileri saygıyla selamladı:

– İzin verirseniz ben de aranıza katılıp fikrimi söylemek istiyorum. Hangi konuyu görüştüğünüzü biliyorum.

– Otur, otur. Seni dinliyoruz, dedi Rustek.

– İran şahının askerleri Seyhun ırmağının dibindeki kum tanelerinden de çok. Onları savaş meydanına çağırıp yenmek imkânsız. Öyle bir hile bulmamız gerek ki düşmanın ayakları tutmaz olsun. Yuvarlanıp ölüm uçurumuna düşsün.

– Haydi söyle. Nasıl bir hile düşündün? diye sordu Rustek.

– Bunu yalnız sana söylerim. Aksakallar otağı terk etsinler.

Bu sözü işiten Rustek, yüzlerini buruşturan aksakallara baktı:

– Ne diyorsun? Sen bu büyük adamlara güvenmiyor musun, diye sordu.

– Güveniyorum. Onlar ülkemizin derdiyle dertlenen iyi insanlar. Ölseler bile düşmana sır vermezler. Amma onların yakın dostları, kardeşleri, oğulları, karıları var. Benim sözlerimi farkında olmadan onlara söylemeleri mümkün. Herkesin bildiği söz: Elin ağzı torba değil ki büzesin. Aksakallar beni affetsinler…

Aşiret reisleri peş peşe yerlerinden kalkıp dışarı çıkmaya başladılar.

Ak otağdan biraz ötede çöküp oturan göçebeler Şırak’ı iyi tanırlardı. Onun kopuz çalıp söylediği destanları çok dinlemişlerdi. Kendisinin de destanlarda övülen arslan yürekli adamlardan biri olduğunu bilirlerdi.

Aradan bir süre geçtikten sonra Şırak otağdan çıktı. Onu gören göçebeler korkuyla yerlerinden kalktılar. Yaşlı çoban, kesilen iki kulağına ve burnuna kızgın yün bastırıp akan kanı durdurmaya çalışıyordu. Beklenmeyen bu hadiseye öfkelenen göçebeler onun etrafını sardılar ve üst üste soru yağdırmaya başladılar:

– Burnunu, kulaklarını neden kestiler?

– Zavallı, senin suçun neydi?

Rengi ceset gibi bembeyaz olan Şırak, dişlerini sıkarak acıya dayanmaya çalışıyor, soydaşlarının sorularına cevap vermiyordu. Onu bir yere götürüp kızgın yünle akan kanını durdurdular. Yaşlı adamın bozkır rüzgârı ve çöl güneşinde yanıp kararan yüzünde öfke alameti yoktu. Kendine geldiğinde yerinden kalktı, batıya doğru yürüdü. Olup bitenlere şaşıran insanlar arkasından bakakaldılar.

Çiftçilik ve bağcılıkla uğraşan Soğd halkına baş eğdiren İran şahı, Yeksert suyunun sol kıyısındaki göçebelerin üzerine yürümeden önce istirahat ediyordu. Yedi kat tuğla duvarla çevrili bahçenin ortasındaki yüksek kameriyede kendi kurmaylarıyla şarap içiyor, tatlı tatlı sohbet edip oturuyordu.

Görevlilerden biri kameriyenin yanına gelip selam verdi ve kulaksız, burunsuz tuhaf bir ihtiyarın huzuruna girmek için izin istediğini bildirdi. Dara sorular sorup gelen adamın Şek aşiretinden olduğunu öğrenince:

– Tamam, gelsin, dedi.

İki silahlı muhafız refakatinde gelen Şırak, şahtan on beş adım ötede durdu. Yeri öptü ve kalkıp saygıyla beklemeye başladı.

Dara, uzun boylu, kıvrık uçlu bir burnu olan, yakışıklı bir adamdı. Onun sakalı balta gibi, göğsüne kadar inmiş ve düzgünce taranmıştı. Üstündeki eşi benzeri olmayan altın işlemeli kaftanı parlıyor, elindeki asasına yerleştirilen kıymetli mücevherlerse karanlık gecedeki yıldızlar gibi ışıldıyordu. Taş bebekler gibi duran iki görevli onu ağır ağır salladıkları yelpazelerle serinletiyorlardı.

Dara, keman kaşlarını çatıp yüksek sesle:

– Ey adam! Sen kimsin? Adın ne ve hangi soydansın? diye sordu.

– Adım Şırak. Şek soyundanım, diye cevap verdi yaşlı adam.

– Niçin gelip benim keyfimi bozdun? Maksadın nedir?

– Maksadım birlik ve gayret kuşağını belime bağlayıp siz şahlar şahına hizmet etmektir. Siz efendimiz hakkında iyi düşüncelere sahip olduğum için kendi akrabalarımdan çok sert zulüm gördüm. Ben onlara: “İran şahı ile savaşırız diye boşa kürek çekmeyin. Sizi bir hamlede yerle bir eder. İyisi mi itaat kemerini bağlayıp gidin. O mübarek adamın eteğini öpün.” dedim. Bu söylediklerimi haber alan hükümdarımız Rustek çok öfkelendi. Benim burnumu ve kulaklarımı kestirdi. Şimdi ben sizin yardımlarınızla ondan öcümü almak istiyorum. Yüksek müsaadeleriniz olursa yenilmez ordunuzu yalnız sürü otlatan çobanların bildiği keçi yollarından Şek askerlerinin arkasına dolaştırayım. O zaman onları kılıçtan geçirmek zor olmayacak…”

Şırak’ın sözlerini dinleyen Dara düşüncelere daldı. Eğer savaşçı Şek aşiretleri bu yolla perişan edilirse Ceyhun ırmağı ile Yeksert arasındaki verimli yerleri ele geçiren İran askerlerinin güvenliği sağlanmış olacaktı. Lakin bu yaşlı çobanı bir denemek gerekiyordu. Şırak, şahın kendisine güvensiz gözlerle baktığını anlayıp sözlerinin doğruluğunu ispat etmeye çalıştı:

– Burnumun ve kulaklarımın yakın zamanda kesildiğini görüyorsunuz. Bizimkiler kendi soydaşlarına boş yere böyle işkence etmezler.

Şırak, düşünüp planladığı bütün delilleri ortaya koyup uzun uzun anlattı. Kendisinin İran şahına olan bağlılığını, Şeklere düşmanlığını ispat etmeye çalıştı. Sözün sonunda güneş tanrısı üzerine and içti.

Dara, kumandanlarıyla fikir alışverişi yaptıktan sonra Şekler üzerine ordu göndermeye ve Şırak’ı ise kılavuz olarak görevlendirmeye karar verdi.

İran askerleri kılavuzun tavsiyesi ile yedi günlük su, yiyecek içecek ve hayvanlarına yem ve saman alarak yola çıktılar. Irmağın sağ kıyısındaki kumlu topraklardan geçip Şekleri arkadan çevirip saldırmak üzere hareket ettiler.

İlk günler yol pek sıkıntılı değildi. Bozkırın otları artık kuruyup gitmiş olsa da ara sıra önlerine pınarların etrafında yemyeşil otlaklar çıkıyordu. Gide gide bozkırdan çöle çıktılar. Adamların ve atların su sıkıntısı arttı. Masallardaki atların nalları gibi oyulmuş kum tepelerini aşmak veya etrafını dolaşmak kulay değildi.

Kan ter içinde kalan ayaklarını kumdan güçlükler çıkarabiliyor, başlarını aşağıya salmışlar, adımlarını tek tek atıyorlardı. Bozkırın acımasız güneşi kötü niyetle yola çıkan bu silahlı adamların başlarına alev saçıyor, içlerini kavuruyor, susuzluktan dudaklarını kurutup çatlatıyor, kumların üstünde yükselen kaynar hava ciğerlerini yakıyordu.

Birlik kumandanları dermansız kalmışlar, Şırak’tan Şeklerin ordusunun bulunduğu yere ne kadar mesafe kaldığını sormaya başlamışlardı. O da hedefe yaklaştıklarını ve iki gün daha yürümeleri gerektiğini söyleyerek kumandanları sakinleştiriyordu. Böylesine sıkıntılarla dolu seferin yedinci gününde de Şeklerden hiçbir ize rastlayamadılar. Her taraf çöl, susuz yerlerdi. Adam yürüse ayağı, kuş uçsa kanadı yanardı. Su, yiyecek, yem, saman tükenmişti. Zayıf düşen atlar yeri eşeleyip su arıyordu. Çatlayan dudakları şişmiş adamlar bir yudum su için bir yıllık ömürlerini feda etmeye hazırdı…

Şırak’ı aralarına aldılar: “Önümüze düştün, bizi nereye getirdin, aptal!” diye sıkıştırdılar. Kumandanlardan biri Şırak’ı yakasından silkeledi ve hakaret etmeye başladı. Şırak yakasını onun elinden kurtarıp yün kalpağını başından çıkardı. Geniş ve kırış kırış olan alnındaki teri sildi. Çatlayan dudakları alaylı bir tebessümle aydınlandı. Çekik gözlerinde bir bir ateş parladı. Etrafını saran öfkeli yüzlere gururla baktı. Kalpağını yere atıp kahkahalarla güldü:

– Ben yendim! Dara’nın ordusunu tek başıma yendim, diye bağırdı ve devam etti:

– Sizi aldattım. Çölün tam ortasına getirdim.

Eliyle doğuyu ve batıyı gösterdi:

– Bu taraf tam yedi günlük yol. Bu taraf da… İstediğiniz tarafa gidin. Benim mezarım şurada, diyerek ayaklarının bastığı yeri gösterdi.

Muradına ermek için mukaddes kabul ettiği ateş ve su tanrısına şükürler ederek bir dua okudu. O, gerçekten ülkesini kölelikten kurtarmak için canından vazgeçmişti. Kötü düşmanı hile tuzağına düşürmek için türlü türlü işkencelere katlanmıştı. İşte şimdi arzuladığı sonuca ulaşmış, düşman askerinin kılavuzu olup onları yok oluş uçurumunun kenarına getirmişti. Şimdi düşmanın yapabileceği hiçbir şey yoktu.

O, Rustek’in huzuruna çıktığında şöyle demişti:

– Eğer benim çoluk çocuğumu, torunlarımı unutmazsan tatlı canımdan vazgeçip yurdumun başına gelen belayı def ederim. Düşmanı def etmek için bir hile düşündüm. Ömrümün sonuna gelmişim. Artık bu dünyadan gitmem gerek. Ben yurdum için tatlı ecel şerbetini içmeye karar verdim. Beni iyi dinle…

Hükümdar onun sözlerini sonuna kadar dinleyip fikrini akıllıca bulmuştu. Sonra yanındaki keskin bıçağıyla kendi burnunu ve kulağını kesip güya kendi yurduna hıyanet etmiş biri olarak düşmanın arasına girmişti.

Öfkeden gözleri belermişti. İran askerleri, yüzü kırış kırış olup iyice çirkinleşen Şırak’ı aralarına alıp dövmeye başladılar. Kumandan Ranasbat dayak yemekten pestile dönmüş Şırak’ı onların elinden kurtarıp kenara çekti. Su içirdi. Sonra çadırına alıp onu iyilikle yola getirmek istedi. İranlı kumandan artık Şeklerin üzerine yürüyüp onları mahvetme hayalinden vazgeçmiş, yalnız ordusunu yok olmaktan kurtarmayı düşünüyordu.

– Eğer sen bozkırdaki kuyuları ve çeşmeleri bize gösterirsen seni affedip Soğdiyana’daki köylerden birini sana bağışlarız.

– Yurdumun düşmanlarına yardım etmek için uzanacak elimi kesip atarım daha iyi, dedi o sözü kısa keserek…

Yok olmanın eşiğindeki İranlılar düştükleri acı duruma dayanamayıp fedâkâr çobanı parça parça edip öldürdüler.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6853-73-7
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre